1. yüz (Toplam 1 yüz)

Kitaplarla Algımıza Saldırı

İletiGönderilme zamanı: Cum Oca 19, 2018 12:43
gönderen Feza Tiryaki
(Okuduklarım- 1)
Kitaplarla Algımıza Saldırı



Dinciler (dini kullananlar, yobazlar) okumaya karşılar; bilgilenmeye, düşünmeye…

Bunu kendi ağızlarıyla da dediler, biliyorsunuz… 2016’da, Nisan oylamasından önce, Erdoğan giderse, tam bir felaketle karşı karşıya kalırız diyebilecek kadar iktidar yanlısı, kendini yetiştiren çağdaş Cumhuriyetine sırt dönmüş bir rektör yardımcısı şu sözleriyle gazetelere geçmişti:

“Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz (eğitimsiz) kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır.”

Okumamışlara güvenir güvenmeye de bu anlayış, yine de içleri rahat etmez, okuyanları da devşirmek aptallaştırmak isterler.

Bu yüzden dergiler çıkarır, roman bile yazarlar, okuma yoluyla algıları değiştirebilmek, okuyan kesimi de tutsak alabilmek için.

Bizde Cumhuriyet karşıtları tek bir kesim mi, yalnızca yobazlar mı?

Ne gezer. Bir de eski – yeni solcularımız ellerinden geleni yaparlar, epey de güçlüdürler. Bunlar, ırkçı, eli kanlı, uydurukçaya dilimiz diyen, yani birbirini anlamayan küçücük yerel ağızlara bölücülük adına ortak ad vererek, “k.rtçe eğitim” diye yırtınan Batı’nın maşası bölücüleri pek severler eskiden beri. Atatürk devrimleriyle adam olmuşlardır, okur – yazar olmuşlardır, aydın sayılmışlardır, yine de içlerinden Cumhuriyetimize gönül borcu (şükran-minnet) duymazlar. Tam tersine vur abalıya örneği hep sevgisizce eleştirmişlerdir Atatürk dönemi de içinde, Cumhuriyet yönetimini. İngiliz’in kışkırttığı işgalci barbar Yunan, suç atıcı, yaygaracı, gözü topraklarımızda olan Ermeni, tuzu kuru, yayılmacı Avrupa’nın Türk sevmeyen, çıkarları gereği bölücüye arka çıkan ülkeleri, onları hiç rahatsız etmez.

Hep sorarız: “Yazar çizerlerimizin, ünlü ettiklerimizin çoğunun, bölücü ve iktidar yalakası çıkması, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyememeleri, kendilerini kökenlerle açıklamaları, bölücü terörün siyasi partisine yakın durmaları, onlardaki inanılmaz “Yunan” hayranlığı, bitmeyen Cumhuriyet karşıtlıkları bir rastlantı olabilir mi?”

Ali Poyrazoğlu (oyuncu) vaktiyle bir kitapçık yazmış. Şiir benzeri dizelerle yazılan bir iç konuşma. Birinin (Şapka) başı şöyle:

“Babam asker, / Ama değil aslında, / Babam asker taklidi yapıyor… / Babam sever çocukları.”

Ne var bunda derseniz, anlaşılmadıysa, devamını da yazalım o zaman:

“Asker olmaz babamdan, öyleymiş gibi yapıyor./ Belli etmek için halini, / Şapkasına çiçek takıyor.”

Orduya, ordunun kanla irfanla kurduğu Cumhuriyetin yetiştirdikleri sahip çıkmazsa; işte böyle, yüzlerce yıllık askeri okulları kapatırlar, uzun yıllar süren askeri eğitimi de, kurs sistemine döndürür, askerin okulunu fakülteye çevirir, eğitimi altı aya sıkıştırır, isteyen herkesi kolayca subay yapıverirler…

*
Altı ay önce yazmış bir kadın gazeteci aşağıdaki benzetmeyi bir köşe yazısında. Bizlerin, “eli kanlı – bölücü” benzetmemizin tam tersi bir benzetmeyle. “Asker sevici zihniyet” diyerek birilerini kınamış, sanki bu dünyada devletler askersiz yaşayabilirlermiş, Türk askeri Türk ulusunun kurtarıcısı, güvencesi değilmiş gibi.

“Ömrünü asker sevici zihniyetin ve devletin güvenli kolları arasında geçirmiş, korunmuş, kollanmışların…” Sonra aynı yazıda CHP’nin başkanına, bölücü ağzıyla, “Dersimli Kemal” diyor. Atatürk’e yalnızca “Kemal” denebildiğini de, bu “Uğurlu” bayandan bu arada öğreniyoruz, öğrenmenin yaşı yok:

“Biz halkız, bizim için yürüyeni unutmayız, bu sefer yürüyen Dersim’li* Kemal’di.

Selanik’ten çıkan doğduğu yerleri terk etmek zorunda kalan Anadolu’yu silah arkadaşlarıyla, halkıyla kurtaran ve bize bir yurt bırakan Kemal’in ruhunu şad etti.”

*
Son haftalarda işim gücüm okuma. Okuduğum kitapların bazılarını tanıtacağımı söylemiştim, işte sözümü tutuyorum. Yazın dünyasında neler oluyor, bir bakalım mı?

İlk eleştireceğim kitap, ülkemiz topun ağzındayken, bölgemizde BOP tıkır tıkır işletiliyorken, altı ay önce basılmış, hiçbir sorunumuza derman olmayacak, tersine düşmana yardım edecek bir küçük kitap.

Livaneli’nin “Elia ile Yolculuk” kitabı.
Neden mi bu kitap? Nedenleri çok:

Kitap, 2017’nin en çok satan kitabıymış, inanırsanız. Kitabın arkasında Livaneli’nin “Elia”sı şöyle tanıtılmış:

“Dünyaca ünlü sinema ustası ve yazar Elia Kazan, kendini bir Amerikalı ya da Yunan gibi değil, bir Anadolulu gibi hissederdi.”

Amerikalı, Yunan, Anadolulu. İlk ikisini anladık da, ne demek Anadolulu? Böyle bir ulus mu var? Yoksa toprağımızda gözü olanların, büyük “İde”lerinin ardından gidenlerin bulduğu bir tanımlama mı bu? Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti’nin Asya’daki topraklarının adı. Anadolulu ne?

Bu kitabı, Livaneli, “Eniştem beni niye öptü?” misali neden yazmıştır, sorsalar da açıklasa.

Tam da bu günlerimizde, tek adamlığa giderken ülkemiz, kurumlarımız devşirilirken, Cumhuriyet yönetimi değiştirilirken, Yunan’a sayısız tavizler verilirken, Girit gibi Türk vatanı Kıbrıs da Yunan’a kaptırılırken…

Kitap, “Elia” üzerine yazılmış, ona, müthiş bir övgü, beğeniyle. Yazar da kendinin dünya çapında, ne büyük, ne sayılan sevilen biri olduğunu, Amerikan ünlüleriyle sıkı fıkılığını, anlattığı anılarla gözümüze gözümüze sokmuş.

Livaneli’nin kitabında bir garip durum daha var, temmuzda (2017) basılan bu kitap, aynı ayda 100 baskı yapmış. İkinci ayda baskı sayısı 120’ye çıkmış. Yanlış duymadınız, yazıyla da yazayım; yüz yirmi. Şu anda kaç, bilemem.

Ya, bizim okur yazar kitlemiz birden değişti, herkes bu tür yayınlara yöneldi… Ya da piyasadan ne olduysa tüm kitaplar çekilmiş, tek bu kitap satışta. Bu nedenle basılıp duruyor.

Olamaz, saçmaladık değil mi? En doğrusu şu olmalı:

Türk okuru Livaneli’yi öyle çok, öyle çok seviyor ki, ne yazsa okuyor. 2010’da kendi yazıp çevirdiği, çok eleştirilen “Veda” filmi falan çoktan unutuldu, gözler yolda yeni kitabı bekleniyordu.

Veya okur; kitaplarında, filmlerinde, Türkleri övgüyle anlatan, Kurtuluş Savaşımız, “Yüce Önderimiz” üzerine dünya çapında filmler çeken biridir mutlaka bu “Elia” adlı yönetmen demiştir, bu kitaba sarılmıştır.

Yok öyle, 1922’de Yunan’ın denize dökülmesinde, İzmir yangınında suçladığı Türkleri dehşete düşürmek için, İzmir’e Livaneli ile gidip çayhanelerde, lokantalarda masasının üstüne kanlı, dirsekten kesik el maketi (yazarın açıklaması:1922’de İzmir’de linç edilmiş olan Rum piskoposun kolu) koyarak garsonları korkutmak, Yunan’ın yenilgisinin hıncını, o konuda karşı bir film çevirerek almayı düşünmek, içinin karasını göstermek, olur mu hiç canım, çok ayıp şey, iftira. Zaten kitapta yazmış yazarımız, bu İzmir yangını filmini çekmek düşüncesinden gerçekleri öğrenince (?), yazarımız açıklayınca (yazarın açıklaması: Savaş, ülkelerini kurtarmak isteyen Türklerle, işgalci Yunan ordusu arasındaydı, yani Türkler bir kurtuluş savaşı veriyordu. Milliyetçi bir insan olmadığım ve Türkiye’yi çok eleştirdiğim halde bu gerçeği Elia’ya anlatmak istiyordum.), adı bile konan (Ege’nin Ötesinde) filmden cayılmış. Bir sürü engel çıkmış. Kesik el maketi de böylece kalkmış ortalıktan…

Böyle bir film çevirmeyi düşünebilmesi bile ne kadar çirkin, utanç verici.

Kurtuluş Savaşı, Türklerle Yunanlılar arasında değil, Türklerle, işgalci Yunan ordusu arasında imiş. Bakınız öyle yazmış Livaneli. Yunan’ı korumuş kaşla göz arasında. Yunan halkının bir suçu yok yani, ah işgalci orduları ah…

İstanbul doğumlu (1909), dört yaşındayken ailesi Amerika’ya göçen (1913), üç Oscarlı, bu dünyaya parmak atmış ünlü yönetmenin (ölümü 2003) adıyla bir kitap çıkacağını duyunca kitabı almak için sıraya girmiş olmalı kitapseverler. Bu yüzden günlerce makinalar durmamış, kitabı basmış, basmış… Bu arada Livaneli’nin, çizilmiş renkli resimlerle şişirilen, Elia’yla ikisinin tanıtım broşürüne çevrilen, içeriği; yaşamı sorgulayarak, Amerika’nın cilalanmış sahte ünlülerini anlatan, çoğu resim, 114 sayfalık, içe kıvrık, kalın, iki katlı karton kapaklı kitabı da, daha basılmadan gönülleri fethetmiş, basılınca kitaba siparişler bitmemiş… Talep üzerine her gün yeniden basılmış. Çünkü konusu güncel, fiyatı uygun, 18 lira, tam beklenen şarkı(?)…

Bunların hiçbiri, çok basılmasının nedeni olamaz derseniz, bu garipliğin nedenini deyiniz o zaman?

Kim, neden bu kadar çok merak etsin filmci Elia’yı? Kime ne, onun eşinden dostundan, gelmişinden geçmişinden? Bizi neden bu kadar ilgilendirsin tarihin çözülmüş, kapanmış olayları, Ermeni tehciri? Ülkemizin sorunları bitti de işimiz Elia’yı tanımaya mı kaldı? Cumhuriyetin güzel çözümü Rum mübadelesi neden kaşınır durup dururken? Eski Yunan’ın gülünç, sapkın tanrılarından, bir zamanların ünlü, ahlaksız, uyuşturucu bağımlısı Amerikan artistlerinden bize ne?

Bu da şeytanın aklı: Rum – Ermeni lobileri dolarlarını akıtmasınlar yayınevine, durmadan basın, korkmayın, arkanızdayız, basılanın hepsini alacağız, kitabı destekleyeceğiz, herkese okutacağız demesinler?

Daha da neler diyorsanız, tek bir olasılık kalıyor, karşımızda bir kandırmaca var. Aklımızla alay ediliyor.

Ne yazdığı o kadar bilinen bir kitap ki bu… Tanıtımından anlıyorsun ne anlatılıyor, neden anlatılıyor. Hem, neden şimdi? Yunan’ın bu kadar azgınlaştığı, adalarımızda generallerinin gövde gösterisi yaptığı günlerde…

Bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen, ülkemiz için parmağını oynatmamış Yunan asıllı Amerikalı bir yönetmene övgü, yazarın saçma sapan ünlülerle abartılı anıları, baştan sona “Yunan güzellemeleri,” bölücülüğün bu türlüsü kimi ilgilendirir, söyleyin.

Burası, yazarın Amerika’dan izlenimleri, kitabın yirmi yedinci sayfasından. “Elia”nın evine gitmiş, odasına almışlar:

“Elia, öylece yatıyor, derin bir uykuda… ” diye başlıyor yazar, gördüğünü anlatmaya:

“Yüzü antik Ege haritaları gibi.”Burada sormalı: “Antik Ege haritaları derken?”

Antik Ege denip de, eski Yunan tanrılarından, efsanelerinden söz edilmeden olur mu? Onlar anlatılacak ki, kültürümüz artsın:

“Elia ise Manhattan’in göbeğinde, ebedi cezaya çarptırılmış bir Sisifos gibi kayayı her gün yeniden, gökdelen tepelerine çıkarmakla meşgul.”

Epey sonra şöyle bir benzetme:

“Sanki tarlada bir ağaç altına uzanıvermiş bir Anadolu köylüsü. Orta boylu, sağlam gövdeli.” Sonrası:

“ Karısı Frances’i İstanbul’a ilk getirdiğinde yoldan geçenleri gösterip “İşte,” demişti, “ Anadolular genellikle böyle oluyor. Sağlam yapılı!” Kısa, kalın ve küt anlamına geliyordu bu.”

Eh bu sözleri hazmettinizse, “kısa, kalın, küt” insanlar olarak, okumaya, incelemeye devam:

Uyuyana bakarken ünlülerle anıları canlanıyor yazarın. Maria Callas, Onassis’in yatı… Hemen bilmeyene açıklanıyor:

“Elia Kazan da, Maria Callas da Yunan soyundan geliyorlar ama Callas Ellas’tan, Elia ise Anatolia’dan. Birine Helen, ötekine Rum diyoruz, yani Romalı; Doğu Roma İmparatorluğu soyu.”

Türk okura, Türkçe anlatılırken Anatolia deniyor Türkiye’nin Anadolu’suna. “Anadolu’da doğanın soyu, Doğu Romalı soyu.” imiş. İyi, çok güzel!

Odaya göz gezdirirken duvarda gördükleri:

“Koca Tennessee Williams, hüzünlü bıyığının arkasından odaya girenleri süzüyor. Yanındaki fotoğrafta Kayseri / Develi Belediye Başkanı Kavuncu, biraz ötede Marlon Brando, Nathalie Wood, James Dean…”

Kitabın sayfa altlarında açıklamalar da yok, şimdi kim bilecek Tennessee’yi? Diğer film artistlerini? Yoksa bilinmesi mi gerekiyor? Amerikalı çok büyük bir yazarı kaçırmış insanımız, Elia, Williams’ın kitaplarından almış bazı ünlü filmlerinin konusunu, ne olacak eğitim şart (!)…

“Derken, kasketli Anadolu köylüleri ve “föterli” kasabalılar.”

Bundan sonra, klasikleşmiş, bize bölünmemiz için dayatılan “mozaik oluş” durumu geçiyor anlatıda:

“ … Manhattan 95. Doğu Sokağı’ndaki evinde divanın üstünde uyuklayan yaşlı adam da, Anadolu ruhunun saplantılı mozaiğini işlemiş kendi duvarına. Binlerce fotoğraf içinde, sararmış, tırtıllı kenarları kıvrılmış bazı resimler de var; ailesinin fotoğrafları bunlar. Erkekler fesli, kadınlar şapkalı; şık giyimli insanlar. Bir kilisenin önünde durmuşlar; hayatın kendilerine ne getireceğini bilmemenin verdiği bir ferahlıkla objektife gülümsüyorlar. Anadolu’nun ortasında, başı karlı Erciyes Dağı’na yakın bir Rum kasabasında çekilmiş ve hayatı o karede mühürlemiş bir görüntü.”

Burada mendiller burunlara… Hadi ne duruyorsunuz?

Birden aklıma takılıyor. Bir Yunan, bir zamanlar Türklerin yaşadığı kendi ülkesinin bir yerini anlatırken, örneğin, “ Makedonya’da bir Türk şehrinde… “diyebilir mi, der mi, demiş mi? Bizde, ne de kolay ülkemizde bir yere Rum kasabası deyivermek. Nerede? “Anadolu’nun ortasında. Erciyes dağına yakın.”

Tek taraflı sevgi, tek taraflı ödün…

Yazar burada çok tuhaf bir dilek diliyor, ne düşünüyorsa:

“ Keşke insanlar toprağa karışmasa da, ölümle birlikte yeni bir hayata doğsa. Keşke ruhlar, ölü bedenlerden çıkıp dünyada dolaşmaya devam etse. Kötüler cezalandırılıp, iyiler ödüllendirilse.”

Bu dilekleri neden diliyor ki, neden o fotoğraflar yazarın aklını başından aldı acaba derken, öğreniyoruz nedeni, yanıtı bu sözlerinin hemen arkasındaymış:

“Ne güzel olurdu her şey. Resimde gördüğüm insanların hepsi bu odada olurdu şimdi.” Dile getirilen özlemin evrenselliği de göz yaşartıcı (!)…

Deriz ya, kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Aynen öyleymiş. Hepsi Elia’nın ailesi için, o fotoğraflardakiler için… Bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyenler için…

Bu arada bir Yunan tanrısı daha öğreniyoruz: “Prometheus”. Elia, bu tanrı olarak yaşamış ve bununla ölmek zorunda kalmışmış…

Kitabın önsözü, “İthaka”, başlıklı bir şiir. Konstantinos Kavafis’in şiiri, dilimize Cevat Çapan çevirmiş. Şiirde antik Yunan’ın tüm tanrılarını, öykülerini bir daha duy işin yoksa. O dönemle, şimdiki Yunan arasında bir ilgi varmış gibi…

Yine bu bölümde, sevgili yol arkadaşının 1950 yılındaki büyük suçunu şöyle bir geçiştiriveriyor Livaneli. “ 50’li yıllardı. Onun başının burada, Amerika’da McCarthy komisyonuyla derde girdiği dönemler; Elia Kazan’ın kişisel cehennem yılları.”

Bunları der demez de, işlenen büyük insanlık suçunu ört bas eden övgülü sözler: “Mensup olduğu Yunan soyunun trajedi kahramanları gibi, onu bir ömür boyu takip edecek, ölene kadar peşinden ayrılmayacak, hatta ölümünden sonra bile devam edecek bir biçimde damgalandığı bir dönem.”

Yazarın Atatürk Havaalanı’nda, VIP (Önemli Kişiler) salonundaki anıları da söz edilmeye değer. Livaneli’nin kırmızı pasaportuyla buraya giriyorlar.”Her zaman buraya gelmem ama seni rahat ettirmek istiyorum.” diyor Livaneli, “Nasıl girebiliyoruz buraya?” sorusuna karşılık Elia’nın. Kitaptan:

“…İki Türk bayrağının arasındaki Chesterfield kanepeye uzanıp, spor pabuçlarını kolçağa dikerek horul horul uyumaya başlıyor.”

“Chesterfield” bir kanepe stili, iki kişilik, minderli, kabartmalı, gösterişli deri koltuk modeli. Anlatı sürüyor:

“… Kanepenin üstünde bir Atatürk portresi bizi gülümseyerek süzüyor.”

Atatürk’ün gülümseyen hangi resmiymiş acaba bu? Hem, karşısında uzanıp horlayana, üstelik kesik kollu papaz maketiyle ülkesini gezene neden gülümsermiş ki Atamız? Okumaya devam:

“ Biraz sonra bir bakan ve yanındaki maiyet arz-ı endam etmez mi? Aman be, diyorum kendi kendime, tam da zamanıydı.”

Neyse Livaneli, hemen duruma müdahale ediyor, uyuyan adamı kolundan tutup kaldırmak isteyenlere eliyle durun işareti yapıyor, bakana “Elia Kazan” diye fısıldıyor. Bakanın fısıldayarak “Türkiyeye mi geldi?” sorusuna tepkisi şöyle yazarın:

“Ne yapsın adamcağız, şaşkınlığını atlatmak için orada uyumakta olan adamın Türkiye’ye gelip gelmediğini soruyor.”

Buradaki “adamcağız”, o dönemin Türkiyesi’nin bir bakanı.

Bakanla fısıldaşarak konuşmalarının bir kısmı şöyle:

“Yan yana oturduğumuz bakan, Elia’nın film çekmek için mi geldiğini soruyor, elbette kulağıma fısıldayarak. “Hayır” diyorum, “Kayseri’ye, annesinin kasabasını bulmaya götürüyorum.”

“Haaa” diyor, “Ermeni değil mi üstat?”

“Hayır” diyorum, “Rum, Anadolu Rumlarından.” Bir kez daha şaşırıyorum buna; niye Türkiye’de herkes Rum olan Elia’yı Ermeni sanıyor acaba?”

Bakanımızın (keşke kim olduğunu da yazsaydı) Elia’nın büyüklüğü (?) karşısındaki durumunu anlattığı yeri de alayım buraya. Bakalım siz de çarpılacak mısınız bu benzetmeyi, anlatımı duyunca:

“Bu arada bir yetkili salona girip, bakana çay ya da kahve ikram etmek istiyor ama bakanın sus işareti ve öfkeli bakışlarıyla öyle bir çarpılıyor ki adam, Çehov hikayelerindeki, amirinin karşısında hacmini yok etmek isteyen 5. derece memurları gibi oradan sıvışıveriyor.”

Vah ülkemin ezik yöneticileri, vah yabancı ünlü karşısındaki küçülme… Vah çok bilmişlik…

İspiyoncu Elia Kazan büyük adam, bizim alçak gönüllü, büyüklük taslamayan, yabancı konuğun bekleme salonunda yatışına ses etmeyen bakanımız – her kimse o – yazarın diliyle, “zavallı adamcağız”.

Kayseri’ye gidişleri de epey ilginç. “ İthaka’ya dönüş” arzusuymuş yaklaşan ölümünden önce yapılan bu seyahat.

Eee, sunuştaki “İthaka” şiirinin hakkını vermeliydi değil mi yazar, gecikmemiş, vermiş.

Erciyes Dağı, şöyle tanımlanıyor kitabın bu bölümünde:

“Elia’nın babasının kutsal dağı. New York’ta yıllar boyu sayıkladığı, insana can veren havasını, pınarlarından akan buz gibi suyu, üstü buğulu iri üzümlerini hasretle anarak ve bir daha göremeden can verme kaderini yaşayan babasının meşhur Erciyes Dağı.”

Algıya yüklenmeye devam:

“ Anadolulular “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.” derler ama bu kez bir insanla bir dağ kavuşuyor.”

Kaçıncı kez aynı tanımlama: “Anadolulu!”

Kayseri Germir’e girerlerken yazar bir güzel nutuk çekiyor; “Tehcir” (sürme, göç ettirme),1915 ve “Mübadele” (değişim),1923 Lozan Antlaşması, üzerine.

“ Elia hem hüzün hem sevinç diyebileceğim, tuhaf bir ruh hali içinde. Ben ise korkuyorum, düpedüz korkuyorum. Çünkü Germir’de artık Rumların ve Ermenilerin bulunmadığını tahmin edebiliyorum.” Burada yakınıyor:

“ Çünkü o kültürü ve yaşam biçimini yaratan insanların yerine, bambaşka gelenekler içinde yetişmiş, mimarisinden yemeklerine kadar her şeyleri farklı olan insanlar getirilmişti buralara.”

Bakın işte böyle, “Hepimiz Ermeniyizciler” yaratılıyor, acındırma, tarihi saptırma son noktada:

“ Gidenlerin çoğu Rumca bilmiyordu, Türkçe konuşuyorlardı, çünkü vatanları burasıydı.” Burada eşitleme yapayım demiş, şu sözü de eklemiş, sanki iki durum aynı şey ülkemiz için: “ Oradan gelenlerin bir kısmı da Türkçe bilmiyordu.”

Sonraki bölümde iyice uçulmuş:

“Ermenilerin durumu daha da yürek burkan cinstendi.”diye başlayıp, “Ama o uğursuz 1915 yılında İttihat Terakki hükümetinin aldığı karar…” diye Ermenilere, bu kararın neden alındığından tek söz edilmeden ağıt yakılıyor…

Bir de, Atatürk döneminin, kuruluşumuzun, Lozan antlaşmasıyla sağlanan bir durumunu tutmuş eleştiriyor Livaneli. “Sen kimsin, ne hakla devletinin kuruluşuna dil uzatıyorsun, hem de bu günlerde!” diyemediğine göre kimse, bu sözleri okuyanlar, Yunan’a taviz üstüne taviz verilen, en güçsüz bırakıldığımız, BOP’la sarıldığımız, “oltadaki balık” sayıldığımız dönemse yaşadığımız şu günler, Livaneli tam da bir aydına düşen görevi yapıyor bu kitabıyla. Bir tokat da o atıyor, vur abalıya örneği.

İşte böyle, kitabı inceleyerek okursan şüphen kalmıyor, 120 baskı ne ki, iki yüz yirmi basmalı bu kitap, okullarda ders kitaplarına geçmeli, Türk çocuğu böyle yetiştirilmeli. Ne demişti çiçeği burnundaki İstanbul CHP il başkanı Canan Hanım, sosyal iletişimdeki bir takipçisine: “Türk olmak şereftir yerine, insan olmak şereftir yazsaydın..”

Çok insancıl bizim eski solcularımız çok… Türk’ten başka her ulusu kollar kayırırlar.


Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en karanlık günlerini yaşarken, Atatürk ilkeleri unutulurken, Atatürk devrimleri yaşamımızdan çekilirken, yeniden yüz yıl öncesine, o günlerin koşullarına dönülürken… yazılmış bir kitap.

Bir kısım aydınlar, Rumların Ermenilerin sözcüsü olmuşlar, ne kopartırsak, “kısa günün kârıdır.” diyorlar, ellerinde şırınga giriyorlar damardan.

Yunan’ın kaçarken yakıp yıktığı köylerden geriye kalanlardan söz eden yok.

Ne diyor, mübadele ile yer değiştirtilenlere yazar: “ Geriye sadece acı acı feryat eden “rebetika” türküleri kalmıştı.”

Balkanlarda kıyıma uğrayan Türkler, “Müslüman Osmanlı yurttaşı” diye tanımlanmış kitapta, aynı bu gün, Yunanistan’ın, ülkesindeki Türk azınlıklara, Türk demeyip ısrarla “Batı Trakya müslümanları” demesi gibi. Bakış açıları bir.

Aynı yolun yolcuları onlar…

Ya siz?

Feza Tiryaki, 18 Ocak 2018


Dersim’li*
Doğru yazımı, Dersimli. Buradaki “li” eki yeni sözcük türettiği için bitişik yazılmalıdır. Aslında daha da doğrusu, Tuncelili. Çünkü “Dersim” adında bir ilimiz yok. Hâlâ ısrarla kullananlar yasa tanımazlık suçu işliyorlar, bölücülük yapıyorlar.