1. yüz (Toplam 1 yüz)

BİÇİLEN KEFEN

İletiGönderilme zamanı: Pzr Mar 11, 2018 17:42
gönderen Feza Tiryaki
Kitaplarla Algımıza Saldırı: Feza Tiryaki
(Okuduklarım - 4 "Heidi")


BİÇİLEN KEFEN

Hepsi üst üste geldi, vardır bir nedeni dedim, yazmaya karar verdim.

Bir kaç gün önceydi, akşam: “Gel gel değişik bir belgesel var, TV’de, kefen kefen diyerek yırtınıyorlar.” Baktım ekranın üst sol köşesinde SAT 7 TURK yazıyor. Türk demek istemişler sanırım, Türk’ü, ü’süz yazmak moda ya, alıştık, alıştırdılar. Ne kefeniymiş, ne anlatıyorlarmış bir göz attım.

Başladı mı aklım karışmaya.

Bir ses, buğuludan öte bir ses, içe işleyerek döktürüyor, ne anlatım ne imrendirme, ne acındırma, ne hıristiyanlık övgüsü, nasıl İsa güzellemesi... İtalya’dan, Kudüs’ten, yok oradan yok buradan... Kefen bezi masalı uzayıp gidiyor. İşin içine doktorları, bilim insanlarını, teknolojiyi, eskiyi yeniyi, efsaneyi, yalanı dolanı, olanı olmayanı katmışlar, görselliği en üst düzeyde kullanarak veryansın etmişler algılara. Madem 2012’den beri, böyle bir işe izin verilmiş, dinci iktidar tarafından, ülkemizde ilk kez hristiyanlık (misyonerlik) yayını yapan kanal açtırılmış, bizim gibi ayakta uyuyanlara, bunu ilk kez duyanlara görenlere de böyle dehşet içinde kalmak düşer. Bir zamanlar çok gündemdeydi bu konu, küresel çetenin amacı, ülkemizi, dünyayı Hıristiyanlaştırma, insanları tek dine döndürme... deniyordu. Ülkemizde açılan sayısız kilise ev... Atıl kiliselerin ardı ardına onarılması, tepelerine çanlar takılması, cemaatsiz kiliselerin ibadete açılması... Ilımlı İslam saçmalığı, “Dinler Arası Diyalog” tuzağı, nedeni söylenmeyen geziler, Papa’yla görüşmeler, gelip gitmeler de ayrı...

2012 yılında eski Türk Tarih Kurum başkanı MHP’li Halaçoğlu, Türkiye’de son dönemde 51 kilise açıldığını, Bursa, Kütahya, İsparta’ya metropolit atandığını belirtmiş, oralarda Hıristiyan nüfus olmadığı için de taşımayla insan getirtip ayin yaptırdınız diyerek kürsüden TBMM’de iktidarı açıkça eleştirmişti. Daha partisinin çark etmediği, “U” dönüşü yapmadıkları, AKP’yi korkmadan eleştirdikleri yıllar... Yine aynı yıl değerli araştırmacı yazar Banu Avar, bir konuşmasında, “Türkiye'de 54 binin üzerinde ev kilisesi olduğunu söylemiş, hepimizi “Protestanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu ev kiliselerinin en büyük bölümü pilot bölge seçtikleri İzmit'te. Feci yayıldılar.” demişti.
*
Kefen, çok eskiden beri bilinen bir ölü sarma bezi. Bir tür beyaz bez. Kefene sarılarak ölülerin gömülmesi tek tanrılı dinlerden çok önce başlamış, bütün dünyada yaygın olan bir gelenek. Bu belgeselde İsa’nın kefeni dedikleri büyükçe, içi yer yer lekeli gözüken bir bezi korumaya almışlar, özel bir şekilde çerçeveletmişler, sergilemişler. Bunun öyküsü anlatılıyor. Dediğim gibi öyle anlatılıyor, Hıristiyanlık öyle övülüyor ki, neredeyse dinlerken bunlara katılacaksın... Ayinlerine alacaklar yayınlarına her takılanı... Zaten amaç bu olmalı. Haçlı seferlerinin başaramadığını, bu dönemde, algıları tutsak ederek başarmayı umuyorlar.

O gece, öyle çarpıldım, üzüldüm, anlatamam; buna nasıl izin verildiğini, kurulan tuzağı düşündüm durdum.

Ertesi günü, hep ertelediğim bir işimin başındayım, yıllardır hiç ellemediğim kapalı sandıklardan son kalanları açıyor, eski kitaplarımı çıkarıyor, listeliyorum. İçlerinden küçücük bir kitapçık düşüyor. Broşür desem daha doğru. Eni, bir kartpostalın eninde, boyu üç parmak daha uzun, sekiz sayfalık kartondan garip bir kitapçık. Doksanlı yıllardan kalma eşyaların arasından çıktığına göre çok eski bir yayın. Türkçe. Misyonerlerin cirit attığı, kapı kapı dolaştıkları, Türklerin peşine takıldıkları yıllardan kalma. İbret için saklamışım demek. Başlık: “Kaybolan Oğul.”

Arkasında:

“Sevgili çocuklar, Resimli kitabımızı beğendiğinizi umarız.”diye başlayan bir yarışma duyurusu. Her türlü göz boyama, kandırmaca yöntemi kullanılarak: “Kitabı boyayın, dikkatle okuyun, konusunu anlatan bir yazı yazın, yazınızı bize gönderin” diyorlar. Kazanan kitap ödülü (?) kazanacakmış. Adresleri T. B. Y. D. Çocuk Köşesi, Siegen 21 Almanya. Simge harfleri çözemedim. Almanya’daki Türklere dönük misyonerlik merkezinin kısaltılmışı olmalı. Bu kitap, yayınlarının üçüncüsü. Diğerleri, “Kutsal Gece, Kurtarıcı İsa Halk Arasında.”

Sonra araştırıyorum, bu basit, çağdışı, saçma sapan öykü, meğer Hıristiyanların en önemli anlatılarındanmış. Şöyle başlıyor:

“Kurtarıcı İsa bir ilginç hikaye anlattı: Bir adamın iki oğlu vardı.”

Sayfanın bir yüzü anlatı, sekiz on satırlık, diğer yüzü çizilmiş resim. “Kurtarıcı İsa” sözü anlatılacakların özünü, tuzağı gösteriyor. Bu öyküyle, suçluları, kötüleri, aptalları, evini ocağını terkedenleri, kötülere kapılıp aşağılık bir yaşam sürenleri, sefilleri, sürünenleri umutlandırıyorlar, onlara bağışlanacakları muştulanıyor. Kurtarılacaklar. “Kurtarıcı İsa” yollarını gözlüyor.

İç bayıltan sözlerle anlatılanın özeti bu. Misyonerliği (misyoner, özel görevli demek, hıristiyan olmayan ülkelerde hıristiyanlığı yayan) bir insanın bu sözlerle nasıl akıl dışı, çağımızın gerisinde, yalnızca kültür olarak kalması gereken bu inanca kapılabileceğini, insanımızı nasıl devşirdiklerini, Türk çocuklarını niçin hıristiyanlaştırmaya çalıştıklarını düşünürken, aynı gün bir rastlantı daha yaşadım:
*
Çocuk kitaplarından birini yeniden okuyordum, dinlenme niyetine, şimdiki gözümle, nasıl bulacağım diyerek. Johanna Spyri’nin Heidi kitabı. Milliyet yayınlarından, 1977 basımı, küçücük boyutlu, kısaltılmadan çevrildiği de belirtiliyor içinde. 408 sayfa, normal boyutta basılsa 100 – 150 sayfa olabilecek bir kitap. Okurken, öyle bir yerine geldim ki, kalakaldım. Aynı öykü burada. Heidi, bu çocuk kitabı kahramanı, Hıristiyan olmayan ülkelerde iyi misyonerlik yapmış, bizler de iyi uyutulmuşuz... Ana babalar, eğitimciler uyarılmadan, yayınlandığı müslüman ülkelere ters düşen hıristiyanlık inancını, kitaptaki misyonerliği, hıristiyan dinini övme, benimsetme, dayatma yerlerini çocuklarımıza hiç açıklamadan kitabı yayınlamışız... Çizgi filmini uzun yıllar seyrettirmişiz, seyretmişiz küçük büyük...

Kitabın yazarı, İsviçreli, 1827 doğumlu, 1901’de ölmüş. Kitabı 1880’de yayınlanmış. 1900’lü yılların ortalarından sonra da, çizgi filmleri yapılmış, en ünlüsü Japon yapımı olan bildiğimiz filmmiş.

Bizdeki tanıtımlarda, Heidi romanı, “Doğa, insan sevgisinin vurgulandığı...” bir kitap diye tanıtılıyor, hiç kimse kitaptaki asıl verilen anadüşünceyi (Kurtarıcı İsa) belirtmemiş. O ünlü İsa öyküsünden önce, ninenin dindarlığıyla veriliyor bu vurgu. Heidi’nin kör nineye gittiği bir günün anlatımı:

“Heidi birden rafın üstünde ninenin ilahiler kitabını gördü. Aklına yepyeni bir fikir gelmişti:

“Şimdi ben okumayı da öğrendim, nine.” dedi. “Şu kitaptan sana bir ilahi okuyayım mı?”


Sonra uzun zamandır ellenmediği belli olan tozlu kitabı alıyor, ilahi seçiyor, her ilahiden birer satır okurken, nine de “merakla” bekliyor.

“İşte şuradaki güneşten söz ediyor.” dedi, “Sana bunu okuyacağım nineciğim.”

Ninenin dinlerkenki durumu şöyle anlatılıyor:

"Yaşlı kadının gözlerinde yaşlar parıldıyordu. Çocuk okumayı bitirip sustuğu zaman, “Bir daha oku, Heidi, lütfen,” dedi. Heidi aynı hikayeyi bir daha okudu.

“Ah, Heidi, işte benim kalbimi mutlulukla doldurmağa yetiyor bu,” dedi, nine. “ İnsanı öyle rahatlatıyor ki bu sözler!”


Heidi’nin durumu da aynı:

“Çok mutluydu. Çünkü ninenin kalbini sevinçle doldurmayı başarmıştı.”

Bir kaç sayfa sonra da asıl anlatıya sıra geliyor. Kiliseye, topluma küsüp gitmeyen dedeye, dinine dönmesi için Heidi anlatıyor bu öyküyü. Önce dede:

“Ama bir kere Tanrı’yı unutan, bir kere Tanrı’dan kaçan, artık geri dönemez.” dedi. “Çünkü, artık tanrı onu unutmuş olur.”

“Yoo, hayır dedeciğim! Geri dönülebilir. Bunu da büyükanneden öğrendim. Zaten hikaye kitabımda da öyle yazıyor.”


Heidi bir koşu evden kitabını alıyor, “kitaptaki en güzel hikayeyi” açıyor.

“Kendi babasının sürülerine çobanlık ederken dünyada isteyebileceği her şeye sahip olduğu halde isyan eden, babasının servetinden payını isteyen, evinden uzaklaşıp kendi başına yaşamayı düşleyen evladın hikayesini okumaya başladı.”

O bulduğum misyoner kitapçığındaki aynı öykü burada yineleniyor. Bilgi ağında arayın bakın aynı öykünün kaç Türkçe videosu var, kaç anlatısı var. Yine romana dönelim.

Hikayeyi, sonuna kadar okumadan Heidi dedesine soruyor:

“Şimdi ne olacak dersin dedeciğim? Sence baba, oğluna kızacak, onu yanından kovacak mı? Oysa dinle de bak, ne oluyor?”

Bu dede torun konuşmasından sonra ne oluyor dersiniz? Dede “ doğru yolu” bulmuş tabii. Ertesi sabah günlerden Pazar’mış, dede gülümsüyormuş, hava çok güzelmiş.

“Vadinin aşağılarından kilisenin çan sesleri duyuluyordu. Hemen dönüp kulübeye girdi, merdivenin dibine yürüyerek yukarıya seslendi: “Heidi, artık kalk! Güneş doğdu bile. Güzel elbiselerinden birini giy. Kiliseye gidiyoruz bu sabah."

Kitabın burasında çan seslerinin anlatımı ayrı bir konu, inanılmaz, yönlendirici sözler:

“Kasabaya yaklaştıkça her yandan çan sesleri duyulmaya başladı. Sesler vadide yankılanarak dağların doruklarına yükseliyordu. Her adımda daha da çınlıyor, daha da zenginleşiyordu. Heidi kendinden geçerek bu sesleri dinlemekteydi. “Bak dedeciğim, duyuyor musun? Bayram var sanki!” dedi."


Burada kilisede dua, kilisedeki insanlar, duadan sonra papazla konuşmaya giden dede. Bunu halkın yorumlaması: “... Sanki çok uzun bir ayrılıktan sonra aralarına dönen bir dosta, “Hoş geldin! demeye hazırlanıyorlardı.”

Papaz dedeyi “dostça karşılıyor, elini tutup sıkıyor,” dede papazdan özür diliyor. Kitaptan:

"Papazın iyilik yansıtan gözleri sevinçle parlamıştı. İhtiyarın eline bir kere daha sarılarak derin heyecanlar saklayan sesiyle, “Çok mutluluk duydum, komşu,” dedi.”


Bundan sonrası dedenin değişimi, iyilikler planlaması, İsa’nın yolunu buldu ya, küçük kızın okuduğu bilindik hikayeyle, nineye seslenişi:

“Üzülme nine. Ne seni cezalandıracağım, ne de kendimi. Artık bundan sonra bir aradayız. Tanrı izin verirse, uzun süre de bir arada kalacağız.”

Küçük kızın görevleri asıl bundan sonra başlıyor. Peter’i de adam ediyor, tembel çocuk, Heidi’nin azarları, baskısı, korkutmasıyla ilahiler kitabını okuyabilmesi için nineye, okuma yazma öğrenmeye mecbur ediliyor. Kendilerini ziyarete gelen, yaşama küsmüş, karısını, çocuğunu yitirmiş yaşlı başlı doktora bile yol gösteriyor Heidi:

“Heidi en ciddi sesiyle, “Ne yapmak gerektiğini bilmediğimiz zamanlarda her şeyi Tanrı’ya bırakmak en doğru yoldur.” dedi.

“Sevgili yavrum, bu, gerçekten çok iyi bir fikir. Ama ya o acıları gönderen, Tanrı’nın ta kendisiyse? O zaman O’na ne söyleyebiliriz?”


Heidi, hemen nineyi örnek veriyor.

“Sesi çok yumuşaktı. “Ninenin de durumu öyleydi. İlahiler onu tekrar mutlu edinceye kadar. İlahileri dinlemeye başlayınca yeniden içi sevinçle dolmaya başladı, onda sonra da mutlu oldu.”

Önce dedeyi dine döndüren, ardından doktoru yola getiren Heidi’nin işi bu kadarla da bitmiyor. Sıra kötürüm arkadaşı Clara’da. Heidi ona soru sorarak açıklıyor:

“ Yıldızlar neden öyle mutlu mutlu parlıyor, biliyor musun?”

“Hayır. Neden?”

“Çünkü onlar da biliyor ki, Tanrı her şeyi insanların iyiliği için hazırlar.”
Uzun vaazının ardından Heidi’nin Clara’ya dedikleri:

“ Dua etmeyi unutmayalım, Clara. Tanrı’ya bizi hatırlamasını söyleyelim.”

Sonunda kötürüm kız yürüyor, Heidi’nin dedesinin köydeki yıkık evini doktor satın alıyor, onarıyor, evi bağışlamak için Heidi’yi evlatlık ediniyor.

Kitabın sonuna doğru, tüm bu mutlu sonların nedenini büyükanne kör nineye açıklıyor:

“Burada Tanrı’ya şükredip bize verdiği mucizeyi hatırlayacağız.”

Kitabın son satırı ne olabilir sizce, bakın okuyun, nineden. Hiç kimseye hayrı olmayan, köyle iletişimi kopuk, kendine her gün gönderilen özel beyaz ekmekleri kimseyle bölüşmeden tek başına yiyen, Batı’nın tipik bencil ninelerinden bu söz:

“ Gel, bana o ilahilerden bir tane oku çocuğum, dedi. Tanrı’ya bize verdikleri için bir kez daha şükretmek istiyorum!”

Bu ünlü kitabı tanıtırken, İsviçre’de, o dönemde yaygın olan “öksüz çocuk tutsaklığı”nı (Verdingkinder) anımsatanlar, çiftliklere satılan bu çocukların perişanlığını anlatırlarken, işte o yüzden Heidi’nin ayakları filminde çıplaktı diyenler, görmeleri gereken asıl gerçeği göremiyorlar bu kitapta. Heidi kimsesiz değildi ki o çocukların durumuna benzesin durumu. Ayaklarının çıplak çizilmesi çizgi filmin çizeri Japon sanatçının bir görüşü olmalı. Bu kitap baştan sona hıristiyanlığı yayma, hıristiyan olmayan ülkelerin çocuklarına misyonerlik eden bir kitap.

Siz, ne kadar kişi, yurtdışında yaşarken misyonerlere yakalandı, Türkiye’de kimler bu tuzağa düştü, evlilik yoluyla, diğer yollarla hıristiyan oldu biliyor musunuz? Sorun, yaşayanlar bildiklerini, gördüklerini, başa gelenleri anlatsınlar... Yabancı kadınların kucağına düşen zayıf iradeli erkekleri, yabancı erkek uğruna dinini değiştiren kadınları, arada kalan çocukları anlatsınlar.

Şu an ülkemizdeki durumu da bu gözle görmeye çalışın isterseniz. Türk müslümanlığını yok edip, Arap bağnazlığını yayıyorlar ülkemize. Hıristiyanlığı güzel gösteriyorlar böylece kısa yoldan. Laiklik ilkesi çoktan kaldırıldı toplum düzeninden, devlet kurumlarından. Belden aşağısından ilerisini göremeyen, çocuklara sataşan bu kadar sapık öğretmen, çocuk sapkını, tecavüzcü din adamı nereden, nasıl peydahlandı sanıyorsunuz? Tüm bunlar küresel çetenin, Müslümanlığı kötü göstererek ülkemizi hıristiyanlaştırmanın bir projesi olmasın?

Sonra bir bakın vakit bulduğunuz da, ülkemizdeki kitapçılara. En çok satan vitrinleri süsleyen çağımızın Amerikan - İngiliz yazarlarının yazdığı romanlara. Hepsinde, Heidi’deki aynı konu ısrarla işleniyor. Mutsuz insanlar, kiliseye gitmeyenler, yeniden duaya başlayınca, kiliselerine gidince mutluluğu buluyorlar. “Sır” hıristiyanlıkta mesajı veriliyor bunları okuyan bilinçsiz okura. Türk kadını, Türk erkeği, yoksa, boynu haçlı, köktendinci hıristiyan erkekle, kadınla nasıl bir gelecek düşler? Kendi kimliğini neden yitirir? Neden algılarını tutsak ettirirler böylelerine? Hiç unutmam, bir Almanla evli Türk bayan öğretmenin evinde toplanmıştık bir gün. Bizlere hoş geldin diyen, önümüzde eğilerek elimizi sıkan kocanın boynunda haçı sallanıyordu, camdan vuran güneşte parıl parıl yanıyordu haç; haçını çıkaramamış, dini vicdana bırakamamış, dinini, yaşamının merkezine oturtmuş, Türk’ten olan çocuklarını papaza kutsatmış ama hazır yiyici, sömürgen, Türk kadınının geliriyle yaşamaktan da çekinmeyen bir haçlı...

“Bize biçilen bir kefen” olmasın ülkemizin getirildiği son durum?

“Kefeni boynunda” mı gezdiriyorlar bizi?

“Kefen soyucular,” nasıl bu kadar çok ürediler, saçıldılar ortalığa?

“Kefenin cebi yok!” demiş atalarımız, nedir bu aç gözlülük, çıkar peşinde koşmak, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diyerek vur patlasın çal oynasın yaşamak?

“Kefen alacak adam, gözünün yaşından belli olur.”

Kefen deyip küçümsemeyelim...

Kefeni yırtmak, yeniden ülkemizi eski günlerine döndürmek, boynumuzun borcu...

Feza Tiryaki, 11 Mart 2018