1. yüz (Toplam 1 yüz)

Yaşayan Anılar

İletiGönderilme zamanı: Cmt Nis 14, 2018 16:01
gönderen Feza Tiryaki
Yaşayan Anılar

Bir konuyu yazıp bitirince, kısa bir süreliğine o konu uçup gider belleğimden, yazılmıştır, diyebileceklerimi demişimdir. Ardından başka bir konuya bilenirim, başka bir konu yaz beni yaz beni diye başlar söylenmeye içimde. Yazma da dur elinden gelirse. Yazarım. Tamam artık güncel yazı yazmamalı, yazıyorum da ne oluyor, burası sanal alem, adı üstünde bilgiağı ortamı, suya yazsan daha iyi diyerek başka uğraşlara yönelirken, yolumu şaşırtır bir söz, bir olay, bir yeni durum; kalıcı yazılara, uğraşlara yönelmem engellenir.

Anılardan yola çıkarak, özlenen, anılardan silinmeyen bir dönemi; şarkıları, şarkıcıları, siyasi iklimiyle de anlatmaya çalıştım son yazımda.

O yazı, bir dönemin eleştirisiydi aslında, yalnızca bir sanatçının yaşamı bilinsin diye yazılmadı. Ekteki yaşamının anlatıldığı görüntülü anlatıya, kendi sözleriyle de katılıyor sanatçı. Bu da yazıya bir tür belgesel özelliği katıyor, ağızdan çıkan söz inkar edilebilir mi?

Sizleri bilmem ama benim en sevmediğim bilgilenme yolu, çok zaman kaybına neden olan, insanı ekrana bakmak zorunda bırakan, bakarken de biraz aptallaştıran izlencelerdir. İlgimi uzun süre koruyamam, sıkılırım. Her zaman bir yazı okumayı, aynı yazıyı dinlemeye yeğlerim. On dakikalık dinleme, okumayla iki dakikaya, yarım saat, bir saat ekrana kilitlenmeyse, okuma hızına göre beş on dakikaya iner, oh yaşamından çaldırmadın, kazandın.

Okumak hızlıdır, anlamadığın yeri yeniden okuyabilirsin geriye dönüp. Sonra sesli izlence konunun ham halidir, araya düşünceler sokmak, sorular sordurmak imkanı vermez, neyse odur izlediğin.

İzlenceden hareket ederek bir yazı yazmak çok başkadır, hem izlenceye bağlı kalırsın, yazının iskeleti odur, sözleri değiştiremezsin, neyse onu yazarsın, hem de okuyana sorular sordurma, sorgulama, üstünde düşünme olanağı sağlarsın. Sözü anlatana vermeden araya kattığın sözler, senin belirleyici düşüncelerin, anlatmak istediklerindir. Konunun düşünülecek, ders alınacak, yol gösterecek yerlerini böyle belirtirsin.

Bu tür yazıların güçlüğü, elinde bir kitap, kaynak olmadığı için izlenceyi defalarca izleme zorunda kalmandır. (Yeni teknikle söz yazıya çevrilebiliyormuş, tamam da bizim eve girmedi o kadar yenilik. Eskisi gibi emekle, özveriyle, göz nuruyla... Ne yazılıyorsa...) Bununla da iş bitmez, yazıda geçireceğin, ayrıca izlencede geçen adları, olayları iyi bilmen gerekir. Kim kimdir, nedir, hiç yanlışsız araştırıp bulmalısın. Bilgiağı güvenilmeyen bir ortam. Bir yanlış bilgi öyle kolay yayılabiliyor ki, doğru hangisi karışıyor sonunda. Kitaplığın bu nedenle baş yardımcın...

Yazarken kitapları kaynak alırsan, nihayet yazının altına kaynak der kitabın adını yazar, kurtulursun. İzlencelerden yola çıkma öyle mi? Sorumlu da sensin, sorgulayanlara hesap verecek de... Öyle demedim, böyle dendi tartışmalarını göğüsleyebilecek misin? Örneğin, bu izlencede söylenen köy adını anlamadım, dinledim kaç kez yine çıkaramadım, aradım, kulağıma gelen şekilde o yörenin haritalarında bir köy adı göremedim. Ne yapayım? Önüne üç nokta koyarak o köyden sözettim. Bunun gibi pekçok zorluk bekler insanı. İzlenceyi durdurur, başlatır bir türlü ne deniyor anlamayamazsın bazen.

En iyisi izlencenin dökümünü, yazdıklarını ilgili kişiye göndermek onaylatmak, sorular sorabilmektir ama bu ne kadar zordur bilseniz. Böyle gönderdiğim yazılar da oldu, e-postayla, bakılsın diye.

İzlenceleri yazıya dökmek küçümsenmeyecek bir iştir, bunu kendimden biliyorum. Bir bilgiağı gazetesine, geçen gün, önemli bir güncel konuyu anlatan TV’deki bir söyleşinin videosunu koymuşlar. Tanıtımında “falanca şunu açıkladı,” yazıyor, o kadar. İçerikten tek satır yazı yok. Merak ediyorsun ama televizyon izlemeyen biri olarak sonradan kaset dinlemeyi de sevmiyorsan, ne yapacaksın? Yazısı varsa okuyacaksın, yoksa; boş ver gitsin...

Hiç karşılık beklemeden, zamansızlıktan, yoğunluktan dinleyemediğiniz konuşmaları az yazıya dökmedim bir zamanlar. Eski yazılarımı, arşivlendiği, yazı yazdığım iki bilgiağı gazetesine bakın da görün. Kimlerin söyleşilerini yazıya geçirmişim, kimlerin sözcüsü olmuşum.

Bunca karışık günlerde, ortalık fokur fokur kaynarken, saçmalıklar almış başını gidiyorken, yitirilen Cumhuriyet kurumlarına her gün yenileri eklenirken, ormanlar bile talana açılmışken, sahte savaş tamtamları çalınırken... ne demek istiyorsun, ne yazıyorsun böyle diyebilirsiniz. Derseniz de haklısınız.

Yıllardır ne desek haklı çıktık. Görünen köy klavuz istemez deyip, “Yolun sonu görünüyor,” “Uyan ey gözlerim gafletten uyan,” gibi dizelere, ilgi çekmek için, “Oy farfara farfara” “Hüzünlendim ben yine” “Şimdi Uzaklardasın” gibi “türlü çeşitli” şarkı sözlerine, “Göz görmez dil utanmaz” benzeri sayısız atasözüne sarıldık... Görüleni, tehlikeyi söyledik. Ne dedikse de hepsi eksiksiz oldu. Bundan sonra da olacak. Geleceği görmek için bilici olmaya gerek yok. Ne denilenler ne yapılanlar gizli, hepsi göz önünde. O zaman anlamaz görünmek, işi aptallığa vurdurup gününü gün etmek kişilerin kendi seçimi.

Boğazdaki “canlı yayınla” üstüne gemi çarpan yalının gizi uzun sürmedi. Mal sahipleri dilekçe vermişler, çarpmayla yalının tarihi eser niteliği gitti diye. Dilekçeleri de onaylanmış. El çabukluğu marifet. Günlerce gecelerce boşa konuşulmuş. Dıştaki, yenilenmiş boyalı tahtalarının bir kısmı döküldü diye binanın tarihi değeri gidiyor. Bu akıl bir bizde olur.

Suriye’de günlerdir verilen gaz, uçurmadık balon bırakmayacak. Sözde gazdan zehirlenmeler, yıllar öncesinin ucuz oyunları...

Bu arada kamu mallarının satış haberleri. Şu fabrika da satıldı, şu maden de gitti. "Orda bir köy var uzakta" adlı o çok eleştirilen çocuk şarkısının sözleri gibi, ne gideceğimiz, ne göreceğimiz, ne gezeceğimiz, ne içini dışını bildiğimiz bir yer için karalar bağladık. Bu işin, ihanet projesi Kanal İstanbul’a bağlanacağını akılsız başımız almadı. Bakın yenice; ” iktidarca ödüllü, ünlü bir ekran tarihçimiz, “sahibin sesi” diliyle, CNN’ye açıklayıvermiş:

“Montrö'yü değiştireceğiz tabi ama bunlar kolay değil, önce statüyü değiştireceksiniz. Bunun için boğazda faciaların yaşanmasını bekleyecek değiliz. İkinci kanalın lazım olduğu görülüyor.”

“Şakacı yalıya” üzülmekten, geminin kıçının üç beş tahtayı dökme vuruşunu defalarca izlemekten, büyük oyunu, amacı gözden kaçırmışız; o arada yangından mal kaçırırcasına yapılan bizi ilgilendiren satışları bile göremedik. Hem görsek ne görmesek ne? Var mı bunlara canı yanan, tepkisini gösteren? Baş muhalefet ile iktidarın başı postal - parka kavgası ediyorlar. “Bay Kemal sana şunu vereyim. Olmaz onu istemem, ben sana gösteririm!” atışmaları...

Derken dün, “şakacı yalı” yeniden gündeme gelmez mi? Gereksizliğini, neye - kime yarayacağını, yapılırsa başa gelecek felaketlerin büyüklüğünü herkesin kolayca anladığı, “Kanal İstanbul”un önemini göstermişmiş bu kaza, bu kez söyleyen, devletin tepesindeki tek ses, tek nefes! Rastlantının, eğrisi doğrusuna denk gelmenin böylesi...

Sözü nereden aldım nereye getirdim. “Bir İzlencenin Düşündürdükleri” adlı yazıma yazılan, şu yorumdan söz edecektim. “Neden bir olamıyoruz, en küçük bir konuda bile neden herkes başka konuşuyor, neden böyleyiz?” sorularına yanıt arayacaktım.

“Ben konuyu, sizin geçmiş anılarınıza bir göz atmanız olarak değerlendiriyorum. Yoksa yazılarda geçen İsmet Nedim gibi, Mustafa Sağyaşar gibi isimlerin benim gözümdeki anlamı herhangi bir ayakkabı boyacısından farksız.”

Böyle bir yorum yazılmıştı yazıya, hem de bir müzik öğretmeni tarafından, özlemle anılan, günahıyla sevabıyla günümüzden kat be kat üstün olan bir dönemin önemli seslerine, çığır açan bir Cumhuriyet bestecisine bu sözler.

Mustafa Sağyaşar yalnızca yorumcu, şarkıları; güzel sesiyle, eşsiz bilgisiyle, deneyimiyle yorumlayan, saygın, yeri doldurulamayacak değerli bir kişi. “Ses sanatçısı.” İsmet Nedim, döneminin müzik öğretmenlerinden, bestecilerinden övgü duymuş, besteleriyle bir döneme damga vuran “Müzik sanatçısı." Aynı zamanda da bir "Ses sanatçısı". Kendisine ders verenlerden, besteci, müzik eğitimcisi, müzik yazarı “Muammer Sun” yaşıyor. Yaşarken kimin değerini bilme var ki bizde, yaşayan değerlerimizi tanıyalım, tanıtalım, arayıp bulup konuşturalım.

Geçen yıl izlediğim bir konserden sonra konseri anlatırken (Anılarda Yaşamak) müzik türlerimizden kısaca saz etmiştim. Şöyle:

“Bizim üç tür müziğimiz var:

Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Çağdaş (modern) Türk Müziği.

Türk Sanat Müziği’nin diğer adları, Alaturka Müzik, Klasik Türk Müziği, Tarihi Türk Müziği...

Halk Müziği iki türdür, usulsüze uzun hava, usullüye kırık hava (anonim türküler, oyun havaları) denir. Bu iki türden birbirine geçişler de vardır.

Modern Türk Müziği yirminci yüzyılın müziğidir, Avrupa müzik araçlarıyla, tekniğiyle yapılan müzik. Cumhuriyetle başlamış sayılabilir, Cumhuriyetle gelişmiştir.

Türk Sanat Müziği, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Doğu uygarlığında gelişmiş Doğu müziğinin bir müzik dalıdır. Bu müzik, ülkemizde aydın çevrelerin müzik kültürüdür. Önceki yüzyılda Avrupa müziğinin etkisiyle yeni tarzlar geliştirmiştir. Türk Sanat Müziği tek sesli bir müziktir, Batı müziğinden çok başkadır.”

Türk Sanat Müziği için, Adnan Saygun (1907- 1991), liselere Halil Bedi Yönetken ile birlikte hazırladığı ders kitabında (1952) şunları yazar:

“ Avrupa medeniyetinin gittikçe artan tesirleri karşısında bu müzik tedricen (giderek, azar azar) klasik safiyetini kaybetmiş yeni üsluplarla eserler yazılmaya başlanmıştır.”

60’lı 70’li yılları özleyenlerin kurdukları topluluklar bile var. Sevilerek izlenen Türk filmleri hep o yıllardan. Unutulmayan şarkılar, şarkıcılar yine öyle. O yılları bilenler, o yılların unutulmaz bazı değerli adları çoktan dal ucundalar, tek tek düşüyorlar. Beklenmedik bir anda, böyle bir adın öldüğünü, sonsuzluğa göçtüğünü duyuyoruz. Yaşarlarken onları anmak, onurlandırmak, değerlerini bilmek çok mu zor?

“Hatıralarda dal istiyor, kuşlar gibi konacak.” demiş şair. Anılarımıza dal uzatalım. Şarkılarımızı gençlerimiz de tanısın, sevsinler... Dilimizle yükselsinler, dilimizle gönül bağları kopmasın...

Sonra, Türk Müziği’ne yenilik getirenlerin sayesinde değil midir, yurdumuzda başlatılan Hafif Batı Müziğinin, yabancı sözlü şarkı modasının önünün az da olsa kesilebilmesi, arabeskin dizginlenmesi? Günümüzde, sözleri değerli şiirlerden, dörtlüklerden seçilen bu müziğimizin Türkçe sözlerle yaşatılması, eski dilden arındırılması az başarı mıdır?

Gelin, bu şarkılardan birkaçını İsmet Nedim’in besteleriyle yeniden analım, eskinin toplumu sevgiyle saran masalımsı günlerine, çağdaş dünya insanı gibi yaşadığımız, Cumhuriyetimizin içinin boşaltılmadığı, dincilik ve bölücülükle sarılmadığımız güzel günlerin bir iki şarkısına daha kulak verelim:

Faruk Nafiz Çamlıbel’in o çok uzun Han Duvarları şiiri içinde gizlenen, üç ayrı yerinde dörtlükleri yazılan o hüzünlü deyişin şarkısı unutulur mu? Dillerden düşmezdi:

“On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan / Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben”
*
“Gönlümü çekse de yârin hayali / Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali / Rüzgârın önüne katılmışım ben”
*
Garibim namıma Kerem diyorlar /Aslı’mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar / Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”

Türk askerinin yıllarca süren savaşlarla evinden yurdundan uzak kalması, iç sızlatan sıla özlemi...

https://www.youtube.com/watch?v=4Zx_6LOWy-Q

Yine, o yılların dillerden düşmeyen, Batı müziğine, yabancı şarkılara kapılmayan gençlerin beğenerek dinlediği İsmet Nedim şarkılarından biri. Gençliğin doruğundayken gençliğe kafa tutma: “Adını anmayacağım.”

“Aşkınla yana yana / Kül olsa da ocağım / Bu gönül sayfasını / Artık kapatacağım.“

“Geçse de gençlik çağım / Boş kalsa da kucağım / ...” Söz Mehmet Erbulan. https://www.youtube.com/watch?v=8WpafdnmpUE

Ya şairliği yüceltme, gençliğin o deli doluluğu:

“Fakir bir şairim ama yüreğim zengin a canım / Gönül ferman dinlemiyor / Serde gençlik var sultanım

Yağmur üstüme üstüme / Varsın yağsın küçük hanım / Ben yağmurdan yaştan değil / Aşkından sırılsıklamım”
https://www.youtube.com/watch?v=an01RMw3hh0

Bu şarkının da hareketliliği, fıkır fıkırlığı çok sevilirdi:

“Sarı gülüm kokmaz mı?” Söz : Mehmet Erbulan - Müzik: İsmet Nedim https://www.youtube.com/watch?v=2cUIduLzwwg

“Boş kalan çerçeve,” “Benim de canım var, ben de insanım” “İki damla gözyaşı”... bunlara “Arım balım peteğim”, şarkısını da ekleyecektik, öyle kaldık. Siyasetçilerin elleri neye değerse onu bozuyorlar ya, bu da seçim şarkısı yapıldığında bozulmuştu...

Ne demiş değerli yazarımız Oktay Akbal:

“Bütün anılar güzeldir. Anılardaki bütün insanlar güzeldir. Anı haline gelince her şey güzeldir.”

Anı nedir diye soranlara, günü yaşayanlara da geçmiş zamanlı yanıtı hazırmış:

“Zaman geçince geride kalanlar anı olurmuş. Anı yaşanan bir şeymiş. Birikir dururmuş kişinin belleğinde.”

Feza Tiryaki, 13 Nisan 2018