1. yüz (Toplam 1 yüz)

İNDİM KUYU DİBİNE

İletiGönderilme zamanı: Cum Oca 10, 2020 22:04
gönderen Feza Tiryaki
İNDİM KUYU DİBİNE


En yaygın tanımıyla roman, olmuş, olabilir olayları anlatan bir yazın türüdür. Öykünün uzunu, daha ayrıntılı anlatılanı. Hep olabilecek olayları anlatmaz roman, gerçeküstü olayları anlatan romanlar da vardır.

Destanlardan efsanelerden yola çıkan, batıl inançları konu eden, masalımsı konuları işleyenler de... Bir günü, yalnızca bir anı anlattıkları gibi, uzun bir ömrü de, sayısız olayları da sayfalarına sığdırır romanlar. Bir dönemi, geçmiş tarihi, gelecekteki günleri anlatanları... Belgesel nitelik taşıyanları... Çeşit çeşittir romanlar. Herkes kendi yaşamını, yaşadıklarını en önemli sayar, kendinizden de bunu bilirsiniz. Yaşamınız sanki bir romandır. En çok duyduğumuz söz; “Anlatsam, benim hayatım roman!”

Anı romanı, macera romanı, polisiye roman, psikolojik roman, aşk romanı... Toplumsal konuları işleyen, hayvanların diliyle yazılan, doğayı konuşturan...

En sevilen, en çok okunan yazın türü romandır.
Okuma tutkusuna küçük yaşta kapılanlar, okuma pınarının tadını alanlar okumadan duramazlar. Burada sözünü ettiğim okuma, roman okuma. Bilgi edinmek için okuma ayrı. Kendilerine dayatılan dizilere kapılmayan, TV’lerin tutsağı edilemeyenler roman okuyarak kendi dünyalarını kurar, yaşadıkları çevreyi, ortamı, olayları daha bilinçli kavrarlar... Bir başka yaşama, kısa bir süreliğine de olsa odaklanmak kişiye iyi gelir, okurken hem eğlenir, hem öğrenir...

Kimi romanlar karşılıklı yazılan mektuplardan oluşur, kimi roman günlük tutar gibi anlatır anlatacağını... İlk ağızdan anlatılan, duymuş, görmüş gibi dışarından birinin diliyle anlatılan...

Adnan Binyazar diyor ki; “Tüm büyük romancılar ister bireyi anlatsınlar, ister topluma tutsunlar aynalarını, hep, bir düzeni sarsmışlardır.” Sonra devam ediyor: “İster köyü yazsın ister kenti, önemli olan romancının insana bir şeyler katıp katmadığıdır.”

Cemil Meriç’ten; “Bütün edebiyat türleri arasında okuyucudan en çok iltifat gören: Roman.”

Yine bir eleştirmenin roman üzerine dedikleri (R. Özdenören); “ Romanla hayat özdeş değildir. Hayatın kurallarıyla, romanın kuralları birbirinden ayrıdır.” “Romana özgü başka bir özellik de onun anlatım tekniğidir. Anlatım tekniği üsluptan başka birşeydir.”

Tanpınar’ın bu konuda dediklerinden bir iki söz: “Büyük romancının kuvveti işte bu yaşamak sevincini kendisinde öldürmemekle başlar. Onunla güneşe tutulmuş bir ayna gibi dolan sahifeler, sanatın aslî mucizeli tarafını yaparlar. Romancı insana inanmalıdır.”

Suut Kemal Yetkin, romancının dünyasını anlatırken; “ Öyledir, roman kahramanları, gerçek dediğimiz insanlar gibi hattâ onlardan daha çok düşünen, duyan, didinen, sevinç ve acı duyan bir takım varlıklardır.” diyor.

Abdülhak Şinasi Hisar’a göre roman; “Roman, toprakta biten bir ağaç gibi, içeriden dışarıya bir fışkırma eseridir. Kendi özsuyuyla doğar köklerini toprağa salarak ışığa doğru yükselir yere titrek dantelli gölgelerini döker ve üstünde çiçekler açar.”

Öykü ile romanın farkını “Çehov – Hikayeler” kitabının önsözüne şöyle yazmışlar:

“Romanda bir ailenin içine girer, onunla birlikte yemek yer, çalışır, sever, nefret ederiz; hikayede ise ancak evin önünden geçer, açık bir pencereden bakıp masa başında toplanmış bütün bir aileye göz gezdiririz.”
*

Bir köşeye çekilip eline roman olarak okumak... Uzanarak yatakta, kanapede okumak... Tatilde, gezmede, yolculukta, dinlenmek - eğlenmek için roman okumak...

Mevsim kış. Güneş insanı dışarı çekmiyor. Hele yağmurlu, havanın kapalı olduğu günler, “Ne duruyorsun, eline bir roman alsana, geç ocağın başına, evin en kuytu, sessiz yerine, oku!” diye sesleniliyor sanki insana.

Çok eskiden okuduğumuz romanları bu yaşımızda yeniden okumak, kişisel gelişimimizi görmek açısından güzel bir deneyimdir, aynı kitaba karşı eski – yeni duygularımız şaşırtıcıdır.

En son, kitapçıdan, “Mai ve Siyah”, “Yeşil Gece”, “Doktor Jivago”,”Yılkı Atı”, “Varlık Yokluk”, “Bülbülü Öldürmek”, “Anna Karanina”, "Kiralık Konak" “Beyaz Gemi” “Toprak Ana”... gibi eskiden okuduğum, kitaplığımda şu an bulunmayan bazı kitapların yeni baskılarından aldım. Bunların arasına sırf meraktan, son yıllarda neler yazıyorlar acaba diyerek bir iki de yeni kitap katmıştım.

İşte bunlardan biri; Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” kitabı.

Yabancı bir gazeteye, “Türkiye’de şu kadar bin “Kürt”, şu kadar milyon da “Ermeni” öldürüldü.” dedikten, bu pis ve adi yalanından sonra, kendisine ertesi yıl “Nobel” yazın ödülü verilen bu kişinin, ta eskiden beri anlatım dilini sevmem, ne kadar kendimi zorlasam da, sonuna kadar bitirememişimdir hiçbir kitabını.

Bir yazar, ülkesinde çok sevilir, kitapları klasikleşir, her geçen gün değeri anlaşılır, romanları elden ele dolaşır, anlarız ödüllendirilmesini. Böyle bir ün, yine de Nobel için yetmez. Yazarın dünyaca tanınması, yazı diline, anlatımına hayran olunulması, insanlık için de yararlı bir şeyler yazması gerek.

Bu kişinin ise, ne, güzel akıcı bir yazı dili vardır, ne de benim gözümde, konuları insanlığı yüceltici, insana bir değer katıcıdır.

Haydi, bu “kırmızılı kadını” okuyanlar, kitaptan bir tane, diline – ülkesine - Cumhuriyetine sevgiyi anlatan bir yer bulunuz, gösteriniz... Taşlama, laf sokuşturma ise romanda bolca var...

Bu kitabın üstündeki baskı sayısı ilgimi çekti ilk an, yazık olacak ödeyeceğim 20 liraya diye içim sızlayarak aldım kitabı. Bakalım, 2016’da basılan, Ocak 2019’da 12’nci baskısı yapılan bu kitap nasılmış, dedim. İnanırsanız ilk basımı iki yüz bin imiş... “At babo at!” hesabı.

Kitabı bitirmem üç dört günü buldu. Nihayet geçen akşam her yanını kurşun kalemle çizerek karalama defterine çevirdiğim kitabı bitirebildim. Başımda bir ağrı, içimde bir sızı, ağzımda acı bir tat... Kitabı okuduğum sürede, içime bir sıkıntı çöktü, anlatılamaz...

Bu “kırmızı” renk, bir simge olmalı. Benim Adım Kırmızı’dan sonra “Kırmızı Saçlı Kadın.”

Buradaki “kırmızı saç” üzerinde, o kadar duruluyor ki, kitap boyunca belki kaç yüz kez “Kırmızı saçlı kadın” sözü yineleniyor. Hem de bu tanımlama, büyük harfle başlatılarak özel ad olarak yazılıyor. Kadının adı var, yine de Gülcihan yerine devamlı, anlatıcı, bu adı kullanıyor.

Bu bir mesaj olmalı, bilenlere, ama ne?

Araştırırken,“Ayırt edici bir musevi özellik” denildiğini de duydum kırmızı saça, daha doğrusu kızıl saça.

Kerem Doksat 2016’da, kitap çıktığında, yazdığı bir eleştiri yazısında, yazar için; “Anlayabildiğim kadarıyla ya Yahudi ya da Sabetayist bir aileden geliyor.” demiş. Yine 2006’da, çok tuhaf, “Dünyayı Biçimlendiren Kişiler” arasına girmiş yazar, Time dergisince seçilen, yüz kişi içindeymiş.

Savın büyüklüğüne bakınız, dünyayı biçimlendiriyor bu kişi romanlarıyla. Tabii eğer okunuyorsa, okuyan anlıyorsa. İlber Ortaylı yazar için şöyle diyor bir TV söyleşisinde:

“Türkçesi bozuk. Eğer okumak istiyorsanız İngilizce okuyun. Çünkü, çevirmenler metni çevirirken tamir ediyorlar.”

Kitabı okuduktan sonra kendi kendime soruyorum:

Bu kitabı okuyan niye okuyacak? Konusu için mi? Yazarının anlatımını sevdiği için mi? Nobel’in hatırına mı?

Konu; baba, oğul ilişkileri gibi başlıyor en başta. Evi terkeden, ortadan kaybolan “Marksist” babası yüzünden, annesiyle birlikte geçim sıkıntısına düşüyor Cem. Yıl 1985. Sonra akıl almaz bir şekilde, komşuda kuyu açan kuyucu, ona iş teklifi yapıyor, Gebze’den, Büyük Çekmece civarında bir yere gidiyor bu ustayla.

Sonrası, kuyu hikayesiyle birlikte Oidipus efsanesi, Rüstem ile Sohrap öyküsü... Bu üçünün karışımı. Kitabın sonuna kadar romanın baş kahramanı Cem, bu eski zaman öykülerini kurcalıyor. Roman 195 sayfa, üç bölüm. İlk iki bölüm; Cem’in ağzından, son bölüm; 20 sayfalık bölüm, romana adını veren, romanın diğer kahramanı “Kırmızı Saçlı Kadın’ın ağzından. Burada ilk iki bölümü de Cem’in yazmadığını, Cem’in oğlu Enver tarafından hapishanede, annesinin (Kırmızı Saçlı Kadın) anlattıklarından ve hapishaneye gizlice sokulan babasının etkilendim dediği kitaplardan (Jules Verne’nin Arzın Merkezine Seyahat, Edgar Allan Poe’nu hikayeleri, Rüyalarımız Hayatımız kitabı, eski şiir kitapları) yararlanarak yazıldığı belirtiliyor.

Bu romanı yazar, algıları etkilemek için yazmış kanımca. Eski Yunan’ın sapkın efsanelerinden biri, neredeyse her sayfada. Romanda bu efsane, baştan sona kafaya kafaya vuruluyor. Yazar; “Öğren diyor, cahil kalma!” Okuyana böyle bir konu ne verecekse, bastırıyor Orhan Pamuk, sayıklar gibi... Söylüyor anam söylüyor, anlatıyor babam anlatıyor, içimizi bulandırana, bu adam ne istiyor, bu Yunan’ın sapkın öyküsü, aile değerlerimizi yerle bir etmeye kurgulanan, insanın içini bulandıran böyle bir öykü çağımız Türk gencine ne verecek, ona ne anlatacak? diyorsun. Bir de, İran’ın bir destanı, durup dinlenilmeden anlatılıp duruyor. O da başka bir sapkınlık içeriyor. Burada insanı irkilten yan, Yunan Oidupus’un öyküsünün çok beğenilerek, ballandırılarak anlatılması. Hani, akıldan geçirilmesi bile çirkin, o antik çağ öyküsü: “Bir sarayda, doğunca, kahinlerin babasını öldürecek, anasıyla evlenecek dedikleri bebeğin, ormana atılması, komşu ülkede onu bulanlarca büyütülmesi ve yetişkinliğinde bilmeden kral babasını öldürerek, yerine kral olması, annesiyle evlenmesi, üstelik ondan dört çocuğu olması.”

Yani, kaderden kaçılamayacağı anafikri böyle tiksindirici, insanlık dışı bir konuyla veriliyor. Neymiş, Yunan destanıymış. (Batsın sizin Yunan destanınız!) Diğeri de, aynı ahlaksızlıkta; erkeği damızlık olarak gören, bir bey kızıyla, ona kanan yakışıklı savaşçı. Bu da Fars aklı, Fars kültürü. “Rüstem ile Sührab” denilmiş buna romanda. Şehnameden. Bu iki konudan, bir birine, bir diğerine geçiliyor. Roman, babalar – oğullar, anaya sapık bir gözle bakma, ananın oğlunu büyütürken onu sapıkça ellemesi, gözlemesi... İki erkeğin birbirini yıkaması, o andaki düşünceleri... Oğlanın, anası yaşındakiyle yani babasının ilk sevgilisiyle, başka deyişle analığıyla ilişkiye girmesinin, ona sevdalanmasının çevresinde dönüyor roman. Diğeri İran’dan alınanda bir beyin kızının, ilk kez gördüğü, konaklarında bir gecelik konuk olan İranlı ünlü savaşçıdan bir çocuğu olmasını istemesi, bu niyetle yabancı adamın koynuna girmesi. Böyle bir düzenle, evlilik dışı dünyaya gelen bu çocuk büyüyünce, baba oğul olduklarını bilmeden yaptıkları döğüşte de babanın oğlunu öldürmesi.

Yazar aklına takmış: Batı'da, oğul babayı öldürürmüş, Doğu’da, baba oğulu. Bir onu bir diğerini ele alıyor sayfalar boyunca. Ana konusu da ayrı...

Bunlara bir de kuyu hikayesi eklemiş. O da dinsel efsanelerin çok bilindik konusu. Ergenin, yani anlatıcının dilinden hiç inandırıcı olmayan bir kuyuculuk macerası.

“Küçük Bey”, bir eczacı oğlu, yazın kitapçıda çalışırken, çok para kazanmak için (?) o işi bırakıp bir ustanın peşine takılarak, kırlık alanda, dağ başında kuyucu işçiliği yapıyor. Elinde kazma –kürek.

Sonra kazayla, kovayı, ustasının içinde çalıştığı, toprak kazdığı o çok derin, dibi görünmeyen kuyuya düşürüyor. Buradaki suçu, kimselere haber vermeden kuyuda ustasını bırakıp kaçma. Yaralıysa (ölü veya yaralı olduğunu bilmiyor) onu ölüme terketme, ölmüşse istemeden de olsa ölümüne sebep olma. Sonra da oralardan kaçarak bütün bunları unutma. Okurken bekliyorsun, “Suç ve Ceza” romanındaki gibi, öldüren kişi kabuslar görsün, büyük acılar çeksin. Yok, duygusuzca anlatılıyor bu dönemler. Zaten sonunda. çocukça bir kurguyla işi çözmüş yazar. 25 metrelik kuyudaki ustanın başına değil, omuzuna demir kova düşüyor, o kol parçalanmıyor, usta kan kaybından ölmüyor, bir mucize ile kurtarılıyor, kuyudan çıkarılıyor, uzun yıllar da sağlıklı yaşıyor. Kimseye de bu olanları anlatmıyor.

Ustanın kurtarılması akıldışı. Yazar daha önce yazdıklarını unutarak bu işi böyle mutlu sona bağlıyor olmalı. Yoksa onun kuyuda olduğunu bilen kimse yok, aylar geçmeden de kimsenin onu kuyuda aramak aklına gelmez.

Oğlan önce, bir gecelik dostu, “kırmızılı kadına” gidiyor panikle durumu anlatacak, yardım isteyecek. Kadının kapısını başka bir kadın açıyor, onlar gittiler diyor.

Oğlan da trene binip elinde bavulla kaçıyor oralardan, kimselere bir şey demeden. Sıkı durun, olay nasıl mutlu sona bağlanıyor? Kırmızılı kadın anlatıyor bu kısmı en sonda. Kadın, meğer daha gitmemiş. Evi boşaltmış, eve başkası taşınmış ama Kırmızılı kadın, hayalet gibi mübarek, orada. Nasıl oluyorsa, oğlanın meydandan geçtiğini, trene bindiğini görüyor, kendi de işi gücü bırakıp, yanına romandaki diğer genç kuyucuyu (nereden buluyorsa onu) ve kocası Turgay’ı alarak kuyuya koşturuyor. Kuyudaki ustayı, genç kuyucu, kuyuya inerek yukarı çıkarıyor. Masal ötesi bir kurgu. Olması mümkün değil bu kadar mucizenin. Ha, birde “kırmızılı kadın” bir gece, iki çift laf ettiği tanımadığı ergeni ( aslında ilk sevgilisinin oğlu, kadın akıllı mı akıllı, bunu şıp diye anlıyor, yine de oğlanla bir gece geçiriyor.) evine alıyor kocası İstanbul’dayken, ondan çocuk peydahlıyor. Sonra bu çocuk büyüyünce, baba – oğul sorunları sil baştan. Kırmızı Saçlı Kadın’dan, o geceden kalma bir oğlu olduğunu bilmeyen genç oğlan, büyüyor, okulunu bitiriyor, evleniyor. İş yaşamında her yol serbest, tam bir piyasa adamı oluyor, arsa işleriyle vurgunu vuruyor, ülkemizi talan eden arsızlardan biri o artık. Aradan otuz yıl geçiyor.

Otuz yıl sonra, artık yaşı kırk beşe dayanmış roman kahramanının, o eski su kuyusunun başına gitmesi, her yanın fabrikalarla, binalarla dolduğu yerde, kuyunun olduğu gibi durması da başka bir mucize. Kitabın her yanı mucize. Kurban bayramının dini öyküsü, İbrahim peygamberin oğlunu keserken gökten koç inme öyküsü bile var burada, Yunan’ın, İran’ın öyküleriyle harmanlanmış... Çadır tiyatrosunda yok yok anlayacağınız... Oradan da bir şeyler bekleniyor, ola ki Yunan’ın, millattan önceye ait, anayla evlenme öyküsü ters teper; dincilerimizi yatıştıracak yazar, bakın ama bunu da aldım kitaba diyecek.

Yazarın, Nobel’den önce ülkemize iftira atması gibi, bu romanında da devamlı satır aralarında ülkemiz kötüleniyor, rüşvetin sık sık sözü geçiyor, iş hayatında hep rüşvetle işler yürüyor, askerimize ha bire laf atılıyor, sonra kitap, en küçücük bir ülke, ulus - sevgisi vermeden, okuyana minicik bir değer katmadan, bir şey öğretmeden sona eriyor. Yok yok öğretiyor:

Bağışlayınız, küfür diliyle dersek; yazarın topluma aşılamaya çalıştığı, normal gösterdiği, “Anam avradım olsun!” iğrenç sözüne kulakları - gönülleri alıştırma.

Bu tür kitapların, yeni yetişenleri sarsacağı, ana kavramını baba kavramını değişip dönüştüreceği belli değil mi?

Bir de roman kahramanı kadının saçları çok önemli! Doğuştan kızıl, pardon “kırmızı” değilmiş, sonradan olmaymış. Ne anlatmak isteniyorsa bununla, kimlere mesaj veriliyorsa, romanda çok yer tutuyor bu konu. Her iki sayfada bu konu karşımızda. Boyadığını, boyamanın kendi kararı olduğunu, doğuştan “kırmızı saçlı” olmadığını, romanın iki üç yerinde anlatıyor kadın. Yine romana göre, kına yakarmış saçına, sonraları boyamayı bırakmış. Kına rengi, bakır rengidir, kırmızı değildir, kızıl denir o renge. Madem, “kırmızı” demiş Orhan Pamuk bu renge, vardır bir bildiği. Romanın bir yerinde, saçın renginin başka bir tanımı yapılmış: haşlanmış mı çürümüş mü her neyse, öyle bir “havuç rengi”ymiş.

Bir yerde de (s. 177) saçın renginin tarifi şöyle, berberi boyamış:

“ İtfaiye arabası rengi ile turuncumsu arası bir kırmızıya boyadı.”

Kırmızı Saçlı Kadın’ın ağzından dünya görüşü, çevresine bakışı:

“Utanmaz erkekler beni korkutur. Çok vardır bizde bunlardan. Utanmazlık bulaşıcı olduğu için de bazan bu ülkede boğulacak gibi olurum.”

Ülkenin adı yok, ülkem diye de yazılmamış, “bu ülkede”...

Yine aynı sayfada, dünya okuruna (!) Türkleri anlatıyor, ne anlatmak isteniyorsa burada, anlaşılmıyor:

“Hakikilik ve taklit Türklerin bayıldığı konudur.”

Boya konusunu bir bitiremiyor:

“İçki masasındaki diğer kırmızı saçlı kadının mağrur itirazından sonra saçlarımı berberde sentetik boyayla değil, çarşıdan kendi elimle tarttırıp aldığım kına ile kendim boyamaya başladım.”

Seyircilerini nasıl tanıtıyor iyi okuyunuz; “yalnızlık çeken erler.” Erler, çadır tiyatrosunda rahatlayacaklar:

“Tiyatro çadırıma gelen lise, üniversite çağındaki içten ve duyarlı gençlere, yalnızlık çeken erlere çok dikkat eder, kendimi onların duyarlığına ve hayallerine içtenlikle açardım. Onlar renklerin tonlarını, sahte ile hakikiyi, samimi duygularla palavrayı, yetişkin erkeklerden çok daha çabuk fark ederler.

Erlerle ilgili bölümler bitmek bilmiyor, Kuyucu ustasından:

”Zaten erlere göbek atan, edepsiz hikayeler anlatan, yersiz yurtsuz göçebe tiyatrocular aile değerlerine inanmazlardı.”

“Askerler için göbek atar, edepsizlik yaparlar. O tiyatroların kârhaneden farkı yoktur.”


Çadır tiyatrosu görevlisi oğlanı uyarıyor:

“Akşam saat altıdan sonra burası erlere yasak”
dedi. “Ben asker değilim.” “On sekiz yaşından küçüklere de yasak.” (Burada askerlik yaşı karıştırılmış.)

Kitabın “kırmızılı kadını”, hem seyircilerine çadırda kendini göstererek onlara cinsellik hayalleri kurduruyor, hem de askere düşman:

“Olay çıkaran disiplinsizleri, kaçakları arar bunlar” dedi Kırmızı Saçlı Kadın. “Buranın erleri çok edepsiz oluyor nedense.”(s.70)

Yazarın bölgelerimizdeki askeri birliklerimize bakışı da evlere şenlik. Kindar. İstanbul’a kanal açılacağından, Trakya bölgemizin korumasız kalacağından, vatanla bağının kopacağından bile haberli gibi. Askeri birlikler vatana yük, bölgeleri eziyor:

“ Öngören’in talihsizliği asker nüfusuyla ezilmiş olmasıydı. II. Dünya Savaşı’nda Almanların Balkanlar, Rusların Bulgaristan üzerinden saldırısına karşı İstanbul’u savunmak için büyük bir piyade tugayı burada konuşlandırılmış ve sanki unutulmuştu. Kırk yıl sonra büyük asker nüfusu kasabanın en büyük geçim kaynağı ve derdi olmuştu.”

“Akşamları jandarma garnizondan gelmiş disiplinsiz askerleri, bağırıp çağıranları, hatta aşırı gürültü çıkaran herhangi bir kişiyi ve eğlence yerini susturur, erler arasında bir kavga çıkarsa hemen bastırırdı.” (s. 21)

Yine, bölgede asker aileleri için açılan otellere denen laflar yenilir yutulur gibi değil. Ne gerek varsa böyle açıklamalara:

“ Otuz yıl önce garnizonun nüfusu daha da çokken asker ailelerinin ve ziyaretçilerin kalması için açılmış bir iki otel, daha sonra İstanbul’a gidip gelmek kolaylaşınca boşalmıştı. Bunların bazılarının yarı gizli randevuevlerine dönüştüğünü...”

Kırmızı Saçlı Kadın, kocası ölünce, kocasının küçük kardeşiyle evlenmesini şöyle açıklıyor:

“Bizimkilerin (solcu arkadaşlarının) arasında kalınca, tıpkı Osmanlı zamanında İran’la savaşa gidip hiç geri dönmeyen sipahilerin karıları gibi bir süre sonra küçük kardeş ile evlendim.” Ne alâka kel alâka denilecek bir benzetme.

Bir yerde söze, “Aslında” diyerek başlıyor, bundan sonraki pragraftada yine başlangıç sözü “Aslında...” Bir lise öğrencisi, kompozisyon ödevinde bile böyle anlatım hataları yapmaz. Çoğu tümcesi anlaşılmıyor, kaç kez okuyorsunuz, yine arapsaçı...

Böyle saçmalamalar da edebiyattan sayılıyor demek:

“Hiçbir şey konuşmadan yürüdüğümüzü düşünürken bir süre hiçbir şey konuşmadan yürüdük.(s.69)

“Hayretle anladığım şeyi sindireyim diye biraz sustu.”

“Derken çakmağını yaktı ve alevinin ışığındaki korkutucu gölgeler arasında anahtarı ve kilidi bulup, kapıyı açıp daireye girdi.”(s.71)

“Benimle atın şimdi önüne geldiğimiz açık kapıda önce benden beş altı yaş büyük bir genç erkek, sonra onun ablası olabilecek uzun boylu ve kırmızı saçlı bir kadın belirdi.”s.22
(Burada anlatım bozukluğu iyice ortada. “Benimle atın?” Tümceyi tekrar tekrar okuyun, ne anlıyorsunuz?) Büyük yazar, anlatmaya devam ediyor:

“At arabası yüküyle Öngören dışına çıkınca parke taşları bitti ve tekerleklerin gürültüsü dindi.”

O yılların (yetmişlerin sonu) solculuğu, kırmızılı kadınının ağzından:

“Yirmili yaşlarımın ortalarında eski masal ve efsanelerden ibretler çıkaran bir tiyatrocu değil, modern bir ortaoyuncu, öfkeli ama mutlu bir solcuydum.”

Kitabın iticiliği – çirkinliği, yazımından çok, konusunda. Orhan Pamuk’un dilini, anlamı bozuk ifadelerini, dolambaçlı, düğümlü, akıcı olmayan dilini çoğu kişi bilir.

Türkiye’nin, Malazgirtle değil, onbinlerce yıldır Türk yurdu olduğu bilinirken, bu durum kazılarla belgelenmişken, yazarın roman kahramanının ağzından bu dediklerine ne diyeceğiz?

”Şehnâme’nin yazıldığı bin yılında Türkler Asya’dan çıkıp oralara henüz gelmemişlerdi” dedim gülümseyerek.”(s. 119)

İbrahim Tatlıses’e bile görev verilmiş romanda. Türkler Şehnâme’yi bir kenara bırakmışlar, artık böyle eski hikayeleri okumuyorlarmış ama bu hikayelerin kahramanları kıyafet değiştirerek aramızda geziyorlarmış. Örnek, Kanal 7’de gösterilen eski bir İbrahim Tatlıses filmiymiş. Kitapta aynen böyle yazılı:

“ ... Şehnâmedeki Erdeşir ile cariye kız Gülnar’ın aşkı hikâyesinin bir uyarlamasıydı.”

“Üstelik artık 17 yaşında sayılırdım” (s. 48) diyen genç, kitabın son bölümünde o sıralar 16 yaşındaydı diye anlatılıyor. Yazar önceki yazdıklarını unutuyor.

O gece, kadının evine girerlerken, kadının dedikleri:

“Giriş ışıklarını yakarken bana döndü. “Korkacak bir şey yok” dedi gülümseyerek. “Bak, annen yaşındayım.” Hemen bu sözden sonra (s. 72’de) yazılanlar:

“O gece hayatımda ilk defa bir kadınla yattım. Çok sarsıcı ve çok harikaydı.
... Kırmızı Saçlı Kadın bana kendimi ve mutluluğu öğretmişti.”

Ne kadar talihsiz, ne kadar insanlığı incitecek sözler. Şikayet edilse kadının hapse gireceği bir durum. Bir genç çocuğu, çocuğu yaşındaki birini henüz reşit olmamış birini evine sokarak “taciz etme.” Büyük yazar böyle olunuyor demek, sapıkça sözlerle okuru irkiltmek...

Romandaki kahramanın ağzından Orhan Pamuk’un asıl derdinin anlatıldığı yer burası. Romanın bu yeri, en ayıplanacak, bu kadarı da fazla denilecek yer. Utanmazlık böyle bir şey olmalı. Coşmuş burada (s. 123) yazarımız. Neye seviniyor, neyi görmek istermiş hep, bakınız:

“ Ama asıl soru, resim kültürü ve geleneği çok daha geniş ve zengin olan Avrupa’da, Oidipus deyince babayı öldürmek ya da anneyle yatmak gibi temel sahnelerin hiç resmedilmemesiydi. Avrupalı ressamlar bu sahneleri kelimelerle düşünebiliyor, hikâyeyi anlıyorlardı. Ama kelimelerle düşünebildikleri şeyleri, gözlerinin önüne getiremiyor, resmetmiyorlardı.”

Sonra sevincini paylaşıyor okurlarıyla:

“ Bu kuralı hem romancı hem de ressam olan İtalyan film yönetmeni Pier Paolo Pasolini Kral Oidipus filmiyle yıkmıştı. İstanbul’da İtalyan Konsolosluğu’nun desteğiyle yapılan bir Pasolini filmleri haftasında Kral Oidipus uyarlamasını sarsılarak izledim. “

Gördüklerini anlatması iğrenç ötesi:

“ Filmde Oidipus’u oynayan genç oyuncu, kendinden daha yaşlı ama çok güzel annesi Silvana Mangano’ya sarılıyor, onu öpüyor, onunla sevişiyordu.”

Saçmalamanın zirvesi: “Kendinden yaşlı ama güzel annesi”.

Bu da izlenimi:

“... İstanbullu filmsever ve entektüellerle dolu ahşap salonu ana oğulun sevişmesi sırasında derin bir sessizliğe bürünmüştü.”

Bir sıra sonra, anlatıcının ve karısının dedikleri, tüyler ürpertici, resmen sapık rolünde ikisi de. Sapıklık, sapıklık olarak belirtilse anlarız, burada sıradan bir şeymiş gibi güzellemelerle okura sunuluyor. İzledikleri bu film, Fas’ta çekilmiş, görüntülerde kırmızımsı toprak, kırmızı eski bir kale varmış. Yazar, “kırmızı” diyor da başka bir şey demiyor:

“Bir daha görmek isterim bu kırmızı filmi” dedim. “Acaba DVD ya da videosunu bulabilir miyiz?”

“O güzel ve hoş Silvana Mangano’nun saçları bile kırmızıydı” dedi karım.”

*
Benden bu kadar.

Kırmızınız batsın!

Entelleriniz, utanmazlığınız batsın!

Bir öğretmen olarak görev bildim bu çirkin konulu, çirkin romanı anlattım, zamanımı vererek. Ömrümü de kısalttım, bunları okurken, yazarken...

Gördüğümü bildirdim, bildiğimi dillendirdim.

En iyisi bir tekerlemeyle izlerini silip süpürelim bu kötücüllüğün:

“İndim kuyu dibine, sildim, süpürdüm, silkindim, çıktım.”


Bu da pişmanlığım:

Keşke kuyu dibine hiç inmeseydim.

Bunları görmesem, duymasaydım...

Feza Tiryaki, 10 Ocak 2020