1. yüz (Toplam 1 yüz)

POLİTİK MÜCADELENİN TEK ADRESİ PARTİLER Mİ? / Mithat AKAR

İletiGönderilme zamanı: Prş May 10, 2018 13:32
gönderen mithat akar 1923
Politik Mücadele ve Siyasi Partiler

Hızlandırılmış seçim kararı ile birlikte, ana akım siyasi partilerin sahadaki faaliyetleri arttığı gibi, atıl durumda olan, varlık - yokluk sınırı arasında gidip gelen kimi partiler de, siyasi bir örgüt olduklarını idrak edip, seçimleri esas alarak sahadaki çalışmalarına başladılar. Partiler, dünyanın birçok ülkesinde, o toplumun tarihsel, toplumsal, sınıfsal ve ulusal yapısına göre şekillenen; belli bir program ve tüzük dâhilinde faaliyet sürdüren teşkilatlanmalardır. Daha farklı bir ifadeyle, parti bir toplumsal örgütlenme aracıdır.

Sınıflı toplumlarda her siyasi parti kendisini belli bir sosyal tabana dayandırır ve o sosyal kitle üzerinden kendi varlığını devam ettirir. Normal koşullarda, halkın yönetime ortak olmasını sağlayan, bir toplumun temel istem ve ihtiyaçları üzerinden varlık zeminini oluşturan partiler, genelde “demokratik katılım” modelinin bir örneği olarak sunulur. Peki, çok partili sistemler gerçekten de bir yönetim şeklinin “demokratik” olması için yeterli bir zemini sunar mı? Bu soruya Türkiye üzerinden yanıt verelim.
Resim

Dış Etkiyle Oluşan Çok Partili Dönem

Türkiye’de çok partili hayata geçiş 1945’te BM’ye kabul edilme sürecinden bir yıl sonra gerçekleşmiştir. 1940’lı yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi ve Soğuk Savaş döneminin başladığı yıllardır. Aynı dönemde Türkiye Truman Doktrini kapsamına alınmıştır. Bu doktrin (strateji) esas alınarak Marshall Planı Yardımları aracılığıyla Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel anlamda adım adım Batı’ya bağımlı hale getirildi. Çok partili hayata geçtikten 6 yıl sonra da Türkiye NATO’ya bağlanarak, milli savunma ve milli güvenlik anlayışımız Batı ülkelerinin bölgesel egemenlik anlayışına göre şekil aldı.

Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi; BM’ye üyelik süreciyle başlayan ve Soğuk Savaş koşullarının etkin olduğu bir dış basınçla şekillenmiştir. Truman Doktrini ve Marshall Planı adı altında adım adım Batı’nın egemenlik planı doğrultusunda yön verilen dönemde başlamış olan çok partili dönem, nihayetinde “Türkiye’yi Küçük Amerika Yapacağız!”sloganı ile seçim kampanyası sürdüren partinin iktidar olması ile ilk sonucunu vermiştir.

Türkiye’de siyasi partilerin veya diğer siyasi teşkilatların ortaya çıkması, üretim ilişkilerinin ve mülkiyet biçiminin, ulusal ve sosyal ilişkilerin, yani Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Bu yüzden bizdeki siyasi partilerin ideolojik kimlikleri ve konumlandıkları siyasi yapı ile eylemleri arasında her zaman bir uyumsuzluk olmaktadır. Dış etki sonucu başlayan çok partili hayatımızın başlangıcı, sonraki dönemlerde de siyasi partilerin dışa bağımlı program oluşturmaları ve başkalarından alınan kavramlarla strateji üretmeleri ile devam etti / ediyor.

Günümüzde de toplumsal ve ulusal gerçekliğimize uygun olmayan “Ilımlı İslam”, “Sosyal – Demokrasi”, “Liberal Demokrat” gibi adlandırmalarla öne çıkan partilerin programları da, stratejileri de kendi dinamiklerimize göre değil, farklı ülke devletlerinin, özellikle Batı’nın bölgesel egemenlik programlarına uyumlu olarak şekillenmektedir.
Farklı ad ve ideolojik kimlikte onlarca partinin siyasi faaliyet sürdürdüğü günümüz Türkiye’sinde, meclis dışında kalan birkaç parti dışında, ana akım siyasi partilerin hepsi Batı’ya bağımlı iktisadi - siyasi sistemin devamlılığını sağlayan örgütlenmeler olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

Daha somut örneklerle tespitimizi açık hale getirelim:

Örneğin yabancı sermayenin, ulusal kaynaklarımız üzerinde egemen olmasına neden olan özelleştirme politikasına karşı kaç siyasi parti kendi programına “Devletçi – kamucu – halkçı” ekonomik programı almıştır.
Peki, kaç siyasi parti milli güvenlik stratejimizi felç eden, güvenlik sistemimizi dışa bağımlı hale getiren, bölge devletleriyle ilişkilerimiz konusunda temel bir engel teşkil eden NATO’dan çıkıp; kendi ulusal çıkarlarımız ekseninde milli savunma sanayimizi geliştirmeyi ve karşılıklı çıkar esasına bağlı olarak bölge devletleriyle işbirliğini geliştirmeyi savunmaktadır?
Kaç siyasi parti, Milli / Üniter Devleti Cumhuriyet’in kuruluş esaslarına dayanarak yeniden egemen sistem haline getirmek için bir çalışma yapmaktadır?
Türk ulusunun egemenliğini ve bağımsızlığını esas alan, her türden yabancı egemenliğe (siyasi, iktisadi, kültürel, dilsel, askeri egemenliğe) karşı, Türk milletinin kuruluş ve kurtuluş ilkesi olan Atatürk’ün savunduğu Türk milliyetçiliğini kaç siyasi parti savunmaktadır?
Daha köklü bir soru sorayım: Kaç siyasi parti 1919 – 1938 arasında, kendi iç dinamiklerimizle programı oluşturulan Türk Devrimi’nin kurucu ilkelerini kendi programı olarak kabul etmektedir?

Tabi ne iktidar, ne de üretilmiş muhalefet (yenisiyle eskisiyle, iyisiyle kötüsüyle), yukarıda sıralamış olduğum kurucu ilkelere sahip olmadı / olamaz. Çünkü mevcut ana akım partilerin varlık nedeni, buhran içerisinde olan toplumsal sistemdir. Daha farklı bir ifadeyle, mevcut partilerin siyasi varlığı, Batı’ya tek yanlı bağımlı olan sistemin devamlılığına bağlıdır. Son aylarda özellikle NATO’ya sadakat yemini eden siyasi partilerin parlamasını da, sistemin mevcut zemini doğrultusunda yorumlamak gerekiyor.
Resim

Buhran Dönemlerinin Teşkilatları ve İdeolojisi

Siyasi teşkilatlanmalar (partiler, dernekler, STK’lar), toplumsal, ulusal amaca ulaşmak için birer araçtır. Yani, ulusal hedefler doğrultusunda şekillenen, biçim alan yapılardır siyasi teşkilatlar. Siyasi örgütlenme toplumun / ulusun temel çıkarları doğrultusunda, nesnel zorunluluğun doğurduğu bir sonuç olarak, toplumsal koşulların öne çıkardığı kanaat önderlerinin devreye girmesiyle, tabandan tavana – yerelden genele doğru olan bir düzlemde oluşturulan bir gerçeklik zemininde ortaya çıkar. Bu nesnel zemine bağlı olarak da doğru bir siyasi programla kendi seçeneğini ortaya koyar. Küresel ve bölgesel ilişkilerin aldığı son şekli göz önünde bulunduran ama koşullara teslim olmaktan ziyade kendi ulusal dinamiklerimizi öne çıkaran; süreci doğru değerlendiren, doğru bir program etrafında, asgari müşterekte Türk ulusunu birleştiren bir ölçekte oluşan ve olgunlaşan bir teşkilatın başarısız olma ihtimali yoktur. Yazılarımı takip eden okur, bu modelin Müdafaa-i Hukuk teşkilatlanmasının bir örneği olduğunu anlayacaktır.

Partiler üstü bir birliği öneren Atatürkçü – Milliyetçi birey ve çevrelere “Somut öneri sunmuyorsunuz” suçlamasıyla saldıran, ama tek somut öneri olarak “oy vermeyi” salık veren; araç olan partileri – teşkilatları AMAÇ haline getirerek parti fetişizmi yapan çevreler bu önerimizi soyut bulabilirler. Aslında Türk Devrimi programının ve bu programın vücut bulmuş hali olan Müdafaa-i Hukuk modelinin somut bir öneri ve örgütlenme yöntemi olduğunu kendileri de pekâlâ bilmektedirler. Ancak, bizim önerimizin “İdare- i Maslahat etmek” dışında, uzun vadeli, çetin bir mücadele sürecini gerektiren ve sistemin dışında bir öneri olması onların mevcut konumlanmalarını sarsacağından olsa gerek, “Somut öneri sunmuyorsunuz” suçlaması, bizim için sadece bir mazeret teorisi olmaktadır.

Müdafaa-i Hukukçular için politik mücadelenin tek şekli ve adresi “Siyasi partilerde yer almak ve oy kullanmak” değildir. Bizler Batı emperyalizmine bağımlı olan sistemin restorasyonunu sağlayan seçimler döneminde değil, buhran dönemlerinde temel kurtuluş yolumuz olan, Türk milliyetçiliğini ilke edinmiş Müdafaa-i Hukuk’u, her dönemde ve her devirde savunuyoruz.

Siyasi partileri tek adres olarak görenler için konuyu bir alıntı ile sonlandıralım:

"Osmanlı yurtseverliğini savunan Müdafaa-i Hukuk hareketi, İstanbul hükümetince ittihatçılıkla, bolşeviklikle, saltanata ve hilâfete isyankârlıkla, Cumhuriyetçilikle, asilikle suçlandırılmıştır. Yukarıda da vurguladığımız gibi ülkenin içinde bulunduğu somut koşulların bir ürünü olan Müdafaa-i Hukuk hareketinin bu suçlamalarla herhangi bir ilgisi yoktu.
Müdafaa-i Hukukçular, geçen dönemin aktif siyasal güçleriyle organik bir ilişki içine girmekten kaçınmışlardır. Rauf Beyin de vurguladığı gibi “Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin amacı halkı birleştirmek, bütünleştirmekti”.
Bu nedenle de ayrılmalarına yol açacak olan “Fırkacılık’a” karşı idiler. Nitekim Sivas Kongresi’nde Fırkacılıkla ilgili uzun tartışmalardan sonra, “meclis-i millî” toplanıncaya kadar geleneksel ittihatçı yörüngesinde gelişen siyasetten uzak durularak, halkın birliğini bütünlüğünü sağlamanın zorunluluğu benimsenmiş ve 5 Eylül 1919’da “İttihat ve Terakki Cemiyetini yeniden canlandırmaya çalışmayacaklarına, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin siyasî amaçlarına “hadim” olmayacaklarına ilişkin yemin şeklini benimsemişlerdir." (1)
11 Eylül 1919’da yayınlanan Umumî Kongre Beyannamesi’nin 9. maddesinde de “Vatan ve Milletimizin maruz olduğu mezalim ve âlâm ile ve tamamen aynı gaye ve maksatla vicdan-ı millîden doğan vatanî ve millî cemiyetlerin ittihadından mütehassıl kitle-i umumiye bu kere Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti unvanıyla tevsim olunmuştur. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından ve ihtirasat-ı şahsiyeden külliyen müberrâ ve münezzehtir. Bilcümle Müslüman vatandaşlarımız bu cemiyetin aza-yı tabiyesindendirler” denilmektedir. (2)



1 - Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanaktan, Ankara, 1969

2 - Erzurum Kongresi sonucu yayınlanan beyannamenin 9. maddesinde “işbu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından külliyen âridir” diye bu konu vurgulanıyordu. Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, el, Ankara, 1918 s. 116. A.T.T.B., s. 75. İğdemir a.g.e., s. 115. Konuşmalar incelendiğinde partilere girmeme düşüncesinin meclis açılıncaya kadar geçerli olacağı, Mustafa Kemal Paşa tarafından vurgulanmıştır, a.g.e., s. 22.



Mithat AKAR

Makale ilk olarak 9 Mayıs 2018'de http://www.turkdevrimi.com/yazarlar/mit ... iler/1965/ sayfasında yayınlanmıştır.