1. yüz (Toplam 1 yüz)

12 Eylül ve “Kürt sorunu” / Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI

İletiGönderilme zamanı: Pzt May 09, 2011 21:21
gönderen İrfan Tuna
12 Eylül ve “Kürt sorunu”

“Bölünme Kimin Yararına” ve “Bölünme Yanlısı Güçler” başlığını taşıyan yazılarımda “Kürt sorunu” adı verilen olgunun, gerçekte emperyalizmin geleneksel böl-yönet politikasının bir sonucu olduğunu ortaya koymaya çalışmıştım.

Unutulmaması gerekir ki binlerce yıldır birlikte yaşamış ve her anlamda kaynaşmış olan ülkemiz insanlarını birbirine bağlayan unsurlar arasında ortak bir dile sahip olmalarının büyük bir önemi vardır. Anadolu, değişik ırklardan, değişik etnik kökenlerden insanların buluşup kaynaştığı bir köprü konumundadır. Bu coğrafyada yaşayan insanlar pek çok şeyin yanı sıra ortak bir dilde buluşurlar. Bu dil, Diyarbakır’lı Ziya Gökalp’tan Ermeni asıllı Agop Dilaçar’a kadar değişik köklerden gelen yurttaşlarımızın katkılarıyla gelişmiştir. Dolayısıyla, günümüzdeki Türkçe bir ırkın değil, bir coğrafyanın dilidir. Esasen bu kaynaşmanın sonucundadır ki belli bir ırka mensup olmanın anlamı kalmamıştır. Ve bizler bu ortak dil aracılığıyla –tarihten gelen gönül bağımız ne olursa olsun- Orta Asya’da yaşayan halklarla değil, içinde bulunduğumuz coğrafyada birlikte yaşadığımız insanlarla anlaşabildiğimiz gerçeğini görmek zorundayız.

Kuşkusuz,12 Eylül yönetiminin Kürtçe konuşmayı yasaklayan kararı, Kürtçe konuşabilen yurttaşlarımız nezdinde, ayrılıkçı eğilimleri körükleyen ve bölücülüğe ortam hazırlayan vahim bir hata oluşturmuştur. Bu ve benzeri hataların sonucundadır ki günümüzde, sanki 12 Eylül yalnızca “Kürtlere” karşı yapılmış gibi bir saptırmanın yaygınlaştırılmasına zemin hazırlanmış bulunuluyor.

Böylece, 12 Eylül’ün emek-sermaye ve emperyalizm-mazlum milletler arasındaki temel çelişkiyi gizleyen bir açıklamaya tabi tutulmasına önemli bir katkı daha sağlanmaktadır. Bu bağlamda özellikle işkencenin sanki Diyarbakır hapishanesi ile sınırlı bir vahşet olduğu gibi bir yanlışlığın sistematik olarak pompalandığına tanık oluyoruz. Anladığım kadarıyla son günlerde gerçekleştirilen ve 12 Eylül’ü eleştirel bir yaklaşımla ele alan bir film çalışması da özellikle Diyarbakır hapishanelerindeki işkence olaylarına odaklanmıştır.

Oysa, 12 Eylül’de Diyarbakır dışındaki tüm karakollarda ve belli bazı askeri karargâhlarda sergilenen işkence manzaraları da asla yabana atılacak boyutta olmamıştır.

12 Eylül işkencecilerinin sanatlarını icra ettikleri merkezlerden Gayrettepe, Davutpaşa Kışlası… İstanbulda’dır; DAL grubu denilen işkenceci ekibin marifetleri de Ankara’da Emniyet Sarayında sahnelenmiştir. Görülüyor ki bunların hepsi ve başka pek çok işkencehane Diyarbakır dışındadır.


Ben şahsen 12 Eylül’deki keyfi gözaltı süremin ilk bölümü olarak Ankara Emniyet Sarayındaki işkencehanenin bekleme odasında bir hafta kadar kaldım. Orada tanık olduğum insanlık dışı olayları tarife sığdırmak zordur. Bunun yanı sıra Türkiye’nin dört bir tarafından getirilen sendikacı dostlarla bir süre Metris’te birlikte olduk. Orada herkes sabah akşam kendi yaşadığı ve tanık olduğu işkenceleri anlatmaktaydı. Bu konuda daha önce Gün Doğmadan isimli anı kitabımda şunları yazmıştım:

“Bu sohbetler geliştikçe anlaşıldı ki işin dozu, ilden ile değişmekteydi. Arkadaşların gözlemlerini bir araya getirerek vardıkları sonuca göre ve bu sohbetlerde sıkça kullanılan bir benzetmeyle, benim gördüğüm Ankara Emniyet Sarayı, İstanbul’daki Gayrettepe’nin yanında Paris’ti. Buna karşılık, Gayrettepe, Diyarbakır emniyetinin yanında Paris’ti. Ben, Paris’in Paris’i sayılan yerin “âraf”ını görmüş, dayanılmaz bulunmuştum. Diyarbakır’da neler olduğunu asla tahmin edemezdim. Bunları duydukça, içime çöken karamsar tahminimi unutamam. Bunlar, ülkemizde daha önce görülmemiş şeylerdi. Görülmemiş şeyler yapılarak, görülmemiş boyutta bir ayrılıkçı hareketin tahrikine yardımcı olunduğunu düşündüğümü anımsıyorum.”

Devlet, teröristlerle aynı yöntemleri kullanarak terörle mücadelede başarıya ulaşamazdı. Bu yolla, olsa olsa terör tahrikçiliği yapılabilirdi. 1983 yılı başlarında ilgililere dağıtılan “Türkiye Demokrasiye Dönmüyor” başlıklı imzasız bir metinde bu gerçeği şu cümlelerle dile getirmiştik:

“Darbenin lideri Evren ‘Onlarla anlayacakları dille hesaplaştık. Kendi silahları ile mücadele ettik. Şimdi yerin altına indiler’ demektedir.

Kaba kuvvete dayanan, hukuk dışı bir bastırma hareketinin insan haklarına aykırılığı göz ardı edilse bile kesin sonuç vermediği bu konuşma ile de kabul edilmektedir.

Üstelik, önümüzdeki günlerde teröristlerin, işkence görmüş ve haksızlığa uğramış, küskün ve kin dolu yeni dostları ortaya çıkacaktır.”


Diğer yörelerle kıyaslandığında Diyarbakır hapishanesinde sahnelenmiş olan işkence vahşetinde gözlemlenen belirgin doz farkının sonuçlarından birisi, bu yolla ayrılıkçı eğilimlerin büyümesine hizmet edilmiş olmasıdır. Bu tespitin isabeti, aradan geçen zaman sonrasında açıkça ortaya çıkmıştır.

12 Eylül’ü yapanlar Paul Henze’nin deyişiyle “bizim çocuklar” dır. Bugün de Atatürk’e saldırmayı başlıca amaç edinmiş olan bölücü hareketleri tahrik edenler, yeni Sevr haritalarını dolaştırtanlar, gene “bizim çocukları” kullanmış olanlardır. Kısacası şeytanca bir çarpıtma ile karşı karşıyayız. 12 Eylül, Atatürk’ün baş düşmanı olan emperyalizmin günümüzdeki bayraktarlarının eseri olmasına karşın, 12 Eylül’ün faturasının Atatürk’e ve onun eseri olan Cumhuriyet’in bütünlüğüne çıkarılmak istendiğini görmekteyiz.

Diyarbakır’daki 12 Eylül zulmünün ağırlığı, bir yönüyle de o bölge halkının etnik kökeninden ziyade ekonomik durumuyla açıklanabilir. Yoksul, her zaman en çok ezilendir. Aynı dönemde, Diyarbakır dışındaki varlıklı “Kürtlerin” kılına dokunan olmamıştır. O dönemde, bir tarafıyla “Kürt” olduğunu ilan etmiş olan Özal’ın –bir kısım soydaşları işkencehanelerde zulüm gördükleri bir sırada- kendisiyle aynı etnik kökenden gelen Ağa Ceylan’ın yatıyla Akdeniz’de tur tarak keyif çattığı unutulmamalıdır.

12 Eylül’ün asıl hedefinin kimler olduğu, o dönemde gerçekleştirilen 1402 sayılı kanun kullanılarak yapılan tasfiyeler çerçevesinde de gözlemlenebilir. Hatırlanacağı üzere o dönemde, 1402 sayılı yasa ile kamuda çalışan beş bine yakın görevlinin işine gerekçe gösterilmeksizin son verilmiştir. Bunlar arasında üniversitedeki görevlerine son verilen öğretim üyelerinin sayısı 95 kadardır. Konumuz açısından önem taşıyan husus, bu insanlardan hiçbirisinin belli bir ırksal veya etnik nedenle cezalandırılmış olmamalarıdır. Üniversitelerimizde görev yapan ve 1402 uygulamasının dışında kalan -değil Kürt- dini de farklı olan Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani asıllı olan pek çok hocamız vardır ve onlar yerlerinde kalmışlardır. Bu, elbette ki bir yönüyle övünç kaynağımız olmalıdır.

Nereden bakılırsa bakılsın, 12 Eylül’ün belli bir etnik gurubu hedef aldığı saptırmacasını haklı çıkaracak bir durum tespit etmek olanağı yoktur. Kesinlikle bilinmelidir ki 12 Eylül, ülkemizin bağımsızlığını ve bütünlüğünü hedef almıştır ve bu niyetinin ayrılmaz parçası olarak küresel sermayenin emrindeki merkezlerin biçimlendirdiği ölümcül ekonomik ve sosyal modelin hayata geçmesini mümkün kılan siyasal ve hukuksal çerçevenin yerleşmesine zemin hazırlamıştır.

Dolayısıyla, dün Diyarbakır hapishanesinde sergilenen zulüm ile bugün İmralı’da ağırlanan kişinin mazhar olduğu muamele arasındaki çelişkinin bizi yanıltmaması gerekir. Özünde, 12 Eylül uygulamaları ile Silivri’de somutlaşan günümüz politikaları arasında bir karşıtlık değil, tam tersine temelden kaynaklanan bir uyumluluk ve devamlılık söz konusudur.

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı - 9 Mayıs 2011