1. yüz (Toplam 1 yüz)

NATÖ (Kuzey Atlantik Terör Örgütü) / Erol Bilbilik

İletiGönderilme zamanı: Sal May 03, 2011 12:25
gönderen bezgin
1. Lizbon, Yeni NATO ve Nükleer Savunma Stratejik Konsepti – 2010


Yeni NATO Stratejik Konsepti

NATO Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları 18-19 Kasım 2010’da Lizbon’da toplandı ve “Yeni NATO ve Nükleer Savunma Stratejik Konsepti”ni belirleyen antlaşmayı imzaladı.

ABD Başkanı Barack Obama, imzalanan antlaşmanın Avrupa’nın “21. Yüzyıl Savunma ve Güvenliği”ne yönelik tehditleri etkisiz hale getireceğini açıkladı.

Yeni NATO Stratejik Konsepti 11 sayfa ve 38 başlıktan oluşmaktadır. Bunun gizlilik taşımayan 13 başlığı açıklanmıştır. NATO Konsepti’nde NATO ülkelerine yönelik tehditler 5 kategoride şöyle sıralanmıştır:


• Terör ve aşırı gruplar,
• Yabancı askeri ve istihbarat servisleri,
• Suç örgütü üyeleri, teröristler ve aşırı kaynaklardan kaynaklanan süper saldırılar,
• Enerji güvenliğine yönelik tehditler,
• Lazer silahları, elektronik silahlar ve aşırı teknolojilerin gelişmesini de kapsayan ciddi teknolojik boyutlu tehditler.


Antlaşmada, bazı tanım, görev ve karar alma konularında NATO’ya üye ulus devletlerin hayati çıkarlarına yönelik dikkate değer ögeler yer almıştır.

Şöyle ki:
• Terör, NATO’ya yönelik “birinci sırada tehdit” olarak yer almasına rağmen, terörün tanımı yapılmamıştır.
• “İslam terör”ün, lafı çok edilmesine rağmen, tanımı yapılmadığı gibi, bu adla “tehdit” olarak da antlaşmaya konmamıştır.


Antlaşma içeriğini düzenleyen ABD, terörün tanımını yapmamakla, kendisine yönelik herhangi bir hareketi, “terör tehdidi” kapsamında değerlendirme kozunu elinde tutmuştur.

Türkiye’nin ağır tavizlere hangi pazarlıklar sonucu razı edildiği çok iyi bilinmektedir.

• ABD Ordusunun NATO’nun askeri gücünden yararlanmasını sürekli olarak veto hakkı ile önleyen Türkiye’nin bu kozu elinden alınmıştır. Bu koz, KKTC’nin, Kıbrıs Rum Yönetimi altında ayrı bir bağımsız devlet olarak AB’ye üye yapılması için elde tutuluyordu.
• 1999’daki “Yeni NATO Konsepti” ile ABD’nin NATO üyelerine dayattığı ve bugüne kadar tartışma konusu olan 3 önemli madde imzalanan antlaşmaya eklenmiştir. Bu maddeler şunlardır:


- NATO askeri gücünün NATO üyesi ülkelerin coğrafi alanlarının dışında kullanılması.
- Savaş ve askeri harekât kararlarının, esas karar alıcı örgüt olan BM kararlarına bağlı olmaksızın NATO tarafından alınması.
- NATO’da çokuluslu birleşik görev kuvvetleri kurulması ve bu kuvvetlerin NATO’ca gerekli görülen askeri harekâtlarda kullanılması.


Antlaşma ile NATO’nun teşkilat ve kadro yönünden küçültülmesi ve yıllık bütçe ile belirlenen harcamaların eşit olarak ödenmesi kararlaştırılmıştır.

Yanı sıra, “Nükleer Savunma Sistemi” kapsamında NATO ülkelerine yerleştirilecek radar ve füzesavarların yerlerinin, bu ülkelerle birlikte tespit edilmesi karar altına alınmıştır.

Lizbon Zirvesi’nde devlet ve hükümet başkanları, Şubat 2011’de bu konuyu ele almak üzere tekrar toplanmaya karar vermişlerdir.

NATO antlaşmasına yönelik önemli konulardaki bu temel değerlendirmeleri yapmamızın nedeni; NATO’nun, “Avrupa için Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi”ni, NATO Stratejik Konsepti’ne dâhil ederek tek antlaşma halinde hayata geçirmesinin, Türkiye’yi, işgal gibi ölümcül bir tehditle karşı karşıya getirebileceği gerçeğidir. Bu durumda Türk halkının demokratik direnme haklarını kullanmaktan başka çaresi yoktur.

Avrupa savunmasının ABD savunmasına bağlanması

ABD’nin Ulusal Füze Savunma Sistemi stratejisinin hayata geçirilmesi ile karada, denizde, havada ve uzayda konuşlandırılacak dev nükleer füze savunma sistemi, “Yeni NATO Avrupa Füze Savunma Sistemi” ile bütünleştirilerek, 21. yüzyılda ABD’nin ulusal savunma ve güvenliğine yönelik tehditler etkisiz hale getirilecektir. Temelindeki, eski başkan George W. Bush Yönetimi tarafından kabul edilen “ulusal strateji”, Obama Yönetimi’nin ilk aylarında aynen benimsenmiştir. Ancak bir süre sonra Obama, Bush’un Avrupa’ya kurulmasını planladığı bu füzesavar savunma sistemi modelinde düzenlemeye giderek “Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi”ni geliştirmiştir.

Bu yeni model yaklaşımla ABD, NATO üyesi ülkeleri ilk defa doğrudan işin içine katarak “NATO Avrupa Füze Savunma Sistemi”ni oluşturmuş ve antlaşmanın Lizbon Zirvesi’nde imzalanmasını sağlamıştır.

Başkan Obama Lizbon Zirvesi’nden sonra yaptığı açıklamada, “İlk defa hem ABD hem Avrupa’daki tüm NATO topraklarını ve nüfusunu kapsayacak bir nükleer füze savunma yeteneğinin geliştirilmesi konusunda anlaşmaya varmış bulunuyoruz.” demiştir.

ABD’nin Nükleer Savunma Stratejisinin gelişimi

Obama Yönetimi Dışişleri Bakanlığı’nın NATO ve Güvenlik Konuları’ndan sorumlu Bakan Yardımcısı Tim Towsend, “Çek Cumhuriyeti, Romanya ve Türkiye ile füze kalkanı konusunda çok derin konuşmalarımız oldu.” demiştir.

NATO Genel Sekreteri Andreas Fogh Rasmussen, “Davutoğlu, Erdoğan ve Gönül ile ABD, Avrupa ve Türkiye’de görüşmelerde bulunduk.” demiştir.

Sonuçta ABD, “Haydut devlet” olarak gördüğü İran ve Kuzey Kore’den gelecek muhtemel saldırılara karşı güvence sunacağını savunduğu “Nükleer Füze Savunma Sistemi”ni, NATO şemsiyesi altında oluşturmaya başlamıştır.

Aslında ABD’nin bugünkü stratejisi, eski ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından “Yıldız Savaşları” adıyla başlatılmış olan Nükleer Füze Kalkanı Projesi’nin devamıdır.

Bu stratejinin tarihsel gelişimi şöyledir:

1990’ların sonları: ABD, Nükleer Füze Kalkanı oluşturmak için girişimlere başlamıştır.

2001: Başkan George W. Bush Yönetimi, Küresel Savunma Projesi’ne taraftar bulmaya çalışmıştır.


2002: ABD ile SSCB’nin 1972’de imzaladığı ilk “Antibalistik Füzelerin Sınırlandırması Antlaşması”nın devamı olarak geliştirilen START II Antlaşması’nı Rusya son anda kabul etmemiştir.

2007: Başkan Bush Yönetimi, Kuzey Kore ve İran’ı öne sürerek, NATO’yu devreye sokmadan, Çek Cumhuriyeti’ne radar ve Polonya’ya füzesavar sistemi konuşlandırmak istemiş, Rusya’nın şiddetli tepkisi nedeniyle bu projeden vazgeçmiştir.

2009: ABD, benimsediği yeni yaklaşımı ile Nükleer Füze Kalkanı’nı, başta Avrupa (NATO) ülkeleri olmak üzere NATO’nun tamamını içine alacak şekilde genişletmiştir.

2010: ABD Lizbon Zirvesi’nde, “NATO Avrupa Füze Savunma Sistemi”ni oluşturmuş ve NATO üyesi ülkeleri ile antlaşmanın imzalanmasını sağlamıştır.

Proje dört aşamada uygulamaya geçirilecektir:

- Birinci Aşama: 2011 yılında ABD, “Aegis Balistik Füze Savunma Sistemi”ni (Aegis BMD) taşıyan kruvazörlerine, gelişmiş “Standart Füze 3” (SM-3) avcı füzelerini yerleştirecek ve bu gemileri Akdeniz’de görevlendirilecektir.

- İkinci Aşama: 2015 yılına kadar “SM-3”ten daha gelişmiş “SM-3 Block IIB” avcı füzeleri, kararlaştırılacak karasal alanlara yerleştirilecektir.

- Üçüncü Aşama: 2018 yılı sonuna kadar da “SM-3 Block IIB”nin daha fazla geliştirilmiş versiyonu, kararlaştırılacak karasal alanlara konuşlandırılacaktır.

- Dördüncü Aşama: 2020 yılında İran’ın nükleer füzelerinin menzilinin 5000 km’ye çıkacağı senaryosu uyarınca; “SM-3 Block IIB”nin bu gelişmiş versiyonundan daha da yeni avcı füzeleri, ABD’yi hedef alabilecek “kıtalararası stratejik nükleer balistik füzeler”e karşı saptanacak karasal alanlarda konuşlandırılacaktır.


“NATO Nükleer Füze Kalkanı Antlaşması”na göre, 3000 km’ye kadar olan “orta menzilli füzeler”e karşı bir “nükleer füze kalkanı” oluşturulacaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun saptanacak karasal alanlarına NATO’nun avcı füzeleri yerleştirilecek ve düşman füzelerini izleyecek bir radar üssü kurulacaktır.


Türkiye’nin talep ve itirazları

“Yeni NATO Konsepti” ve “NATO Avrupa Nükleer Savunma Sistemi” konusunda Türkiye’nin başlıca itiraz ve talepleri şunlardı:

1. Avrupa Birliği, Kıbrıs Rum kesimini AB’ye üye yapmıştır. Buna karşın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni üye yapmamış, bugüne kadar da tanımamıştır. Türkiye’nin bütün çabalarına karşın AB, Türkiye’nin tam üyeliğini onaylamaya yanaşmamaktadır. Bu nedenle Türkiye, böyle bir tavır sürdüren AB askeri savunma örgütünün (ordusunun), NATO’nun askeri imkân ve vasıtalarından yararlanmasına yönelik talebi veto edecektir.

2. Türkiye’nin, NATO’da soğuk savaş döneminde olduğu gibi bir cephe ülkesi olarak algılanmasını kabul etmeyeceğiz. Çevremizdeki hiçbir komşumuzdan bir tehdit algılaması içinde değiliz. Sanki füze savaşları başlıyormuşçasına Türkiye bir füze kalkanına ev sahipliği yapacak, böyle bir durum söz konusu değil.

Konu sadece ilkesel bazda ele alınıyor. Uzun dönemde bir füze savunma sistemi oluşturulacaksa, bu NATO’nun bütün üye ülkelerini kapsayıcı ve onlara aynı güvenliği sağlayıcı olmalıdır. Hiç bir ülke hedef olarak gösterilmemeli; İran hedef olarak zikredilmemelidir. “Nükleer Füze Savunma Kalkanı” NATO’nun tümünü kapsamalıdır. Sistem NATO içinde kurulmalı ve Türkiye’de Komuta Kontrolu’na iştirak ettirilmelidir. Sistemde, füze sızıntısı olacaksa, nerede ve hangi irtifada olacağı açıklığa kavuşturulmalıdır.

3. İzmir’deki NATO Unsur Komutanlığı kapatılmamalı, faaliyetine devam etmelidir.


Yeni NATO Konsepti’ne yönelik hazırlık aşamalarında bu ve benzeri konularda, Davutoğlu, Gönül, Erdoğan ve Gül; ABD, AB liderleri ve Rasmussen’le yoğun görüşmelerde bulunmuşlar, itirazlarını dile getirmişlerdir.

Tümü geçersiz sayıldı

“Füze Savunma Sistemi NATO üyelerinin tamamını kapsamalıdır. Hiçbir ülke hedef olarak gösterilmemeli; İran’ın adı hedef ülke olarak zikredilmemelidir” şeklindeki Türkiye’nin itirazlarının aşağıdaki belgelere göre geçerliliği söz konusu olmamıştır.

- NATO’nun kurucularından eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson, NATO Antlaşması’nın müzakeresi sırasında “Özellikle herhangi bir devlet hedef alınmıyor. Hedef yalnız bu antlaşmaya imza koyan üye devletlere karşı silahlı bir saldırı tasarlayan veya böyle bir saldırıya girişen herhangi bir ulus veya devlettir” demiştir. Dean Acheson, “NATO Antlaşması’nda herhangi bir ülke hedef alınmamıştır, hedef yalnızca silahlı saldırıdır.” demiştir.

Henry Kissinger’in Diplomasi adlı kitabının 458’inci sayfasında yer alan belgeye göre, 4 Nisan 1949 tarihli “Kuzey Atlantik Antlaşması”nın hiç bir yerinde, bir ülke hedefte yer almamıştır.

- NATO Akil Adamlar Grubu Üyesi ve Türkiye’nin Eski NATO Temsilcisi Ümit Pamir (NATO’da görevli Korgeneral Yılmaz Doğan ile de fikir alış verişinde bulunuyordu), BBC Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, Yeni Strateji Belgesi’nde İran isminin zikredilip zikredilmemesiyle ilgili olarak şunları söylemiştir: “NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in ifade ettiği gibi, Yeni Strateji Belgesi’nde hiçbir ülkenin ismi tehdit odağı olarak gösterilmiyor. Sebebi, Belge’nin önceki halinde, örneğin İran’ın sahip olduğu nükleer füze teknolojisi nedeniyle tehdit oluşturduğu tespiti yer almıştı ve aralarında Türkiye’nin de yer aldığı bazı ülkeler buna itiraz etmişti. İtirazcı ülkeler, nükleer ve konvansiyonel füze teknolojisine yalnızca İran’ın sahip olmadığı noktasından hareket ediyorlardı. 30’u aşkın ülke buna sahipti. O yüzden Yeni NATO Strateji Belgesi’nde isimleri de yer almıyordu. Ancak İran’ın ismi, herhangi bir NATO üyesinin füze saldırısına maruz kalması durumunda tüm NATO üyelerinin muhatap olacağını ifade eden o Antlaşma’nın 5. Maddesi ile ilgili bir örnek olarak Belge’de yer alıyor. Bunun gerekli olmadığını söylemiştim ama genel kanı, bir önlem olarak konmasından yana oldu. Böylece önceki Belge’de İran’ın ismi hedef olarak yer almış oldu.” [1]

NATO Genel Sekreteri Rasmussen Alman Welt am Sonntag gazetesine Lizbon Zirvesi’nden dört gün önce verdiği demeçte; Türkiye’nin itirazları konusundaki, zirve sonunda yayınlanacak bildiride Türkiye’nin istediği gibi İran’ın özellikle anılmayacağının doğru olup olmadığı sorusu üzerine, “Özellikle bir ülkenin adının anılması şart değil, 30’dan fazla ülke balistik füze sistemlerine sahip, bunların bazıları Avrupa ve Atlantik bölgesini vurabilecek durumda. Bu bir gerçek, bunun için isimleri gerekmez” demiştir. [2]

- AKP Hükümeti, NATO’ca kapatılacak İzmir’deki Hava Unsur Komutanlığı’nı kaybetmemek için, faaliyete devam etmesinde ısrar ediyor. AKP Hükümeti’nin ısrarının nedeni, bu Komutanlığın Yunanistan’a naklinin önlenmesi ile ilgilidir.

ABD’nin füze kalkanı komuta kontrol merkezi yapılanması
ABD yönetimi, 3 adet Radar Sistemi konuşlandırılmasına ihtiyaç duyuyor. Sadece “NATO Coğrafyası”nın değil, aynı zamanda “Potansiyel Tehditler Coğrafyası”nın da dikkate alınmasını öngörüyor.

Bu nedenle, NATO Füze Sistemi Komuta Kontrol Merkezi’nin ABD Ulusal Komuta Kontrol Merkezi ile paralel çalışması öngörülüyor. NATO üyesi 28 ülkeyi, NATO Sekreteri’ni, NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanı’nı ve NATO’daki paralel komuta zinciri aracılığı ile NATO Alt Komutanlıkları’nı kapsaması öngörülüyor.

Kurulması öngörülen Komuta Kontrol Merkezi şeması şöyledir:


Washington Komuta Kontrol Merkezi
I
NATO Genel Sekreteri——————–28 NATO Üyesi Ülke
I
NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı
I
NATO Alt Komutanlıkları

Radar Komuta Kontrol Merkezi’nin çalışma prosedürü
Başkan Obama’ya göre İran’ın ‘uzun menzilli’ balistik füze programı hızla ilerlemiyor. Esas tehdit, İran’ın ‘orta ve kısa menzilli’ füzelerinden geliyor. O yüzden ‘kıtalararası’ füzelere şimdilik gerek yok. Avrupa’daki füze sistemleri ile, Amerika’nın Akdeniz, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya yerleştireceği füzeler ve ileri radar sistemleri de NATO şemsiyesi altına alınırsa, Moskova’yı rahatsız etmezdi.

Proje için gerekli Standard Füze İnterseptörleri (SM-3) 2011’den itibaren Akdeniz ve Kuzey Denizi’ne ve Amerikan Deniz Kuvvetlerine ait savaş gemilerine konuşlandırılacak ve bunlar İran’ı izleyen radarlarla desteklenecek. Sistemin temelini bu radarlar oluşturacak.

Amerikan silah teknolojileri devlerinden Raytheon radarları, Locheed–Martin de füzeleri üretecek. Türkiye’ye yerleştirilmesi planlanan yüksek kapasiteli radarın; bir komuta kontrol merkezi ve enerji santrali ile 70 bin metrekarelik bir kapsama alanı olacak.

Türkiye’ye yerleştirilmesi planlanan yüksek kapasiteli radarın yapılanma şeması:


Komuta Kontrol Merkezi
I
Standard Füze İnterseptörü ———Enerji Santralı
I
70 Bin metrekarelik kapsama alanı

ABD’nin, Pasifik Okyanusu’nda bulunan Marshall mercan adalarından biri olan Kwajalin Adasında Füze Komuta Kontrol Merkezi var. ABD’nin bir diğer Füze Komuta Kontrol Merkezi de Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia Adası’ndadır.

NATO Avrupa Füze Kalkanı’nın üye ülkelere maliyeti
NATO Genel Sekreteri Rasmussen Lizbon Zirvesi öncesinde, NATO’nun Avrupa Füze Kalkanı projesinin maliyeti konusunda şu açıklamayı yaptı: “NATO’nun operasyonları için konuşlandırılmış birliklerin füze saldırılarına karşı koruma sisteminin adaptasyonu ve komuta kontrol merkezlerinin işler hale getirilmesi; 800 milyon Euro’ya mal olacak ve 14 yıla yayılmış bir süreçte tüm üyeler tarafından paylaşılacak. NATO’nun ortak bütçesinden karşılanacak ve yılda 200 bin Dolar’dan daha az maliyetli bu program; NATO’yu tüm Avrupa halklarını ve topraklarını savunabilecek hale getirecek.”

Rasmussen’in, NATO’nun Avrupa Füze Savunma Sistemi’nin adaptasyon ve komuta kontrol sistemleri için 800 Milyon Euro ve 200 Bin Dolar olarak açıkladığı meblağlar gerçeği yansıtmamaktadır. 800 milyon Euro’luk harcama; Yeni NATO yapılandırılması için yapılacak harcamadır. Bu meblağ 28 NATO ülkesi arasında eşit olarak paylaşılacaktır.

Bu durumda, her ülke gibi Türkiye de (Dolar olarak ifade edildiğinde) yaklaşık 40 milyon Dolar ödeyecektir. NATO bütçesi son dünya ekonomik krizi nedeniyle büyük açık vermiştir. Bu açığı kapatmak ve artan NATO bütçesini eşit paylarla finanse etmek 28 NATO ülkesinin görevidir. Türkiye borç batağındaki ekonomisiyle eski yıllara oranla çok yüksek bir meblağı ödemeye başlayacak, bundan sonraki yıllarda da ödemeye devam edecektir.

Ronald Reagan’la başlayan ‘Yıldız Savaşları’ projesi için 2001 yılına kadar harcanan miktar 124,7 milyar Dolardır.

George W. Bush dönemi sonuna kadar yapılan harcamalar toplamı yaklaşık olarak 200 Milyar Dolar olarak hesap edilmektedir. Bu durumda ABD Füze Savunma Sistemi için harcamalar toplamı yaklaşık 300 milyar Dolar’dan fazla olmaktadır.

Obama Yönetimi’nin; iktidara gelmesinden 2010 yılındaki NATO Zirvesi’ne kadar olan süreçte, Lockheed–Martin’in füzesavar füzelerine ve Raytheon’un radarlarına harcadığı paraya, Lizbon Zirvesi’nde kabul edilen sistemin; 28 NATO ülkesine yerleştirilmesi, kadrolandırılması, uzman personelin NATO ülkelerine yerleştirilmesi, Aegis kruvazörlerinde sistem ihtiyacı olarak gerçekleştirilecek modifikasyonlar ve 2020 yılına kadar devam edecek füze denemeleri için yapılacak harcamaları da eklersek, toplamın 300 milyar Doları bulacağı hesap edilmektedir. Bu meblağın; 10 yıllık bir sürede 28 NATO ülkesi tarafından eşit paylarla ödenmesi Antlaşma’da yer aldığından, her NATO ülkesi gibi Türkiye de 10–11 milyar Dolarlık bir meblağı ödemekle yükümlü kılınmıştır. Bellidir ki ABD, bu meblağı Türkiye’yi borçlandırarak finanse edecektir.

Diğer taraftan ABD’nin Türkiye’ye oynadığı oyun sonucu; Türkiye, “Ulusal Uzun Menzilli Bölge Hava Savunma ve Füze Savunma Sistemi”ni yaklaşık 2 milyar Dolarlık bir bedelle ve bunu da 5 yılda ödemek şartıyla ABD’den satın almak zorunda kalmıştır. Şüphesiz ABD bunu, borç batağındaki Türkiye’yi yeniden borçlandırarak finanse edecektir. Böylece Türkiye; Lizbon’da imza attığı “Yeni NATO ve Nükleer Füze Savunma Sistemi” çerçevesinde, yurt sathında kurulacak füze ve radar ağlarıyla ve onlara kumanda edecek uzman istihbarat kuvvetleriyle işgale uğrayacaktır.

Füze kalkanı kimi koruyacak?

Bush yönetiminin, ABD Ulusal Füze Kalkanı Projesi ile ilgili olarak Polonya’ya füze kalkanı, Çek Cumhuriyeti’ne füze radarı satmak için pazarlıkların yapıldığı 2006 yılında, Genelkurmay Başkanlığı’nca hazırlanan “Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi” ihtiyacı hakkındaki teklif AKP Hükümeti tarafından benimsenmiş ve Bush Yönetimi’yle pazarlığa oturulmuştur. Sonuçta sistemin NATO bütçesinden karşılanacak 7,8 milyar Dolarlık bir bedelle ABD’den satın alınmasına karar verilmiştir.

Bu karar üzerine Bush yönetimi çok pahalıya mal olacak olan Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni kapsayan programı durdurmuştur. Bush yönetimi; farklı füze sistemleriyle aynı savunma programını daha ucuza mal etmenin mümkün olduğunu görmüştü. O nedenle ABD yönetimi, Türkiye’ye pahalı sabit savunma sistemine sahip uzun menzilli balistik füzeler yerine, daha ucuz, esnek ve değiştirilebilir sisteme sahip kısa ve orta menzilli Patriot Füzesavar Sistemini satmaya odaklanmıştır.

Bu durumda Obama yönetimi Türkiye’ye, NATO’nun Avrupa Savunma Sistemi kapsamında orta menzilli füzesavar füzeleri ve füze radarı sistemi yerleştirmeye karar vermiştir. Böylece ABD; Türkiye’yi birincil, İran’ı ikincil hedefine almayı ve kurulacak müstakbel Kürdistan’ı da bu füze kalkanı ile koruma altına almayı amaçlamıştır.

Bu durumda Türkiye’nin de; Genel Kurmay Başkanlığı’nın ihtiyacı doğrultusunda, ulusal uzun menzilli füze savunma sistemini yerleştirmek için ABD’den yaklaşık 2 milyar Dolarlık füze kalkanı malzemelerini de satın almaktan başka bir çaresi kalmamıştır.

Füze kalkanı satılmasında ABD’nin oyununun perde arkası

ABD’nin, “İran tehdidi altındaki” ülkelere kendi füze savunma sistemini satacağı iddiası güçlendi. İddianın sahibi, The Washington Times gazetesine konuşan ve füzelerle ilgili hükümetler arası görüşmelerde yer aldığı için adının açıklanmasını istemeyen Avrupalı bir diplomat. Söz konusu diplomat, Obama hükümetinin şimdiye kadar 124,7 milyar Dolar harcadığı füze savunma sistemini yerleştirmekten vazgeçme kararının, 7,8 milyar Dolarlık satış kararının ardından geldiğini hatırlattı. Diplomat, ABD Yönetimi’nin, İran’ın füze programına karşı daha az maliyetli bir sistem arayışında olduğunu belirterek, “Çek Cumhuriyeti ve Polonya’yı kapsayan program oldukça pahalıydı. Farklı füze sistemleriyle, aynı savunma programını daha ucuza mal etmeleri mümkündü, Türkiye’ye satılması planlanan ‘Patriot Füzesavar Sistemi’ muhtemelen bu kararın bir parçası” dedi. Avrupalı diplomat, Beyaz Saray’ın sabit savunma sistemlerinden, esnek ve yer değiştirebilir sistemlere geçip; uzun menzilli balistik füzeler yerine, kısa ve orta menzilli füzeler üzerinde odaklanmasının Türkiye ile ilgili iddiaları güçlendirdiğini savundu.

TSK ise, yaptığı açıklamada, maliyetin 7,8 milyar Dolar olmadığını, yaklaşık 2 milyar Dolar olduğunu bildirdi. Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tuğgeneral Metin Gürak, Türkiye’nin tedarik etmeyi planladığı “Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Projesi”nin, “ABD’nin Füze Kalkanı Projesi” ile hiçbir ilgisi olmadığını söyledi. Gürak, Patriot füzelerinin basında yer aldığı gibi 13 batarya, maliyetinin de 7,8 milyar Dolar olmadığı kaydetti. Gürak, ihtiyacın 4 batarya tedariği olduğunu ve maliyetin 2 milyar Dolar civarında olacağını söyledi. Gürak, alınacak füze sistemlerinin belli bir ülkeye karşı olmadığını kaydetti.


Wikileaks belgesi Füze Kalkanı’nın İran’a karşı olduğunu doğruladı
ABD’nin diplomatik yazışmalarını yayımlayan Wikileaks’in, 13 Ocak 2011’de sızdırdığı ve 18 Eylül 2009 tarihli belge’ye göre; ABD Başkanı Barack Obama, George W. Bush Döneminde geliştirilen füze savunma sistemi planını, Rusya’ya yönelik kaygılar nedeniyle değil, tamamen İran’ın askeri gücünün artması ve bunun yarattığı tehdidin büyümesi üzerine değiştirdi.

Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından ABD Büyükelçileri’ne gönderilen Belge’de şu dikkat çekici ifadeler yer alıyor: “İran’ın hâlihazırda elinde, Orta Doğu’daki komşularını, Türkiye ve Kafkaslar’ı tehdit edebilecek nitelikte yüzlerce balistik füze bulunuyor ve Avrupa’nın daha da içlerine ulaşabilecek balistik füzeleri faal olarak geliştiriyor ve test ediyor”. [3]

Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümete verdiği ihtiyaç listesi

Genelkurmay Başkanlığı Hükümete, Türkiye’nin ihtiyacı olan “ulusal uzun menzilli hava ve savunma sistemi”nin kurulmasını önerdi. Hükümet bunu kabul etti ve NATO’ya finanse ettirmeye çalıştı, fakat başarılı olamadı ve bunun üzerine de Lizbon’da antlaşmayı imzaladı.

Şimdi de, Genelkurmay Başkanlığı’nın önceki talebi doğrultusunda; Türkiye’nin “Ulusal Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi”ni oluşturmak amacıyla, tahmini bedeli 2 milyar Dolar olan bir ikinci ihale ile füze malzemesi satın almak zorunda kaldı. Şimdi, verilen 4 teklif üzerinden sonuç alınmaya çalışılıyor. İhale’nin ABD lehine sonuçlanacağı şimdiden biliniyor. 4 teklif şunlardan oluşuyor:

1- ABD; PAC 300 ve AWACS teklif ediyor.
2- Fransız–İtalyan Ortaklığı; SAMP/T sistemi teklif ediyor, sistemde 8 füze bataryası bulunuyor.
3- Rusya; S 400 teklif ediyor.
4- Çin; FP 2000 teklif ediyor, bunlar S 300’ler ile Patriot füzesinin özelliklerini taşıyor.


Bu 4 ülke ortak çalışmalarda bulunmayı da öneriyor.

2001 yılı itibarıyla ABD’nin nükleer silah kapasitesi
- 550 adet kıtalararası balistik füze: Bunlardan 500’ü, 3 savaş başlığı taşıyabilen ‘Minuteman III’ füzesi; 50’si ise, 10 savaş başlığı taşıyabilen ‘Peacekeeper’ füzesidir.
- 18 adet Ohio sınıfı denizaltı,
- Her biri 12 savaş başlığı taşıyabilen 432 adet ‘Trident’ füzesi,
- 7500 adet nükleer savaş başlığı,
- 208’i aktif olmak üzere toplam 300 adet, ‘B2’, ‘B52’, ‘B18’ bombardıman uçakları; bu uçaklarda bulunan toplam 300 adet savaş başlığı.


20 Ocak 2001’de Başkanlık koltuğuna oturan George W. Bush’un ilk işi, “Yıldız Savaşları” adıyla anılan ve bugünkü “Füze Kalkanı” projesinin atası olan projeyi gerçekleştirmek uğruna, “modası geçmiş” kıtalar arası balistik nükleer silahları azaltma “jesti” olmuştur. Bush bu amaçla bir “ABD’nin nükleer silah kapasitesinin azaltılması için öneri” paketi açıklamıştır. Bu önerinin maddeleri şunlardır:
- Toplam savaş başlığı sayısı 2500 adetin altına çekilsin.
- Saldırıya hazır kıtalararası füzelerin sayısı azaltılsın.
- ‘B2’ ve ‘B52’ bombardıman uçaklarının çoğu konvansiyonel hale getirilsin. [4]

2010 tarihi itibariyle dünyadaki nükleer silahlar
ABD: 2200 adet
Rusya: 2800 adet
Fransa: 300 adet
Çin: 180 adet
İngiltere: 160 adet
İsrail: 80 adet
Pakistan: 60 adet
Hindistan: 60 adet
Kuzey Kore: 10 adet

ABD’nin sadece Avrupa’daki nükleer silah mevcudu ise 200 adet olup; bunların yerleri şöyledir:

Belçika, Klein Brogel Hava Üssü’nde: 20 adet (Wikileaks bunu doğruladı).
Hollanda, Volkel Hava Üssü’nde: 20 adet (Wikileaks bunu doğruladı).
İtalya, Aviano Hava Üssü’nde: 50 adet ve Ghedi Torre Hava Üssü’nde: 40 adet olmak üzere; toplam: 90 adet.
Türkiye, İncirlik Hava Üssü’nde: 90 adet (Wikileaks bunu doğruladı). Sığınaklarda muhafaza edilen ve ‘B61’ tipi olan bu taktik nükleer başlıkların 50 adedi, ABD 3’üncü Hava Taarruz Filosu’nun ‘F-16C/D’ tipi uçaklarına; geri kalan 40 adedi ise, Türk ‘F-16’ uçakları için tahsis edilmiştir.

Bunların dışında, Almanya’daki Büchel Hava Üssü, Norvenich Hava Üssü ve Ramstein Hava Üssü’ndeki toplam 150 adet başlık ile; İngiltere’deki Lakenheath Hava Üssü’ndeki 10 adet başlığı ABD geri çekmiştir.

Yeni START anlaşması

Başkan Obama ve Başkan Medvedev arasında Prag’da imzalanan 8 Nisan 2010 tarihli “Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Antlaşması” (“New START – Strategic Arms Reduction Treaty” Antlaşması), ABD ile Rusya’nın ellerindeki nükleer stokları yüzde 30 oranında azaltmayı öngörüyor. Böylece, antlaşma yürürlüğe girdikten sonraki 7 yıl içinde, iki tarafın da elinde 1500’den fazla silah bulunmaması sağlanacak.*

1991’de, baba George Bush ile Mihail Gorbaçov’un başlattığı “START” süreci sonucunda tarafların ellerindeki silahlar 2200 adet düzeyine çekilmişti.

Yeni START Antlaşması, İngiltere, Fransa ve Çin tarafından da imzalandı. Bu yeni antlaşma, ülkelerin birbirlerini denetlenmesi için özel bir mekanizma kurulmasını da öngörüyor. [5]

Hizbullah İsrail’e karşı güdümlü-güdümsüz nükleer füze kullanıyor

Lübnan’da konuşlu Hizbullah milisleri güdümlü–güdümsüz füzelere sahip ve bunlarla İsrail’i vuruyor. İsrail ise, nükleer kalkana sahip olmakla birlikte, elindeki füzeleri kullandığı takdirde kendisine ve bölgeye vereceği büyük hasar nedeniyle bundan yararlanamıyor. İran’ın, Hizbullah’a ve Suriye’ye verdiği güdümsüz füzeleri mühendisleri vasıtasıyla güdüm sistemleriyle donattığı biliniyor. 2006 yılındaki, 33 gün süren Gazze Savaşı’nda Hizbullah İsrail’e günde yaklaşık 500 roket fırlatmıştı. İsrail bu savaşta yenilmiş ve BM’e ateşkes çağrısı yapmak zorunda kalmıştı.

Hizbullah, yeni güdümlü ‘Fetih 110’, ‘M 600’ ve ‘Scud’ füzeleriyle İsrail’in her yerini vurabilecek kapasitededir. İsrail ise, ‘Arrow’, ‘Demir Kubbe’ ve ‘Davud Kalkanı’ füze savunma sistemlerine sahip olmasına rağmen, Hizbullah’ın füze tehditlerini önlemekte yetersiz kalıyor. [6]

“Hürmüz Boğazı” neden İran’ın en etkili nükleer savaş önleme kozudur?

Irak Savaşı öncesi yayımladığı raporda tüm yazdıkları doğru çıkan İngiliz Profesör Paul Rogers, Oxford Research Group adlı düşünce kuruluşuna (think-tank) hazırladığı raporda şu değerlendirmede bulunmuştur: “İran’ın karşı saldırıya geçmesi halinde elinde pek çok seçenek var. Bunların en önemlisi Hürmüz Boğazı’dır.

“İran, Hürmüz Boğazı’nı kapatmayı başarabilirse, tüm dünyadaki petrol fiyatları dramatik olarak artacak. Diğer taraftan İran, Orta Doğu’da, batıya ait petrol kuyularına paramiliter güçler ve füzelerle saldıracaktır. İran Hürmüz Boğazı’nı kapattığında nükleer savaş önlenebilir. Ne kadar zor da olsa nükleer kriz başka yollarla çözülmelidir.” [7]

James Jeffrey’e göre, “Türkiye Patriot almakta çok geç kaldı” [8]
ABD’nin bir önceki Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’e göre, “Türkiye Patriot füzeleri almakta geç kaldı”. Bunu değerlendirmek için önce Patriot sahibi ülkelere bakalım.

Patriot (PAC-3) füzesi sahibi ülkeler: Almanya, Hollanda, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, BAE, İsrail. Yunanistan’ın ise, hem PAC-3, hem de Rus yapımı S 300 sistemi var.

Suriye’de, Rus yapımı S 300 sistemi var. İran, Rusya’dan S 300 sistemi alma kararı aldı. Bu sistemler “Nokta Koruma” amaçlıdır.

Polonya ve Çek Cumhuriyeti için gündeme getirilmiş olan sistem ‘Kıtalararası Balistik Füzeler’e (Intercontinental Ballistic Missile – ICBM) karşıydı, hareketli sistemdi.

Patriot Sistemi, NATO’nun kıtalararası balistik füzeler sistemi mimarisinin bir parçası olarak düşünülmüştür.

AEGIS kruvazörlerinin Karadeniz’e giriş yollarının açılması

Türkiye; başta ABD olmak üzere, Karadeniz’de kıyısı olmayan NATO ülkeleri savaş gemilerinden oluşan bir donanmanın Montrö Antlaşmasına göre görev, tatbikat veya manevra yapmalarının yasak olduğunu ilan etmiş ve çekincesini ortaya koymuştur.

2006 yılı ortalarında Türkiye, ABD ve Gürcistan’ın iştirakleriyle, Karadeniz’de ilk kez “Karadeniz Uyum Harekâtı” adıyla bir harekât düzenlemiştir.
AKP Hükümeti’nin bu harekâta izin vermesi, Türkiye’nin bu konudaki çekincesini gizlice kaldırmış olduğunun kesin kanıtı olmuştur.

AKP Hükümeti’nin 2007 sonbaharındaki NATO toplantısında, NATO üyesi ülke savaş gemilerinin, Yeni NATO üyesi Bulgaristan ve Romanya limanlarını ziyaret etmelerine izin veren bir antlaşma imzaladığı anlaşılmıştır.

25 Ağustos 2008 itibariyle, başta ABD olmak üzere, NATO gemileri Gürcistan’a insani yardım götürmek ve tatbikat
yapmak için Karadeniz’e girmiştir. Bu girişte, ABD gemilerinde 2500 km menzilli füzelerin bile bulunduğu Rus Genelkurmay Başkanlığı’nca açıklanmıştır.

AKP Hükümeti’nin önce çekinceyi gizlice kaldırması ve 2007’de ABD gemilerinin Gürcistan’a insani yardım götürmek amacıyla Karadeniz’e sorunsuz girebilmeleri ile; aslında nükleer füzeli Aegis gemilerinin Karadeniz’e girme yolu açılmıştır. Füze Kalkanı’nın “Birinci Aşaması”nın tamamlama yılı olan 2011 yılında ABD, Aegis Kruvazörleri’nin Karadeniz’e girmelerini talep edecektir. O zaman gizli anlaşmanın imzalandığı ortaya çıkacaktır. [9] Bu da Türk halkını bir ölüm–kalım savaşının eşiğine getirecektir.

Sonuç
NATO’nun “Avrupa İçin Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi”nin, “NATO Stratejik Konsepti” ile ilişkilendirilerek tek bir antlaşma halinde imzalanması; 60 yıllık NATO tarihinde ilk defa karşılaşılan bir olaydır. Daha önce imzalanan antlaşmalar sadece NATO örgütüne ait anlaşmalardır.

ABD’nin “Ulusal Füze Savunma Sistemi” ile ilgili olan antlaşmalar; tamamen ayrı antlaşmalar olup, nükleer silahların yayılmasının önlemesi ve sayılarının azaltılması ile ilgili olan “START” ve “START-II” antlaşmalarıdır.

Lizbon Antlaşması’nın, diğer NATO antlaşmalarından en temel farkı budur. Lizbon Antlaşması’nda birbirleriyle ilgili olmayan iki ayrı konu birleştirilerek tek bir antlaşmaya dâhil edilmiş olmaktadır.

Bu ayırt edici nitelik nedeniyle Türkiye, NATO’nun “Avrupa İçin Nükleer Füze Savunma Sistemi”nin tamamlanacağı 2010–2020 arasındaki 10 yıllık sürede toplam 10-11 milyar Dolarlık bir ödeme yapacaktır. Borç batağındaki Türkiye’nin bu ödemeyi yapmasının imkânı olmadığından, ABD’nin bu meblağı, Türkiye’yi borçlandırarak finanse edeceği tahmin edilebilir.

Sistem çerçevesinde Türkiye coğrafyası;, “füze” ve “radar” ağları ile kaplanacak ve onlara kumanda edecek “askeri–sivil istihbarat kuvvetleri” Türkiye’yi içten çökerteceklerdir. Diğer bir ifade ile Türkiye bu kuvvetler tarafından işgale uğrayacaktır.

ABD; Türkiye’ye yerleştireceği ‘orta menzilli füzesavar füze ve radarı’ ile Türkiye’yi ‘birinci derecede’, İran’ı ‘ikinci derecede’ hedefine almıştır. Aynı sistem kurulması düşünülen “Müstakbel Kürdistan”ı koruma kalkanı olarak ta kullanılacaktır.

ABD emperyalizmi; Türkiye’nin ‘1 Mart Tezkeresi’ni reddini unutmamıştır. Aynı şoku bir daha yaşamamak için o günden bu yana Türkiye’yi dize getirecek bir stratejiler hazırlamıştır. Son strateji, ABD’nin “Avrupa İçin Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi”ni hayata geçirmesidir. ABD bu stratejisiyle, Türkiye’yi fiili olarak işgal etmeyi ve bir daha “red” şoku yaşamamayı amaçlamıştır.

ABD son dönemde, Saddam Hüseyin’i ‘tam’ hedefine alarak öldürmüştür. Kendisinin yarattığı Talaben’ı baş düşmanı olarak seçmiştir. Bunun sonucu olarak, aslında düşmanı olan İran’ı bölgenin en güçlü devleti haline getirmiştir. Günümüzde de, Lizbon, Yeni NATO ve “Avrupa İçin Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi”
antlaşmalarını imzalayarak; İran’la Türkiye’yi savaştırmayı ve İsrail’i güçlendirmeyi hedeflemiştir. Türkiye böyle bir hayati tehditle karşı karşıyadır.

AKP Hükümeti 2007 sonbaharında imzaladığı bir antlaşma ile, ABD savaş gemilerinin Montrö Antlaşması’na aykırı olarak Karadeniz’e giriş yapmalarını da sağlamıştır. Böylece, Füze Kalkanı’nın “Birinci Aşaması”nın tamamlanma yılı olan 2011 yılında, nükleer füzeler bulunan Aegis Kruvazörleri’nin Karadeniz’e giriş yapmalarının olanağı doğmuştur. ABD, önümüzdeki aylarda bu anlaşmaya göre savaş gemilerini Karadeniz’e sokmayı talep edecektir. O zaman AKP Hükümeti’nin ABD ile imzalamış olduğu gizli anlaşma ortaya çıkacaktır.

ABD bu tehditlerle, 2010–2020 yılları arasında Türkiye’nin ulusal güvenliğini, ulusal dış politikasını, ulusal ekonomisini ve ulusal bütünlüğünü ipotek altına almayı, ayrıca bu süreçte ‘BOP’un Ortadoğu, Körfez ve Kafkasya ayaklarını tamamlamayı amaçlamaktadır.

‘Lizbon’, ‘Yeni NATO’, ve ‘Avrupa İçin Aşamalı ve Uyarlanabilir Füze Savunma Sistemi’ Antlaşmaları, Süper NATO
operasyonlarıdır. Devrimle kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti füze işgal kuvvetleriyle yıkılmak istenmektedir.

Türkiye’nin devrimci güçleri ayağa kalkmalı, işgali önlemeli ve dayatılan bu Süper NATO paçavrasını yırtmalıdır.



Erol BİLBİLİK, İLK KURŞUN, 17.03.2011

[1]Cumhuriyet gazetesi, 21 Kasım 2010.
Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 15 Kasım 2010.
[3]Akşam gazetesi, 14 Ocak 2011.
[4]Hürriyet, 3 Mayıs 2001.
*“Stratejik Nükleer Silah” (Strategic Nuclear Weapon – SNW) tanımlamasıyla; düşmanın savaş başlatma ihtimalini düşürmek için kullanılan ve kitleleri tehdit eden nükleer başlıkları kastedilmektedir. “Taktik Nükleer Silah” (Tactical Nuclear Weapon – TNW) tanımlamasıyla ise, savaş zamanında askeri amaçlarla kullanılan nükleer başlıklar kastedilmektedir.
[5]Milliyet gazetesi, 4 Aralık 2010.
[6]Hakan Albayrak, Yeni Şafak, 7 Aralık 2010.
[7]Yeni Şafak, 16 Temmuz 2010.
[8]Akşam, ‘James Jeffrey röportajı’, Utku Çakırözer, 21 Eylül 2009.
[9] Erol Bilbilik, Aydınlık dergisi, 8 Eylül 2008.


-Sürecek-

Re: NATÖ (Kuzey Atlantik Terör Örgütü) / Erol Bilbilik

İletiGönderilme zamanı: Çrş May 04, 2011 8:37
gönderen bezgin
2. Libya’ya Nato Müdahalesi ve Başbakan Erdoğan

Aralarında Neocon’ların ve bazı şahin liberallerin bulunduğu 40 analizci tarafından Başkan Obama’ya yazılan ortak mektupta “Libya karasularına donanma göndererek insani yardımı kolaylaştırma ve Libya donanmasının sivillere saldırmasını engelleme türü operasyon planları için ABD’nin NATO’ya bastırması” çağrısında bulunuldu. Obama yönetimi, Libya’da işin içine NATO’yu sokmaya çalışırsa; veto hakkı olan Ankara’yı ikna etmeden bu operasyonu yapması zor. Çünkü Libya’da hala binlerce Türk vatandaşı bulunuyor. Ayrıca, Ankara Libya yaptırımlarına evet derse İran için yeni yaptırım baskısına uğrayabileceğini ve milyarlarca dolarlık Türk yatırımlarının heba olabileceğini düşünüyor.

Başbakan Erdoğan, Obama’nın NATO konusunda kendisiyle gerçekleştirdiği üç telefon konuşmasını kastederek Almanya’da şu açıklamayı yapmıştır: “Libya’ya müdahale etmeli mi diye soruluyor. Böyle saçmalık olur mu? Ne işi var NATO’nun Libya’da? Türkiye olarak biz bunun karşısındayız. Böyle bir şey düşünülemez. Kimse o ülkelerdeki petrol kuyularının hesabını yapmasın. Bunun faturası çok ağır olur.” Daha sonra, Türklerin hızla tahliye edildiğini belirten Erdoğan “Şöyle veya böyle tekrar Libya’ya dönmeyi düşünüyoruz.” dedi. Obama’nın Libya’ya NATO müdahalesi önerisine sinirlenen Erdoğan, daha önce de karşı çıktığı aşağıdaki NATO önerilerini kabul etmiştir.

* Erdoğan 2006’da “Eğer teröre karşı dünyada bir ortak mücadele platformu oluşmuşsa; NATO nasıl Afganistan’da teröre karşı mücadele için devreye girdiyse, iki kez ISAF komutasını orada ele alıp üstlendiyse, NATO Kuzey Irak’ta da aynı görevi yerine getirmek durumundadır.” demişti. NATO uzmanlarının ‘PKK’nın uluslararası boyuta taşınması açısından’ riskli bulduklarını söylemeleri üzerine kararını değiştirmiştir.
* Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne şiddetle karşı çıkmış, sonra onaylamıştır.
* AB Ordusu’nun, NATO’nun askeri imkan ve araçlarından yararlanması talebinin veto edileceğini açıklamış, sonra onaylamıştır.
* Lizbon ‘Yeni NATO ve Nükleer Savunma Sistemi Antlaşması’nı Türkiye’nin kabul etmeyeceğini açıklamış, sonra antlaşmayı imzalamıştır.
* Antlaşmada, “İran, Füze Kalkanı’nda ‘hedef’ olarak zikredilmemelidir.” demiş, sonra bunu kabul etmiştir.


ABD Başkanı Obama, 4 Mart 2011’de Beyaz Saray’da düzenlediği basın toplantısında; ‘insani yardımların başlatılması, sivillere yönelik şiddetin durdurulması, ve Libya hava sahasının uçuşa yasak bölge ilan edilmesi’ için ülkesinin ve uluslararası toplumun Libya’ya acil müdahaleye hazır olması gerektiğini açıkladı. Kaddafi’nin iktidarı bırakması gerektiğini bir kez daha belirten Obama, BM’nin yaptırımlarını da övdü.

NATO Genel Sekreteri Rasmussen, NATO’nun şimdilik Libya’ya müdahale niyetinin bulunmadığını söylerken;
aslında ABD’nin 5. Filosu’na dahil USS Kearsarge ve USS Ponce amfibi saldırı gemileri, İngiliz, Fransız ve İtalyan savaş gemileri Libya açıklarında konuşlandı. Ayrıca Mart sonunda ABD’nin USS Monterey (Aegis) kruvazörünün de Akdeniz’de görev alacağı biliniyor. Obama ve Rasmussen’in birbirleriyle çelişen açıklamaları NATO’nun Libya’ya müdahale edebileceğini düşündürüyor. Zaten, Kasım 2010’da Lizbon’da imzalanan Antlaşma Rasmussen’e bu yetkiyi veriyor.

Bu gerçekler ve Erdoğan’ın NATO konusundaki yukarıda sıralanan icraatları, O’nun Libya’ya NATO müdahalesine evet diyeceğini gösteriyor.*

EROL BİLBİLİK, İLK KURŞUN, 21 Mart 2011

*Libya'ya Saldiri Karari, 24 Mart 2011'de TBMM'den gecirildi.

-Sürecek-

Re: NATÖ (Kuzey Atlantik Terör Örgütü) / Erol Bilbilik

İletiGönderilme zamanı: Sal May 24, 2011 10:04
gönderen bezgin
Arap Ülkelerindeki Halk Hareketleri ve Gene Sharp - 1

Tunus, Mısır, Cezayir, Libya, Bahreyn, Yemen ve Suriye’de başlayan ve hızla gelişen halk hareketlerinin arkasındaki beyni araştırdığımızda karşımıza Gene Sharp çıkıyor. Hemen söyleyelim: Sharp, dünyada “şiddet içermeyen aktivizm hareketlerinin Makyavel”i olarak tanınıyor.



Sharp, Ohio Devlet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde Lisans ve Yüksek Lisans dereceleri aldıktan sonra İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi Doktorası’nı aldı. 1960’larda Amerika’ya dönen Sharp, Harvard Üniversitesi’nde başladığı öğretim üyeliğini 30 yıl boyunca sürdürdü. Ohio Üniversitesi yıllarında ilgilenmeye başladığı Mahatma Gandhi ve sivil itaatsizlik konusunu incelemeyi 60 yıl boyunca sürdürdü. Kore Savaşı’na katılmayı reddetti ve 9 ay hapis yattı. 928 sayfalık, şiddet içermeyen hareketler politikası konulu ilk kitabı 1973 yılında yayınlandı.

Sharp’ın yanı sıra, uzun yıllar CIA’ya bağlı Rand Corporation’ın başında bulunduktan sonra 1980’lerin sonunda ABD Savunma Bakanlığı’nın Özel Stratejik Bölümü’nün direktörlüğüne getirilen Andrew Marshall da aynı yıllarda “şiddet içermeyen aktivizm hareketleri” doktrini ve uygulamaları konusunda yoğun çalışmalarda bulunuyordu. Marshall’ı 1980’lerin başından itibaren destekleyen Dick Cheney, Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz; Sharp’ı da sahiplendi. Sharp, Marshall ile temasta olmasına rağmen günümüze kadar geri planda kalmayı başarmıştır.

Sharp, 1983’te ABD Askeri Ataşesi emekli Albay Robert Helvey ile gizlice Burma’ya gitti, ve gerillalara sivil itaatsizlik eğitimi verdi. Bu yoğun uygulamalarla ilgili olarak 1993’te “Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitabı yayınlandı. 1997 yılına gelindiğinde bu kitap devrimcilerin başucu kitabı olmuştu. Sharp bu kitabında; özgürlüğün kavramsal çerçevesini çizen 198 yöntemi anlatıyor ve baskıcı polis devletlerini çökertmek için en etkili yolun şiddet içermeyen mücadeleden geçtiğini vurguluyordu. Sharp’ın öğrencisi Albay Helvey, uzun yıllar boyunca gerçekleştirdiği kirli operasyonlardan çıkardığı derslerden yararlanarak Sharp’ın 198 yöntemini, aşağıdaki 5 ana yönteme indirgedi:

1. Muhalifleri bir liderin etrafında birleştirin. Bunun, en popüler kişi olması gerekmiyor ama en seçilebilir kişi olmasına dikkat edin.

2. Sözde bağımsız (yani muhalefet yanlısı) medyayı teşvik edin. Medya sizlerin mesajlarınızı dışarıya göndermenizi sağlayacaktır. Bu nedenle ulusal bazda erişimi olan, ve araştırmacı gazetecilik yanı ağır basan bir televizyon kanalı en uygun seçim olacaktır.

3. Seçim meseleleri ile ilgili bilinci arttıracak sivil toplum örgütlerine para akıtın.

4. Seçimlerde yapılan sahtekarlıkları, ve demokratik muhalefet adayının; göreve yapışıp kalan diktatörden daha popüler olduğunu gösterecek sandık gözlemcilerine ve seçim anketçilerine bol para harcamaktan kaçınmayın.

5. Muhalif lider çağırdığı zaman, sokak gösterilerinde en ön cephede rol almaya hazır militan bir gençlik grubunuz olsun. Çocuklar eğlenceli, şiddete karşı, ve eğer iş o noktaya gelecek olursa; dava için tutuklanmaya veya yenilgiye hazır gençlerden oluşsun.

Haftaya bu konuya devam edeceğim.




Arap Ülkelerindeki Halk Hareketleri ve Gene Sharp - 2

Konuya geçtiğimiz hafta kaldığımız yerden devam ediyorum.

Sharp’ın, 20 Ocak 2011 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde “CIA ile bağım yok. George Soros ile tanışmıyoruz.” şeklinde bir açıklaması yayınlandı. Halbuki Sharp CIA ile doğrudan bağlantılıdır, Soros’u tanımaktadır, ve Sharp’ın kurduğu ‘Gene Sharp Enstitüsü’ ve ‘Albert Einstein Enstitüsü’ ile Soros’un kurduğu ‘Çin’de Reform ve Açılım Vakfı’ birlikte hareket etmektedirler. Sharp’ın ‘Albert Einstein Enstitüsü’ eski Varşova Paktı ülkeleri ve Asya’daki gençlik ayaklanmalarının eğitim ve uygulamalarında kilit rolü oynadı.

‘Gene Sharp Enstitüsü’ kendi internet sitesinde; Burma, Tayland, Tibet, Letonya, Litvanya, Estonya, Beyaz Rusya ve Sırbistan’ın içinde bulunduğu bir grup ülkede “demokrasi taraftarı” muhalif gruplarla çalıştıklarını kabul etti.

Soros; Tiananmen Meydanı’ndaki şiddet içermeyen öğrenci ayaklanması patlak vermeden kısa bir süre önce Pekin’de olduğunu kabul etti. Dönemin Çin Hükümeti; ‘Çin’de Reform ve Açılım Vakfı’nı CIA bağlantılı olmakla açıkça suçlayarak, Soros’un ve vakfının Çin’i terk etmesini sağladı. ‘Gene Sharp Enstitüsü’ ve ‘Çin’de Reform ve Açılım Vakfı’, ABD Hükümeti’nin Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) ve başka örgütleri tarafından finanse ediliyordu.

ABD’nin Yugoslayva’yı yıkmakla görevlendirdiği Büyükelçisi William Montgomery; Haziran 2000’da “Otpor” (Direniş) aktivistleri için Budapeşte Hilton Oteli’nde, Albay Helvey’in yönettiği bir seminer düzenledi.

Helvey; seminere katılan ve hareketin ideolojik beyni olan Srda Popoviç’in başkanlık ettiği 12 Otpor üyesine, Slobodan Miloseviç rejiminin dayandığı medya, polis, asker, kilise ve kamu görevlilerini nasıl etkisiz hale getireceklerini, ve bunların, kriz patladığında muhalefet tarafında yeralmalarını nasıl sağlayacaklarını öğretti.

2000 yazının sonuna gelindiğinde Popoviç liderliğindeki Sırp aktivistler Helvey’in “5 Yöntemi”nin beşini de yerine getirmişlerdi. Otpor, katılımcı seçmen sayısını arttırmaya yönelik yaklaşık 2.5 milyon Dolar maliyetli “Gotov Je” (O artık bitti), ve bunun devamı olan “Vremya” (Tam zamanıdır) kampanyalarını yürüttü.

Kampanyaları, ABD’nin eski Dışilişkiler Bakanı Madeleine Albright’ın yönettiği Demokrat Parti’nin Uluslararası kanadı olan Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI), Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) ve Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (IRI) CIA’nın üzerinden finanse etti.

Sonuçta, Arap ülkelerinde gelişen halk hareketlerini; kendi dünya egemenliği için bu tür hareketlerin yayılmasını bir yol olarak gören Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR), bu faaliyetlerden sorumlu kıldığı CIA’nın denetimindeki Süper NATO’nun Özel Sektör Savaşçıları aracılığıyla tezgahlandığına şahit oluyoruz.



EROL BİLBİLİK, Aydinlik, 07.04.2011

Re: NATÖ (Kuzey Atlantik Terör Örgütü) / Erol Bilbilik

İletiGönderilme zamanı: Çrş May 25, 2011 16:20
gönderen bezgin
3. NATO’culuk Karşı Devrimciliktir


NATO’culuğun, “karşı devrimcilik” olduğunun kanıtı olarak ABD Başkanı Johnson’un mektubundaki NATO’yla ilgili kısımları aktarıyorum:

“Diğer taraftan, Bay Başbakan, NATO vecibelerine de dikkat nazarınızı celp etmek mecburiyetindeyim. Kıbrıs’a vaki bir Türk müdahalesinin Türk-Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya müncer olacağı hususunda zihninizde en ufak bir tereddüt olmamalıdır. Dışişleri Bakanı Rusk Lahey’de yapılan son NATO Bakanlar Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir harbin 'kelimenin tam manasıyla düşünülemez' olarak telakki edilmesi gerektiğini beyan etmişti. NATO’ya iltihak esası icabı olarak, NATO memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerini kabul etmek demektir. Almanya ve Fransa NATO’da müttefik olmakla yüzyıllık husumet ve düşmanlıklarını gömmüşlerdir; aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye’den de beklenmesi gerekir. Ayrıca, Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale Sovyetler Birliği’nin meseleye doğrudan doğruya karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin tam rıza ve muvafakatleri olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’yi müdafaa etmek mükellefiyetleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir buyuracağınız kanaatindeyim.”



"Aynı zamanda, Bay Başbakan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı Antlaşma’ya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Antlaşması’nın 4. Maddesi mucibince, askeri yardımın veriliş maksatlarından gayrı kullanılması için Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik Devletlerin muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim.

Mutasavver Türk hareketinin fiili neticelerine gelince, böyle bir hareketin Kıbrıs adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk’ün katledilmesine yol açabileceği keyfiyetine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek mecburiyetini hissediyorum. Tarafınızdan böyle bir harekete tevessül edilmesi, infiali mucip olacak ve girişeceğiniz askeri hareketin himaye etmeye çalıştığınız kimselerin pek çoğunun imhasını önlemeye yeter derecede müessir olması imkânsız olacaktır. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin mevcudiyeti böyle bir faciayı önleyemez.”


Not: Mektubun tamamı Cüneyt Arcayürek’in “Şeytan Üçgeninde Türkiye”, Haluk Şahin’in “Johnson Mektubu” , ve M. Emin Değer’in “Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke - Oltadaki Balık Türkiye” isimli kitaplarda bulunabilir.

***

NATO’culuğun, “karşı devrimcilik” olduğunun bir başka kanıtı olarak bu kez de NATO’nun alt yapısını oluşturmak için, Truman Doktrini çerçevesinde hazırlanan, 12 Temmuz 1947 tarihli “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma” ve Johnson mektubunun ilgili kısımlarını aktarıyorum:

Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a yapılacak yardımı için ABD Başkanını yetkilendiren 22 Mayıs 1947 tarihli “Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Yapılmasına Dair Kanun” çerçevesinde “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma,” Türk ve Amerikan hükümetleri arasında 12 Temmuz 1947’de imzalanmıştır. Bu antlaşmanın en önemli maddesi olan 4. Madde’nin bir bölümünde şu keskin ifadeler yer almaktadır:

“Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin muvafakati olmadan, bu neviden hiçbir madde veya malumatın mülkiyet veya zılyedliğini devredemeyeceği gibi, aynı muvafakat olmadan Türkiye Hükümeti’nin subay, memur veya ajan sıfatını haiz bulunmayan bir kimse tarafından bu maddelerin veya malumatın bu sıfatı haiz olmayan bir kimseye açıklanmasına ve bu maddeler ve malumatın verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir.”

Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale kararı alması üzerine ABD Başkanı Johnson bu Antlaşma’nın 4. Maddesi’ni gündeme getirerek, Başbakan İsmet İnönü’ye 5 Haziran 1964 tarihli mektubu göndermiştir. Mektubun bir bölümünde şu ifadeler yer almıştır:

“Aynı zamanda, Bay Başbakan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı Antlaşma’ya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Antlaşması’nın 4. Maddesi mucibince, askeri yardımın veriliş maksatlarından gayrı gayelerde kullanılması için Hükümetiniz, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik Devletlerin muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim.”

M. Emin Değer “Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke - Oltadaki Balık Türkiye”* isimli kitabında, “Bu paragraf özellikle son cümleleriyle, Truman Doktrini’nin ne denli bir tuzak olduğunun, Amerika’nın gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla gösterdiğinin belgesidir. Ve Türkiye’nin, ABD’nin inisiyatifi dışında ve ABD çıkarlarına aykırı bir karar alma ve uygulama hakkından yoksun olduğunu gösterir. Bu mektup, egemenlik haklarımıza 12 Temmuz 1947 Antlaşması’yla konulan ipoteğin belgesi olarak tarihe geçecektir” demektedir.

12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini; 22 Mayıs 1947 tarihli “Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Yapılmasına Dair Kanun”, 12 Temmuz 1947 tarihli “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma” ve 4 Nisan 1949 tarihli “NATO Antlaşması”nın alt yapısını oluşturmuştur.

*Kilit Yayınları, 12. Baskı (2010 - Ankara), sayfa 505

***

NATO’culuğun, “Karşı Devrimcilik” olduğunun bir başka önemli kanıtı olarak şimdi de İnönü’nün Johnson’a yazdığı, gizlenen mektubunu aktarıyorum.

Kıbrıs’taki soykırımın önlenememesi ve Amerika’nın Türkiye’nin elini kolunu bağlayan politikaları karşısında İsmet İnönü, dünyanın ünlü yayın organlarından TIME Dergisi’ne bir açıklama yapar. Derginin Türkiye temsilcisi M. Ali Kışlalı’ya verilen bu beyanat, 16 Nisan 1964 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde de yayınlanır.

İsmet Paşa’nın, “Batı Cephesi Komutanı” edasıyla söylediği sözlerin Johnson tarafından özümsenmediği, 1.5 ay sonra gelen bir mektupla açığa çıkacaktır. Bu, ünlü Johnson Mektubu’dur. 05 Haziran 1964 tarihli o her türlü politik incelikten yoksun ve bir ulusu aşağılayıcı içerikteki mektup, öncesi ve sonrasıyla Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu.134

Johnson’un mektubu, daha çok İsmet Paşa’nın Türkiye-ABD ilişkilerinin geldiği noktaya bakarak, 1947’deki anlaşmaya üstü örtülü göndermeyle bir tür pişmanlık duygusunu yansıtan sözlerine yanıttır. 16 Nisan 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan demeç, ilginç bir mizanpajla tam sayfa verilmişti! Şu çarpıcı sözler manşet üstünde kutu içindeydi:


“YENİ ŞARTLARLA YENİ BİR DÜNYA KURULUR,

TÜRKİYE DE BU DÜNYADA YERİNİ BULUR.”



“İnönü, TIME Dergisi’ne verdiği demeçte, müttefiklerin tutumunu değiştirmesini istedi.”

Ve bomba etkisi yaratacak ve Amerika’nın tepesini attıracak sekiz sütunu kaplayan 36 puntoyla dizilmiş şu sözler:


“BATI İTTİFAKI YIKILIR.”


“Müttefiklerimiz, NATO’nun dağılması için çalışmakta olan uzak devletlerle yarış etmektedirler. Biz, bozulmasın diye sabrediyoruz.”

Sayfanın sağ yanında da şu pişmanlık sözleri yer alıyordu:

“Amerika’nın mesuliyetine inanıyordum, bunu cezasını görüyorum demektir.”

Bu demeç, Lozan kahramanı İsmet Paşa’nın liderliğinin sesiydi, Amerika buna izin veremezdi, vermedi de.

Demecin can alıcı söylemleri habere şöyle yansıyordu:

“Müttefiklerimiz ittifakın (NATO) dağılması için çalışmakta olan uzak devletlerle yarış etmektedirler. Biz ittifak bozulmasın diye sonuna kadar sabrediyoruz. Müttefiklerimiz bu ittifakı dağıtma gayretlerinde muvaffak olurlarsa, yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur.”

Kurulur mu, kurulmaz mı öğrenecektik; biz de, İsmet Paşa’da! Johnson’un o ünlü mektubu, İsmet Paşa’nın bu sözlerine yanıttı. Dahası yanıtın da ötesinde uluslararası yazışma biçemine aykırı, politik terbiye sınırlarını aşan tipik bir “kovboy biçemi” örneğiydi. Türkiye, ABD’nin gerçek yüzünü o mektuptaki biçemde gördü ve tanıdı. Ve Türkiye’deki Amerika, artık gerçek yüzüyle kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Kendimize geliyorduk, kim dost kim değil anlayacaktık!

Buna İnönü’nün o “Yeni Bir Dünya Kurulur”la başlayan sözleri neden olmuştu. Peki, o dünyayı kurabilecek miydik? O gün bu gündür bu soruya yanıt arar dururuz. Bir gün, evet bir gün mutlaka bulacağımıza eminim. Yeter ki, aramaktan vazgeçmeyelim.

134 Johnson’un mektubu 1.5 yıl gizlenmiş ve 13 Ocak 1966 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde Cüneyt Arcayürek tarafından yayınlanmıştır. İnönü’nün Johnson’un mektubuna yazdığı cevap da 14 Ocak 1966 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır. Kamuoyunda, “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye bu dünyada yerini bulur.” sözlerinin bu mektupta olduğu kanısı yanlıştır. Bu iki mektubu yapıtın ekler bölümünde bulacaksınız.

NOT: Sayın M. Emin Değer’e, “Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke – Oltadaki Balık Türkiye” isimli kitabında (Kilit Yayınları, 12. Baskı, 2010) bulunan bilgileri kullanmama izin verdiği için sonsuz şükran ve saygılarımı sunarım.

Erol Bilbilik, Aydinlik, 11-18-25.05.2011
erolbilbilik@aydinlikgazete.com

Re: NATÖ (Kuzey Atlantik Terör Örgütü) / Erol Bilbilik

İletiGönderilme zamanı: Prş May 26, 2011 13:26
gönderen bezgin
ÖZEL TEMSİLCİ FRANK WISNER MISIR’DA


Meydan Al Tahrir’de toplantı vardı. Binlerce insan, durup dinlenmeden bağırıyor; “Ya başarı ya ölüm!”*

Mısır’da birdenbire başlayan halk hareketi hızla büyüyüp diğer önemli kentlere de sıçrayınca Başkan Obama’nın yaptığı ilk iş hareketi kontrol altına almak için kıdemli ve deneyimli diplomat Frank George Wisner’i ‘Özel Temsilcisi’ olarak bu ülkeye göndermek oldu.

Obama, gelişen olaylarla ilgili ilk açıklamasıyla; Başkan Mübarek’in iktidarı hemen devretmesini isterken, Wisner’den “Mübarek geçiş dönemi boyunca görevde kalmalı, seçimler eylül’de yapılmalı” yönünde bir açıklama gelmesi şaşırtıcıydı. Oysa, bu açıklama aslında şaşırtıcı değildi, çünkü; kurt diplomat Obama ile anlaşmalı bir açıklama yapıyor ve bu açıklamasıyla dikkatleri üzerine çekiyordu.

Frank Wisner Kimdir?

Wisner’in babası; bir süre Wall Street’te avukatlık yapmış ve CIA’nın avukatları arasında yer alan Frank Gardiner Wisner’dir. 1948’de CIA’nın kurulmasıyla birlikte baba Wisner, yanıltıcı ‘Siyaset Eşgüdüm Ofisi’ (OPC) olarak adlandırılan birimin başına getirilmek üzere işe alınmıştır. Aslında OPC teşkilatın örtülü operasyonlar birimiydi; propaganda, ekonomik savaş, düşman devlet ve iktidarlarını yıkma operasyonları gerçekleştiriyordu. Wisner I 1952’de CIA bütçesinin %75’ini kontrol eden ‘Planlama Müdürlüğü’nün başına getirildi. (Planlama Müdürlüğü; CIA Başkanı Allen W. Dulles ve CIA casusu George F. Kennan’ın kurup bir süre birlikte yönettikleri birimdi. Daha sonra Wisner I onların seçimiyle Planlama Müdürü oldu.) İran’da Başbakan Musaddık’ın, ve Guatemala’da Jacobo Arbenz Guzman’ın darbeler ile devrilmesini sağladı. Başka darbeler de yaptı ve bunlarda suikastçiler kullandı.

Planlama Müdürlüğü sırasında; ekonomik eşgüdüm yönetimi olarak Marshall Planı’nı tasarlayan üyelerle sürekli temasta olmuştur. Wisner I en büyük desteği, propaganda ve psikolojik savaş çalışmaları konusunda eşgüdüm yöneticiliğini yürüten CIA’cı Averell Harriman’dan görmüştür. Wisner’e göre Harriman; ABD yüksek bürokratları arasında Rusya’nın Batı’ya karşı ideolojik bir savaş ilan ettiğini ve Moskova’da esen bu fesat rüzgarına karşı savaşmanın yollarının bulunması gerektiğini anlayan ilk kişiydi. Wisner I’in örtülü harekatları için CIA; onun ‘şekerleme’ olarak tanımladığı Marshall Planı çerçevesinde fonlardan yüklü miktarda para göndermiştir.

Baba Wisner 1965’te intihar ederek hayatına son verdi.

Frank G. Wisner II; Princeton Üniversitesi’nden 1961 yılında mezun olmuştur. Zambiya, Mısır, Filipinler, ve Hindistan’da Büyükelçilik görevinde bulunmuştur. 2002’de, savaştan sonra Irak’ın yeniden yapılandırılmasında ABD’nin nasıl hareket edeceğini tasarlayan özel bir çalışma grubunda bulunmuş deneyimli bir diplomattır. George W. Bush ve Dick Cheney tarafından hortumlanan enerji devi Enron’da; onlarla birlikte Yönetim Kurulu Üyeliği, kirli işler çevirmekle ünlü dev sigorta şirketi American International Group’ta Başkan Yardımcılığı, teknoloji istihbaratı sağlayan İngiliz Hakluyt & Company şirketinde Yönetim Kurulu Üyeliği yapmıştır. Ayrıca 2009’da Mısır’ın en büyük özel bankası olan Commercial International Bank’ta Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulunmuştur. ABD’de Mısır için lobi faaliyetleri yürüten Washington merkezli Patton Boggs hukuk firmasında çalışmıştır. Mübarek Yönetimi’nin ABD ve Avrupa’daki davalarında avukatlık, ve Mısır Ordusu’na ve Mısır Ekonomik Girişim Ajansı’na hukuk danışmanlığı yapmaktadır.

Babası Wisner I; CFR, kendisi ise; hem CFR hem de Bilderberg üyesidir. Baba ve oğul Wisner’leri kapitalizmin gladyo karargahı olan CFR’ye getirenler; kendileri de CFR üyesi olan George F. Kennan, ve David Rockefeller’ın akrabası olan CIA Başkanı Allen W. Dulles’tir. Mısır’da gelişen halk hareketine karşı savaşan güçler doğrudan CIA tarafından yapılandırılmıştır.

Olayların arka planına bakıldığında, çok dar bir emperyalist kliğin dünya egemenliğinin aracı olan CIA denetimindeki Super NATO örgütlenmesinin komuta merkezinin CFR (Dış İlişkiler Konseyi) olduğu görülüyor.

Mısır’ın direnen halkının geleceği Frank G. Wisner II’in Washington-Kahire arası mekik diplomasisinin sonucuna göre belirlenecektir.


* Üçüncü Bir Dünya, Nevzat Üstün, 1974

Erol Bilbilik, Aydinlik, 10.04.2011