1. yüz (Toplam 1 yüz)

Türkiye’nin tek derdi Erdoğan mı? / (Çeviri: Erkan GÜÇİZ)

İletiGönderilme zamanı: Sal Nis 12, 2016 19:02
gönderen Erkan Güçiz
Küresel Çete’nin köpeği ve köteği CIA’nin, “bilimsel araştırma”, siyasi proje üretme, bilgi karartma ve kara bilgi yayma işlerinde kullandığı bir meşhur John Hopkins Üniversitesi var.

İsveç’te yerleşik, Orta Asya-Kafkaslar Enstitüsü - İpek Yolu Araştırmaları Programı, John Hopkins Üniversitesi’nin bir bölümü.

Bu bölümün bir masası yalnız Türkiye konusunda inceleme ve rapor hazırlamakla sorumlu. Bugüne kadar yaptıkları “tahminlerde” hiç şaşmadılar; bazılarında olayların “kahramanları”nın kendileri bile bilmiyordu, neler yaşayacaklarını.

Deniz Baykal’ın, 10 Mayıs 2010’da CHP Genel Başkanlığından istifa edeceği ve yerine Kılıçdaroğlu’nun geleceği haberini, olaydan tam 18 ay önce, 2008 Ekim ayında verdi bunlar.

Kişi çok güzel “fal bakıyor”, hemen hemen “her dediği çıkıyor”. Başlık şöyle:

“Türkiye’nin tek derdi Erdoğan mı?”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendini aşan karakteri, kullandığı gücü ayakta tutan yerleşik düzenin görülmesini engelliyor.

Erdoğan’ın, bir başkanlık düzeni getirme çabası, Türk devlet gücünün mantığında yatar. Erdoğan’ın kişisel ihtirası ve öne sürdüğü siyasi sebepler bir araya gelince otoriter düzeni daha da güçlendirir.

Sonunda, devletin devamı için gerekli olan etnik ve kültürel farklılık haklarını kollamakla görevli Türkiye’de çoğunluğu temsil eden siyasi gücün bir sesi kalmayacağı için, Türkiye’de demokrasi sakatlanır.

Temel oluşum: Kurulduğu günden beri devletin yapısında olan otoriter tutumun son zamanlarda yeniden canlanmasını yalnız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel hırslarına ve karakter bozukluğuna yormak adet haline geldi.

Geçmişte Erdoğan destekçisi olan liberal Türk aydını Murat Belge, “Bugün Türkiye’nin tüm sorunları, Erdoğan’ın kişiliğinden ve hedeflerinden kaynaklanıyor” diyor.

Tanınmış gazeteci Kadri Gürsel’in görüşü, Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulunmasına engel olan Erdoğan’ın güç hırsıdır: “Bırakın siyasi bir çözümü, kişinin önceliği ‘başkanlık sistemi iken’ PKK ile gizli veya açık bir ateşkes anlaşması bile imkânsız. Anayasayı değiştirmek için önümüzdeki referandumda, oylarını isteyeceğimiz milliyetçi ve muhafazakârlara nasıl anlatırız PKK ile ateşkesi?”

Eskiden liberaller, Türkiye’de otoriter tutumun temel sebebi olarak generalleri görürlerdi. Aslında, Erdoğan’ın otoriterliği, ondan önce de askerin tutumu gibi ülkenin, tarihine uygun bir duruş.

Liderler değişse de, değişik karakterler Türk politikasının dış görünüşüne farklı çehreler verse de, Türk devletinin gelenekleri kesintisiz devam ediyor.

Söz hürriyeti hiçbir zaman bu geleneğin bir parçası olmamıştı.

Erdoğan, 1998’de, milliyetçi-muhafazakâr bir şiiri okuduğu için, “kişileri nefrete tahrik” etme suçlamasıyla hapsedilmişti.

Amerikan başkonsolosu, söz hürriyetini savunmak, Erdoğan’a destek olduğunu göstermek için ziyaretine gitti. Bu alışılmış, sert Türk tepkisini getirdi: Siyasi geçmişinde sosyal demokrasi umutları getiren, zamanın Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, Amerikan temsilcisini diplomasi kurallarını çiğnemekle suçladı. “Bu kabul edilemez; devlete, devletin hukukuna, adaletin bağımsızlığına karşı gelmeye varır sonu. Konsolos, misafir olduğu ülkenin yasalarına ve düzenine uymak zorundadır. Bu son derece uygunsuz bir davranış.”
Yirmi yıl sonra, Cumhuriyet gazetesi başyazarı ve bir muhabirinin davasına gelen yabancı diplomatlara Erdoğan’ın tepkisi, Ecevit’in sözlerinin tekrarı idi: “Ne işiniz var mahkemede? Diplomatik görgü kuralları vardır. Konsolosluk binası içinde ne isterseniz yaparsınız fakat dışarıda yapacaklarınız için izin almanız gerekli”, dedi Erdoğan.

Erdoğan ve Ecevit siyaseten ve kişilik olarak çok farklı olabilirler fakat, “devlete karşı gelmek” her ikisi için de aynı derecede kabul edilemez bir durumdu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendini aşan karakteri kullandığı gücü ayakta tutan yerleşik düzenin görülmesini engelliyor.

Erdoğan’ın mutlakıyeti en azından, kısmen kuruntu. AKP aydınlarından, kısa bir süre Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığı yapan Etyen Mahçupyan’ın görüşü şöyle: “Dışarıdan, özellikle yalnız Erdoğan üzerine odaklanmadan bakıldığında, Türkiye’nin göründüğü gibi olmadığı anlaşılır; güçlerinin tümünün devletin elinde olduğu bir yer değil.”

Mahçupyan’a göre, AKP’nin devlet gücüne hâkimiyeti sanılandan çok daha az. Devlet bürokrasisine hakim olan ideoloji, milliyetçilik, asla İslamcılık değil; ve sonuç olarak devlet bürokrasisinden destek gören AKP değil, sağcı Milliyetçi Hareket Partisi’dir (MHP).
Bu söylenen ne kadar doğrudur bilinmez fakat Türk milliyetçiliği ve İslam çok uzun zamandır bir sarmal halinde, ve AKP’nin sıkışık zamanlarında MHP onları kurtarmaya geldi. Zaten önemli olan da bu, parlamentoda çoğunluğu olsa da AKP kendi başına yeteri kadar güçlü değil.

Bir başka deyişle, AKP toplum içinde güçlü, devlet içinde zayıf. Mahçupyan, AKP’nin yaşayabilmek için diğerlerinin desteğine dayandığını şöyle anlatıyor: “İktidara geldiğinde gördün ki, ülkede senden başka üç ana güç daha var; PKK, ordu ve Gülenciler. Üçünü de aynı zamanda aleyhine çevirirsen, yaşayamazsın. Bunlardan biriyle anlaşman gerekli.

Sonuç olarak anlaşma içinde geçen Gülencilerle bir süre var, ve çözüm süreci var, yani PKK ile anlaşma olan süre. Ardından Gülencilerle kavga, PKK ile de savaş olunca bu sefer zorlamasına, ordu ile bir anlaşmaya gidildi.”

Türk Devleti’nin geleneğinin devam ettiğinin en açık görüntüsü, bugün PKK’yı yerinden sökmek için üstüne ordunun gönderildiği, ülkenin güneydoğusu.

Geçen yıldan bu yana pek çok Kürt şehri tahrip edildi, yıkıldı, yüz binlerce kişi buralardan kaçmak zorunda bırakıldı, ve yüzlerce sivilin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Atatürk’ün, 1931’de Ağrı ve 1937-1938’de Dersim’e ordu ve hava kuvvetleri saldırısı emirlerini verdiği günlerden bu yana Kürt şehirlerinin böylesine yıkımı görülmemişti.

Sonuçlar: Erdoğan’ı eleştirenlerin görüşüne göre 2015’de Kürt isyancılara karşı savaşın yeniden başlatılmasının sebebi, Kürtçü Hareketin Erdoğan’ın çok istediği başkanlığa destek vermeyi reddetmesi ve Kürt-yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2015 Haziran genel seçimlerinde AKP’yi meclis çoğunluğundan mahrum etmesidir.

Onlar, Erdoğan’ın gücünü sağlama bağlamak için, barış sürecini bırakıp, savaşı yeniden başlattığı görüşündeler. Bunun mantığı basit: PKK’ya saldırmak, seçim için yararlı, böylece Türk milliyetçileri AKP tarafına aktarılıyor.

Gerçekten, istenen sonuçlar alındı; Kasım 2015’de tekrarlanan seçimlerde AKP çoğunluğu ele geçirdi.

Ancak, Kürtlere karşı savaşın yeniden başlatılmasını yalnız Erdoğan’ın kişisel güç ihtiraslarına bağlamak, olayın tamamını görememek demektir. Bunların, her politikacı için önemli, hayati bir rolü olsa da, burada “devlet bekası” da konunun içinde.

Erdoğan’ın bir başkanlık düzeni getirme çabası Türk devlet gücünün mantığında yatar. Bu düşüncenin çok gerilere giden bir geçmişi var: 1970’lerden beri, birbiri ardına gelen Türk sağı’nın liderlerinde, Alparslan Türkeş’ten, Turgut Özal’a, Süleyman Demirel’e kadar, hepsinde. Başkanlık sisteminin, AKP’nin de içinde olduğu Türk sağcıları için doğal bir çekiciliği var. Geleneksel olarak otoriter olan Türk sağcılarının yeğlediği, “devletin bütünlüğü”nü koruma görevini taşıyan, güçlü devleti temsil eden “güçlü kişi”nin iktidarı.

1960’lardan itibaren Türkiye’de muhafazakâr sağ, devlete karşı bir “tehlike” olarak görünen yükselmekte olan sol’u kontrol altında tutabilmek için özgürlüklerin ve hakların kısıtlanması taraftarı idi.

Ardından Kürt sorunu, anayasa “mühendisliği”nin odak noktası oldu. Başkanlık sistemi, parlamento içinde gereğinden fazla etkili olabilecek güçleri sınırlayabilecek.

1982’de askeri cuntanın hazırladığı bugünkü Türk anayasası bu “sorunu”, uluslararası ortamda bir benzeri olmayan, seçimlerde yüzde on baraj koyarak çözmeye çalıştı – Kürt partilerin parlamentoya girmeleri engellendi.

Kürt-yanlısı HDP’nin Haziran 2015 genel seçimlerindeki başarısı yalnız Erdoğan’ın kişisel ihtiraslarına büyük bir darbe değil, her şeyin üstünde, Türk siyasi sisteminin temel kuruluş yapısına öldürücü bir darbe idi. Çünkü, 1982’den beri süregelen düzeni baş aşağı etme tehdidini doğurdu.

Parlamentoda seksenden fazla temsilci ile Kürt parti bir koalisyon hükümeti kurulmasında karara etkili olacak bir durumda idi, ve hatta parlamentodaki gücü ile koalisyonun bir ortağı bile olabileceği korkusunu yarattı.

Bunlar olurken de Güneydoğu’da PKK, kontrolü devletin elinden almakla meşguldü.

2013 ve 2015’de Türk devleti ve Erdoğan, boş bir beklenti ile, PKK’nın Türkiye’den çekilmesi ve hatta varlığının ortadan kalması umuduyla, PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüştü.

PKK, çekileceğine, “barış süreci”ni Kürt bölgelerinde askeri ve siyasi gücünü artırmak için kullandı; bölge, devletin kontrolünden çıkıyordu ve ordu tekrar tekrar, PKK’ya karşı harekete geçmek için izin istiyordu.

2014 Ağustos’unda, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel, “ülkenin bütünlüğü”nün, ordunun “kırmızı çizgisi” olduğunu, ve bu çizgi geçilirse “gereken”in yapılacağını hatırlattı.

Erdoğan, PKK ile görüşmeleri devam ettiremezdi, bundan sonra.

Kaybedeceği, yalnız Türk milliyetçilerinin oyları değildi, daha da fazlaydı.

2015 Mart’ında Erdoğan, 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de açıklanan Kürt bölgesi için yerel özerkliğe gidecek görüşmeleri belirleyen “yol haritası”nı geçersiz ilan etti.

Muhalefetin korkusu, Erdoğan’ın hesabında Kürtlerle bir büyük pazarlık olmasıydı; HDP anayasa değişikliğini destekleyecek, Erdoğan başkan olacak, Kürtler de özerklik kazanacak. Ardından 2015 Martı’nda Erdoğan’ın “Dolmabahçe pazarlığı”ndan uzaklaşmaya başlamasından sonra, HDP eş-başkanı Selahattin Demirtaş, “seni başkan yapmayacağız” diyerek kamuya seslendi.

Aslında, Erdoğan’ın tarifiyle “Türk usulü başkanlık”, Kürtlerin kalkışması ile tehdit altına giren ülkenin kuruluş felsefesini sağlama alacak. Yüzde on seçim barajı artık yetmiyor kurulu düzeni korumaya. Parlamentoyu kaldırıp, yerine bir başkanlık sistemi getirmenin devlet için acil bir durum haline geldiği tartışılamaz.

Kapanış: Türk otoriterliğini güçlendirmenin ardında yatan yalnız Erdoğan’ın kişisel ihtirası ve “devletin bekası” sorununun bir araya gelmesi değil. Otoriter rejimi güçlendiren savaş, muhalefet tarafından da destekleniyor. Ana muhalefet partisi CHP, Kürt şehirleri harabe haline getirildiği için değil de, neden ordunun harekete geçmesine izin vermek için bu kadar beklediniz diyerek hükümete yükleniyor.

Eninde sonunda, devletin bekası için etnik ve kültürel farklılığın devlet kontrolü altında olması gerektiğine inanan hakim düşünceye karşı gelecek, içinde Türklerin temsil edildiği sözü geçebilecek bir siyasi gücün yokluğundan dolayı, Türkiye’de otoriter düzen devam edecektir.


________________________________________
Kaynak: Is Erdoğan Turkey’s Only Problem?


Ek bilgi: Batı'nın akıl hocaları -falcıları- ne diyor...