1. yüz (Toplam 2 yüz)

'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler

İletiGönderilme zamanı: Cum Eki 31, 2008 14:29
gönderen Türk-Kan
AP'de 'Kürtlere soykırım' iddiası

Avrupa Parlamentosu (AP), sözde Ermeni soykırımına ilişkin çalışmalarının ardından bu kez de sözde Kürt soykırımının anlatılacağı 'Dersim38”' konulu bir konferans düzenliyor. DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ve Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk ile Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil'in de konuşmacı olarak katılacağı konferans 13 Kasım tarihinde gerçekleştirilecek. Konferansa sözde Ermeni soykırımının en önemli savunucusu kabul edilen Ermeni -Avrupa Federasyonu Başkanı Hilda Taşopyan da bir konuşma yapacak.

'Dersim 38-70 Yıl Öncesi' konulu etkinliğin koordinasyonunu merkezi Almanya'da bulunan 'Dersim'i Yeniden İnşa Derneği' yürütüyor. Konferansın tanıtımı için İngilizce ve Almanca olarak hazırlanan iki afişten Almanca olanında şu ifadeler bulunuyor:

'Avrupa'nın ve dünyanın bilincinden hiç silinmeyen bir soykırım: 1937 ilkbaharında, Türk ordusu Alevi Kürtlerin yaşadığı Dersim bölgesinde köyleri yaktılar, on binlerce sivili, erkek, kadın, çocuk demeden öldürdüler. Hayatta kalanlar Batı Türkiye'ye göç ettirildiler.' Afişlerde milletvekili Şerafettin Halis ile Belediye Başkanı Songül Erol Abdil'in unvanları Dersim Milletvekili ve Dersim Belediye Başkanı şeklinde yer alıyor.




Resim

İletiGönderilme zamanı: Cum Eki 31, 2008 20:21
gönderen İlteriş
Desenize bir 60 yil da bu yalanlarla ugrasacagiz! Benim guzel memleketim, ne kara yazln varmls, ne kadar dusmanin varmis senin!

İletiGönderilme zamanı: Cmt Kas 15, 2008 14:48
gönderen Türk-Kan
Şimdi de Dersim...

Ermeni soykırımı... Pontus soykırımı... Süryani soykırımı... Derken yeni bir soykırımımız daha oldu: Dersim soykırımı!

Uluslar da insanlar gibidir... Suçlandıkça güç ve moral kaybederler. Dış merkezler bu hesapla adım adım yeni soykırımlar yaratıyor...

Eski adıyla Dersim, yeni adıyla Tunceli'de 1938’de acı olaylar yaşanmıştır. Bunlar tarihçilerin ve bilim adamlarının katıldığı bir konferansta ele alınıp tartışılabilir. Ancak Avrupa Parlamentosu'ndaki sözde konferansta konuşmacılar ne tarihçi ne bilim adamı... Çoğu DTP'li siyasetçi... Biri Ermeni diyasporasının sözcülerinden Hilda Çoboyan. Diğeri de PKK sempatizanı Profesör Ronald Mönch... Karşı görüşten kimse yok. Tartışma yok. Baştan sonra Türkiye suçlanıyor, 'soykırım' gibi ağır bir suçla mahkûm edilmeye çalışılıyor. Üstelik bunlar, DTPli milletvekili veya belediye başkanı olarak Türk halkının vergilerinden toplanan paralarla beslenen kişiler...

Brüksel'deki CHP Temsilcisi Kader Sevinç'e soruyoruz: 'Bir Türk parlamenter Avrupa Parlamentosu'nda, örneğin 'Fransa'nın Cezayir soykırımı' konulu bir toplantı düzenleyebilir mi?'
- Düzenleyebilir ama Fransa büyük tepki verir, diyor...

Türkiye'den ise CHP'li Algan Hacaloğlu dışında tek bir tepki sözcüğü yok... DTP bundan da cesaret alarak ülkenin tahammülünü zorluyor.



Melih Aşık, 14.11.2008

İletiGönderilme zamanı: Cmt Kas 15, 2008 20:09
gönderen emesiz1979
artık bu işin civisi cıktı demekten bıktık
bizi temsil eden(!) bu meclistekiler ne iş yapar neredeler
bu mudur.
detepelileri konuşturmayı daha nekadar sürdürecekler.
bu iş artık iyice mide bulandırıcı bir vaziyet aldı .

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 14:39
gönderen borabey
'Atatürk yaşasaydı yargılanırdı'

Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, Brüksel’de düzenlediği basın toplantısında akıl almaz iddialar ortaya attı.


Zaman Gazetesi’nde bugün Selçuk Gültaşlı imzası ile yayınlanan habere göre, Abdil, Tunceli’de hükümetin yolları yaptığını anlattı. Ancak bu yolların yapım amacını Dersim katliamına bağladı. 1930′lu yıllarda gerçekleştirilen Dersim harekâtının tekrarlanmak istendiğini iddia eden Abdil, daha sonra sözü PKK’ya getirdi. Teröristler için ‘gerilla’ diyen Tunceli Belediye Başkanı, şehirdeki güvenlik uygulamalarından yakındı. Abdil, kentin girişi ve çıkışında çok sayıda kontrol noktası olduğunu ve sanki başka bir ülkeye girildiğini söyledi. Avrupa Parlamentosu’nda yapılan ‘Dersim soykırımı’ konferansı için Brüksel’de bulunan Abdil’e, DTP milletvekilleri Şerafettin Halis ve Aysel Tuğluk eşlik etti. Diyarbakır Milletvekili Tuğluk, “Üstümüzden ordular geçti.” derken, Tunceli Milletvekili Halis, Dersim isyanında Türk askerlerinin hamile Kürt kadınlarının karınlarını deşerek cinsiyet tespiti yaptıklarını iddia etti.

Avrupa Parlamentosu’nda ilk kez yapılan “Dersim soykırımı” isimli konferansa katılmak üzere Brüksel’e gelen Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, burada skandal iddialarda bulundu. Belediye Başkanı Abdil, AP Milletvekili Feleknas Uca ve DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ile birlikte basın toplantısı düzenledi. Terör örgütü PKK üyeleri için “gerilla” ifadesini kullanan Tunceli Belediye Başkanı, iki vatandaşın asker tarafından tarandığını, Hasan Şahin isimli bir vatandaşın sırf bir PKK “gerillası” babası olduğu için öldürüldüğünü iddia etti. Kentin girişi ve çıkışında çok sayıda kontrol noktası olduğunu ve sanki başka bir ülkeye girildiğini ifade ederek, kendi makam aracının da asker tarafından sık sık durdurulduğunu söyledi. Telefonlarının dinlendiğini iddia eden Abdil, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürtlerin barış çağrılarına olumlu cevap vermediği için bölgeye ziyaretinde olumlu karşılanmadığını öne sürdü. Belediye Başkanı, konferansta yaptığı konuşmada ise terör örgütü PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki baskıların kaldırılmasını ve barış önerisinin kabul edilmesini istedi.

‘Atatürk yaşasaydı yargılanırdı’


İki DTP’li milletvekili ile Tunceli Belediye Başkanı’nın katıldığı toplantıdaki yabancı konuşmacılar da şok iddialarda bulundu. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de yaşananların ‘insanlık suçu’ olduğunu savunarak, Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, “Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi.” dedi. Taşnaklara yakınlığı ile bilinen Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da konferansta yaptığı konuşmada, tartışılacak iddialarda bulundu. Çoboyan, “Dersim kızılbaşlığının, paganlık, Hıristiyanlık ve Alevilik karışımı” olduğunu iddia etti. Çoboyan, Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni’nin Dersim’e gelerek dinlerini değiştirdiklerini kaydetti. Toplantı sonrası kabul edilen sonuç bildirgesinde Dersim olayları “soykırım” olarak nitelendirildi ve Türkiye’nin “soykırım” mağdurlarına tazminat ödemesi, idam edilen isyanın lideri Seyit Rıza’nın mezarının tespit edilmesi, “soykırıma” ilişkin AB üyeleri, ABD ve Rusya’nın arşivlerini açması gibi talepler sıralandı.


Kaynak





değerli dostlar,

Bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum..
Ne zaman TTK Başkanı Sn.HALAÇOĞLU görevden uzaklaştırıldı..
Ermeni ve Bölücü terörün iç ve dış odak noktaları saldırıya geçti..
Her türlü bilimsellikten ve gerçeklilikten yoksun saçma sapan iddia ve ithamlar arka arkasına gündeme getirilmeye başlandı..
Ne hazindir ki ...
Bu hain oyunu bozacak, bilimsel anlamda aksi kanıtlanamayacak gerçekleri dünyaya haykıracak bir TTK ve Halaçoğlumuz yok...
Bu arada yeni başkan neyle meşgul acaba?
Son sözde soykırım icatlarına verecek cevabı bilmiyorsa..istifa etmeyide mi bilmiyor?
Allah hepsine akıl fikir izan ve en önemlisi milli cesaret versin..diyorum.
En içten sevgi ve saygılarımla..

Bu arada önemli not;
Alman sözde bilim adamları merak etmesinler..
Atatürk yaşasaydı..
Bugün Almanyanın yerinde ve konumunda Türkiye olurdu.. Onlar da ikinci sınıf devletin sözde bilim adamlar olarak güçlü devlet Türkiyenin yaltakçısı ve yardakçısı olmaya kalkarlardı ama Atatürkün Türkiyesi bu tip cibilliyetsizlere papuç bırakmazdı...

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 14:40
gönderen taironas
Merhabalar ,

Merak ediyorum içimizde Avukat yada Hukuk öğrencisi yok mu ? Nasıl bu Belediye başkanını şikayet ederiz Savcılığa bilen var mı ? Neden bu adama dava açmıyoruz ? Zaten Bildiğim kamu davasına dönüşecek bir süreç başlar adam milletvekili değilki içişleri bakanlığı izin vermese bile yargılanmasına Danıştaya dilekçe verip izin alma şansıda var ,

Bu işi organize edecek AVUKAT varmı aramızda ? bir dilekçe versek Savcılığa , sessizce sadece buraya yazı yazarak izlemesek gerçekten bir çaba göstersek ?

Bu adamların yanına kar kalmayacağını hissettirsek ? Ne dersiniz ?

Saygılar ,

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 14:40
gönderen AlpereN
İnternette Dersim İsyanı ile ilgili güvenilir bilgiler bulamadım.Eğer güvenilir kaynak varsa rica edebilirmiyim.

İletiGönderilme zamanı: Pzt Kas 17, 2008 17:01
gönderen AlpereN
Dersim İsyanı ile ilgili biraz araştırma yaptım.Ama pek az güvenilir bilgi buldum.İsyanla ilgili bilgiler genellikle Wikipedia'da dahil PKK yandaşları tarafından hazırlanmış.

Dersim İsyanı ile internette PKK yandaşçılarının sitelerine baktığımda,isyanı Kürt/Türk Alevi isyanı gibi gösteriyolar.Ve Devletin Alevileri katlettiği gibi söylemlerle Alevileri Türkiye Cumhuriyeti ile karşı karşıya getirmeye çalışıyolar.Dersim isyanı Feodalite isyanıdır.Dersimde istenmeyen olaylar olmuştur.Ama bunu katliam veya soykırım olarak nitelendirmek Emperyalistlerin oyunudur.

Ulusal Kanal bununla ilgili Tunceli Milletvekili Kamer Genç ile güzel bir röportajı vardı.Gayette aydınlatıcıydı.

.
.

Konuk: Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer GENÇ

Tunceli İsyanı ve soykırım yalanı







İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 11:55
gönderen borabey
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler (I)

Heyet-i Temsiliye’deki o Kürt!

Yıllardır Atatürk’ü Batıcı bir devlet adamı gibi gösteren sağcı güçlerin yarattığı tahrifat, tam tersi kutupta başka bir tahrifata daha yol açtı. Sağcıların Atatürk’ü Batıcı gibi göstermesi gibi kimi sözde solcu ve Kürtçü akımlar da Atatürk’ü “Kürtçü” göstermeye başladılar.

Bu zevata bakılırsa Atatürk, aslında Kürtlere özerklik verecekti. Perinçek’ten Apo’ya kadar Kürtçü akım bu tez üzerinde durarak, Atatürkçülere ve milliyetçilere, Kürtçülük aşılamaktadır. İşin garibi bu tezlerin hiçbir gerçek yanı yoktur ama tarih bilgisinden yoksun “şu cahil Türklerimiz” Kürtçülerin bu oyununa gelmektedir. Bu yazımızda Kürtçülerin Kurtuluş Savaşımız, Cumhuruyetimiz ve Atatürk üzerinde yarattığı tahrifata karşı gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız.

Kürtçülerin en önemli tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdikleridir. Öyle bir tarih uydurulmuştur ki, Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk Kürt ağalarla birlikte vermiştir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşımıza katıldıkları ise en büyük uydurmaların başında gelir.

O halde Kurtuluş Savaşımız boyunca Kürtlerin gerçekte ne yaptığını ortaya koyalım.

Kurtuluş Savaşımızın başlangıcında, Milli Güçleri idare etmek üzere Erzurum’da bir Heyet-i Temsiliye oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da oluşturulan Heyet-i Temsiliye Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 9 kişiden oluşur. Diğer temsilciler, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, eski Trabzon milletvekili İzzet Bey, eski Erzurum milletvekili Raif Efendi, eski Trabzon milletvekili Servet Bey, Erzincan’da Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi, eski Beyrut valisi Bekir Sami Bey, eski Bitlis milletvekili Sadullah Efendi ve Mutki aşireti lideri Hacı Musa Beydir.

Kurtuluş Savaşımızın bu ilk önder kadrosundan sadece Rauf ve Bekir Sami Beyler Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yola devam etmişlerdir. Yani denildiği gibi Kurtuluş Savaşımız ağaların ve şeyhlerin desteğiyle verilmemiştir.

Ama burada çok daha önemli bir gerçeği de ortaya koymamız gerekmektedir. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey sözde Kurtuluş Savaşımızın ilk önderlerindendir. Belgeleri inceleyenler bunun böyle olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ancak gerçek bambaşkadır.

Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar.

Mustafa Kemal de Nutuk’ta bu konuya şöyle değinir:

“Baylar, tarih, söz götürmez bir biçimde ortaya koymuştur ki, büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde, bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada ‘yurtseverim’ diyen bin bir çeşit kişinin, binbir türlü davranış ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve erkli kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla; sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi? Tarihte buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi baylar, ulus, ülke, siyasa ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanlıbir Nakşi Şeyhi ve Mutki’li gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?”

Mustafa Kemal’e idam kararı veren de Kürttü!

Kürtlerin ağaları bunu yaparken milletvekilleri de boş durmaz. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır.

İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!

Görüldügü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim.

Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur?

Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!.

Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bay’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.

İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder.

Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır.

Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar.

Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e kaşıdır.

İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır.

28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:

“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir."

9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curson’a raporunda ise şunlar yazılıdır:

“Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar”

Yunan ordusundaki Kürtler


Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşün Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçcirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.

Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.

Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:

“... Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”

Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.

Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:

“İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”

Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:

1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması

2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi

3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi

4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi

5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.”

Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:

“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”

Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor


Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir.

Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çapışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır.

Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra BMM’deki Kürt milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği, gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum talep ederler. Kürtler isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini istemektedir.

Mustafa Kemal daha sonra Nutuk’ta şu şekilde anlatır:

“Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyar diye milletvetkillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis Nuettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Batkanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürt isyanını bastırmakla kalmamış, isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur. Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalması ise son derece öğreticidir. Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, Şeriatçılara ve Kürtçülere karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi komutanını savunmuştur!

Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır.

Genel Kurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:

“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”

Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlenodirmektedir:

“Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”

Kürtlere özerklik Mustafa Kemal’in değil Damat Ferit’in programı

Kürtler’in Kurtuluş Savaşı’na ne şekilde katıldıkları yalanını gördükten sonra şimdi de Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği yalanının nasıl uydurulduğuna geçebiliriz.

12 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti ile İngiltere arasında gizli bir antlaşma imzalanır. Sekiz maddelik anlaşma maddelerinden üçüncüsü şöyledir:

-Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır.

Anlaşmanın altında Damat Ferit’in imzası vardır.

Anlaşma’nın esas önemi Damat Ferit’in Mustafa Kemal hareketine, yani Türk milli hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşması ve Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmasını saptamasıdır. Yukarıda bu kullanmanın ne şekilde hayata geçirildiğini görmüştük.

İstanbul Hükümeti’nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit Hükümeti’nin sonunu getirir. Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir.

Amasya Görüşmeleri bunun ilk safhasıdır. Kürtlere özerkliğin ilk belgesi imiş gibi sunulan Amasya Görüşmelerinde şu karar alınmıştır:

“Beyannamenin 1. maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın asgari bir istek olmaz üzere elde edilmesinin temininin lüzumumüştereken kabul edildi. Bununla beraber, yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılmakta olan tezvirlerinönüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü.”

Tutanaktan da anlaşılacağı üzere Ankara ile İstanbul’un yeni hükümeti, Kürt ayrılıkçılığına karşı ortak bir karar almışlar ve kurulacak ya da kurtarılacak devletin sınırlarının Kürtlerin oturduğu arazıyi de kapsadığını belirtmişlerdir. Bu tutanaktan çıkacak biricik sonuç, Kürtlerin oturduğu arazide ayrı bir devlet ve özerklik hakkının bu tutanakla reddedildiğidir. Ama ne hikmetse gördüğü her Kürt kelimesini özerkliğe yoran tarih heveslisi bir kısım hukuk asistanı bunu tam tersine yormaktadır.

Amasya görüşmesinin teyidi ise Misak-ı Milli’dir. Misak-ı Milli ise, özerklik değil ulusal bir devlet programıdır. Kuvayı Milliye’nin bu ilk belgesi, aynı zamanda İstanbul Meclisi’nin son kararında özerklik yoktur! Dahası Misak-ı Milli için çalışan bir harekete katılan herkes de ulusal devleti kabul etmiş demektir.

Milli Mücadele’nin Kürtlere özerklik vereceğini söyleyenlerin iddiası aynı zamanda son derece de komiktir. Kürtler bağımsızlık ve özerkliği zaten Sevr ile kazanmışlardı. Sevr’e karşı çıkan bir hareketin Sevr’de dayatılan bir maddeyi savunması olacak şey değildir!

Kaldı ki ne Erzurum, ne Sivas Kongrelerinde de bu yönde alınmış bir karar yoktur. BMM’nin bu yönde aldığı bir karar da yoktur. Özerkliği savunan bir hareketin bunu bir karar olarak duyurması gerekmez miydi? Komik olmayı bırakın: Mustafa Kemal sizin gibi gizli bir Kürtçü değildi! Sizin gibi hem tek bayrak, hem de Kürtler kendi kendini yönetsin diyecek kadar hain değildi...

İngilizlerin Kürtlere özerklik uydurması

Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği uydurmasının kaynağı ise doğrudan İngilizlerdir!

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra Meclis’te Kürt milletvekilleri isyancılara destek çıkarlar. Uzun süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’in isyanın bastırılmasını savunan konuşması üzerine tartışma kapanır.

Ancak İngiliz raporlarına göre bu görüşmeler sırasında Kürtlere özerklik verilen bir karar alınır. Maddeler şunlardır:

1-Uygarlığın gereklerine uygun olarak Türk milletinin ilerlemesini sağlamayı hedefleyen BMM, ulusal gelenekleriyle uyum içinde, Kürt milletinin özerk yönetimini kurmayı üzerine alır.

2-Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu topraklar için Kürt ileri gelenleri tarafından bir genel vali, vali yardımcısı ve bir müfettiş seçilebilir. ...

4-Kürt ulusal meclisi doğu vilayetlerinde kurulacak ve 3 yıl için oluşturulacaktır.

5-Özerk yönetim Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim sancağı, bazı nahiye ve kazaları içine alacaktır.

Toplam 9 maddelik kanun tasarısı İngilizlere göre kabul edilmiştir!

Ancak İngiliz raporlarının gösterdiği 10 Şubat 1922 tarihinde anılan gizli oturum yoktur! TBMM Gizli Celse Zabıtları yayınlanmıştır ve orada böyle bir gün yoktur! Olması da son derece saçma olurdu. Çünkü anılan 9 maddenin Sevr’den bir farkı yoktur. Kaldı ki Koçgiri isyanını bastıran bir Meclis’in bu kararları alması da mantıksızdır. Çünkü bu kararları alacak Meclis, mantıken isyancılarla anlaşır ve istenilen bu hakları verirdi.

İngilizler yetmedi bir de Perinçek...

Atatürk’ün Kürtlere özerklik vereceğine ilişkin ikinci bir iddia ise İngilizlerden sonra Perinçek’ten gelmektedir. Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir:

“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir.

....

“Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir...”

Perinçek ve Apo, Atatürk’ün bu demecini Atatürk’ün özerkliği savunduğunun kanıtı olarak verirler. Oysa Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi Mustafa Kemal özerklikten değil bir çeşit özerklikten bahsetmektedir. Bu ise, 1921 Anayasasına göre illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olmaları maddesiyle uyum içindedir.

1921 Anayasasının 21. maddesi şöyledir:

“İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir”

Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesinden değil illerin kendilerini yönetmesinden bahsetmektedir. Zaten Kürtlerin yoğunluğundan bahsetmesi de bu nedenledir.

Aslında Atatürk’ün bu açıklamasının özerklik için değil tam tersine Kürt sorununun kabul edilmemesi için bir dayanak olarak gösterilmesi gerekmektedir. Gerçekten de bu açıklamasında Atatürk, Kürtlüğü reddetmekte, dahası Kürt sorununu kabul etmemektedir!

Dahası açıklamaların devamında Lozan’da tartışılan Musul meselesi ele alınmakta ve şu ifade edilmektedir:

“İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bune engel olmak için sınır güneyden geçirmek gerekir.”

Yani Atatürk bizim sınırlarımı içindeki Kürtlerin olası bir talebine karşı olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmekte bu nedenle de Musul’u vermemeyi savunmaktadır! Nitekim Lozan’da Türkiye, Kürt meselesinin konuşulmasını dahi kabul etmemiştir! Çünkü Türkiye için artık böyle bir mesele yoktur!

Şeyh Sait isyanı ve Mustafa Kemal tedbiri: Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemesi

İkinci uydurmanın da çürütülmesinden sonru Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet idaresinde Kürt meselesinin nasıl ele alındığına geçebiliriz. Burada karşımıza Musul Sorunu çıkar. İngilizler’le Musul müzakereleri sürmektedir. Türkiye Musul’u geri almak için askeri bir harekatın da hazırlıklarını yapmaktadır. Tam bu ortamda Şeyh Sait isyanı patlak verir.

Kürtler yine İngilizlerin oyuncağı olmuştur. İngiliz desteği ile ayaklanan Şeyh Sait, önemli başarılar kazanır. Başbakan Fethi Okyar’dır. Fethi Bey, isyanı çok önemsemez ve üzerine hemen gitmez. Daha sonra Meclis’te kendini savunacağı üzere “gereksiz kan dökülmesine karşıdır”

Tam bu sırada Mustafa Kemal, Ankara Garı’nda İsmet Paşa’yı beklemektedir. Hükümet değişir, İsmet Paşa kabinesi kurulur. İsmet Paşa hükümeti iki karar alır, biri İstiklal Mahkemelerinin kurulması, ikincisi Takrir-i Sükun kanunu. Bu, devletin isyanın üzerine sertlikle gideceğinin işaretidir.

Takrir-i Sükun görüşmeleri, gizli Kürtçü liboşlarla, Cumhuriyetçilerin hesaplaşmasına dönüşür. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası liderleri, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Rauf Bey, Takrir-i Sükun’a karşı çıkarlar. Onlara göre isyancılarla masum halkı ayırmak gerekmektedir. Takrir-i Sükun özgürlükleri ortadan kaldıracak ve bir dikta idaresi kuracaktır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 15 milletvekili bulunmaktadır. Bunlardan özellikle Dersim milletvekili Feridun Fikri’nin isyancıları korumak için çırpındığı görülür. TCF’nin tüm muhalefetine karşın Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu yasası kabul edilir.

Çünkü başta Atatürk olmak üzere, Cumpuriyetçiler, isyancılara özgürlük tanımanın Cumpuriyet’in sonu olacağını görmektedirler. Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de bir bölünme olmuştur. 92 millitvekili isyanın üzerine sertlikle gitmekten yana tavır koyarken 60 milletvekili buna karşı çıkmaktadır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar. 2 Mart günü kürsüye çıkar ve kararı açıklar: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlayan tamamlayacaktır.”

Nifak vardır vahdet olsun diyoruz

Böylece Mustafa Kemal’in çözümü uygulanmaya koyulur. Mustafa Kemal muhalifleri ve ürtçüler ise özellikle İstanbul basınında yuvalanmıştır. Milli Savunma Bakanı Recep Peker durumu şu şekilde ifade eder:

“... Türkiye’de devlet nüfuzu adına gösterilen hoşgörünün sonunda devlet işlemez hale gelmiştir. Çok yüksek adlar adına yapılmış yasalar da buna yol açmıştır. Basın, özellikle İstanbul sbasını Türkiye’de devlet gücü diye ne kadar kutsal yer ve makam varsa hepsini ite kaka meşruluk dışı bir çekişme aracı yapmıştır. Bunlar, devlet kuruluşu diye ne varsa hepsine birden yalan ve iftiralarla saldırıp tüm devleti tahrip etmektedirler.

“Her sabah milletin yüzüne fışkıran mikroplu balgamlar masum halka devlet gücünün değerli birşey olmadığını aşılyamaktadır...

“Hükümetimiz pislik yuvalarını temizlemeye yetkisi olmadan bu ülkenin yönetimini ele alamaz. İç tehhlike içinden yanan yangın gibidir. Eğer devlet kuruluşları, meclisler ve hükümetler, bu yangını patlamadan önce bulup gereken yasal önlemleri almazsa yangın büyüdükten sonra önlem almaya da zaman kalmaz.

“Herhangi bir düşünce ile ve herhangi bir amaçla, özgürlüğü yine bizzat özgürlüğe çevrilmiş bir silah gibi kullanmak, gerçeğe ve yurt yararına uygun değildir.”

Sonuçta isyan bastırıldı.

İsyanın elebaşılarındak 46’sı idam edildi.

Mehmet Emin Bey,

Meclis’te Cumhuriyet’in isteğini açıklıyordu:

“Memlekette nifak vardır vahdet olsun diyoruz.

İhanet vardır sadakat olsun diyoruz.

İzmihlal tehlikesi vardır beka olsun diyoruz.

Ölüm vardır hayat olsun diyoruz.”



Gökçe FIRAT

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 11:59
gönderen borabey
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler (II)


Güneydoğu’ya Umum Müfettişlik

1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra Cumhuriyet yönetimi meselenin üzerine daha hassasiyetle yaklaşmaya başladı. Bu yaklaşımla birlikte Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesindeki tedbirleri de oluşmaya başladı. Cumhuriyet idaresinin meseleyi çözmek için Takrir-i Sükun Kanunu çıkarttığını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni yeniden kurduğunu geçtiğimiz haftaki yazımızda görmüştük. İstiklâl Mahkemeleri’nin çalışma süresinin dolması ile birlikte yerine bir şey konulup konulmayacağı tartışılmaya başlandı.

Bu noktada Umum Müfettişlik kurulması Cumhuriyet idaresinin çözümü oldu. Umum Müfettişlik ya da o dönem kullanılan öz Türkçe karşılığı ile Genel İnspektörlük kurulması önerisi Başbakan İsmet İnönü’den gelmişti. Gerekçe, bu bölgede daha güçlü bir yönetim kurulması gerekliliğiydi.

25 Haziran 1927 tarihinde Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun kabul edildi. Bu kanuna göre Umum Müfettişlik Elaziz, Urfa, Hakkari, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Mardin ve Van illerini kapsayacaktı. Görüldüğü üzere bu bölge Kürt isyanlarının merkezi olan Güneydoğu Bölgesiydi.

Umum Müfettişliğe beş yıl bu görevi sürdürecek olan İbrahim Tali Öngören atandı. Bu tercih dikkat çekiciydi çünkü Öngören aynı zamanda milletvekiliydi. Öngören milletvekilliğinden istifa ederek bu göreve geldiğine göre görev oldukça önemliydi. Ancak Öngören’in çok daha önemli bir özelliği daha vardı o da Mustafa Kemal’le birlikte Bandırma Vapuru’na binen ilk kadrodan olması ve o günden beri de Mustafa Kemal’in güvenini hiç kaybetmemesi idi.

Umum Müfettişlik görevine 1935 tarihinde Abidin Özmen’in atanması da üzerinde durulması gereken bir noktadır. Abidin Özmen, Milli Mücadele yıllarında Mudanya Kaymakamıdır. Bu görevini sürdürürken Yunanlılara karşı ajanlık faaliyetini organize eder. Bu görevi sırasında Yunanlara esir düşer. Atina Hapishanesi’nde iki buçuk yıl hapislikten sonra Zafer’le birlikte kurtulur ve yurda döner. O da Mustafa Kemal’in güvenini kazanan kadrolardandır.

Güneydoğu bölgesinde göreve başlayan Umum Müfettişliklerin kapsamı daha sonra genişletilir. İkinci Umum Müfettişlik 1934 tarihinde Trakya’da Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale illerinde kurulur. 1935 tarihinde Erzurum merkezinde Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh, Erzincan, Trabzon ve Ağrı illerini kapsayan Üçüncü Umum Müfettişlik kurulur. 1936 yılında ise Bingöl, Tunceli, Elaziz ve Erzincan illerini kapsayan Dördüncü Umum Müfettişlik kurulacaktır.

Bu görevlere atananlar da dikkat çekicidir. İkinci Umum Müfettişliğe İbrahim Tali Öngören geçerken, Üçüncü Umum Müfettişliğe Tahsin Uzer atanır. Tahsin Uzer de başından itibaren Mustafa Kemal’in yanındaki kadrodandır. Dördüncü Umum Müfettişliğe ise Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır. Alpdoğan Paşa, Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa’nın oğludur.

Görüldüğü gibi Atatürk, Umum Müfettişliklere büyük önem vermiş ve bu göreve hep çok güvendiği isimleri getirmiştir. Umum Müfettişliklerin kuruluş tarihi de oldukça dikkat çekicidir. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Birinci Umum Müfettişlik teşkil edilirken, Ağrı İsyanı ertesinde Üçüncü Umum Müfettişlik, Dersim İsyanı döneminde ise Dördüncü Umum Müfettişlik teşkil edilir. Aslında Dördüncü Umum Müfettişliğin teşkili, Cumhuriyet Yönetimi’nin Dersim’e yönelik hazırlıklarının sonucudur. Zaten Dördüncü Umum Müfettişliklere sadece Korgeneral rütbesindeki askerler atanabilecektir.

Atatürk kurdu, Demokrat Parti kapattı

Umum Müfettişliklerle ilgili aslında önemli bir ayrıntı daha belirtilmelidir. Umum Müfettişlik daha Milli Mücadele sürerken, yani Birinci Meclis döneminde de kabul edilmiştir. Koçgiri İsyanı’nın hemen ertesinde gündeme gelen Umum Müfettişlik idaresine muhalefet şu gerekçeyle karşı çıkıyordu: “Memleketten İstiklâl Mahkemelerini kamilen kaldıralım, memlekete adalet verelim. Adalet için çare İstiklâl Mahkemeleri’ni kaldırmak... Müfettişi Umumilik Kanununda toptan tüfekten bahsediliyor. Bu milletin üzerine hâlâ top ile tüfek ile mitralyöz ile mi yürüyeceğiz?”

Ancak Mustafa Kemal bu tür muhalefeti yenerek Umum Müfettişlik yasasını o dönemde de çıkartmıştı. Çünkü bölücülük, her dönemde insan hakları ve hürriyet laflarının arkasına sığınarak idareyi gevşetmeye çalışmıştır.

Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde Umum Müfettişlikle ilgisi de belirtilmelidir. Umum Müfettişlerin çalışmalarını yakından takip eden Atatürk, özellikle Dersim Harekatı sırasında Dördüncü Umum Müfettiş Alpdoğan Paşa’ya büyük destek vermiştir. Nitekim İnönü’nün Alpdoğan Paşa’ya 30 Mayıs 1937 tarihli mektubunda şu sözler dikkati hemen çeker: “... Atatürk sizden bana büyük bir takdir ve memnuniyetle bahsetti. Bilhassa hanımefendinin asalet ve nezaketi ve Sabiha Gökçen’e gösterdiği alaka ve şefkat kendisini pek mütehassis etmiştir.” Bilindiği gibi Sabiha Gökçen, Atatürk’ün manevi kızıdır. Ve Dersim İsyanı’nı bastırmak için havadan bombardıman yapan pilotlarımızdandır.

Umum Müfettişliğin önemi Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesine yaklaşımını bizzat yürüten kurum olmasıdır. Bu bakımdan 7-22 Aralık 1936 tarihleri arasında düzenlenen Umum Müfettişler Toplantısı özel önem taşımaktadır. Dersim İsyanı öncesindeki toplantı Cumhuriyet idaresinin olaya yaklaşımını özetler. Şu satırlar Dördüncü Umum Müfettiş Alpdoğan Paşa’nın raporunda geçmektedir:

“...Türkçe bilmeyen çocuklara bu mekteplerde Türkçe öğretiliyor. Türk duygusu aşılanıyor. Tunceli içerisinde dilini unutmuş Türk soyundan insanların kasaba ve nahiyelerle civarına iskanları düşünülüyor. ... Toplu bir Türk camiası vücuda getirecek bu hususta hazırlıktayız. ... Soyadı kanunu mıntıkada takip edilerek Türk soyu adlarının soyadı olarak halka verilmiş olması ve bu adlarla kendilerinin çağrılmasıdır..”

Umum Müfettişliklerin kaldırılması ise Demokrat Parti iktidarı altında olacaktır. Kürt bölücülüğüne kucak açan DP, daha ilk görev yılında bu kurumu lağvedecektir. Kürtçülüğün önde gelen isimlerinden DP Diyarbakır milletvekili Mustafa Remzi Bucak, Umum Müfetişliklerle ilgili görüşmede şu sözleri sarfedecektir: “... Bu memleketin siyasi idare tarihinde kapkara bir leke olarak yer almış olan Umum Müfettişlikler... Bu bakımdan Umum Müfettişlikler, idare ve siyasi tarihimizde iğrenç ve korkunç kanlı sahifeler ilave etmekten başka bir vazife görememişlerdir...”

Aynı Bucak’ın daha sonra Kürdistan’a özerklik verilmesi ve federasyon kurulması için İsmet İnönü’ye başvurduğunu da göreceğiz.

Görüldüğü gibi 1927 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in imzası ile kurulan Umum Müfettişlikler 1952 yılında karşıdevrimci Demokrat Partililer tarafından ortadan kaldırılmıştır. Tıpkı köy enstitüleri, Halkevleri gibi...

Birinci Umum Müfettişlik çalışmaları sonuçlarını vermeye başlar. Şeyh Sait isyanından sonra Birinci Umum Müfettişlik bölgesinde Kürt isyanı gerçekleşmez. Ancak Kürt bölücülüğü bu dönemde merkez üssünü Diyarbakır’dan Ağrı’ya kaydırır. 1927 ile 1931 yılları arasında Ağrı’da üç ayaklanma gerçekleşecektir. Bunların en büyüğü ve en önemlisi Üçüncü Ağrı isyanıdır.

İskan Kanunu

Ağrı İsyanı’ndan hemen sonra Cumhuriyet İdaresi’nin Kürt meselesinde yeni bir tedbiri olan İskan Kanunu hazırlanacaktır. 1932 yılında kanun teklifi haline getirilen ve 27 Mayıs 1934 tarihinde yasalaşan İskan Kanunu, gerek gerekçesi gerekse uygulanması açısından son derece önemli bir belgedir.

İskan Kanunu’nun gerekçesinde öncelikle yaşanılan sorunun kökeninin Osmanlı yönetiminde olduğu belirtilir. Gerekçe’nin ikinci sayfasında bu durum şöyle ifade edilir:

“Dini ve emperyalist saltanatın memlekette idame ettiği idarei mutlakanın bünyesi esasen milli temsil siyaseti tatbikine gayrımüsaittir. Mutlakiyet kendi varlığını birbiri ile anlaşamayan unsurların yanyana bulundurulmalarına ve birbirlerile bağdaşmamalarına ve kaynaşmamalarına istinat ettiriyordu. Onun için muhtelif kıtalardan gelen muhacir unsurlar hane hane Türk kasaba ve köyleri içine dağıtılarak eritilip temsil edilmeleri maksadı hiçbir zaman istihdaf edilemezdi. Muhtelif vilayetlere gelen bu halk blok halinde müstakil köy ve mahalle teşkil etmek üzere yerli Türklerin arasına bir ihtilaf unsuru olarak katılırdı. Bunlar yıllarca kendi dillerile mütekellim kaldılar. Bütün Osmanlı devrinde Türkçeyi ana dili olarak bernimseyemediler. Türk ırkına ve harsına mensup muhacirler bile blok halinde ayrı yerleştirilmek yüzünden ırkdaşlarına bütün bir Osmanlı devrinde ısınamadılar.”

Üçüncü sayfada ise Cumhuriyet döneminin uygulamalarına geçilmekte ve şu ifadeye yer verilmektedir:

“Bu dokuz yıl zarfında Cumhuriyet Hükümetince hal ve tavsiyesine muvaffakiyet elveren dahili, harici birçok meselelerden sonra normal bir sistem tahtında milli bünyemizi korumağa, sağlamlaştırmağa, mütecanisleştirmeğe ve milli harsımıza ve muasır medeniyete daha ziyade intibakları matluk olan nüfus kütleleri üzerinde müsmir bir suratte Devlet eli ile işlemeğe Türk nüfusunu kemiyet ve keyfiyetçe inkişaflandırmağa müteveccih bir nüfus siyaseti takip ve tatbikine sıra gelmiştir”

Takip ve tatbik edilecek nüfus siyasetinin ne şekilde olacağı ise şu şekilde belirtilmektedir:

“Yine dahili iskan safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmıyan nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için Hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.”

İskan Kanunu’nun gerekçesinde de görülebileceği gibi Cumhuriyet idaresi, Türkiye’de Türk nüfusunu -ki bu nüfusun ana dili Türkçe olacaktır- arttırmak için bir nüfus siyaseti izleyecektir. Bu siyasetin gerekçesi ise Osmanlı’nın farklı kavimleri kütleler halinde koruyarak tek bir milli kimlik yaratmaya engel olmasıdır. Osmanlı’nın bu kozmopolit siyasetine karşılık Cumhuriyet idaresi, tek bir Türk kimliği yaratmak için, farklı kavimleri Türklük içine dağıtarak eritecektir!

Türklük içinde hamur oluncaya kadar eritmek


Kabul edilen İskan Kanunu’nda ise bu gerekçeye uygun olarak çok önemli noktalara temas edilmiştir. Yedinci sayfada şöyle ifade edilmektedir:

“Yapmacık Osmanlı topluluğunun bir gün için Türk’e veremediği geniş soluk almayı, Türkiye Cumhuriyeti kendisi için en yüksek, en değerli en büyük amaç yapmıştır... Osmanlı İmparatorluğu Türk’ü başka soylar kazancına çalıştırarak onu yükseltmeyi kendisine ve yaşatmak istediği gemsiz buyrukçuluğuna nasıl bir çürük temel edinmiş ise Türkiye Cumhuriyeti de bütün olgunluğunu Türk varlığından alarak onun dışında hiçbir şey görmemek üzere öz benliğini milletine dayamakla yükselmektedir. Bunun içindir ki Osmanlı İmparatorluğu, değişik ve çetrefil dil söyleyenlerin içinde çalışkan içi dışı ayrı kalmış kümeler kılığındaki insan kalabalıklarının birbirini anlamamaları ve anlaşamamalarında nasıl kendi eğri yaşayışını korumak istiyor idiyse, Türkiye Cumhuriyeti de ancak gönül ve kafa birliği ile dil birliğini göz önüne alarak bir soyun tek çocuğu saydığı Türklüğün iç ve dış güçlerini biletip yükselterek herşeyi ancak bu büyük Türke bağlamayı kendisine ülkü ve amaç yapmıştır.

“... Yalnız muhacir getirerek yerleştirmek düşüncesi bu kanunda yer tutmuş değildir. Burada en canlı ve en köklü düşünce yapılacak iş, yerleştirmenin bilgi yolunda yapılmış olması ile beraber binlerce yıldan beri dönüp dolaşan dağınık Türkleri toplayarak artık bu göçebe yaşayışına bir son vermek ve kültür işini kökünden kesmek için buraya açık ve kestirme kurallar konmuştur. Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için Devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Türk bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını, kanunun ona verdiği her türlü hakları kullanmakta olanları, Türkiye Cumhuriyeti uygun göremezdi. Bunnu içindir ki, bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Türk’üm diyen herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır.”

Görüldüğü üzere İskan Kanunu, tek bir Türklük yaratmak için çıkarılan bir kanundur. Bunun için tek bir Türk kültürü oluşturulması gerekmektedir. Ve en önemlisi de Türkiye Cumhuriyeti kanunlarından yararlananların kendilerini Türklükten bağımsız görmelerini Cumhuriyet idaresinin kabul etmeyeceğidir. Bugünkü tartışmalarla paralel bir biçimde, o günlerde de, bu ülkenin bayrağına, diline tabi olmayıp bu ülke kanunlarının sağladığı haklardan yararlananlar vardı. İşte bu kanundan sonra artık bunlara müsamaha edilmeyecekti!

Ve dahası bugün Atatürk’e maledilmeye çalışılan Türk-Kürt kardeşliğinin tam tersine, İskan Kanunu açıkça şunu söylemektedir:

“Yalnız 1876 yılından sonrakileri ele alırsak, yok olan Osmanlı İmparatorluğu’nda gelip yerleşen değişik dilli ve değişik kültürlü olanlar inanda yerli Türkle birleşik iken bile bunları ayırt edilmeyecek gibi Türk kültüründe yoğrulduklarını söyleyemeyiz. Bunu Türk kültürünün yetiştirici, yükseltici ve yerleştirici gücünün düşüklüğüne veremeyiz. Bu gelenleri Türk kendi topluluğu içine almış iken ve hemen pek çoğu da Türk dilini konuşurken bile Türk kültürünü, Türk duygusunu bilimli olarak taşımaktan sekmişlerdir. İşte bunun içindir ki geçmişte denenmiş olanı bir daha denemek gibi zararlı bir işe girişmekten ise bunu kökünden kesip atmayı isteyen bu madde ile Devlet bu gibi yurda gelenleri ta Türk kültürü içinde eyice eriyip büyük Türklük içinde hamur oluncaya kadar gözü önünde tutmak istemiştir.”

Aşiretlerin Dağıtılması ve Toprak Devrimi

İskan Kanunu, Atatürk’ün Altı Ok programının çok önemli halkasıdır. İskan Kanununun aşiretleri kaldıran kararı aşiret düzenine karşı ulusçuluk tedbiri, aşiretlerin dağıtılması ile birlikte çıkarılan Köylüyü Topraklandırma Kanunu ise halkçılığın önemli bir uygulamasıdır.

Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet yöneticileri Kürtçülüğün, aşiret düzeninde yaşayan bir toplumsal sistemden güç aldığını görüyorlardı. Bu sistemde, topraksız köylü, şeyhin, ağanın esiri idi. Devlet iktidarına karşı bu kırsal alanda ağanın, şeyhin egemenliği söz konusuydu. Devlet kendisine rakip olan bu iktidara göz yumarsa devlet içinde devlet kurulmuş olacaktı. Kürtçülük zaten tam da bu nedenle gelişmişti. Güçsüz Osmanlı padişahları, gerek İran’la gerekse Ermenilerle mücadelede Kürt aşiretlerine destek olmuş, onlara otorite vermişti. Böylelikle Kürt aşiretleri Osmalı karşısında bir güç olmuşlardı. Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte varlığı tehlikeye düşen aşiretler, bu konumlarını korumak için gerek Hilafetçiliğe gerekse Kürtçülüğe başvurarak halkı Cumhuriyet devletine karşı ayaklandırıyordu.

O halde Kürtçülükle mücadelenin en önemli tedbiri aşiret yapısının dağıtılması olabilirdi. Ancak bunun için de aşiret egemenliğinden kurtarılacak köylüye toprak dağıtmak gerekirdi. bu ise bir toprak reformunu gerekli kılıyordu. İşte İskan Kanunu bu iki noktada da gereken yasal yolu açtı.

Kanunun 10. maddesi şöyleydi:

“Kanun aşirete hükmi şahsiyet tanımaz. Bu hususta herhangi bir hüküm, vesika ve ilama müstenit olsa da tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı, şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taazzuvları kaldırılmıştır.

“Bu kanunun neşrinden önce herhangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış, kayıtsız şartsız bütün gayrımenkuller devlete geçer.”

İskan Kanunu’nun anılan maddeleri TİP tarafından yayınlanan Sosyal Adalet dergisinde toprak devriminin bir aşaması olarak desteklenmiştir.

Ancak aşiretlerle mücadele alanında önemli bir adım da 27 Mayıs Devrimi’nden sonra atılmıştır. 19 Kasım 1960 tarihinde 2510 sayılı İskan Kanunu’na ek 105. madde eklenmiştir. Bu ek madde uyarınca 55 ağa sürgüne gönderilmiş, toprakları ise köylüye dağıtılmıştır.

Soyadı Kanunu

İskan Kanunu, yukarıda gerekçesinde de açıkça belirtildiği gibi dönemsel, isyan üzerine çıkarılmış bir kanun değildir. 1925 yılından başlayarak 1926, 1927, 1929, 1933, 1934 ve 1935 tarihlerinde toplam 11 adet iskan kanunu çıkarılmıştır.

İlk İskan Kanunu’nun Şeyh Sait İsyanı ve Mustafa Kemal’e yönelik İzmir Suikasti’nin hemen ardından çıkarılmış olması da dikkate değerdir. Çünkü Cumhuriyet’e muhalefet edenler, aşiretlere yaslanmaktadır. Bu aşiretlerle mücadele ise ancak iskan kanunları ile mümkündür.

Aşiretlerle mücadele ile birlikte çıkarılan Soyadı Kanunu da doğru bir yere oturtulmalıdır. Soyadı Kanunu, isyanları önlemek için isyan bölgesinde ikamet edenlerin nüfusa kayıt yaptırmalarını sağlamak, onları aşiret yapısından kurtarmak için çıkarılmıştır.

İskan Kanunu ile aynı yıl çıkarılan Soyadı Kanunu ile birlikte bir de Bakanlar Kurulu tarafından Soyadı Nizamnamesi yayınlanacaktır. Bu nizamnameye göre, Arnavutluk, Çerkeslik, Kürtlük gibi başka milletlere delalet eden soyadları alınamayacaktır. Soyadlarında ek olarak “yan, of, ef, viç, iç, is, dil, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” gibi takılar da kullanılamayacaktır. Soyadları mutlaka Türkçe olacaktı.

Üç bölgeye ayrılan Türkiye

İskan Kanunu’nun en önemli özelliği Türkiye’de tek bir Türk nüfusu yaratmak için Türkiye’nin üç mıntıkaya bölünmesidir. TÜRKSOLU’nun yayınladığı Kürt istilası haritalarından rahatsız olanlar, Atatürk döneminde çıkan bu İskan Kanunu’nda da aynı haritaların kullanıldığını unutmuş olabilirler. Onlar için bu maddeleri burada bir kez daha verelim:

Madde 1- Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla nüfus oturuş ve yayılışının, bu kanuna uygun olarak İcra Vekillerince yapılacak programa göre düzeltilmesi Dahiliye Vekilliğine verilmiştir.

Madde 2- Dahiliye Vekilliğince yapılıp İcra heyetince tasdik olunacak haritaya göre Türkiye iskan bakımından üç nevi mıntıkaya ayrılır.

1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun tekasüfü istenilen yerlerdir.

2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerlerdir.

3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik, inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve ikamet yasak edilen yerlerdir.

Yukarıda yazılan iskan mıntıkalarının tesdikli haritasında, zamanla ortaya çıkacak ihtiyaca göre değişiklikler yapılması Dahiliye Vekilliği’nin teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyeti kararına bağlıdır.”

Görüldüğü üzere devlet Kürtçülükle mücadele için bir nüfus planlaması yapacaktır. Burada iki tür önlem vardır, birincisi aşiretlerin dağıtılması ile birlikte Kürtlerin, Türk bölgeler içine serpiştirilerek Türk kültürü içinde eritilmesi, ikincisi ise Türk kültürlülerin ve Türk muhacirlerin, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere iskanı ile buralarda da Türk kültürünün geliştirilmesi.

Kürtler mahalle kuramaz

Burada bizim Kürt istilası olarak ortaya koyduğumuz, Kürtlerin Batıya yerleşerek oralara da kendi aşiret ve köy kültürlerini taşıyarak Türkleri asimile etmeleri olgusu üzerinde de durmak gerekir. İskan Kanunu’nun 11. maddesi böylesi bir tehlikeyi görmüş ve buna karşı şu tedbiri getirmiştir:

Madde 11- A- Ana dili Türkçe olmıyanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.

B- Türk kültürüne bağlı olmıyanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkında harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle, İcra Vekilleri Heyeti Kararıle, Dahiliye Vekili lüzumlu görülen tedbirleri almağa mecburdur. Toptan olmamak şartıle başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içirndedir.

C- Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırları içindeki bütün nüfus tutarının yüzde onunu geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.

Görüldüğü gibi Atatürk döneminde çıkarılan İskan Kanunu ile Kürtlerin mahalle ve köy kurmaları yasaklanmıştır!

Türklerin Kürtleşmesi


İskan Kanunu’nun Türklerin kendi milli kimliklerini unutmasına karşı, güncel olarak söylersek Kürtleşmesine karşı da bir tedbir olduğu ortadadır. Meclis’te Kanun görüşmeleri sırasında Samsun mebusu Ruşeni Bey şunları söyler:

“Son üç dört asır zarfında saltanatın yarattığı hastalık maalesef Türk kanına yerleşmiş ve Türk yabancı Müslüman soyları arasında kaldıkça Türklüğünü unutarak o soylara karışmağa müstenit olmuştur. Bugün Mısır’da, Filistin’de, Suriye’de, şurada burada Araplaşan Türkler yüzbinlerle baliğ olmaktadır. Halbuki tabiatta her zihayatın bir miğdesi vardır. Miğde mutlak canlı şeyler yemekle yaşar. Yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin miğdesi olduğu gibi milletlerin de miğdesi vardır, o da insanları ve kümeleri yiyerek yaşar...

“... Şimdi bir de dini ve dili ayrı olan soyları ele alalım. İmparatorluk devrinde düşmanlardan gördükleri yardımlarla, aldıkları imtiyazlarla öyle bir noktaya varmışlardı ki, her doğan çocuk Türk düşmanı olarak doğmuş, Türk yurduna zarar vermek üzere büyümüştür. Bunlar yavaş yavaş kendi kültürleri, kendi ülküleri, kendi servetleri ve kendi yaşayışları ile Türk’e karışmamak için o kadar ileri gittiler ki, kendilerinin bile olmıyan dilleri benimsemişler, onu konuşarak bizden ayrılmışlardır”

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da bu duruma değinerek İskan Kanunu ile birlikte aynı zamanda dil davasının da halledileceğini belirtir.

Devlet Türkten başka millet tanımaz

Atatürk döneminde alınan tedbirler elbette İskan Kanunu ile sınırlı tutulamaz. Atatürk ve dönemi başından itibaren Türklük üzerine Cumhuriyet’in edilmesine sahne olmuştur:

1- Daha 1922 yılında Büyük Taarruz’dan sonra millete beyanname yayınlayan Başkomutan Mustafa Kemal burada, “Kurtuluş Savaşı’nı birlikte veren Türklerle Kürtlere” değil, “Büyük asil Türk milletine” seslenir!

2- 1924 Anayasası Encümeni, Türkiye’deki millet meselesini şu şekilde formüle eder: “Devlet Türkten başka millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuku müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların ırki ayrılıklarını ayrı bir milliyet olarak tanımak caiz değildir.”

3- Atatürk 1926 yılında kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlar: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsıyle meşbu olursa o camiaya istinat eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”

4- Aynı şekilde Başbakan İnönü, 1925 yılında şunları söyler: “Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizim yegane birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmıyanları behemehal Türk yapmaktır. Türkleri ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”

5- Bugün kimileri tarafından Kemalizmin ideoloğu olarak lanse edilen Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt “Türk’ün en kötüsü Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsızlığı ekseriya mukadderatını Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.” der!

6- Başbakanlık’ın 1925 tarihli kararnamesine göre Kürtlüğe asimile olma tehdidi altında bulunan Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcivaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezik, Ovacık, Hısnı Mansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik ve Çermik vilayetleri ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer idari şubelerde, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka dil kullananların hükümet ve belediye emirlerine karşı gelmek suçundan cezalandırılması kararı alınmıştır!

7- 1928 yılında “Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası başlatılmıştır. Atatürk de “ Türk milletindenim diyen insan, herşeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz” demiştir.

8- Atatürk Medeni Bilgiler kitabında şu uyarıyı yapar: Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdad devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir”

Görüldüğü üzere Atatürk ve Cumhuriyet’te, Kürtçülerin işine yarayacak bir malzeme yoktur. O nedenle mürteci beyinsizlerin, hertürlü Türk kılığındaki hain o pis ellerini Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten çeksinler.

Atatürk ve Cumhuriyet, Türklerindir!



Gökçe FIRAT

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 12:55
gönderen MansurSah

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 14:34
gönderen borabey
***********
Kürdistan için imza kampanyası
Özel not:Bu sitede sözde Kürdistan için imza kampanyası başlatmışlar.
KAMUOYUNA
Kürdistan ve Dünya Kamuoyu Için, Kürdistan Ulusal Sorunun Çözüm Bildirgesi .
İlgi için bakınız...
http://www.malame.org/imza/
***********
PKK anayasasını yazan Hollandalıya Türkiye’den ödül!..
BEHİÇ KILIÇ
behic.kilic@tercuman.com.tr

PKK, 1993 yılında çok mutlu olmuştu, çünkü o tarihte Avrupalı efendileri kapsamlı bir manifesto yayınlayarak bu çetenin Türk topraklarında devlet kurabileceklerini ilan etmişlerdi! Bu manifesto, bir kitap görüntüsündeydi ve kitapta “PKK çetesinin tedhişi yaydığı bölgelerde kendi polisi, kendi adliyesi, kendi belediyesi v.s halinde merkezileşeceği ve tüm Türk topraklarında da eşit haklarla etkin olacağı...” mealinde dayatmalara yer verilmişti.
Peki, bu kitabı kim yazmıştı?..
“Sevr çetesi”nin Türkiye’ye saldırı fonundan yolunu bulan Hollandalı bir çıkıntı herif vardır. Tıpkı bizim buralardaki eş değerleri gibi bu herif de “Profesör” unvanlıdır, dahası kendileri “Türkolog” olarak takılır. Seksenli yılların sonundan beri Türkiye semalarında boy gösterir, önce sosyal demokrat partiler üzerinden memleketimize dalış yapmış, ardından PKK tosunu, olarak ortaya çıkmıştır. Bir ara Hollanda derin devletinin finanse ettiği,Türkiye’ye de yutturulan bir ortak düşünce kuruluşu oluşturulmuş, bu zat, kuruluşun kurmayı olarak rol almış,Türklerin hatta emekli askerlerin de içinde yer aldığı bu kuruluş kafadan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırınca boyası dökülmüştü... İşte, bu vak’anın tarihi 2004’tü.
Şimdi!..
Sözü Sayın Cezmi Doğaner’e aktarmak istiyorum. Doğaner bize, aşağıdaki bilgileri hatırlattı... Bu hatırlatma ile hem Zürcher’i hem de memleketimizin değerli büyüklerini şöyle bir anıverelim.
“11.06.2005 tarihinde Prof. Dr. Erik-Jan Zürcher”e Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yapmış olduğu önemli katkılardan dolayı üstün hizmet ödülü verilmişti. Türkiye’nin Lahey Büyükelçiliği’nde düzenlenen törende Zürcher’e ödülü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından, Büyükelçi Tâcân İldem aracılığı ile sunulmuştu. Profesöre teşekkür belgesi ve ‘Atatürk armalı’ altın madalya verilmişti.1953 yılında doğan Prof. Dr. Erik-Jan Zürcher, Türkiye Tarihi’yle ilgili çalışmalarıyla tanınıyor. Leiden Üniversitesi Öğretim Üyesi Zürcher’in meşhur yayınları arasında Milli Mücadelede İttihatçılık (Doktora tezi - 1984) ve Modernleşen Türkiye’nin Tarihi (1993) yer alıyor.
Sayın Zürcher, “Türkiye Ermeni Soykırımını yapmıştır. Tartışmaya yer verilemeyecek kadar açıktır. Türkiye Soykırımını kabul etmeli” diyor.
Atatürk için; “Diktatör”, diyor.
Hollanda’da Türkiye karşıtı kesimlerin akıl hocası.
AB-Türkiye ilişkilerinde ne katkısı olmuş?
Bu durum, herhangi bir AB ülkesinde olsa idi; O ülkenin dışişleri bakanı istifa ederdi.
(Türkiye’nin ve Türk Halkı’nın onurunu koruyamayan Dışişleri Bakanı Sayın Abdullah Gül istifa etmedi )
Avrupa’da bu olup bitenlerden, sorumluluklarını yerine getirmeyen Sayın Erdoğan Hükümeti sorumlu.
Hollandalı Türklerin yıllarca büyük bir çoğunlukla desteklemiş oldukları PvdA’nın (İşçi Partisi) lideri Wouter Bos, son derece talihsiz bir açıklama yapmış ve ‘Birkaç Türk’ün oyu için insani sorumluluğumuzu göz ardı ederek, soykırım yapıldığını reddedemeyiz’ demişti...
Evet ne olmuş?.. Türkiye, kendisine paldır-küldür saldıran bir ayarsız herife, “Üstün hizmet ödülü” vermiş... Bu devirde, bu duruma şaşırmak mı gerekir?!!
N’ayır!..Ödülü kim vermiş, Dışişleri Bakanı, yani?..
Şimdiki Cumhurreisimiz, Abdullah Beyimiz..
Kendilerini ve muhteşem eşini Çankaya Köşkü hiç unutmayacaktır muhakkak!..
Bendeniz de en son olarak kendilerine şu İngiliz Kraliçesi’nin teşrifleri vesilesi ile gerçekleştirilen etkinliklerle hayranlık duymuş ve yerimde duramaz olmuştum... Hele hele, hain Ali Kemal’in torunu ile Atatürk aleyhine kitap yazan hatunun konuk edilip Kraliçe’ye sunulduğu törenler tek kelimeyle muazzamdı!.. Böylece Kraliçe, Türkiye’nin Atatürk’e bakış açısında hangi düzey-dönemlerde bulunduğunu çarpıcı bir biçimde “hissediyor” ve “Modern Türkiye”yi tanıyordu nitekim!.
Şunu hemen belirteyim... Hollandalı Zürcher’in ipimizi çeken kitabının adı”Modern Türkiye’nin tarihi”dir..
Atatürk demişti ki;
“Gaflet, dalalet.”

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:11
gönderen borabey
HARPUT'TA ERMENİ KATLİAMI YAPILDI MI?
Doç. Dr. Orhan KILIÇ*
Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri-II.Cilt

--------------------------------------------------------------------------------
HARPUT’TA ERMENİ KATLİAMI YAPILDI MI?

Doç.Dr.Orhan KILIÇ*


--------------------------------------------------------------------------------

GİRİŞ

Osmanlı döneminde Harput’ta Türk-Müslüman unsurun yanı sıra bir miktar da gayrimüslim yaşamıştır.Bu gayrimüslim nüfus ağırlıklı olarak Ermeniler’den oluşmakta idi.Ermeniler’in yanı sıra bir kısım Süryani ve 19.yüzyılın ortalarından sonra Harput’a gelen Amerikan,Alman ve Fransız ecnebileri de gayrimüslim nüfus içinde zikretmek gerekir.

16.yüzyıldan 20.yüzyılın başlarına kadar Harput’taki ve Ermeni varlığının idari,demoğrafik,sosyal ve iktisadi durumları hakkında özetle şunları söylemek mümkündür:

16.yüzyılda Harput’taki 17 mahalleden 13’ü müslüman,4’ü Ermeni mahallesi idi.Ermeniler’e ait olan mahalleler;Sunabud (Sinabut),Norsis(Norses),Gürcübey ve Şehroz’dur.[1]19.Yüzyılda Harput’taki Müslüman mahallesi sayısı 16,gayrimüslimlere ait
mahalle sayısı ise 5’dir.16.yüzyılda var olan mahalleler 19.yüzyılda da bulunmaktadır.Ancak Norsis Mahallesi’nin adı Asuri mahallesi olmuş,Gürcübey Mahallesi ise bölünerek bir kısmı Çelebi Mahallesi adıyla anılmıştır.[2]

Harput şehrindeki Ermeni nüfusunun oranı 16-19.yüzyıllar arasında Müslüman nüfusa oranla %30-40’lar civarında kalmış ve bu orandan yukarı çıkmamıştır.Şehirdeki Ermeni nüfusun tamamı ise 1250-7700 arasında değişmiştir.[3]

Mamuretü’l-Aziz Vilayeti’nin kurulmasından sonra Harput bu vilayete bağlanmıştır.19.yüzyıl sonları ve 20.yüzyılın başlarında Mamuretü’l-Aziz Vilayeti’nin nüfusu ile ilgili olarak çeşitli kaynaklardan alınan bilgiler aşağıdaki tabloda sunulmuştur:


Tablo 1: Mamuretü’l Aziz Vilayeti’nde Nüfusun Dağılımı (1891-1914)

CiNSİ 1891-1894[4] 1893-1897[5] 1914[6]

Müslüman
300.188 (%78.71) 505.446 (%87.73) 446.379 (%84.67)
Ermeni
73.178 (%19.18) 69.713 (%12.04)
79.821 (%15.14)
Diğer (Süryani, ecnebi vs.) 7.980 (%2.09) 3.655 (%0.63)
971 (%0.18)
TOPLAM
381 .346
578.814
527.171

Bütün vilayet bazında nüfusun analizi yapıldığında Ermeni nüfusun Müslüman nüfusa oranı %12-19 arasında olduğu görülecektir.

Ermeniler’in ibadetlerini yapmak üzere kullandıkları 4 kilise bulunmaktaydı.Bunlar Şehroz Mahallesi’ndeki Surp Agop,Çelebi Mahallesi’ndeki İğdeli,Gürcübey Mahallesi’ndeki Surp Karabet ve Sinabut Mahallesi’ndeki Sinabut Kiliseleridir.[7]

Ermeniler 19.yüzyılın sonlarına kadar devletin diğer bölgelerinde olduğu gibi Harput’ta da huzur,güven ve refah içerisinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.Toplum hayatının ortaya çıkardığı ve dini farklılıktan kaynaklanmayan birkaç adi olayın dışında Harput’ta bir Türk-Ermeni çatışmasına rastlanmaz.Bu durum Ermeniler’in yaşadığı diğer bölgelerde de 19.yüzyılın sonlarına kadar aynı şekildedir.

19.yüzyılın sonlarında ve 20.yüzyılın başlarında Harput’taki Ermeniler’in sosyal yaşantıları ve Türklerle ilişkileri hakkında 1892 doğumlu Hacı Hayrullah TATAR şunları söylemektedir:

“Harput’taki Ermeniler kuyumcu,tenekeci,attar ve buna benzer işlerle iştigal ederlerdi.Buna karşılık Müslümanlar bakkal, kasap v.s,daha düşük seviyede tüccarlar idi.

Ermeni tedhiş olayları başlamadan önce aramızda büyük çaplı bir anlaşmazlık olduğunu söylemek doğru olmaz.Bize karşı her zaman dürüst ve saygılıydılar.Ancak birtakım imtiyazları dolayısıyla müthiş bir para kazanma arzusu ile doluydular.Aşarını yazdığım Aşağı Ağınsı köyünde mahsullerinin 1‘e 10 verdiğini görüyordum.Buna karşın Müslüman-Türk çiftçisinin mahsulü 1‘e 8’den yukarı çıkmıyordu.Bunun en önemli sebebi Ermeniler’in hem verimli toprakları kullanmaları hem de devamlı olarak işlerinin başında bulunmaları idi.

Müslüman-Türk unsurun böyle bir şansı yoktu.Kendi müskatil okullarına gidiyorlar ve kiliselerinde rahatca ibadetlerini yapıyorlardı.Bir emlak alım-satımında alıcı olarak çoğunlukla Ermeniler görülüyordu.Ermeniler’e çok çalışmalarını ve verimli arazileri almalarını Amerikan misyonerlerin telkin ettiği söylentileri oldukça yaygındı.

İçlerinde olan bir olayı hemen mahkemeye intikal ettirmeyip kendi aralarında halletmeye çalışırlardı.

Devlet dairelerinde Ermeni memura pek rastlanmazdı.Ancak bazı komisyonlarda aza olarak Ermeniler’i görüyorduk.

Bizlere zaman zaman“camilerinizde ne yapıyorsunuz?“diye sorarlardı ama kendileri bu konuda yani kilisede ne konuştukları hakkında hiçbir şey söylemezlerdi.Ermeni komşularımız ile insani ilişkilerimiz iyi düzeydeydi.Bunları kışkırtan Ermeni komitacıları ve misyonerler olmuştur.

Misyonerlere gelince,Amerikalılar şehrin batı tarafında Şehroz Mahallesi’nde bulunurlardı.Biz bu mevkie protestan ahalinin çokluğu sebebiyle“Purotlar”derdik.Buradaki müesseseler içerisinde marangozhane,boyahane,hali dokuma tezgahları ve kolej binaları bulunuyordu.Buradaki okullara Kale Meydanından dahi Ermeni talebe gelirdi.Gelen talebe kız-erkek karışıktı. Müesseselerdeki Amerikalı Protestan papazların,Ermeni gençleri isyana teşvik ettiği hususu bütün Harput halkı tarafından biliniyordu.Hatta destekçisi olduklarını dahi söyleyebilirim.

Müslüman halk bu müesseselere pek rağbet etmezdi.Bizler bu mahalleye yolumuz düştüğü zaman giderdik.Büyüklerimiz de onlarla ilişki kurmamıza müsaade etmezlerdi.[8]

Harput’taki Ermeniler sağlık işleri bakımından söz sahibi idi.Müslüman-Türk doktorların yanında,Ermeni ve ecnebi doktorlar da sağlık hizmetlerini yürütüyorlardı.Bunlar arasında Artin Efendi,Kamburyan ve Vezneyan adındaki doktorlar sayılabilir. Saraçhanebaşı’nda Amerikalılar’ın açtığı bir eczaneden başka,Ermeni eczacı Milkon’un da bir eczanesi vardı.Ermeniler iş hayatında Türkçe,kendi aralarında Ermenice konuşuyorlardı.Hatta köylerde Ermenice bilmeyen Ermeniler bile mevcuttu. Süryaniler ise kendi dillerini terk etmiş ve iş hayatında Türkçe,kendi aralarında Ermenice konuşmayı tercih etmişlerdir. Süryanice bilenler parmakla gösterilecek kadar azdı.Alman,Amerikan ve Fransız okullarında okuyanlar ve bu okulların öğretim kadrosu doğal olarak Almanca,ingilizce ve Fransızca biliyorlardı”.[9]


--------------------------------------------------------------------------------

HARPUT VE MAMURETܒL-AZİZ VİLAYETİ’NDE ERMENİ OLAYLARI

19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarında yaşanan Ermeni olayları,az da olsa,Harput’ta da görülmüştür.Ermeni komitelerinin yanı sıra Ermeni tahriki için önemli unsurlardan biri olan misyonerlerin Harput’taki varlığı bilinmektedir.[10] Ancak buna rağmen tarihi birlikteliğin getirmiş olduğu dostluk ilişkileri buna izin vermemiş olmalı ki Harput’taki olaylar birkaç münferit olaydan öteye gitmemiştir.Bu sebeple,arşiv belgelerinde de Harput ve çevresinde meydana gelen büyük çaplı bir Türk-Ermeni çatışmasına rastlanmamaktadır.Meydana gelen birkaç olay da şöyledir:

Harput’taki ilk kayda değer olay Kasım 1895’de olmuştur.Harput’ta şubesi bulunan Ermeni ihtilal cemiyetleri ve olayların tahrikçisi rolündeki misyonerler vasıtasıyla isyan hazırlığı içerisine giren bir kısım Ermeniler,tedhiş havası estirmeye başlamışlar,hatta o zamanın en büyük dini alimlerinden biri ve Müslüman halk üzerinde büyük bir etkisi olan Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’yi bile öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.Birkaç küçük olaydan sonra,7 Kasım 1895’de Bağciyan Kirkor isimli bir Ermeni’nin evinden ateş açılarak Hoca Mustafa Efendi,Vartafilli Ali Efendi ve Bekir Efendi isimli 3 Müslüman yaralanmıştır. Ermeniler’in fiilen başlattıkları bu olaydan sonra,Sultan Abdülhamid tarafından kurulan Hamidiye Alayları’ndan bir grup, Ermeniler’in yoğun olarak yaşadıkları Şehroz Mahallesi’nde,Ermeniler ile karşılıklı çatışmaya girişmiş ve bu olaylar esnasında 5-10 kişi ancak ölmüştür.Olay sırasında ve sonrasında devletin resmi kuvvetleri duruma müdahale etmiş ve çoğunluğu Kürt olan bu şahısların yağma hareketlerine girişmeleri önlenmiştir.

Yıllarca birlikte yaşamanın getirdiği komşuluk ilişkilerinin getirdiği dostane tavırla birçok Ermeni ailesi Müslüman ailelerin yanına sığınmış ve günlerce himaye altında tutulmuşlardır.Zaten Harput’taki Ermeniler’in büyük bir kısmı bu tür olaylara tevessül etmemiş ve küçük bir kısmı Ermeni komitacılarının baskıları sonucu olaylara karışmışlardır.1895 yılındaki bu olaydan sonra Osmanlı Hükümeti zarar ziyanın telafisi için Ermeniler’e bir miktar tazminat da ödemiştir.[11]Harput Ermenileri’nin bir kısmının sağduyulu davranışları ve komitelerle birlikte hareket etmemeleri,Vanlı olup bir müddetden beri Amerika’da yaşayan Aşikyan Sahak adlı kişinin Van’da bulunan kardeşleri Manuk ve Karabet’e gönderdiği 8 Şubat 1896 tarihli mektupda da açıkça ifade edilmektedir.Bu mektupta,Ermeniler’in mutlaka Türkler’e karşı silahla harekete geçip isyan etmeleri kindar ifadelerle anlatılmaktadır.Bu mektupta bir de kendisinin yazdığı ve Hürriyet,Yahud Ölüm adlı bir şarkının sözleri de sekiz dörtlük iki mısra halinde bulunmaktadır.Bu şarkının bir kısmı şöyledir:

Esir kalmak bizim için artık büyük ayıbdır.
Ey kahraman Ermeniler artık uyanmalısınız.
Ve hissiyatınızdan teşvik olunup,
Kılınç ve esliha ile alçak Türkler’e karşı yürüyünüz.

Bila-havf ileri varalım.
Vatanımızın ruhlu muhabbeti silahımız olsun.
Ve hedef-i maksadımız,
Ermenistan’ın hürriyeti yahud ölümü olsun,
Öyle ise Ermeni bayrağını açalım.
Ermeniliğe yeni ruh ve yeni hayat verelim.

Bu mektubun bir bölümünde Harput Ermenileri için şöyle söylemektedir:

...Bina’en-aleyh size nasihat ederim ki esliha tedarik etmelisiniz.Zira hayatınız esliha iledir.Az çok silah bulunan yerlerde Ermeniler mutazarrır olmuşlar ise de düşmanı dahi az-çok mutazarrır edebilmişler,yalnız Harput Ermenileri düşmana hiç mukavemet etmeksizin her şeyi kabul etmişler,ya’ni hak dine gelmişler ve üryan ve aç olarak yalnız hayatlarını kurtarabilmişler,lakin bu hayatda kahl ve bir de kurban gidecekdir.Tebdil-i mezheb kendilerini kurtaramayacakdır.Milletimiz ise bunlara bir ha’ine bakar gibi bakıyor.[12]

Mamuretü’l-Aziz vilayetindeki yani Harput şehri dışındaki Ermeniler,bir taraftan komiteler,diğer taraftan ise misyonerler, hayır cemiyetleri ve konsoloslukların tahrikiyle Seferberlik öncesi faaliyete başlamışlar ve I.Dünya Savaşı’nın ilk yıllarından itibaren bu faaliyetlerini yoğunlaştırarak devam ettirmişlerdir.Ancak bu faaliyetler daha çok şehir dışında vilayetin diğer yerlerinde yapılmıştır.Bölgede kurulan çeteler ve özellikle Kafkasya’dan gelen gönüllüler eliyle vilayette ve çevresinde sabotajlar yapılmış,bölge halkından ve cepheden yaralı olarak dönen askerlerden birçok kimse Ermeni köylerinden geçerken katledilmiş,birçok yer bombalanmış,yakılmış ve Ruslar,İngilizler ve Fransızlar hesabına casusluk yapılmıştır.[13]

Mesela,ingiliz Konsolosluğu’nda tercüman olarak görev yapan Osmanlı tebaasından bir Ermeni,11.Kolordu hakkında topladığı bilgileri konsolosa teslim etmiş,ancak raporlar tam sefarete gönderilirken ele geçirilmiştir.Bu casus Rusya’nın savaş ilanından önce Beyrut üzerinden Kıbrıs’a kaçmayı başarmıştır.Dersim halkını hükümet aleyhine kışkırtmak ve halk ile bu konuda birlikte hareket etmek üzere İstanbul ve Rusya merkezlerinden Dersim’e birçok komiteciler gönderilmiştir.Bunlardan birisi elinde ingiliz,Rus ve Fransız bayrakları resimlerini ve altında yöre halkını Ermeniler’le birlikte hareket ettirmeye memur olduğuna dair bir vesika ile Dersim içlerinde çalışır iken yakalanmıştır.[14]Yine Mamuretü’l-Aziz Ermenileri’nden meşhur isyancı ve komiteci Şimavon’un ekibinden Arap Kızıl,Ekmekci Tanil,Bagdasar,Mardiros ve Makratoğlu adlı şahıslar yanlarında çok miktarda dinamit lokumu ve zabıta elbisesi giyerek Dersim’e gidip buranın halkını Osmanlı Hükümeti aleyhine isyana tahrik ve teşvik etmişlerdir.Ekmekci Tanil bu fiilinden başka Arabkirli Bogos(diğer adı Agpik)ve Kirkor ile birlikte Arabkir polis efradından Yusuf Efendi’yi vahşice katletmiştir.Bu kişiler daha sonra yakalanarak yargılanmışlardır.[15]Aynı yıl silahlı olarak devlete isyan suçundan Mamuretü’l-Aziz istinaf Mahkemesi Ceza Dairesi’nce mahkemeleri yapılanlardan altısı beraat etmiş,Malkonyan Haçator ve oğlu Aleksan,Armudanlı Kirkor oğlu Mekteb Muallimi Kerimyan Haçator,Eskioğlu Misak,Agopoğlu (Fenaroğlu)Demirci Artin,Çiloğlu Makineci Canik Nişan ve Hamalyan Kirkor oğlu Malkon hapis cezası ile cezalandırılmışlardır. Bunlardan Malkonyan Haçator’un elebaşı olması sebebiyle cezasının 12 yıl diğerlerinin ise 8 yıl olması Mahkeme-i Temyiz’in 24 Nisan 1894 tarihli kararı ile tasdik edilmiştir.[16]

Mamuretü’l-Aziz Vilayeti’nde en kayda değer olaylar Eğin(Kemaliye)’de yaşanmıştır.

Mamuretü’l-Aziz Vilayeti’ne bağlı Eğin(Kemaliye)’den orduya gönderilmek üzere zahire depolanmış genel ambarların yakınındaki bir Ermeni dükkanında yangın çıkarmak ve bu suretle ordu için vilayetce toplanmış bütün erzakı mahvetmek üzere Eğinli Pilibos adındaki 20 yaşındaki bir Ermeni üzerine dört bomba ve bir miktar gazyağı alarak dükkana girmiş ve dükkanı yakmaya başlamışken dükkan sahibi olan Ermeni’nin yangını başka bir tarafta çıkarması teklifi üzerine dükkan sahibini öldürerek kendisi ile birlikte dükkanı yakmıştır.Yangın depoya sıçramadan söndürülmüştür.Pilibos’un evinde yapılan arama sonucunda ele geçen belgelerden,bu eylemi Eğin murahhassa vekilinin teşvikiyle yaptığı ve birçok şahsın da bu olayla ilgisi Olduğu tespit edilmiştir.Bu olaylar üzerine en büyük ruhani reisleri yani papazlar başta olmak üzere,Ermeniler,hükümete bağlı olduklarını, yanlarında kesinlikle silah bulunmadığını beyan etmişlerdir.Ancak vilayet merkezi olan Harput’ta yapılan aramalar sonucunda 5.000’den fazla silah,300 kadar bomba,40 kilo bomba fitili,200 paket dinamit ve 5.000 adet dinamit misketi bulunmuştur. Bulunan bu cephane bütün vilayeti havaya uçurmaya yetecek miktarda idi.Bunların yanı sıra Arabgir Ermeni Kilsesi’nin çatısına gizlenmiş silah ve bombaların ile gerektiğinde derviş kıyafetine girmek üzere iki kat derviş elbisesi de ele geçirilmiştir.[17]Mamuretü’l-Aziz Valisi’nin gayretleriyle 400 kadar Ermeni yakalanmış ve bunların suçlarını itiraf edip silahlarının yerlerini bildikleri Alman Kızılhaçı’na mensup bir bayanın şahitliği ile de tespit edilmiştir.[18]

1897 Eylül ayında Eğin Ermenileri’nin kilise evlerde yaptıkları toplantılardan bir karışıklık çıkaracakları hissedilmiş ve Eğin Kumandanı Tevfik Bey,Nizamiye Taburu Binbaşısı ve Kaymakam Vekili vasıtasıyla,Papazlar ve Ermeni cemaatinin ileri gelenleri hükümete çağırılarak kendileri ile bir toplantı yapılmış ve herhangi bir huzursuzluk çıkarmamaları konusunda tenbihatta bulunulmuştur.Ancak bu tenbihata rağmen 3 Eylül günü sabah erken saatlerde Köybaşı Ermeni Mahallesi Kilisesi’nde toplanmışlar ve bir müddet burada toplantı yapmışlardır.Toplantı dağıldıktan sonra Ermeniler dükkanlarını açmayarak bir kısmı Köybaşı Mahallesi üstündeki kayalık mıntıkaya doğru silahlı olarak çıkmışlar,bir kısmı ise silahlı olarak evlerine çekilmişlerdir.Daha sonra evlerden ve kayalık mıntıkadan bir süreden beri Eğin’de konuşlandırılmış Asakir-i Şahane Bölüğü’ne atış açılarak bir asker şehit edilmiş bir asker de yaralanmıştır.Askerin bu ateşe karşılık verme kararı alması üzerine evlerde bulunan Ermeniler tutunamayacaklarını anlayınca evlerini ateşe verip yukarı kısımdaki silahlı Ermeniler’in yanına gitmişlerdir.Silahlı Ermeniler Tave Mahellesi’nde konuşlandıralan bölük ve Müslüman ahali üzerine de ateş açmış bunun üzerine karşılıklı çatışma çıkmıştır.Kayalık mıntıkayı tutan Ermeni reisi Kasap Manuk ve avanesi ile daha sonra onlara iltihak eden silahlı Ermeniler askerin tazyiki ile Handuk Dağı’na doğru kaçmaya başlamışlar,mevcut askerin ancak kasabanın savunmasına yetecek miktarda olması sebebiyle takip edilememişlerdir.Bu sırada yardım için etraftan gelen aşiretler tesadüfen Manuk ve çetesi ile karşılaşmış ve çıkan çatışmada Manuk ve çetesinin bir kısmı öldürülerek silahları aşiret mensupları tarafından alınmıştır.100 kadar martini ve kapaklı gibi çeşiktli silahlar ile revolver ve kamalar ordu-yı hümayüna gönderilmek üzere depolanmıştır.Kasaba civarında sağ olarak ele geçirilen Kozmoz adlı bir Ermeni’nin yanında bir adet Rusya berdan tüfengi ile bir revolver ve bir sandık içinde yedi adet humbara,boynuzdan yapılmış bir boru ve şifre anahtarı gibi rakamlı bir şey elde edilerek mahkemeye sevk edilmiştir.Olaylara karışanların bir kısmının Eğin’in İliç ve Divrik kazasının Pengan köyü ile civar yerlerin Ermeniler’i olduğu da tespit edilmiştir.Bizzat Ermeniler’in çıkardıkları yangında Köybaşı Mahallesi’nde evlerin birbirine bitişik olması sebebiyle 410 Hıristiyan evi,kilisenin ahşap kısmı,13 islam evi yanmıştır.Mahalle yakınındaki Kazancı Çarşısı’nda terkedilmiş halde bulunan 95 ve faaliyette bulunan 137 islam dükkanı yanmıştır.Diğer bazı mahallelerde ise 190 Hıristiyan evi ve Aşağı Kilise’nin ahşap kısmı ile 9 islam evi yanmıştır.Yangından sonra Eğin’in müstakil çarşısı ve diğer mahalleleri asker tarafından muhafaza edilerek hiçbir zayiat verilmesine müsaade edilmemiş Ermeniler’in eşyaları bizzat kendilerine teslim edilmiştir.Sahibi bulunmayan eşyalar ise hükümette muhafaza altına alınmıştır.Etraftan gelen bazı aşiret mensuplarının kasabaya girme istekleri kasaba girişinde bekleyen askerler tarafından engellenmiş ve yirmi dört saatte asayiş yeniden temin edilmiştir.Ermeni milletinden ve dava vekillerinden Alaksander’in Eğin’de bulunan fesad Ermeniler ve bunlara yardım edenlere dair verdikleri ihbar üzerine isyancılar yakalanarak adliyeye sevkedilmiştir.Olaydan birkaç gün sonra Köybaşı Mahallesi’nin yangın mahallinde Ermeniler’e ait bir cephane infilak etmiş ve bunun üzerine şüpheli yerler kazılarak arama yapılmıştır.[19]

Ruslarla savaşa girişilmesinden önce ve sonra,Rus ordusuna yardımı ve Osmanlı Hükümeti aleyhine hareketi milli ve mukaddes bir görev addeden Ermeniler’den birçoğu takım takım taburlar teşkil ederek Van tarafına,iran sınırına koşmuşlardır.Bunlardan bir kısmını ise vilayetten kaçan ve ecnebi memleketlerinden gönüllü olarak gelen Mamuretül’l-Aziz Ermenileri teşkil ediyordu.[20]I.Kafkas Kolordusu Telgraf Bölüğü’nde görev yapan Hayrullah Tatar,1917 yılı kış aylarında Erzincan’da bulundukları sırada kaçan Ermeniler’in bıraktıkları eşyalar arasında bazı Harputlu Ermeniler’in fotoğraflarını bularak onları teşhis ettiğini ve Harput idadisi’ndeki Fransızca hocaları Jan’ın bir Ermeni komitacısı olduğunu tesadüfen bulduğu bir mektuptan okuyarak öğrendiğini ifade etmiştir.[21]1890’dan itibaren bazı Harputlu Ermeniler’in Ermeni komitelerine üye olduklarına dair bilgiler de bulunmaktadır.Mesela 1894 yılında Harput’taki Çelebi ve Sinabut Mahalleli Evasabyan Ohannes, Kasbaryan ve diğer Ohannes’in Karahisar-ı Şarki’de kiraladıkları dükkanda Evsabyan Ohannes’e hitaben yazılan Atina’daki Hınçak Fırka-i ihtilaliyyesi’nin mührü ile şifreli bir mektup bulunmuş ve adı geçen kişiler Hınçak Komitesi üyesi olduklarını kabul etmişlerdir.[22]

Harput Ermeniler’inin bir kısmı ise Adana’daki Ermeni nüfusunun fazlalaşması için 1896 yılından sonra bu bölgeye gitmişlerdir.1895-1896 Ermeni isyanları sıralarında Adana’da bir şey olmamış,burada isyan çıkartmak için,daha etkili olacak bir zaman ve fırsat kollanmıştır.Adana’da ruhani kimliği altında en önemli tahrikçi,kudretli komiteci Ermeni marhasası Episkopos Muşeg’in ve arkadaşlarının ilk önemli teşebbüsleri Kilikya bölgesinde mümkün olduğu kadar Ermeni nüfusu yığmak, Ermeniler hesabına kuvvetli bir çoğunluk temin etmekti.Bu amaçla Doğu illerinden Maraş,Zeytun,Van,Harput,Diyarbakır, Bitlis’ten birçok Ermeni getirilmiş ve bunlar için boş araziler işgal edilerek kasabalardaki Ermeni evlerine sıkışık bir halde yerleştirilmişti.Muşeg Episkopos(Adana Katliamı ve Tertipçileri,Kahire 1909)adlı Ermenice eserinde bu gerçeği kabul etmektedir.Hükümetin resmi kayıtlarına göre,Ermeni evlerine nüfusa kayıt ettirilmeden beş altı aile yerleştirildiği ve yalnız 1319’dan 1325’e kadar olan zaman içindeki faaliyet sonucu olarak Adana’da Ermeni nüfusun yüzde kırk oranında artmış olduğu anlaşılmaktadır.[23]Ermeniler’den bir kısmı ise Amerikan misyonerlerin ve Ermeni murahasalarının organizesi ile Amerika’ya göç etmişlerdir.[24]

27 Mayıs 1915 tarihli tehcir kanunu adıyla meşhur sevk ve iskan kanununun çıkmasından kısa bir süre önce,11.Kolordu komutanı, 19 Şubat 1915’de Elazığ’dan Harbiye Nezareti’ne yolladığı telgrafta,bölgede çeşitli köylerde Ermeniler’in jandarmalara ateş açtığını,3 gündür asilerle çarpışmanın devam ettiğini bildirmiştir.[25]

11 Mayıs 1915 Pazartesi günü Harput ve Elaziz’de bazı tevkifler yapılmıştır.Tevkif edilenlerin arasındaki Edvard isimli bir eczacının;Harput Ermeni ihtilal Cemiyeti ve bu cemiyetin başkanı ve üyelerinin isimleri ile bu cemiyete kimlerin mensup olduğunu,22 Mayıs günü Cuma Namazı’nda bütün camilere hücum edilmek suretiyle harekata başlanacağını,Ermeni maşatlığında 150 kadar bombanın gömülü olduğunu,kimlerin evinde silah ve bomba bulunduğunu bütün ayrıntılarıyla ilgili emniyet görevlilerine söylemesi ve 23 Haziran günü Habusu köyünde bir jandarmamızın Ermeniler tarafından öldürülmesi üzerine Harput ve Elaziz’de tehcir fiilen başlatılmıştır.Bu tehcir sırasında şehir ve köylerden birçok Ermeni misyonerlerin de yardımı ile Dersim’e kaçmaya muvaffak olmuş ve oradan Ruslar’a iltihak etmişlerdir.Bir kısım zararsız Ermeniler ise tehcirden hariç bırakılarak yerlerinde kalmışlardır.[26]Ermeni çetelerinin Mamuretü’l-Aziz’deki yaralama ve öldürme faaliyetleri ile jandarmalarla çatışmalarına ve öldürülen ve yaralanan jandarmalara dair ABD Konsolosluğu’ndan ABD Büyükelçiliği’ne de 23 Ağustos 1915 tarihli bir mektupla bilgi verilmiştir.[27]

Harput’taki Müslüman ahalinin son zamanlarda Ermeniler’in faaliyetlerinden tedirgin oldukları o dönemi yaşayanların ifadelerinden de anlaşılmaktadır.1985 yılında görüştüğümüz Hacı Osman Açarlar,Ermeniler’le aralarında önceleri sürtüşme olmadığını ancak son zamanlarda huzursuzluk çıkardıklarından bahisle,Harputluoğlu namında bir Ermeni’nin lider durumunda olduğunu ve tehcir kararında biraz daha gecikilseydi bir Cuma Namazı sırasında Ermeniler’in bütün camilere saldırıya geçeceklerini duyduğunu ve herkesin de bu görüşe inandığını ifade etmiştir.Tehcir kararının alınması ve Ermeniler’in emellerine ulaşamaması sonucu“Beylik Aldınız Mı Ermeniler”diye bir türkü çıkarıldığını da söylemektedir.[28]

Tehcir sırasında uygunsuz davranışta bulunanlar ve gönderilen emirlere uymayanlar hakkında soruşturma açılmış ve bu konu ile ilgili olarak Mamuretül-aziz Vilayeti’nde 223 kişi mahkemelere sevk edilmiştir.[29]

Harput’tan göç ettirilen bazı Ermeniler’in 1919 yılında geri dönmüş ve bunların iaşe ve diğer masrafları devlet tarafından karşılanmıştır.[30]

1922 yılında Harput ve çevresinde araştırma yapan Amerikan Muavenet Heyeti temsilcileri Harput’ta Hıristiyanların katliyle ilgili iddiaların asılsız olduğunu Washington’a bildirmişlerdir.[31]


--------------------------------------------------------------------------------

TEHCİRDEN SOYKIRIM VE KATLİAM İFTİRASINA

1890-1915 yılları arasında Harput şehrinde veya bütün vilayetin tamamı dikkate alındığında Ermeni kaynaklı olaylar yukarıda izah edilenden fazla değildir.Olaylar bu şekilde gelişmesine rağmen özellikle 19.yüzyılın ortalarından itibaren Harput’a gelmeye başlayan ve 1919 yılında tamamen buradan ayrılan Amerikan misyonerlerin hatıraları olduğu iddia edilen birçok yayında Harput’ta soykırım veya Ermeni katliamı yapıldığı ifade edilmektedir.Ancak ibretle müşahade edilen konu,bu soykırım ve katliam başlıkları ile sunulan yayınların içeriğinde onlarca kişinin ölümü ile sonuçlanan bir olaydan bahsedilmemesidir. Katliam veya soykırım iftirası ile sunulan bilgilerin birçoğu Ermeni komitecilerinin takibi ve tehcir olayıdır.Tehcirden adeta bir soykırım ve katliam miti yaratılmaya çalışılmaktadır.Bu durum diğer bölgeler için de büyük oranda aynı şekildedir. Tehcir sırasında Harput’ta olaylara karışmayan Ermeniler’e dokunulmamış ve yerlerinde bırakılmışlardır.Bu durumu,yukarıda da belirttiğimiz üzere Vanlı Ermeniler’den Aşikyan Sahak’ın Amerika’dan kardeşlerine gönderdiği mektuptan çok iyi tespit etmek mümkündür.

Amerikan misyonerlerin hatırlarında ifade edildiği iddia edilen ve Harput’ta Ermeni soykırımı ve katliamı yapıldığı yolundaki bilgiler ise şöyledir:

Harput’taki Amerikan misyonerler,11 Kasım 1895 tarihinde meydana gelen olayda kendilerinin fiziksel bir zarara uğramadığını, ancak bir kısım binalarının yandığını ifade etmektedirler.Hatta bu zarar ziyanın tazmini için Osmanlı Hükümeti’nin 5 yıl sonra 100.000 dolar verdiğini belirtmişlerdir.

Amerika’da yayınlanan The Armenian Review adlı dergide ve Gomidas Institute tarafından çıkarılan bazı kitaplarda 19.yüzyılda Harput’a gelen Amerikan misyonerlerin hatıraları yayınlanmaktadır.[32]Ermeni katliamı ve soykırımı adı altında verilen bilgilerde ise ne gariptir ki bizzat kendilerinin isyanın teşvikçisi ve suçlu Ermeniler’e yardım ve yataklık yaptıkları ve bunları Dersim’e ve Amerika’ya kaçırdıkları açıkça belirtilmektedir.

Barbara J.Marguerian adlı bir Ermeni tarafından yayınlanan Harput’taki Fırat Koleji’nin müdürü Ernest Riggs’in eşi Alice Riggs’in hatıralarında katliam olarak nitelenen bilgiler şöyledir:

Bir sabah Mrs.Riggs uyandığında camdan evin Türk askerleri tarafından sarıldığını gördü.Biraz sonra kocası içeriye girerek bir an önce giyinmesini söyledi.Çünkü askerler evi aramaya karar vermişlerdi.Yan odada ise,henüz Kanada’dan yeni gelen ve uyandırılıp elbiselerini giyinmeleri istenen Pierce’ler vardı.Mrs.Riggs olanlardan sonra şunları anlatmıştır:“Ben Türkiye’de doğdum ve orada büyüdüm.Sultan Abdulhamid’in kuralları altında Ermeniler’in katlini küçük bir kız iken gördüm.Üzeri yazılı küçük bir kağıdın suç itham edildiğini biliyorum”.

Mrs.Riggs,odasındaki şöminede küçük bir ateş yakar ve Mrs.Pierce ile mektupları,anıları,eline geçen en ufak kağıt parçasına kadar ateşe atar.Bu sırada Türkler diğer odaları gezmektedirler.Türkler odaya girdiklerinde Pierce’lerin kapısı üzerinde duran ingiliz bayrağını,Mr.Pierce’ın saklamayı başardığı silahı ve yastığın altındaki Ermeniler’in Mariam İncili’ni göremediler.[33]

Harput’u terkeden misyoner kafilesi Urfa’da isviçre misyonu tarafından karşılanmış ve burada son günlerde cereyan eden Ermeniler’in göçe mukavemet etmeleri yolundaki hikayeler Mrs.Riggs’e anlatılınca,ölmeleri lazımsa,yurtları için birlikte dövüşerek ölmeleri daha iyi olacaktır demiştir.Urfa’da bulunan American Board misyoneri Mr.Leslie karısını ve kızını Anteb’e yolladıktan sonra Ermeniler’e yardım için burada kalmış ve ihaneti anlaşılınca bir şişe asit fenik içerek intihar etmiştir. Urfa’dan Anteb’e geçen kafile burada Dr.Shepard tarafından karşılanmıştır.Bu kişi Alice Riggs’in babasıdır.Dr.Shepard tehcirden Protestan ve Katolik Ermeniler’in muaf tutulması yolunda çalışmış ve bu hususta İstanbul’a gitmişse de başarılı olamamıştır.Daha sonra Beyrut’a ulaşan kafile burada Beyrut Amerikan Üniversitesi başkanı olan Dr.Daniel Bliss’in yerine geçen Dr.Howard Bliss tarafından karşılanmış ve ağırlanmıştır.Riggs’ler burada kalmaya karar vermiş ve birkaç ay sonra Ernest Riggs Hazırlık Bölümü Başkanlığı’na getirilmiştir.Bu görevinden sonra The Armenian-America Society sekreteri,Yakın Doğu arizasının eğitim müdürü,1933’den sonra da Yunanistan Anadolu Koleji başkanı olarak hizmet vermiştir.[34]

Alice Riggs’in Ermeni olayları ve misyon ilgili hatıraları bundan ibaret olup hatıraların diğer kısmı Fırat Koleji ve Harput’taki sosyal hayatları ile ilgilidir.

Elazığ’da Amerikalılar tarafından inşa edilen Annie Tracy Riggs Hastanesi’nin kurucusu ve başhekimi Dr.Henry Herbert Atkinson’un karısı Harriet H.Atkinson’un hatıraları The Armenian Review’de Harput’taki Katliamların görgü şahidi olarak verilmiştir.Daha çok 1915 sonrası dönemle ilgili olan bu hatırlardan Ermeni olayları ile ilgili kısımlar şöyledir:

1915’de Ocak ayının ilk günü,100 askeri tedavi ve himaye etmemiz için Kızılhaç para gönderdi.Biz de hastaneye 130-140 yatak daha ilave yaptık.Tifüs yüzünden insanlar sokaklarda öldüğü için hastaneye rağbet çok fazlaydı.Yatakları döşemenin üzerine sermiştik.Yiyecek ve giyecek sağlarsak onları diğer hastanelerden daha iyi tedavi edebilirdik.Dr.Atkinson Ocak ayında gribe yakalanmıştı.Miss Maria Jacobsen ve ben tifüs olmuştuk.Bu yüzden yardımım çok az oluyordu.Doktor yapabileceğinden fazlasını yapmaya çalışıyordu.Hastane devamlı doluydu.Parası olan hasta askerler hastanemize girmek için subaylara rüşvet veriyordu. Hepsi doktoru seviyor ve ona güveniyorlardı...İlkbaharda Ermeni askerler arasında bir korku olduğunun farkına vardık...Harput’taki okullar kapatılmış,binaların çoğu da askerler için alınmıştı.Askerlik için yaşı küçük olanlar bize gelip yiyecek karşılığında iş istiyorlardı.Aslında istedikleri tek şey emniyetti ve en emin yer onlar için hastane idi.Doktor onlara iş verdi.Hizmetimizde çalışan bir genç bir gün hapse atıldı.Çünkü başka bir Ermeni gencinin cebinde bizim Toros’a yazılmış bir mektup bulunmuştu.Bu mektupta Rusların çok yakın olduğu ve yakında bizim Rus bayrağı altında kalacağımız yazılıydı.Dr.Atkinson,Toros’un kurtarılması için her yolu denedi fakat kurtarılmasını sağlayamadı.10 yıl süreyle sürgüne mahkum edilirken,mektubu yazan genç de asıldı.[35]

Atkinson hatıralarına şöyle devam ediyor:

Mayıs ayında(1915)bildiğime göre hiçbir sebep gösterilmeden birçok eğitimci profesör tutuklandı.Haziran’ın başında Diyarbakır’da kötü şeyler olmaya başladı.Dr.Judson A.Smith yardım için gönderildi.Mr.Harry Riggs de ona yardım etmek üzere Diyarbakır’a gitti.Olaylar sırasında yardımcı olamayan Mr.Riggs,Mrs.Hildegards Smith ile geri döndü.Bu sırada Dr.Atkinson yatağında yılancık hastalığı ile çarpışıyordu.7 Haziran günü sabahleyin telefonun zilinin şiddetli bir şekilde çaldığını duydum.Dr.Pierce şehirdeydi ve diğer tüm misyonerlerin kaldığı bahçenin Türk askerleri tarafından kuşatildığını öğrenmişti. Onlar bazı evraklar için aranıyorlardı.Sebep ise Mrs.Smith idi.Kocasından uzakteyken onunla haberleşmek için bir telgraf şifresi getirmişti ve askerler bunu bulmuşlardı.Bundan başka hoşa gitmiyen başka bir şey bulamadılar.Telefonu sökerek bir müddet buradaki misyonerleri suçlu saydılar.Ancak daha sonra misyonerlerin açık sözlü davranışları onların bu düşünüşünü bertaraf etti.

Tam bu sırada güya bir Ermeni tarafından yapıldığı iddia edilen bazı bombalar bulundu.Bundan önce Ermeniler’e silahlarını teslim etmeleri söylenmişti ve bir kısmı da bu isteğe uymuştu.Fakat diğerleri teslim etmediler.Daha sonra evler;silahlar ve suç teşkil edecek evrak yüzünden arandılar.Birgün yakınımızdaki köylerden birine arkadaşlarımı görmek için gittim.Günlerden pazardı ve jandarmalar şehrin çıkışındaydı fakat geçmeme izin verdiler.Tam bir sessizlik hüküm sürüyordu.Bir eve gittim ve aileyi yerde halka şeklinde otururken buldum.Baba hapisteydi,yüzlerde terör ifadesi okunuyordu.Bahçe silah aramak için 2-3 feet derinliğinde kazılmıştı.Diğer bir eve gittim.Kadın küçük çocukları ile yalnızdı.Köyün papazı olan kocası hastanede bize sığınmıştı.Kocasının yerini ve iyi olduğunu biliyordum.Fakat ona sorulduğu zaman kocasının yerini söyleyebilir endişesiyle yerini söylemedim.[36]

Resmi tehcir kararı alınmadan birçok Ermeninin kendilerine sığındığını,kendilerinin de bu kişileri himaye ettiğini anlatan Mrs.Atkinson bu konuda şunları anlatmaktadır:

Polisler,burada olduğu sanılan adamlar için sık sık kapımıza geldiler.Orada olan herhangi birinin sözüne inanmayıp bizim sözümüze inanıyorlardı.Bir defasında bir polisi çağırıp bunun nedenini sordum.O da bana Van’da ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu.Van’ın Ruslar değil,ihtilalci Ermeniler tarafından yakıldığını söyledi.Adamın doğru söyleyip söylemediğini bilmiyordum ve açıkçası onlara inandım.Kumandan,Dr.Atkinson ve bana tüm sıkıntılarının nedeninin,Rus sınırındaki Ermeniler arasındaki sürgünler ve vatan hainlerinin yüzünden olduğunu söyledi.[37]

Tehcir kararının alınmasından sonraki gelişmeler hakkında ise hatıratta şunlar ifade edilmektedir:Dr.Atkinson,Vali ve Kumandan’dan hastanede çalışanların alınmayacağı konusunda söz aldı.Fakat hatırladığıma göre Temmuz ayında jandarmalar hastanede çalışan Ermeniler’i götürmek için geldiler.Bunlar asker kaçağı Ermenilerdi.8 kişiydiler,en zekileri olan Suren bodruma saklanmıştı.Kızlardan biri de onu talaşlarla örtmüştü.Jandarma onu göremedi ve sinirlendi.Bulunmadığı takdirde hastanedeki tüm Ermeniler’i götürmek için geri döneceklerini söylediler.Biz de bunu yapacaklarından emindik.Birkaç dakikalığına sekizini dua yapmak için odamıza aldık.Doktor onları kurtarmak için bütün gücünü kullanacağını söyledi.Onlar
gittikten sonra kızları çağırarak jandarmanın tehdidini ve bir kişi için 200-300 kişinin hayatını tehlikeye atmamalarını anlattım.Bunun üzerine kızlar gidip Suren’i çıkardılar ve Doktor onu götürüp jandarmaya teslim etti.[38]

Daha sonra Harput’tta eczacılık yapan Melcon Luledgian adlı bir Ermeninin tutuklandığını ve tutuklanan bu kişinin sevkiyat sırasında kaçarak kendilerine sığındığını yazan Mrs.Atkinson,Melcon’un anlattıklarına kanarak sevkiyatta gönderilen bütün Ermeniler’in öldürüldüğüne inanmış ve elinden gelen bütün gayreti göstererek onların kaçmasına yardım etmeye başlamıştır. Mrs.Atkinson’un bu konudaki hatıraları ise şöyledir:

Hapishaneye gidip gardiyanlara arkadaşca davranıp istediğim şeyleri yapacaktım.Doktor ise biraz daha ciddi olmalıydı.Bu yüzden yetkililere gitti ve resmi protesto ve isteklerde bulundu.Ona büyük saygıları vardı.Her zaman olmasa da zaman zaman istediği şeyleri yapmışlardı.Dört gündür hapishanede olan arkadaşlarımızı serbest bırakmayı kabul etmediler.Oysa biz,her akşam bırakılacakların tahmin ediyorduk.Bunun üzerine hapishaneye giderek subaylara yalvardım ve içeriye girdim.Melcon’un acı hikayesini anlatarak bir avuç dolusu usturayı onlara verdim.Eğer bağlanıp bir yere gönderilirlerse,iplerini kesecek ve ateş etme başlayınca kaçacaklardı.Aynı gece gönderildiler ama akıbetleri hakkında bir şey öğrenemedik.Doktorun tavsiyesiyle adamlarımızın serbest bırakılması için kumandana gittim.Bütün adamlarımız özellikle Suren için yalvardım.Onu biz teslim ettiğimiz için öldürülürse vebalinin üzerimizde kalacağını anlattım.Kumandan öldürülmeyeceklerine dair teminat verdi fakat yollara çalışmaya gönderileceklerini söyledi.Ben Melcon’un başından geçenleri anlattım ama nerden duyduğumu söylemedim. Kumandan omuz silkerek,“eğer doğru olsaydı ben duymaz mıydım?”dedi.Buna rağmen Suren’in isminin altına bir çizgi çekti ve Vali ile onun hakkında konuşacağını söyledi.Öğleden sonra Suren serbest bırakıldı ve bir daha dokunulmadı.Bundan sonra benim için serbest bırakılan genç adam daima konuşuldu.Hastanede 15 ay boyunca bize büyük yardımı dokunan Suren daha sonra Dersim yoluyla Rusya’ya kaçtı.[39]

1915 sonbaharında Mezre yani bugünkü Elazığ şehrinin kurulu olduğu yerde bulunan hapishanenin yanma hadisesi olmuştur.Bu olay hakkında ise şunları yazmıştır:

Bir sabah silah sesleri ile uyandık.Mezre’de bir ateş görünüyordu.Ertesi gün içinde mahkumların bulunduğu hapishanenin muhafaza altında tutulan bir kısmının yandığını öğrendik.Toros ve Dr.Atkinson’a yardım eden bir doktor da hapishanedeydi. Kaçmaya yeltenen bazı mahkumlar vuruldu,geri kalanları yandı.Bu iki olay en sonuncularıydı.Yangının çıkmasının sebebi hakkında iki hikaye vardı.Birisi,mahkumların gönderilmesi emri geldi.Mahkumlar bunu reddettiler ve subaylar onların yakılmasını emretti.Bu doğru olabilir çünkü,binanın o kısımı eski ve o kadar değerli değildi,ikincisi,onlara dışarı çıkmaları emredildi,daha önce bulunan bombaları yapan Hüseynikli şişman bir adam yatakhaneyi yakmış şeklindeydi.Bu ikinci hikayeye inanmamızı gerektiren bazı ipuçları da vardı.Birkaç gün önce,gönderilmeleri halinde hapishaneyi uçurmak amacıyla bomba yapmak için malzeme arayan Hüseynikli adamı duymuştuk.Ayrıca deli de olabilirdi.Toros ve Doktor onun arkadaşlarıydı.[40]

Annie Tracy Riggs Hastanesi 1915 yılı sonlarından 1917 Mart’ına kadar,Kürtler ile işbirliği yapılarak Dersim’e kaçak Ermeni gönderen bir yer altı istasyonu görevi görmüştür.Bu durumu Mrs.Atkinson şöyle anlatıyor:

Birkaç hafta sonra bir akşam,Dersim’den tanıdığımız bir grup Kürdün 40 pound karşılığında isteyeni Dersim’e göndereceklerine dair Harput’tan bir haber aldık.Hava karardıktan sonra konsolosloğa gittim.Beraberimde Prof.Luledgian’ı da götürdüm.O’nu Kürtler gibi giyinmiş 4-5 adamla birlikte Dersim’e gönderdik.Daha sonra bizim arka veranda isyancıları Dersim’e görderen bir yeraltı istasyonu görevini gördü.Bu işin tehlikeli olduğunu hisseder hissetmez,gönderme faaliyetini durdurduk.Bu kaçma metodu 1917 yılı Mart’ında Vali değişinceye kadar birbuçuk yıl yüzlerce kişinin kaçmasıyla devam etmişti.Daha sonra tamamen durdu.[41]

Yukarıda iki misyoner bayanın hatıralarında Harput’ta Türkler tarafından Ermeniler’e bir katliam yapıldığından çok, kendilerinin Ermeniler’i isyana teşvik ve tahrik rolünü üstlendikleri ve suçlu Ermeniler’e yardım ve yataklık yaptıkları anlaşılmaktadır.Ne yazık ki bu hatıralar Amerikan ve dolayısıyla Dünya kamuoyuna Harput’ta yapılan katliamlar diye sunulmaktadır.Aslında hatıralar,katliam ve soykırım başlığını taşımamaktadır.Bunları yayınlayan Ermeni yayın kuruluşlarının editörleri bu başlıkları uydurmaktadırlar.Bu durum Harput’taki Ermeni soykırımı veya katliamı kaynakları içinde en önemli eser olarak gösterilen Henry H.Riggs’in“Ermenistan’da Felaket Günleri”adıyla yayınlanan hatırasında da aynı şekildedir.[42] Amerikalılar’ın Harput’a kadar gelip burada faaliyet göstermelerinin sebebini ise 1903 yılında Harput Amerikan Konsolosu olan Thomas H.Norton şöyle açıklamıştır:

Bildiğime göre,böylesine şahane imtiyazlı bir bölgede;Amerikalı öğretmenlerin,Amerikan araç ve kitaplarının bulunmasının sebebi,Birleşik Devletlerin gelecekteki ticari üstünlüğünün muhafazası ve Amerikan metod ve fikirlerinin adapte edilmesidir.[43]

Amerikalı misyonerterin Harput’taki hatıralarını,ne derece tahrif edip etmedikleri bilinmemekle birlikte,soykırım ve katliam yaygarası ile yayınlayan Ermeni enstitü ve yayınevlerinin bu iftira yayınlarından etkilenmiş olmalılar ki Türkiye’de görev yapan bazı Amerikan basın mensupları da bu konuya çanak tutan davranışlar sergilediler.The New York Times’ın İstanbul Büro şefi Stephen Kinzer Amerika’ya dönme hazırlığı sırasında 10 Mayıs 2000 tarihinde Türkiye’deki Ermeni katliamı ile ilgili gazetesinde bir yazı yayınladı.Bu yazıda özetle,Elazığ’da bazı kişiler ile görüştüğünü ve bunların Harput’ta bir Ermeni katliamının yapıldığını kabul ettiklerini belirtti.Sözü edilen kişiler Kinzer’e bu tür beyanat vermediklerini belirten tekziplerini yayınladılar(Milliyet,20 Mayıs 2000).

Soykırım ve katliam iddialarının dayanaksız ve objektif verilere dayanmadığının en güzel örneği belki de Harput’la ilgili ortaya koyulanlardır.İsyan hareketlerine karışan Ermeniler’in göç ettirilmelerinden siyasi maksatlarla,adeta bir soykırım miti yaratılmaya çalışılmaktadır.


--------------------------------------------------------------------------------


--------------------------------------------------------------------------------


*Fırat Üniversitesi,Fen-Edebiyat Fakültesi,Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,Elazığ
[1]Mehmet Ali Ünal,XVI.Yüzyılda Harput Sancağı(1518-1566),(Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları,1989),ss.203-222.
[2]Ahmet Aksın,19.Yüzyılda Harput,(Elazığ:,1999),ss.128-129.
[3]Aksın,19.Yüzyılda Harput,s.178;Ünal,XVI.Yüzyılda Harput...,ss.60-64.
[4]Ermeni Komiteleri(1891-1895),(Yayına Hazırlayanlar:Necati Aktaş,Uğurhan Demirbaş,Ali Osman Çınar,Mücahit Demirel,Seher Dilber,Recep Karacakaya,Nuran Koltuk,Ümmihani Ünemlioğlu),(Ankara:Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın Nu:48,2001),s.62.
[5]Fransız Dışişleri Bakanlığının 1893-1897 yıllarını kapsayan diplomatik belgelerinden alınan bilgilere göre tespit edilen nüfustur.Bkz.Siyasi Meseleleri Araştırma Grubu,“Fransa Dışişleri Bakanlığı Belgeleriyle Ermeni Meselesi,Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,s.1 Mart 1985.Ayrıca bkz.Esat Uras,Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi,(İstanbul:Belge Yayınları,2.baskı, 1987),s.141.
[6]1914 Resmi İstatiği verileridir.Bkz.Azmi Süslü,Fahrettin Kırzıoğlu,Refet Yinanç,Yusuf Hallaçoğlu,Türk Tarihinde Ermeniler (Temel Kitap),(Ankara:Kafkas Üniversitesi Rektörlüğü Yayın No:2,1995),s.114.
[7]Orhan Kılıç,Harput’ta Ermeniler ve Misyoner Faaliyetleri,(Elazığ:Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Basılmamış Lisans Tezi,1986),s.12.
[8]Hacı Hayrullah Tatar’ın hayatı ve hatıraları hakkında geniş bilgi için bkz.Orhan Kılıç,“‘Bir Harput Aydını Hacı Hayrullah Tatar(Hayatı ve Hatıraları)”,Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu(24-27 Eylül 1998)Bildiriler II,(Elazığ:Türkiye Diyanet Vakfı Elazığ Şubesi Yayınları No:8),ss.103-112.
[9]İshak Sunguroğlu,Harput Yollarında,c.I,(İstanbul:1958),ss.253,258
[10]Amerikan misyonerlerin Harput’taki durumu ve Ermenileri Türklere karşı isyan etme konusunda tahrikkar tutumları hakkında. geniş bilgi için bkz.Orhan Kılıç;‘XIX.Yüzyılda Harput’ta Misyoner Faaliyetleri”,Fırat Üniversitesi Dergisi(Sosyal Bilimler), c.3,s.1,(Elazığ:1989),s.119-137;Erdal Açıkses,Tanzimat Sonrası Harput(Mamuratü’l-Aziz)’ta Amerikan Misyoner Faaliyetleri, (Ankara:Ankara ÜniverSitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi,1991).
[11]Sunguroğlu,Harput Yollarında,c.I,s.172.
[12]Hüseyin Nazım Paşa,Ermeni Olayları Tarihi II,(Hazırlayanlar.Necati Aktaş,Mustafa Aktaş,Mustafa Küçük),(Ankara:
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın Nu:15,1994),s.264-268.
[13]Süslü...,Türk Tarihinde...,s.176.
[14]Ermeni Komitelerinin A’mal ve Harekat-ı İhtilaliyyesi,(Hazırlayan:H.Erdoğan Cengiz),(Ankara:Başbakanlık Basımevi,1983), s.238.
[15]Ermeni Komiteleri,ss.24,36.
[16]Ermeni Komiteleri,ss.34-35.
[17]Ermeni Komitelerinin A’mal...,ss.238-239.
[18]Süslü Türk Tarihinde Ermeniler...,s.177.
[19]Hüseyin Nazım Paşa,Ermeni Olayları Tarihi II,ss.427-428.
[20]Ermeni Komitelerinin A’mal...,s.238.
[21]Kılıç,Bir Harput Aydını...,s.105.
[22]Ermeni Komiteleri,s.43.
[23]Uras,Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi,s.551.
[24]Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz.Erdal Açıkses,“Amerika’dan Harput’a Harput’tan Amerika’ya Göç”,Dünü ve Bugünüyle Harput Sempozyumu(24-27 Eylül 1998-Elazığ)Bildirileri I,(Elazığ:Türkiye Diyanet Vakfı Elazığ Şubesi Yayınları No:8,1999),s. 145-168.1893 yılında Ermenilerin Harput ve oturdukları diğer vilayetlerden vapurla Liverpool üzerinden ABD’ne göç etmişlerdir.Bkz.Karcakaya,Kaynakçalı Ermeni Meselesi,s.14.Azadamard gazetesi Malatya’da bulunan birçok Ermeni gencinin Amerika’ya göç etmekte olduklarını ve bundan vatanın zarar göreceğini beyan ederek,Ermenileri göçe Harhut murahasasının teşvik ettiğini ileri sürmüştür.Bkz.Karacakaya,Kaynakcalı Ermeni Meselesi,s.72.
[25](Genelkurmay ATASE Arşivi,No:1/131,KLS 2287,Dosya:12,F.6)zikreden:Kamuran Gürün,Ermeni Dosyası,(Ankara:Türk Tarih Kurumu, 1983),s.207.
[26]Sunguroğlu,Harput Yollarında,c.I,s.172.Misyonerlerin yardımı hakkında bkz.Kılıç,‘“XIX.Yüzyılda Harput’ta Misyoner Faaliyetleri”,s.133.
[27]Recep Karcakaya,Kaynakçalı Ermeni Meselesi Kronolojisi(1878-1923),(İstanbul:Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın Nu:52,2001),s.121.
[28]Hacı Osman Açarlar 1903 doğumlu olup,1985 yılında hayatta ve Elazığ’ın Fevzi Çakmak Mahallesi’nde oturmakta idi.Hatıraları hakkında geniş bilgi için bkz.Kılıç,Harput’ta Ermeniler».,ss.209-210.
[29]Gürün,Ermeni Dosyası,s.221.
[30]Karacakaya,Kaynakçalı Ermeni Meselesi...,ss.153,162.
[31]Karacakaya,Kaynakçalı Ermeni Meselesi...,s.219.
[32]Hatırlar ile ilgili geniş bilgi için bkz.Barbara J.Marguerian;“An American in Kharpert”,The Armenian Review,Böl.24,
No:2,(Boston:Sonbahar,1983);Harriet H.Atkinson;“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness Account of the Massacres at Harpoot’,The Armenian Review,s.113,Böl.29,(Boston:Sonbahar,1976);crosby H.Wheeler,Ten Years on the Euphrates or Primitive Missionary Policy Illustrated,(Boston:1868).Henry.H.Riggs,Days of Tragedy in Armenia,Personal Experiences in Harpoot,1915-1917, (Michigan:Gomidas Institute,1997);Seven Years in Harpoot,(Michigan:Gomidas Institute,2000).
[33]B.J.Marguerian;“An American in Kharpert”,ss.28-29.
[34]B.J.Merguerian,“An American in Kharpert”,s.30.
[35]Harriet H.Atkinson;“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...“,s.7.
[36]H.H.Atkinson,“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness,ss.7-8.
[37]H.H.Atkinson,“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...”,ss.8-10.
[38]H.H.Atkinson,“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...”,s.11.
[39]H.H.Atkinson,“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...”,s.12.
[40]H.H.Atkinson,“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...”,ss.13-14.
[41]Harriet H.Atkinson;“Mrs.H.H.Atkinson’s Eyewitness...”’,s.15.
[42]Bkz.Henry.H.Riggs,Days of Tragedy in Armenia,Personal Experiences in Harpoot,1915-1917,(Michigan:Gomidas Institute, 1997).Henry Riggs,İncili Ermenice,Bulgarca ve Türkçeye çeviren Elias Riggs’in torunudur.Henry Riggs’in babası Merzifon Amerikan Koleji’nin başkanı Edward Riggs’dir.Henry Riggs Sivas’ta doğmuştur.1896 yılında carleton Koleji’nden mezun olan Riggs,Ermenice ve Türkçeyi mükemmel konuşurdu.Henry Riggs kendisi gibi misyoner olan ve Harput Koleji’nin müdürlerinden H. Barnum’un kızı Emma ile evlenmiştir.Henry Riggs’in kardeşi Ernest W.Riggs de Harput’ta görev yapmıştır.Bkz.Açıkses, “Harput’tan Amerika’ya...”,s.147.Ernest W.Riggs’in eşi ise Alice Riggs’dir.
[43]Frank A.Stone;“The Life and Death of Armenia or Euphrates college,Harpoot(Kharpert),Turkish Armenia”,The Armenian Review, c.30,s.2-118,(Boston:1977),s.167.
----------------------
* Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:17
gönderen borabey
İsrail Devleti’nin Kuruluş Biçimi Kürtler İçin Emsal Teşkil Ediyor!

Nur Arslan

“Kürtler, İsrail’in doğal müttefiğidir....”Dr. Kamuran Ali Bedirhan.

“Kürtlerin Ortadoğu’da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemelerinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumu ile daha sıcak ilişkiler kurmak zorundadır. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler.

Yahudi toplumu Ortadoğu’daki Kürtlerin doğal ittifakçısıdır...” İsmail Beşikçi (Kürt aydını üzerine düşünceler).



Bugün Kürtlerin iki temel müttefiği vardır. Bunlardan ilki ABD’dir. ABD’nin son Irak saldırısının hedefi artık bilinmektedir: Kürt devletinin kurulması ve bu sayede Ortadoğu’ya yerleşmek. Kürtlerin diğer müttefiki ise İsrail’dir ki, bu gerçek, genelde gözden kaçmaktadır. Oysa İsrail ile Kürtler arasındaki ilişki stratejik olmanın ötesinde başka nedenler de içermektedir.

Herşeyden evvel Yahudiler de Kürtler gibi vatansız ve devletsiz bir topluluktur. Tevrat’ın ortaya çıkışından itibaren, Yahudiler kendilerine yurt arayan, gittikleri her yerde sorun çıkaran, yarattıkları sorunları kimi zaman pahalıya ödeyen, fırsat bulunca kendisinden zayıf olan toplulukları ezen, tarihin en istilacı kavimlerinden biridir. Filistin topraklarını zorla ele geçirmiş, ABD ve İngiltere gibi büyük müttefiklerinin desteği ile bu topraklarda devlet kurabilmişlerdir. Bölgenin asıl sahibi olan Araplara karşı, emperyalizmin ajanlığını yapmış, ihanetle bölgeye nüfuz etmişlerdir.

İşte Kürtler de kendi konumlarını Yahudilerin İsrail’deki konumlarına benzetmektedirler. Kürtler de Yahudilerin bugünkü yolundan gitmeye çalışmakta, benzer şekilde kolonileşme, istila ve ele geçirme metotlarını uygulamaktadırlar. Birçok Kürtçü yayında Yahudiler “mazlum halk” olarak tanımlanmakta, İsrail’in 1948’de kurulmasıyla “güneşin altında bütün halklara yer vardır” sözünün hayata geçirildiği anlatılmaktadır. İsrail’in Araplara karşı verdiği savaşın Ortadoğunun dengelerini değiştireceği, bu sayede kendilerine de bir vatanın yaratılacağı beklentisi içindeki Kürtler, İsrail’den medet ummaktadır. Aynı zamanda İsrail’in kuruluş şekli Kürtler için emsal teşkil etmektedir.

“Made For Israel”

Bugün ABD’nin Ortadoğudaki planlarının en büyük aktörü İsrail’dir. Öyleki, ABD’nin son Irak saldırısı bir çok yayında “Made in Israel” (İsrail’de üretildi) olmasa bile, “Made for Israel” (İsrail için üretildi) olarak değerlendirilmiştir. Ve artık ABD’nin tüm aktörleri harekete geçmiştir. ABD, Kürtler, Ermeniler ve Yahudiler aracılığı ile İsrail’den Kürdistan’a uzanan ve oradan Ermenistan ile birleşen bir hat oluşturmak istemektedir. Oluşan bu hat, Türkleri Anadolu’ya hapsetmekte, Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya ile bağlarını kesmektedir. ABD bu hat için Suriye ve İran’ı aradan çıkarmayı düşünmektedir. Bu şekilde Ermeniler ve Kürtler Türkiye’ye doğru ilerleyecek, Türkiye işgal edilecektir. ABD’nin yarattığı bu tablodan nemalanacak olan diğer kuvvet, “vaadedilmiş topraklar” içinde olan Güneydoğuya yerleşmeyi planlayan İsrail olacaktır. Görüldüğü gibi İsrail’in hedefleri ABD’nin kurduğu bu denklemle adım adım gerçeğe dönüşmektedir.

İsrail’in Kürt Kartı

İsrail ve Kürtler arasındaki ilişki karşılıklı bir ilişkidir. Kürtlerin Ortadoğuda dayanabilecekleri tek kuvvet İsrail’dir. Çünkü İsrail’in bölgenin gerçek sahibi olan Araplara karşı verdiği savaş Kürtlere hareket alanı yaratmakta, İsrail’i Kürtlerin sadık müttefiki haline getirmektedir. İsrail içinse durum farklı değildir. İsrail’in etrafı kendisine düşman bir Arap deniziyle çevrilidir. Kurulacak bir Kürt Devleti İsrail’i rahatlatacak, bölgede oluşan ikinci ajan yapı İsrail’in yalnız kalmamasını sağlayacaktır. Bu yüzden İsrail’in her zaman kullanacağı bir Kürt kartı olmuştur. Bu kartla bazen gizli, bazen açık oynamıştır. Kürt kartını bölge ülkelerini bölmek için her zaman değerlendirmiştir. Kürtler İsrail’in azınlık stratejisinin bir parçasıdır ve Kürtlerin Ortadoğunun birçok ülkesinde yaşıyor oluşları, İsrail’in stratejik hesaplarının en önemli noktasını oluşturmaktadır.

“Kürt Yahudileri!”

İsrail, Kuzey Irak’ta Barzani ailesinin denetiminde bir Kürt devletinin yaratılmasını istemektedir. 1930’lardan beri Kürtçü hareketin liderliğini yapan Barzani aşiretiyle İsrail arasındaki ilişkiler köklüdür. Öyleki, bu ilişki babadan oğula devam etmektedir. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Yahudi Kürtlerle Barzaniler arasında bir bağ vardır. Dr. Sinan Marufoğlu’nun “Osmanlı Döneminde Kuzey Irak 1831-1914” adlı çalışmasında “Barzan” bölgesi Yahudi din adamlarının yetiştiği bir yer olarak anlatılmaktadır. Ünlü hahamlardan Salim Barzani bu liderlerden biridir. M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında Filistin’deki Yahudileri yenen Babil Kralı, Yahudileri Irak’a sürmüştür. Bu dönemde bölge halkı arasında Yahudilik kısmen yayılmıştır.

Şimdi ise İsrail “Kürt Yahudileri” kavramını, bir silah olarak kullanmaktadır. İsrail bölgede Kürtlere “Yahudisiniz” propagandası yapmaktadır. İsrail’in iddialarına göre Musul, Kerkük, İran’ın kuzeydoğu sınırları, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum’da Kürt Yahudileri yaşamaktadır. Bu iddialarla bağlantılı olarak İsrailli bilimadamları genetik araştırmalar da yapmaktadırlar. İsrailli bilimadamlarının tespitlerine göre Sefuerdi Yahudileri ve Kürtler bin yıl öncesinden baba tarafından gen akrabasıdır. Bu tür iddiaların yayıldığı yerlerin başında gelen kuruluş ABD’de faaliyet gösteren “Israel-Kurdish Friendship” (İsrail-Kürt Dostluğu) adlı örgüttür.

Nitekim tam da ABD’nin Irak saldırısı döneminde medyada Kürtler ve Yahudilerin akraba çıktıkları yönünde haberlerin çıkması, birdenbire gen araştırmalarının başlaması tesadüf değildir. Yine Irak ile Kürtler arasında savaşın çıktığı 1961 yılı Kürdistanlı Yahudilerin İsrail’de etnik bir gurup olarak tanındığı yıldır. Ardından Izak Ben Zvi, 1963’te Devlet Başkanı olduktan sonra, Kürdistanlı Yahudileri Tevrat’ta sözü edilen kayıp kavim olarak ilan etmiş, bu yönde araştırmalar yaptrmaya başlamıştır.

İsrail’in Bölgedeki Dayanağı: Barzani Aşireti

İsrail, Kürt Yahudileri üzerinden Kuzey Irak’ta kendisine bir alan yaratmaya çalışmaktadır. Bu anlamda Kürtlerle ilk teması kuran lider, Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl olmuştur. İsrail kurulmadan önce 1934 ve 1942 yıllarında iki Yahudi heyeti Kuzey Irak’ı ziyaret etmiştir. Bu ilk temasları İsrail kurulunca MOSSAD’ın ilk başkanı olacak olan Reuven Zoslanki yapmıştır. O dönem Irak’ta üç yıl kalmış, Yahudi-Kürt ilişkilerinin temellerini atmıştır.

İsrail’in bölgedeki en büyük dayanağı olan Barzani aşireti, Kürt ayaklanmalarının başını çeken aşirettir. Aşiret ismini Erbil yakınlarındaki Barzan köyünden almaktadır. Said Barzani Osmanlı devletine karşı en çok ayaklanan aşiret reisidir. Oğlu Muhammed Barzani’nin ölümünden sonra aşiret reisliği Molla Mustafa Barzani’ye geçmiştir. Molla Mustafa Barzani diğer Kürt aşiretleriyle arasını düzelterek, Kürt Özerk Bölgesi talebiyle Irak’a karşı ayaklanmalara başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin İran’da kurduğu Mehabad Cumhuriyeti’nin İran tarafından ezilmesinden sonra Kürtçü hareketin liderliğini üstlenen Molla Mustafa Barzani, Moskova’ya iltica etmiştir. Burada 10 yıl eğitim görmüş, ardından Irak’a geçerek IKDP’nin başına geçmiştir. Ancak döndükten sonra Moskova’yı da şaşırtan bir biçimde parti içindeki komünistleri öldürtmüştür. Bunun üzerine Talabani güçleri partiden ayrılarak KYB’yi kurmuşlardır.

Bedirhan Aşireti de İsrail Yanlısı

İran bu dönemde Barzani’nin kendi ülkesindeki Kürtleri ayaklandıracağından korktuğu için Molla Mustafa Barzani’ye alternatif olarak Dr. Kamuran Ali Bedirhan’ı ön plana çıkarmıştır. Ancak İran istihbarat örgütü SAVAK’ın Barzani’nin karşısına çıkarttığı isim gerçekte İsrail’in kontrolündeki Kamuran Ali Bedirhan’dır ve Molla Mustafa Barzani ile arası çok iyidir.

Dr. Kamuran Ali Bedirhan’ın soyu Osmanlı devletine ihanet eden Bedirhan aşiretine dayanmaktadır. Dr. Kamuran Ali Bedirhan Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’e suikast planlayanlar arasındadır. Sivas Kongresini basarak Atatürk’ü tutuklamak istemiş, bu girişim Kazım Karabekir’in olayı haber almasıyla önlenmiştir. Dr. Kamuran Ali Bedirhan gıyabında ölüme mahkum edilmiştir.

Dr. Kamuran Ali Bedirhan, Ermeni ve Kürtlerin kurduğu Hoybun Cemiyeti’nin kuruluşunda yer almıştır. 1947’de Paris’e gitmiş Sorbonne Üniversitesi Yaşayan Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Bölümünde Kürtçe dersler vermiştir. Avrupa’daki istihbarat örgütlerinin Kürt meselesini danıştığı isim haline gelmiştir. Bu dönemde Siyonistlerin de desteğini sağlamak için Avrupa’da siyasi faaliyetlerini artırmış, Kürt devletinin kurulması için MOSSAD’la ilişkiye geçmiştir. 1948’de Otadoğu’yu dolaşarak İsrail’in taleplerini bölge ülkelerinin yöneticilerine iletmiştir. Bölgede İsrail’in ajanlığını yapan Dr. Kamuran Ali Bedirhan’ın tüm beklentisi bu faaliyetlerle Kürt devletinin kurulması için İsrail’in desteğini sağlamak olmuştur.

Aynı dönemde Suriyeli Kürtlerin liderliğini yapan İsmaet Şerif Vanlı da Barzani adına Avrupa’da siyasi faaliyet yürütmektedir. Şerif Vanlı 1964’de İsrail’i ziyaret ederek Şimon Perez ve Başbakan Levi Eshkol ile görüşecek, Suriye Kürtlerinin ayaklanmasına karşı her türde yardımda bulunulacağı yönünde teminat alacaktır. Yine Molla Mustafa Barzani tarafından ABD’ye gönderilecek, bölgedeki isyanlara ABD’nin ilgisini sağlamaya çalışacaktır.

İsrail’den Barzani’ye Silah Yardımı: Atina Operasyonu

Molla Mustafa Barzani 1961 yılında Irak’a karşı ayaklanma başlatır. Barzani, Dr. Kamuran Ali Bedirhan’ı İsrail’den silah, cephane ve askerî yardım sağlaması için görevlendirmiştir.

Barzani bu dönemde esas olarak ABD’nin desteğini sağlamaya çalışmaktadır. ABD desteğine karşılık olarak General Kasım’ı devireceklerini ve Irak’ı ABD’nin Ortadoğu’daki üssü haline getireceklerinin garantisini vermektedir. Ancak bu dönem ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye, İran ve Pakistan’la CENTO adlı bir ittifak içinde olduğu bir dönemdir. ABD, özellikle Türkiye’nin bu ittifaktan ayrılmasını istememekte, yapılacak yardımın İsrail tarafından ve İran üzerinden gizlice yapılmasını önermektedir.

Barzani bu durum üzerine Dr. Kamuran Ali Bedirhan’ı temsilci olarak İsrail’e gönderir. Dr. Kamuran Ali Bedirhan, Başbakan David Ben Gurion, Dışişleri Bakanı Golda Meir ve MOSSAD yetkilileri ile görüşür. Nitekim Bedirhan’ın ziyaretinden bir ay kadar sonra İsrail kabinesi MOSSAD’ı Kürt sorununu ele almakla görevlendirilir. Mayıs 1963’te MOSSAD ve SAVAK Başkanları arasında Tahran’da yapılan toplantının tek maddesi Kürtlere yapılacak yardımdır. MOSSAD’ın Tahran temsilcisi, SAVAK’ın operasyondan sorumlu Başkan Yardımcısı, İranlı ve İsrailli istihbarat yetkililerinden oluşan bir teşkilat kurulur ve bu teşkilat tamamen Barzani’ye çalışmaya başlar. “Atina Operasyonu” adı verilen silah yardımı Temmuz 1963’te başlar. 10 bazuka ve muhimmattan oluşan ilk yardım 18 Temmuz’da Kürtlere ulaşır.

Kürt Peşmergeler İsrail Tarafından Eğitiliyor: Merved (Halı) Operasyonu

İsrail’in Kürtlere ilgisi her geçen gün daha da artmıştır. İsrail bu şekilde Irak’ı Kürt isyanlarıyla meşgul ederek, Irak’ın İsrail aleyhtarı Arap cephesinde bulunmasını engelliyordu. 1964 yılında İsrail Savunma Bakanı Şimon Perez, Kürtlerin Avrupa temsilcisi sıfatını taşıyan Bedirhan ile bir araya gelerek açıktan işbirliği önerdi. 15 Nisan 1965’te düzenlenen kabine toplantısında İsrail Kürtlere yapılan desteği arttırma kararı aldı. Molla Mustafa Barzani bu karar üzerine Şimon Perez’e teşekkür mektubu yazdı. Bu gelişmelerin ardından MOSSAD üyesi Kamhi, Barzani ile görüşmek için Barzani’nin kampının bulunduğu Hac Umran’a geldi. Kamhi, İsrail’in Kürt peşmergeleri gerilla savaşı ve imha operasyonları için eğitmeye hazır olduğunu bildirdi.

Bu gelişmeler üzerine Ağustos 1965’te peşmergeler gizlice Merved Operasyonu ile getirildiler ve üç ay askeri eğitim gördüler. Böylece İsrail’in Kürt peşmergelerini eğitme süreci başladı. Ardından bölgeye peşmerge kıyafetleriyle giren İsrailli uzmanlar Omenet Tova (İbranicede iyi dadı) adını verdikleri operasyonla peşmergeleri ağır silahlar ve uçaksavar füzelerin kullanımı konusunda eğitmeye başladılar.

İsrail-Kürt ilişkileri bu süreçte 1966 yılında Kürt İstihbarat Örgütünün (Parastina Kurdistan) kurulmasıyla ilerledi. MOSSAD Kürt istihbaratçılarını yetiştirmeye başladı ve işin başına Mesut Barzani’yi getirdi. Irak ordusunun peşmergelere karşı giriştiği harekâtlar sırasında yaralanan Kürtler MOSSAD’ın gönderdiği doktorlar tarafından tedavi edilmeye başlandı. Molla Mustafa Barzani, Irak ordusuna vurduğu her darbe karşılığında 100 bin ABD doları, silah ve mühimmat desteği ile MOSSAD tarafından ödüllendirildi. Bu dönemde İsrail Arap ordularından elde ettiği tüm silahları Molla Mustafa Barzani’ye göndermeye başladı.

Kürtler Özerk Bölge Elde Ediyor

17 Temmuz 1968’de Irak’ta darbe oldu ve Baas rejimi iktidarı ele geçirdi. Bu durum İsrail’i ve Molla Mustafa Barzani’yi oldukça tedirgin etti. Baas rejimine karşı 1969’ta Barzani ayaklanma başlattı. İsrail’in isteği üzerine Irak’taki petrol kuyularına sabotaj düzenledi. 12 petrol tesisinden 10’u havaya uçuruldu.

Baas rejimi Kürtler ve İran arasında sıkışıp kalmıştı. İran ile Irak arasında Dicle ve Fırat’ın birleşerek Basra Körfezi’ne aktığı Şattülarap kıyılarına hakim olmak için bir gerginlik yaşanıyordu. İran Şattülarap’ta hakimiyet kurmak için Irak’ta Kürt isyanlarını destekliyordu. Irak bu noktada İran ile anlaşmak istedi ancak görüşmelerden olumlu sonuç alınamadı. Baas’ın önünde fazla seçenek kalmamıştı. Irak Kürtlerle anlaşma yolunu denedi.

Bu doğrultuda 1970 yılında Kürtlere özerklik verildi. Kürtler bir millet olarak Irak tarafından resmen tanındı. Kürt özerk bölgesinin dili Kürtçe olarak kabul edildi. Kürtçenin anayasaya kabul edilmesi, polis ve güvenlik dahil bölgenin Kürtler tarafından yönetilmesi gibi bir çok hak içeren bir anlaşma inzalandı.

Kürtlere ABD Desteği

Ancak elde edilen haklara rağmen Kürtlerin yeni talepleri hiç eksilmedi. Kürtler bu sefer Kerkük’ün özerk bölgeye dahil edilmesini istemeye başladılar. Molla Mustafa Barzani yapılan anlaşmaya rağmen İsrail’le temaslarını sürdürüyordu. Barzani, İsrail’e Baas’a karşı duyduğu güvensizliği iletiyor, İsrail’in desteğini kaybetmek istemiyordu.

Kürtlerin pervasızca davranmasını sağlayan diğer bir gelişme de İran Şahı Pehlevi’nin tavrıydı. İran 30 Kasım 1971’de Basra Körfezi’ndeki üç stratejik adayı ABD desteği ile işgal etmişti. Irak bu gelişme üzerine İran ile olan tüm diplomatik ilişkilerini kesince, Şah Kürtlere askeri yardım zamanının geldiğini açıkladı. Irak’ın 1972’de Sovyetler Birliği ile imzaladığı Dostluk Paktı İsrail’i korkutuyordu. İran ise Irak’ın bölgede etkin bir güç olmasını istemiyordu. İsrail karşısındaki Arap cephesine Irak’ın katılmasını önlemeye yönelik taktikler geliştirmenin peşindeydi. İsrail ve ABD, İran’ın Irak’la olan tüm bu çelişkilerinden yararlanarak İran’ı Irak’a karşı kışkırtma siyaseti izliyordu.

İran, 3 Mayıs 1972’de Başkan Nixon ve Henry Kissinger’i Tahran’da konuk etti. Yapılan toplantının amacı Kürtlere silah desteğinin sağlanmasıydı. ABD desteğini sağlayan Şah, bu durumu bildirmek için Barzani ile toplantı yapacaktı. Barzani, daha önce 2 Şubat 1972’de İsrail Savunma Bakanına bir mektup yazmış, ABD ile aralarında arabuluculuk yapmasını istemişti. Barzani artık yıllardır peşinde koştuğu ABD desteğine İsrail-Şah ikilisi sayesinde kavuşmuş oluyordu.

Saddam Hüseyin: “Kürtlere Güven Olmayacağını Anladım”

Verilen tüm haklara rağmen, Kürtlerin yeni beklentilerle ortaya çıkması, bu amaçları için Irak’ın üç düşmanı ile ilişkiye geçmeleri Saddam Hüseyin’i endişelendirmeye başladı. Saddam Hüseyin Kürtlere güven olmayacağını anlamıştı. ABD desteğini arkasına alarak şımaran Molla Mustafa Barzani, 1973’te Washington Post’a şunları söylüyordu:

“ABD bizi kurtlar karşısında koruyacak olursa, ABD politikalarına göre hareket etmeye hazırım. Yeterli destek alabilirsek, Kerkük’teki petrol yataklarını ele geçirebilir, bu yatakların işletmesini ABD’li firmalara verebiliriz.”

Saddam Hüseyin bu durum üzerine Kürtlerin üzerine gitmeye karar verdi. ABD ve İsrail’in oyunlarını ancak İran ile anlaşarak bozabileceğinin farkındaydı. Saddam, Şattülarap’ın ekonomik açıdan ne kadar önemli olduğunu biliyordu, ancak Kürt isyanlarını arkasındaki dış desteği kesmeden bitiremeyeceğinin de farkına varmıştı. Saddam Hüseyin taviz vererek de olsa İran’la anlaşma yolunu seçti ve 5 Mart 1975’te iki ülke arasında anlaşma inzalandı.

Bölge Ülkelerinin İttifakı Kürt Hareketini Dağıttı

İran ve Irak’ın anlaşmaya varması, bölgede ABD ve İsrail’in harekat alanını ortadan kaldırmıştı. Nitekim MOSSAD ajanları için bölgeyi terk etmekten başka çare kalmamıştı. Bölgeye yeniden yerleşmek için 90’ları bekleyeceklerdi.

ABD ise bu yeni durumda Kürtlere olan desteğini kesecekti. Baas rejimi güçlüydü ve Kürt isyanlarının bölgede Irak’a sınırı olan bir ülkenin desteği olmaksızın başarılı olma ihtimali çok zayıftı. Bu durum, ABD için Kürt ayaklanmalarının tamamen sonlanması ve ezilmesi demekti. ABD zayıf bir ata oynamayı tercih etmiyor, bölgedeki emellerini daha güçlü saldırabileceği bir zamana erteliyordu.

Kürtler için ise durum vahimdi. Hiç tahmin etmedikleri bir dönemde müttefikleri tarafından yüzüstü bırakılmışlardı. İran’a başından beri hiç güvenmemişlerdi ancak ABD tarafından kullanılıp atılmak onlar için pahalıya mal olacaktı. Nitekim tek dayanakları olan İsrail’in de Saddam’ın bu taktiği sayesinde eli kolu bağlanmıştı.

Molla Mustafa Barzani bu koşullarda şansını tekrar denedi. 11 Mart’ta Şah’ı ziyaret etti. Şah, Barzani’nin yakarışlarına cevap bile vermedi. Kissinger’e yalvarış dolu mektuplar gönderdi ancak mektuplarına yanıt alamadı. Molla Mustafa Barzani’nin yapacak bir şeyi kalmamıştı. Hareketin liderliğini toplayarak mücadeleye devam etmeyeceğini, yerine devam etmek isteyen varsa destekleyeceğini söyledi. Bundan sonraki hayatını ABD’de yetkililerle görüşmek için harcadı ancak kendisine muhattap bulamadı. Tüm işbirlikçiler gibi emperyalist bir ülkenin kucağında sefalet içinde öldü. 5 Mart 1979’da tabutu İran Şahı’nın son jesti ile Mahabat’a getirildi.

Oğul Barzani de Babasının Yolunda: Mossad’ın Emrinde

Kürtçü hareketin liderliğini Molla Mustafa Barzani’nin oğlu Mesud Barzani üstlendi. Mesud Barzani de babasının izinden gitti, İsrail’le ilişkilerini artırarak devam ettirdi. 1980’lere gelindiğinde, Mesud Barzani’nin liderliğindeki Kürt isyanları bölgede etkisini göstermeye başlamıştı. İsrail Başbakanı Menahem Begin ise, 28 Eylül 1980’de İsrail’in Kürtlere para, silah ve eğitim olanağı sağladığını açıktan dile getirmeye başlıyordu. Zatan 1975’ten 1990’lı yıllara kadar uzanan süreçte İsrail’in Kürtlerle olan teması hiç eksilmemişti. Nitekim Uğur Mumcu öldürülmeden 17 gün önce yazdığı bir yazıda bu fiili durumu şöyle açıklayacaktı:

“70’li yıllardaki ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre (Israel’s Secret Wars-İsrail’in Gizli Savaşları) sürüyor. Körfez Savaşı sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. Baba Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler şimdi de Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Mesud Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği de yazılıyor... Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha sürecek... Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek... ilgi belli... ilişki de belli...”

Yahudi Stratejisi: Bugün Irak, Yarın Türkiye!

Kuzey Irak’ta gelişen ayrılıkçı Kürt hareketinin, oluşan Kürt devletinin Türkiye’yi etkilemeyeceğini düşünmek imkansızdır. Bu iki bölgenin coğrafi ve yapısal özellikleri birbirine çok benzemektedir. İran ve Suriye’nin konumu da farklı değildir. Birindeki siyasi gelişme kaçınılmaz olarak diğerini etkileyecektir.

Görüldüğü gibi Irak’ta ABD ile birlikte bir Kürt devletini oluşturmak isteyen yegane güç İsrail’dir. Yahudilerin Kürtleri ayaklandırma siyaseti 30’lu yıllarda Siyonistlerin kurdukları bağlantılarla şekillenmiş, 60’lardan sonra Kürtleri kışkırtan diğer dış güçler içinde bu işi en istikrarlı bir şekilde yürüten ülke İsrail olmuştur.

Körfez Savaşının ardından gelişen olaylarla birlike; Kürtlerin Türkiye sınırına yığılışını, Çekiç Güç’ün konuşlandırılışını, 36. paralelin kuzeyinin Irak Birliklerine yasaklanışını, Kuzey Irak’ta Kürt devletinin kurulmasını adım adım izledik. Artık Irak ABD’nin son saldırısıyla Sünniler, Şiiler ve Kürtler olmak üzere etnik ve dini yapılarına ayrışmış durumdadır. Bu anlamda İsrail ve Siyonist düşünce stratejik hedeflerinin bir kısmına ulaşmış durumdadır. Bir kısmı diyoruz çünkü İsrail’in hedefleri daha büyüktür.

ABD’nin kurduğu bu yeni denklemde Türkmenlerin adı bile okunmamaktadır. Türkmenlerin yaşadığı Telafer ve Kerkük acı bir katliama sahne olmaktadır. Türkmenler her türlü yok etme saldırısına uğramakta, bölgenin demografik yapısı Kürtler lehine değiştirilmektedir. Bu görüntüler yıllarca televizyonlardan vicdanlarımız sızlayarak izlediğimiz Filistinlilerin yok ediliş görüntüleriyle aynıdır. Aynı sistematik saldırı, aynı metotlarla bugün Türkmenlere uygulanmaktadır. Yahudilerin Türkiye ve Türkler üzerindeki planlarını anlamak için Filistin’deki süreci unutmamak gerekmektedir. İsrail’in Nil’den Fırat’a kadar uzanan “vaad edilmiş topraklar” hayali Türkiye’nin güneydoğusunu da içermektedir. Kürtlerin ve Yahudilerin amaçlarını birleştiren olguları, ABD’nin Büyük Otadoğu Projesinin yanına koymak, Türkiye üzerine oynanan oyunları daha iyi görmemizi sağlayacaktır.

Yeni Filistin: Güneydoğu

“O gün Rab Abramla ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan Büyük Irmağa, Fırat Irmağına kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (M, Tevrat, Tekvin bölümü, 15/18).

Siyonist lider Herzl: “Sınırlarımız kuzeyde Kapadokya (Orta Anadolu) Dağları, güneyde Süveyş Kanalına kadar dayanıyor”.

Türkiye bugün müttefikleri tarafından kıskaca alınmıştır. Türkiye müttefik olarak kabul ettiği Barzani-İsrail-ABD eliyle kuşatılmaktadır. ABD’nin Kürtler üzerinden yaratmaya çalıştığı tablo ortadadır. ABD Ortadoğunun sınırlarını değiştireceğini ilan etmiştir. Türkiye de bu sınırları değişecek coğrafyanın içindedir.

İsrail ise Nil’den Fırat’a kadar uzanan idealin peşindedir. “Filistin topraklarının bir bölümü benim” diyerek Filistin’i köşeye sıkıştıran İsrail, şimdi aynı senaryoyu Güneydoğu topraklarına uygulamaktadır. Bilindiği gibi Filistin toprakları Yahudi işadamlarının oluşturduğu fonlarda biriken paralarla satın alınmıştı. Bugün ise Güneydoğu topraklarının önemli bir kısmı Yahudilerin mülkiyetine geçmiş durumdadır. Bugüne kadar alımı gerçekleşen toprakların yüzölçümü 413 kilometrekaredir. Yani İstanbul’un yarıdan fazlası İsrail tarafından satın alınmış durumdadır. İsrail GAP’la “tarımsal işbirliği” adı altında bir çalışma yürütmekte, “tarım uzmanları” kisveli ajanlar bölgede cirit atmaktadır.

Bugün Türkiye-İsrail ilişkileri sürekli olarak karşı taraf lehine gelişmekte olup Türkiye’yi askeri ve teknolojik bakımdan İsrail’e mahkum etmektedir. Bu şekilde İsrail’in Türkiye topraklarındaki faaliyetlerini pervasızca yürütmesinin önü açılmaktadır. İsrail nasıl Etiyopya’yı Nil sularını kontrol etmek için bir musluk olarak görüyorsa, Fırat sularını kontrol etmek için de GAP’a yanaşmaktadır. İsrail, Suriye ve Irak’la bir çatışmaya girdiğinde, Türkiye’yi bu ülkelere giden suyun musluğunu kapatabilecek bir ülke olarak görmektedir. İsrail’in Güneydoğuya ve GAP’a ilgisini Kürt boyutuyla birlikte değerlendirdiğimizde, İsrail’in Kürt devletinn yegane stratejik destekçisi olduğunu düşündüğümüzde var olan tablo daha vahim boyutlara ulaşmaktadır. Çünkü toprak alım operasyonu İsrail’in GAP’tan önce Kuzey Irak’ta yürüttüğü bir faaliyettir.

Türkiye’de Yahudi Propagandası

Bugün Türkiye ciddi bir ayrılıkçı Kürt hareketiyle karşı karşıyadır. Ancak Türkiye İsrail ile, yani Kürt devletinin kurulmasını isteyen yegane kuvvet ile stratejik ilişki içindedir. Kuşkusuz İsrail’den başka pek çok ülke Kürtlerin taleplerini koz olarak kullanma peşindedir. Bu ülkeler zaman zaman Suriye, İran, Yunanistan, Rusya ve Ermenistan olmuştur. Türkiye jeostratejik anlamda önemli olan İran ve Suriye ile PKK’ya verdiği destek için restleşme yolunu seçmiş, bazen savaş seçeneğini bile dillendirmiştir. Ancak Kürt sorununun yarattığı rahatsızlığa karşı gidip İsrail ve ABD’den yardım istemektedir.

Türkiye’yi İsrail’e doğru yönelten bazı odaklar vardır. Söz konusu iki ülkenin Kürt sorunundaki rollerini tam tersi olarak gösteren bir propaganda yürütülmektedir. Hatta medyada sürekli olarak ABD ve İsrail’in PKK’ya karşı operasyon düzenlediğini iddia eden yayınlar yapılmaktadır. Oysa böyle bir girişim yaşanmamıştır. Bu propaganda aynı zamanda Türkiye’yi, İran ve Suriye ile karşı karşıya getirme amacını taşımaktadır. Türkiye ve İsrail gibi iki çağdaş ve demokratik devletin birlikte Suriye ve İran’a karşı cephe alması, laik cephe stratejisini öneren bu propaganda, Türkiye’yi Kürt devletinin yılmaz destekçisi olan İsrail’in yanına itmektedir.

Oysa Suriye ve İran’ın Kürt hareketleriyle olan ilişkileri kesinlikle bölgede bir Kürt devleti oluşturmaya yönelik olamaz. Çünkü her iki ülkede de Kürtler vardır ve muhtemel bir Kürt devleti kendi toprak bütünlüklerine yönelik bir tehdit olacaktır. Dolayısıyla Kürt oluşumlarına verdikleri destek İran’ın Irak’ta yaptığı gibi kısa dönemli taktik desteklerdir.

İşte tüm bu propagandaların arkasındaki güç İsrail’dir. İsrail’den çok İsrailli odaklar sayesinde Türkiye bir kısır döngü içine sokulmakta, Türkiye komşularıyla anlaşmak yerine İsrail’e mahkum edilmektedir.

PKK-İsrail-Barzani Kıskacında Türkiye

Türkiye’ye yanlış empoze edilen diğer bir görüş de Barzani’nin diğer Kürt gruplar arasından seçilip desteklenmesidir. Nedense Barzani; Talabani ve Apo’dan daha güvenilir ilan edilmiş, yıllarca Türkiye PKK’ya karşı bu “güvenilir” unsurla işbirliği yapmıştır.

İsrail ve ABD, bölgede Barzaniler üzerinden bir Kürt devleti yaratmaya çalışmaktadır. Barzani hareketi 30’lardan beri İsrail ile işbirliği içinde gelişmiş, Barzani aşiretinin içindeki diğer Kürt Yahudileriyle bu ilişki güçlenmiştir. Örneğin, 16 Nisan 1996’da Ankara’ya gelip üst düzey yetkililerle görüşme yapan Mesut Barzani’nin sağ kolu Evair Barzani İsrail pasaportlu bir Kürt Yahudisidir.

Türkiye’nin PKK’ya karşı desteklediği Mesut Barzani, PKK’ya Kuzey Irak’ta kucak açan ilk güçtür. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşmesi 1982 yılında Mesut Barzani’nin izniyle olmuş, Kuzey Irak’ta PKK kampları bu dönemde oluşturulmuştur. PKK’nın gazetesi bu kamplarda basılmıştır. Bu kamplardan en önemlisi Lonan kampıdır. Yine PKK’nın faaliyetlerine karşı Türkiye’nin Irak’la anlaşarak Irak’ın 10 km. içlerinde yaptığı operasyonlar, Barzani ve Talabani tarafından önlenmeye çalışılmıştır. Mart 1995’te yapılan Kuzey Irak harekatları için, Barzani BM ve Çekiç Güç’e Türk askerinin bölgeden çıkarılması için çağrı yapmıştır.

ABD, KDP ve KYP arasında başlayan Dublin sürecindeki anlaşmayla PKK bölgedeki üçüncü güç olmuş, kendisini Kuzey Irak politikasının bir parçası olarak kabul ettirmiştir. Türkiye’nin desteklediği Barzani PKK ile mücadele ettiğini açıklamasına rağmen bunu yapmamış, Türkiye’yi aldatmıştır. Aksine 1996’da, PKK’nın Kuzey Irak Sorumlusu Cemil Bayık ile barış anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmayla tarafların üçüncü bir tarafla anlaşıp birbirlerine karşı mücadele etmeyecekleri sözü verilmiştir. Sözü edilen bu üçüncü taraf Türkiye’dir.

Ortadoğu’da Türkiye’nin Konumu Ne Olmalı?

Görüldüğü gibi Türkiye’nin İsrail ile müttefiklik ilişkisi içinde olması, İsrail ile birlikte bir Ortadoğu politikası oluşturması büyük bir hatadır. İsrail Ortadoğu’daki varlığını daimi bir tehdit altında görmekte bu nedenle bu coğrafyadaki azınlık isyanlarını desteklemekte, bölgeyi minik devletlere bölmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle Ortadoğudaki Kürt devletini oluşturmak isteyen tek güç İsrail’dir.

Türkiye’nin kendisini etkilemeyeceğini düşünerek Irak’taki oluşuma izin vermesi hataların en büyüğüdür. Türkiye İsrail ve ABD ile girdiği ilişki çerçevesinde Barzani’yi desteklemiş, Irak’ın bölünmesinde rol oynamıştır. Bugün ise Irak’taki Kürt devleti domino etkisiyle bölgedeki diğer ülkelere sıçramıştır. Suriyeli ve İranlı Kürter bu ülkelere karşı organize bir güç haline getirilmiştir. İran’da PKK operasyonal bir kuvvet haline getirilmiştir. Suriye’de 2004’te başlayan Kamışlı ve Halep isyanları hâlâ durdurulabilmiş değildir. Bu ayaklanmalarda “Arap işgalciler gitsin” türü sloganlar atılmaktadır. Şemdinli’deki Kürt ayaklanması da bu tablonun bir parçısıdır.

Dolayısıyla Türkiye kendi toprak bütünlüğüne tehdit oluşturan İsrail’le ilişkilerini kesmelidir. Nitekim İsrail niyetlerini saklamamaktadır. Örneğin 1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı İzak Şamir Türkiye’nin Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekât için Türkiye’yi Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerden biri olarak tanımlamaktan çekinmemiş, “Bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşmamaktadır” lafını açıkça söyleyebilmiştir.

Bugün Türkiye’yi İsrail’e iten anlayış Kürt meselesinde, su meselesinde Türkiye’yi kendi komşularından tecrit etmekte Türkiye bu şekilde idam fermanını kendi eliyle imzalamaktadır. İsrail ise bu sayede Türkiye’deki faaaliyetlerini pervasızca sürdürmektedir. Türkiye ABD ve İsrail’le olan tüm ilişkilerini kesmeli, Kürtlere karşı Suriye ve İran’la işbirliği yaparak Ortadoğuda antiemperyalist mücadelenin öncülüğünü üstlenmelidir. Bu şekilde Irak’taki direnişçilerin de elini güçlendirmiş olacaktır. Nitekim Kürtlerin arkasındaki emperyalist ve Siyonist güçlerin devredışı bırakılması ayrılıkçı Kürt hareketini dağıtacaktır.

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:20
gönderen borabey
Ermeni-Kürt İttifakının İçyüzü

Cemal Korkmaz




Türkiye’de iç savaş devam edecek, Türk ekonomisi sıfır noktasına inecek, vatandaşlar başkaldıracaktır; Türkiye bölünecek ve Kürt devleti kurulacaktır. Ermeniler Kürtlerle olan ilişkilerini iyi bir şekilde yürütmeli ve Kürtlerin mücadelesini desteklemelidir. Bugün Türklerin elinde olan topraklar yarın Ermenilerin olacaktır.”

(Lübnan Ermeni Ortodoks Başpiskoposu, 1993)





Kürt Şerif Paşa ve Bogos Nubar

Tevfik Paşa, I. Dünya Savaşı sonrası yenilenlerin akıbetlerini belirlemek için toplanan Paris Barış Konferansı’na Osmanlı’yı temsil etmek üzere gider. İtilaf Devletleri’nin Osmanlı’ya hazırladığı sonu onaylamakla görevlendirilmiştir. Paris’te Sevr taslakları hazırlanmaktadır ve bunları almak üzere Fransız Dışişleri Bakanlığı saatli salonuna giren Paşa gördüğü manzara karşısında hayrete düşmektedir. Fransa Başbakanının iki yanında biri Ermeni, biri Kürt olmak üzere iki kişi oturmaktadır.

Bogos Nubar, Berlin Konferansı’nda Osmanlı aleyhine İngiliz casusluğu yapan babası Nubar Paşa’nın izinden gitmektedir. Kendisi Taşnaksutyun Partisi’nin önde gelen bir üyesidir. Devlet batırıp İngiliz işgalcileri davet etmek konusunda babasından aldığı kariyeri geliştirmektedir.

Kürt Şerif Paşa ise Osmanlı maliyesinden maaşlı olmakla birlikte, konferansta ABD Başkanı Wilson prensiplerinin savunuculuğunu üstlenmektedir. Kendisi Kürdistan Teali Cemiyeti azasıdır.

Katliamcı Kürtlerden “Katliamcı Türkler”e

Bu iki şahsın yanyana olabileceğini düşünmek pek akla uygun bir iş değildir. Nitekim Kürtler çeyrek yüzyıldır tüm dünyanın gözü önünde Ermeni tehciri sırasında zirveye çıkmış olan haydutluk ve yağma yapmak suçlarından hükümlüdürler. Ancak bu suç daha sonraları Türklerin üzerine atılacak ve Kürtler aklanacaktır. Bölgeyi incelemek için ardarda komisyonlar kurulacak, araştırmalar yapılacak, Türklerin Ermenileri katlettiğine dair hiçbir kanıt bulunamazken sözde insanlık mahkemelerinde Türklerin suçu ispatlanacaktır.

Tonybee gibi tarihçiler bile önceleri açıkladıkları rakamları yetersiz bulacak, Türklerin suç dosyaları her geçen gün yeni bir katliam iddiasıyla kabaracaktır. Ansiklopediler bile bu rakam enflasyonuna farklı baskılarında farklı rakamlar vererek katılacaklardır.

Gerçi o dönem bu tartışma pek yoktur. Çünkü tehcir sırasındaki Ermeni kaybı Osmanlı resmî rakamlarına göre 9-10 bin kişidir. Nitekim 1914 sayımına göre bir milyon 220 bin olan Ermeni toplam nüfusunun ancak 438 bini zorunlu göçe tabi olmuş, geri kalana dokunulmamıştır. Bu esnada Ermenilere hazırlanan yerlere varabilenler 382 bin kadardır. Geri kalan 56 bin kişinin 40-45 bin kadarı yolda hastalık veya açlık gibi nedenlerle hayatını kaybetmiş, geri kalanlar ise Kürtlerin saldırısına uğramıştır.

Bu kayıpların 1.000 kadarı Erzurum-Erzincan arasında, 2.000 kadarı Urfa-Halep arasında, 2.000 kadarı Mardin bölgesinde ve 5.000 kadarı Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin marifetidir. İşte, tüzüğünde “Türk’ü, Kürt’ü nerede ve ne şart altında olursa olsun öldür” maddesi bulunan Taşnak’ın üyesi bir Ermeni ile bir Kürt aynı masadadır. Üstelik Kürt Şerif, Wilson prensiplerine göre plesibit istemekte ve Ermenilerin hak sahibi olduklarını iddia ettiği coğrafyada Kürt devleti kurmak için İtilaf Devletlerini ayartmaya çalışmaktadır.

Şimdi bu manzaradan 2000’ler Türkiyesi’ne baktığımızda da Kürtlerin yine Ermenilerle aynı masaya oturabildiğini ve bir milyon Ermeni ile 30 bin Kürdün katledildiğinin hayal edilip, bu işin Türk devletine yıkılabildiğini görmekteyiz. Aynı geleneğin temsilcisi Ermeniler yine gazetelerinde “Türk’ten boşalacak zehirli kanın yerine temiz Ermeni kanı doldurmayı” sayıklamakta ve Kürtleri koltuk değneği yapmaktadır.

Paris Barış Konferansı’nda

Konferans sonuca bağlanır. Ermeni Nubar ile Kürt Şerif anlaşıp şu maddelerin altına imza koyarlar:

1. Ermeniler ile Kürtler birbirlerine karşı olumsuz politikaya son verecekler.

2. Ermeniler Kürt davasını yayın yoluyla savunacaklar.

3. Avrupa ve Amerika’da Kürt propagandası yapılacak.

4. Ermeniler çeşitli memleketlerde Kürtler toparlanıncaya dek Kürt davasına aracı olacaklar.

5. Kürdistan’ın büyük kısmını içine alan Ermenistan hayalinden vazgeçecekler.

Bunun karşılığında da Kürtler Sevr Anlaşmasıyla karşımızı çıkacak olan Ermenistan sınırlarını tanımış olacaklardır. Osmanlı yönetiminde bozulan Ermeni-Kürt ilişkileri de böylece dostluğa dönüşecektir. Hatta bu ilişki sonraları daha da şekillenecek, Ermenilerle Kürtlerin aslında aynı ırktan oldukları palavralarına kadar evrilecektir.

Kürtler Ermeniler İçin Tehdit

Şark meselesi çerçevesinde Osmanlı’nın bölünme planı Avrupalılar tarafından yürürlüğe konulana dek Ermeni ve Kürtler ayrı bir tartışma konusu oluşturmazlar. Osmanlı devlet otoritesi Ermenileri “milleti sadıka” olarak sahiplenmekte, Kürtler ise Alevi Türkmenlerle İran Safevileri arasında tampon bölge olarak Doğu Anadolu’da yaşamaktadır.

Hatta bu iki toplum arasında kimi zaman kanlı hesaplaşmalar da yaşanmaz değildir. Nitekim Hıristiyan Ermenilerin hamisi olmayı üstlenen Ruslar, ‘93 Harbi sonucu imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşması’na şu maddeyi eklemeyi gerekli görmektedir:

“Ermenistan’da Rus askerî istilası altında bulunan ve Osmanlı’ya verilmesi gereken yerlerin boşaltılması, iki devletin dostane ilişkilerine zarar verebileceğinden, Osmanlı devleti Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli çıkarların gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi yapmayı, Ermenilerin, Kürtlere ve Çerkeslere karşı emniyetini garanti eder.” Yani Ruslar, Ermenilerin Kürtler tarafından tehdit edildiğini ve Ermenilere daha fazla özgürlük verilmesi gerektiğini söylemektedir.

Benzer tezler Osmanlıcılar ve Kürtçüler tarafından da savunulmaktadır. Kemal Burkay’dan Naci Kutlay’a kadar bir çok yazar, Ermenileri yok etmek isteyen Abdülhamit’in kan dökücü olan Kürtleri kullanmak istediğini; aynı şekilde Kürtleri merkezi otoriteye bağlamak isteyen Osmanlının Ermenilerden destek istediğinden dem vurmaktadır. Her halükarda bölgede hem Ermeniler hem de Kürtler birbiri için tehdit olmakta ve birbirlerine karşı kullanılmaktadır.

Ancak burada Osmanlı’yı parçalamak isteyen Şark siyaseti devreye girmektedir.

Burada iş katliamcılıktan mazlumluğa dönüşmektedir. Birbirlerini boğazlayanlar kardeş oluvermektedir. Osmanlı’yı parçalamayı kendine hedef seçen Avrupa, Hıristiyan Ermenilerin özgürlüğünü sağlamayı kendine görev addederken, Kürtlere de şefkat göstermektedir. Böylece her iki toplumun aynı ırktan geldikleri propagandası aynı kaynaktan piyasa sürülmektedir.

Kürtler ve Ermeniler Aynı Irktan mı?

1879 yılında Van’da İngiliz görevlisi olarak bulunan Yüzbaşı Clayton, Rusya’nın güneye inmesine set çekmek için Büyük Ermenistan kurulmasını önermektedir. Doğu Anadolu’ya Ermeni göçü yapılması ve Türklerin göç ettirilmesini savunmaktadır. “Bu iş başarıldıktan sonra geriye kalan Kürtlerle Nasturiler Ermenilerle kader birliği ettirilmeli ve bu ırklar birleştirilmelidir.”

Bu siyaset daha sonra tüm Batılı emperyalistler tarafından sahiplenilecek ve özellikle Ruslar bu işin teorileştirilmesiyle meşgul olacaklardır. Kürtlerle Ermenilerin ırksal birlikteliği Medlere dayandırılacak ve bugüne kadar sahiplenilen teorinin köşetaşları oluşturulmaya başlanacaktır. Aynı zamanda her iki toplum için de Osmanlı yönetiminde mazlum bir portre çizilecek ve ortak düşmana karşı bu birliktelik güçlendirilecektir. Bu siyaset son yüzyıla da damgasını vuracak ve iktidarlar ve rejimler değişse de teoriler yerinde sayacaktır.

1930 yılında Zürih kentinde toplanan II. Enternasyonal toplantısında da bu konu gündemdedir. Ermeniler Kürt davasının en hararetli savunucularıdır. Daha sonra 1933’te Erivan’da Kürdoloji Kongresi toplanacaktır.

Ermenilerle Kürtlerin aynı kökenden geldiği fantazisini en fazla güçlendirecek araç ortak edebiyat olacağı için bu yönde de çalışmalar hız kazanacaktır. Nitekim Nikitin “1928’den itibaren Ermenistan’da Kürt edebiyatı yaratıldı” diyerek bu gerçeği itiraf etmektedir. Yine Nikitin işi Erzurum’daki menşeileri Ermeni olan bazı aşiretlerin sonraları Kürtleştiğine kadar vardıracaktır. Seçtiği örnek ise Mamakanlı aşiretinin aslında Mamikonyan isminden türediğidir.

Yine Faik Bulut da Dersim aşiretlerinin bir kısmının Ermeni kökenli olduğunu vurgulamakta ve bir çok aşiret ismi sayarak iddialarına dayanak yapmaktadır. Bu savlardan hareketle Ermeni ve Kürt işbirliğinin temelleri atılmaktadır. Hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti zayıflatılmaya çalışılmaktadır.

Bu teorilerin ne kadar saçma olduğu teorisyenleri tarafından da bilinmektedir. Nitekim Ermenilerle Kürtlerin aynı soydan olduklarının ispatlanması olanaksızdır. Birbirlerine benzer tek yanları Türk düşmanlıklarıdır. Ancak teori burada da çuvallamaktadır. Çünkü tüm Ermeniler ve Kürtler Türklere olduklarından katbekat birbirlerine düşmandırlar.

Tarih sayfaları bu iki toplumun birbirlerine karşı düzenlediği birçok kanlı saldırı örneğiyle doludur. Emperyalistlerin Sevr politikası dışında hiçbir yerde bu topluluklar bir arada olamamışlardır. Onları birleştirebilmek imkânsızdır. Tüm Ermeni ve Kürt örgütleri de zaten bir diğerine karşı örgütlenmiştir.

Ermeni Terör Örgütleri

Ermeni Komitelerinin tarihi Kürtlere göre daha eskidir. Nitekim Kürtler Ermeniler gibi Osmanlı yönetiminde sadık olmakla beraber daima merkezî otoritenin kontrolü altındadır. Çünkü devlet kurma ve ulus olma yeteneği bunlarda yoktur. Bağlı oldukları güçlü uygarlık onları eritmektedir.

Ermeniler ise Osmanlı yönetiminde bürokrasi ve ticarette etkin mevkilerde olmalarına rağmen devlet güçsüzse gemiyi ilk terk eden yine bunlardır. Güçsüz otoritenin yanında yer almaktansa, güçlüye yakınlaşmak fikri bunlarda baskındır. Bunu 1071 Malazgirt Savaşı da teyit eder. Bizans ordusunun yenileceğini anlayan Ermeniler Alparslan’ın tarafına geçerek kendilerini güvenceye almışlardır. Osmanlı gücünü yitirince de bu kez aynısını Osmanlı’ya yapacaklardır.

Hınçak Komitesi kurulan ilk Ermeni terör örgütüdür. 1887 yılında kurulan komite, propaganda yoluyla yayılmayı hedeflerken, eylem planı olarak da Türk idarecilerine, hafiyelere, hainlere ve gammazlara karşı terör yoluyla zarar vermeyi benimser.

Aynı zamanda militanlarını savaşçı olarak yetiştiren Hınçaklar, 1. Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde Osmanlıya karşı ciddi zarar vermişlerdir. Her ne kadar örgüt Marksist eğilimli ve Kafkas kökenli Ermenilerden kurulu olsa da daha ziyade İngilizlerin kontrolündedir. Rusya ve İran’daki Ermenilerle birlikte Türkiye’den toprak koparıp bağımsız Ermenistan kurmak bu örgütün kâğıt üzerindeki amacıdır. Ancak faaliyetlerine baktığımızda Doğu ve Kuzey Anadolu’da ciddî bir Türk kıyımı yaptığını ve tüm halkın düşmanlığını kazandığını görürüz.

Taşnaksutyun (Federasyon) Komitesi

1890 yılında Tiflis’te kurulan bu örgüt diğer Ermeni çetelerini birleştirmek ve Türkiye’deki çetelere yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Programını kurulduktan üç yıl sonra oluşturan Taşnaklar Ruslara dayanarak Ermenistan kurmayı hedeflerler. Ancak bu amaçlarına ulaşırlarsa Rusların Akdeniz yollarını kapatacağından amaçlarını gizlemektedirler.

Taşnaklar en etkin Ermeni örgütlenmesi olup faaliyetleri 1920’de Ermenistan Cumhuriyeti Sovyet Rusya’ya katılınca geriler. İngilizler ve Beyazlara oynayan Taşnaklar iktidarda tutunamazlar.

Mücadele metodları çeteler teşkil edip örgütlemek, Ermenileri silahlandırmak, resmi görevlilere karşı terör uygulamak ve Anadolu’da iç savaş çıkararak büyük devletlerin müdahalesine ortam yaratmak olarak bilinir. Ancak Taşnak olabilmenin ilk şartı “Türk’ü, Kürt’ü, her türlü şart altında vur, gericileri, hainleri, sözünden dönenleri, hafiyeleri öldür, intikam al” sloganına yüzde yüz uymaktır. Taşnaklar bu fikirleriyle yaptıkları katliamı teorileştirmekte ve en koyu ırkçıları bile geride bırakmaktadırlar.

Kürtler Devreye Giriyor

‘93 Harbi’nden itibaren hızlanan Ermeni ayaklanmaları ve özgürlük mücadelesi Osmanlı yönetimini Ermenilere karşı ciddi bir önlem almaya yöneltir. Burada akla ilk gelen bölgede aşiret yapılarını koruyarak yaşayan ve Ermenileri pek sevmeyen Kürtlerdir. Abdülhamit’in Panislamist politikası da bu işin kılıfını oluşturur. Böylece gavur Ermenilere karşı Kürtler daha bir kinlenir.

1895 yılında Urfa kentinde Mele Said önderliğindeki bir grup 1895’te Halifenin hükmüne itaat etmedikleri gerekçesiyle Ermenilere saldırır. Şeyh kendi eliyle kopardığı bir Ermeninin kafasını havaya kaldırıp kalabalığa gösterir. İcazeti alan kalabalık katliama başlar.

Bu sırada Ermeni ayaklanmaları da Rusların desteği ve müdahalesi beklendiğinden daha bir şiddetlenir. Sason’dan Trabzon’a, Erzincan’dan Van’a, Bitlis’ten Adana’ya peşpeşe ayaklanmalar başgösterir.

Tüm bu ayaklanmalarda Kürtler Osmanlı’nın esas vurucu gücüdür. Kürtlerin Ermenilere karşı ciddi katliamları bu döneme damgasını vurur. Rakamlarda abartının olduğu muhakkaktır. Ancak Kürtlerin haydut olmadıklarını iddia eden Kürtçü Kemal Mazhar Ahmed bile bu katliamlar için ciddi rakamlar vermektedir. Örneğin Sason İsyanı sırasında 10 bin Ermeninin katledildiği bildirilmektedir. 1895 Diyarbakır isyanında 3 bin kişinin öldüğü, 120 köyün yakıldığı, Ermenilere ait dükkanların yağmalandığı ve Ermeni kadın ve kızlarına tecavüz edilen yüzlerce olay olduğu söylenmektedir. 1909 Nisanı’nda Adana’da 30 bin Ermeninin öldürüldüğü bildirilir. Bitlis’te 30 bin, Erzurum’da 25 bin katledildiği iddia edilir.

Katliamdan kurtulan Ermenilerin de, ya zorla Müslümanlaştığı ya da Kürtlerin hizmetçisi olduğu söylenmektedir. Bu dönemde bölgede bulunan gezginlerin defterleri yüzlerce örnekle doludur. İstanbul’daki Rus Konsolosunun Dışişleri’ne verdiği bir gizli mesajda sözünü ettiğimiz yıllarda 50 bin Ermeninin öldüğü bildirilmektedir.

Hamidiye Alayları

Bir yandan da aynı süreçte Ermeniler isyan hazırlıkları yaptığı gibi, Türk ve Kürt köylerinde bunlardan daha beterini yapmaktadır. Ermeni çeteleri bunu yaparken elbette işin kendileri açısından zorluklarının farkındadırlar. Çünkü bulundukları her yerde azınlıktırlar. Ermeni olmayan tüm halklara karşı savaş ilan ettiklerinden kendileri açısından kanlı günlerin geleceğinin ayırdına varmazlar. Ayastefanos Anlaşması gereği Rusya’nın müdahale edeceğini ummakta bu kanlı oyuna bilerek devam etmektedirler.

Robert Koleji’nin kurucusu Dr. Hamlin Ermeni çetelerinin taktiğini şu şekilde ifade etmektedir:

“İmparatorluğun her yerinde örgütlenen çeteler Türkleri ve Kürtleri öldürmek, köylerini yakmak için fırsat gözleyecekler ve sonra dağlara kaçacaklardır. Bunun üzerine kuduran Müslümanlar, ayaklanarak savunmasız Ermenilere saldıracaklar ve bunları öylesine bir canavarlıkla öldüreceklerdir ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına memleketi işgal etmek üzere ileri atılacaktır.”

Bu katliamları ve olayın sonucunu kestiren Abdülhamit Ruslarla arasını iyi tuttuğundan Rus müdahalesine ihtimal vermemekte ve Ermeni meselesini sertlikle halletmeyi kafasına koymaktadır. Hamidiye Alayları olarak bilinen Kürt birlikleri örgütlenmesi o zaman gündeme gelir. Bu birlikler Kafkasyalı Şeyh Şamil’in torunlarından Mareşal Zeki Paşa’nın önerisi üzerine Kazak Alayları örnek alınarak kurulur.

Hayderani Aşireti yedi alay, Hasenanlı ve Milan Aşireti ikişer adet, Cibrani, Sipikani, Zilanlı, Merzikani, Mukuri, Taburi Aşiretleri birer alay verirler. Doğubeyazıt’taki Celaliler iki alay, Şemsikıdem Aşireti bir alay verir ve Hamidiye Alayları Ermenilere karşı böylece kurulmuş olur. Bu aşiretleri kendine bağlamak isteyen Padişah her aşiret reisinin oğlunu rehine olarak İstanbul’da tutar.

Bu alaylar Ermenilere karşı diledikleri şekilde davranmakta serbesttir ve yağmacılık temel felsefeleridir. Bu şekilde Ermenilerin yıldırılması hedeflenmektedir.

1915 yılı Ermeni tehciri de dahil bu alaylar istenildiği şekilde iş görürler. Ermeni ve Kürtler arasında düşmanlık bir kat daha artar. Bu alaylar aynı zamanda bölgede çıkan Ermeni ayaklanmalarına karşı da kullanılır. Tüm bunlar tarihi bir olgu iken Ermeni ve Kürt kardeşliği veya akrabalığından bahsetmek biraz komik olmaktadır.

Diğer taraftan yine Kemal Mazhar Ahmed, aslında Kürtlerin katliamcı olmadıklarını iddia ederek Kürtleri aklamaya çalışmaktadır. Ona göre Kürtlerin asi ruhlu oldukları doğrudur ancak bu asiliği katliamcı bir kitleye dönüştürmek Osmanlının kabahatidir. Kürtlerin bu özelliği doğru şekilde kullanılsa nelere kadir değildir ki?

Kürtlerin Ermeni Katliamının Tarihselliği

Kürtlerle Ermenilerin tarihteki ilişkileri eskilere dayanır. Aynı coğrafyada bir arada yaşayan bu iki toplum üretim ilişkileri gereği birbirleriyle çok da hoş geçinemezler. Ermeniler özellikle zanaatta uzmanlaşmıştır. Kürtlerinse çiftçilikten başka kayda değer bir faaliyetleri yoktur. Tarım araçlarının ve diğer şeylerin alışverişinde Ermeni esnaflarla yüz göz olmakla başlayan başlayan ilişki, Ermeniler lehine artıdeğer birikimine dönüşürken Kürtlerin borçlarını ürün olarak ödemesiyle dengelenir.

Bir süre sağlıklı süren bu ilişki Kürtlerin oyun bozanlığıyla bozulur. Kürtler borçlarını ödememeye ve hatta zenginleşen Ermenileri soymaya başlarlar. Bu haydutluk bazı Kürtçülerce üretim araçlarının kamulaştırılmasına örnek sayılır!

Bu ilişkinin diğer boyutu da Ermenilerin faizcilikle Kürtleri sömürmesidir. Sonraları köleleştirmeler de görülür. Aşiret yapılarını koruyan Kürtler buna fazla katlanamazlar ve isyan ederler. İlk Kürt isyanları Ermenilere karşıdır. Bu arada esir edilen bazı Kürtlerin Ermenileştiği bilinmektedir.

Ermeni ve Kürt köylüleri aynı zamanda aynı merkezî otoriteye tabi olduklarından vergilerini de aynı yere vermektedirler. Önceleri vergileri devlet eliyle toplayan Osmanlı, zamanla bu işi özelleştirince Kürtlere gün doğar. Çok çektikleri Ermenilere karşı intikam almak için fazladan vergi koyarlar. “Gavur vergisi” denilen bu vergi Ermeniler için ciddi bir rahatsızlıktır. Yine bu sorundan da kapışmalar yaşanmaktadır.

Kürt beylerinin evlenecek Ermeni kızlarını damatlardan önce yataklarına aldığı da bazı yörelerde görülmektedir. Yani Kürtçülerin iddialarının tersine Ermeni ve Kürtler ortak düşmana karşı bilenmek ve ahenkle yaşamak yerine birbirlerine yönelmişlerdir. Kürtlerin bazı Ermenileri köleleştirdiği de bilinen başka bir gerçektir. Bu ilişki Ermeni tehciri sırasında zirve yapacaktır!

Kürt Örgütleri ve Ermeni Dostluğu

Kürtlerin Osmanlı’yla ilişkileri merkezi devlet güçlü olduğu müddetçe iyi olmuştur. Osmanlının kendilerine verdiği yarı özerk yapılarını korumuşlardır. Aşiretler devlete asker vermekle yükümlü olmasına karşın iç işleyişleri olarak özerk bir yapı gösterir. Aşiret reisi ölünce yerine geçecek olanı devlet belirler.

İlk kurulan Kürt örgütlerine baktığımızda 1910’lar göze çarpar. Batı Osmanlı’yı yıkmayı kafasına koymuştur ve bunun farkında olan tüm etnik unsurlar ayrı devlet kurma yolunda ilerlemektedir.

Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti bu yıllarda kurulur. Bu örgütteki yabancı parmağı o kadar bellidir ki Ermeniler ile Kürtler birbirlerini boğazlarken bunlar Ermeni dostluğunu geliştirmeye çalışırlar. Tüzüklerinde bu anlama gelen bir madde vardır ve sık sık düzenledikleri toplantılara Taşnakları da çağırmaktadırlar. Taşnaklar da Kürtlere karşı aynı şeyi yaparak vefa örneği gösterirler.

Burada bir parantez açarak bu örgütün üyelerinden birinin de Kürt Sait ya da Molla Sait adıyla bilinen Saidi Nursi olduğunu ekleyelim. Cemiyetin yayın organı olan Kürt Terakki ve Teavün adlı derginin ilk sayısında “Dilimiz Kürtçe” başlıklı yazısı yayınlanmıştır.

Kürt Sait’in üyesi olduğu başka bir örgüt de Kürdistan Teali Cemiyeti’dir.

Kürtlerle Ermenilerin dostluk ve işbirliği mesaisi Hoybun örgütünün kurulmasıyla daha da ilerleyecektir.

Hoybun-Haybun

Hoybun 1927 yılında Lübnan’da kurulur. Kuruluşundan itibaren örgüt üzerinde sürekli bir Ermeni hayaleti dolaşmakta ve bu durum örgütte ciddi tartışmalara ve ayrılıklara neden olmaktadır. Daha doğru bir deyişle aşiretler arasındaki tartışmalarda Ermenilerle temas sürekli karşı tarafı yıpratmak içinden kullanılacak bir kozdur. Hatta Bedirhanlılar bu meseleyi ayrılırken bahane olarak kullanacaklardır.

Kürt ayrılıkçıları her zaman kendilerinden daha etkili bir güce dayanmayı gerekli görürler. İngilizlerle temas bir yana bırakılırsa Ermenilerle ilişkinin açıklaması budur.

Örgüt, Lübnan’da Vahan Papazyan adlı Taşnak yöneticisi bir Ermeninin evinde ilk toplantısını yapar. Bu ilk toplantıya Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza İngilizlerin engellemesiyle karşılaştığından katılamaz. Onun adına Liceli Fehmi temsilcidir. Sonraki toplantılarda kendisi de aktif olarak bulunur.

Örgütün liderliğini Bedirhan aşiretinden Celadet Ali üstlenmektedir.Tüm Kürt örgütlerini birleştirerek tek bir güç halinde toplayan, Hoybun İngilizler tarafından finanse edilmektedir. Yani ruhu İngilizlerden, iskeleti Ermenilerden ve eti Kürtlerden oluşmuştur.

Örgütün ismi bile Ermenicedir. Ermenice “vatan” anlamına gelen “haybun” kelimesi Kürtçe “xobun” şeklindeki benlik anlamına gelen kelimeye evrilmiş, böylece “Hoybun” oluşmuştur. Kelimenin hiçbir şekilde Kürtçe olmadığı ve bugün dahi kullanılmadığı bilinmektedir. Ancak Ermeni-Kürt ittifakı burada devreye girmekte ve Şeyh Said İsyanında dersini alan İngilizler desteği bu şekilde sağlayabilmektedir.

Ermeniler Açısından Hoybun

Taşnak Partisi de Hoybun örgütünün kurulmasından oldukça memnundur. Çünkü Hınçaklar Ermenistan kurulduktan itibaren bir süreliğine de olsa topraklarını genişletmeyi değil kurulan devleti yaşatmayı ana gaye olarak kabul etmektedir. Ermenilerin kanlı hayaller peşinde macera aramalarına sıcak bakmamaktadırlar.

Taşnaklar kendi güdümlerindeki bu harekete Hınçakları da kazanırlar. Çünkü her türlü yenilgi sonrasında can kaybı Ermenilerden değil Kürtlerden olacaktır. Yani arkalarından ne kadar kabadayılık yaparlarsa yapsınlar, ölüm İngilizlerin veya Ermenilerin değil Kürtlerin kaderi olacaktır.

Taşnaklar uluslararası düzeyde ilişkilerini kurarak ve parasal destek sağlayarak Hoybun’a destek olurlar. Nitekim Ağrı Ayaklanmasından sonra meydanda sadece Kürt haydutların cesetleri kalır. Hareketin önderleri ve destekçileri, bir kısmı Ermenistan’da bir kısmı İran’da olanları seyretmektedir.

Taşnaklarla Kürtler Anlaşıyor

Hoybun 1927 yılında kurulmasına rağmen tüzüğünü bir yıl sonra kabul edecektir. Birinci kurultayında “Ermenilerle her türlü anlaşmazlık giderilmelidir ve hiçbir yabancı devletin hakimiyeti kabul edilmemektedir” denmektedir.

Daha sonraki toplantıların birinde sınır anlaşmazlığını ortadan kaldırmak için hem Doğu Anadolu, hem de Kilikya dedikleri güney illerimizde iki Ermeni devleti birden kurmak istenmekte ve arada Kürdistan kabul edilmektedir. Bu bazı Kürtlerin uyanmasına ve örgütten uzaklaşmasına neden olmaktadır. Ancak Hoybun’un Merkez Komitesi daima Ermeni dostluğuna sadık kalmaktadır.

Ağrı yenilgisinden sonra Bedirhanlılarla Cemilpaşazade aşiretleri arasında liderlik kavgası başlayacak ve Bedirhanlılar örgütten tümüyle ayrılacaktır. Bahaneleri Ermenilerin örgütte yükselen etkinlikleridir.

Hoybun’un tüzüğü kabul edilmeden Taşnaklarla anlaşma imzalanmaktadır. Bu anlaşmaya göre, Hoybun’un Merkez Komitesinde daima bir Ermeni üye bulundurulacaktır ve bu işi Vahan Papazyan yürütecektir. Bu madde daha sonra Şeyh Sait ailesinin de örgütten uzaklaşmasına bahane olacaktır. Vahan Papazyan aynı zamanda örgütün Halep daimi temsilcisi olacak ve örgütte Celadet Bedirhan’dan sonra en etkin kişi konumuna gelecektir.

Taşnaklarla Kürtlerin ittifakı Ağrı Ayaklanmasının tümüyle bastırılmasına dek sürecek ve başarısızlık sonrası ilişkiler gevşeyecektir. 1932-39 arası süren bu soğukluk, Hoybun’un Ermenilerle ilişkilerini sorgulama dönemidir.

1939-46 arasında Hoybun özellikle Sovyetlerle İran’daki Kürtler arasında gelişen ilişkilere paralel olarak bir yakınlaşmaya girer. Ermenilerle arası bozuk olan Sovyetlere yeşil ışık yakan Hoybuncular Taşnaklarla ilişkileri iyice geriletir. 1946 yılına gelindiğinde ise İran’da kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti’yle tamamen kopacaktır.

Ağrı Ayaklanması ve Hoybun

Ağrı Ayaklanması her ne kadar Hoybun’un öncülük ettiği bir ayaklanma olarak sahiplenilse de ayaklanmanın başladığı 1926 yılında Hoybun henüz ortada yoktur. Şeyh Said İsyanının devamı niteliğindeki ilk çarpışmalar Ağrı bölgesinde yeni bir ayaklanmanın fitilini ateşler. Osmanlı Yüzbaşısı İhsan Nuri, ayaklanmanın liderliğini yürütmektedir. Hoybun daha sonra bu ayaklanmayı diğer aşiretler arasına da yayarak ve İhsan Nuri’yi kazanarak işin başına geçecektir.

Ağrı İsyanının tümüyle bastırılması, en son çetecilerin tamamen teslim oldukları 1932 yılına kadar yedi yıl sürecektir. Ancak en sıcak çarpışmalar 1930 yılında olacaktır ve bunlar bastırıldıktan sonra isyan bitmiş sayılacaktır. Bu arada Ağrı’da yerel hükümet de kurulacak ancak üç ay tutunabilecektir.

Bazı kaynaklar Türk Ordusunun kayıplarını ve hareketin üç aylık başarısını öylesine abartır ki Kürtlerin tüm Doğuyu ele geçirdiği zannedilebilir. Yabancı istihbarat örgütleri de işe karıştığından tüm haberler ısmarlama olup Kürtlerin başarısı üzerine methiyeler düzmek üzerinedir. Hatta ayaklanma bastırıldıktan sonra bile yenilen Kürt birliklerinin yeniden toparlanmak için taktik olarak geri çekildiği iddia edilir.

Ermeniler de başarısızlıktan sonra Kürtlerle ilişkilerini sorgulamaya başlarlar. Bu konuda en güzel yorumlardan biri dönemin Ermenice gazetelerinden Yeridasart-Hayas’tadır:

“Haricin parmağıyla hareket eden Kürtlere asla yardım edemeyiz. Muhtelif menbaalardan teyit edildiğine göre son Kürt hareketi İngilizlerin parmağıyla hazırlanmıştır. İngilizler Musul’dan Ararat Dağına kadar geniş bir araziyi Kürtlere vaat ederken Taşnaklar da Akdeniz’den Karadeniz’e kadar büyük bir Ermenistan teminine çalışıyorlar. Kürtler bizden yardım görebilmek için evvela ecnebi aleti olmaktan çıkmalıdırlar. Bugünkü şekilde Kürtlerle teşriki mesai edenleri şiddetle tenkit ve itham edeceğiz.”

Ermenilerle Kürtlerin işbirliği en fazla üç ay sürebilmekte ve sonunda herkes kendi yoluna gidecek kadar da hazin bitmektedir. Fakat emperyalizmin ulus devletleri zayıf düşürmek ve kendilerine baş eğmelerini sağlamak için her türlü oyunu oynadığı da evvelden beri bilinen bir gerçektir. Birbirleriyle asla yanyana gelemeyecek unsurlar bile onların kışkırtmasıyla aynı duaya amin diyebilmektedir. 1930 Ağrı Ayaklanması da buna en güzel örnektir.

Asala Devrede

1970’lere gelindiğinde ASALA Ermeni terörüne yeni bir soluk getirmektedir. Türk diplomatlarına karşı yapmış olduğu suikastlerle sesini duyuran ASALA etkin olduğu yaklaşık on yıl boyunca Batılı devletlerin desteğini arkasına almıştır.

Örgütlenme ve gizlilik açısından ciddi bir örgüt görünümünde olan ASALA faal olduğu yıllar boyunca dünyadaki diğer terör örgütleriyle de ilişkiye geçecektir. Türkiye’ye karşı eylemlerinde uluslararası ilişkilerini iyi kullanacak ve istihbarat örgütlerinin denetiminde gelişecektir.

ASALA henüz kuruluş hazırlıklarını yaptığı 1973 yılında, Beyrut’tan BM nezdindeki tüm temsilciliklere “Ermeni Cumhuriyet Örgütü” imzalı bir mektup postalanır. Mektupta Ermeni, Kürt, Hatay, Kıbrıs, İstanbul sorunlarına dikkat çekilmektedir. Bu sorun tanımlarıyla nelerin ima edildiği kolayca tahmin edilebilir. Ancak mektuptan anlaşılan Türkiye’ye karşı tüm kozlar kullanılacak ve bu bağlamda tüm diğer örgütlerle ilişkiye geçilecektir.

Ermeni davasını uluslararası alanda yeniden gündeme getiren ve Türkiye’den toprak talep edecek olan örgüt Fransa gibi Batı ülkelerinde yaptığı kanlı eylemlerden sonra Batıdan da tepki alacaktır. Hemen ardından önce lider kadrosu ikiye bölünecek, sonra tüm liderleri teker teker suikastlere kurban gidecektir.

Aynı dönemin sonlarında başka bir Kürt terör örgütü PKK doğacak ve ASALA ile ilişkiye geçecektir. Taşnak ve Hoybun örgütleri arasındaki ilişkiye benzer bir işbirliği geliştirecek olan bu iki örgüt zaman zaman da adını ortak eylemlere koyacaktır. Türklere karşı ittifak, her iki örgüt ve bu örgütlerin uluslararası bağlantıları açısından temel referans olacaktır.

Asala-PKK İşbirliği

1980’ler Türkiye’de sol örgütlerin ezildiği ve bu boşluğu PKK’nın doldurduğu yıllar olarak kayda geçti. Amerikancı 12 Eylül darbesi tüm solu bitirirken özellikle ABD’nin denetiminde gelişen PKK hareketi kendini iyi koruyacak, “bizim çocuklar” PKK’ya nedense pek bulaşmayacaktır.

Darbenin hemen öncesinde PKK ile ASALA 8 Nisan’da Lübnan’ın Sidon kentinde ortak bir basın toplantısı yapacak ve Türkiye’ye karşı ortak eylem kararı aldıklarını açıklayacatır. ASALA adına Agopyan, aynı dava için çalışan iki toplumun işbirliğinden ve elele mücedele etme kararından duyduğu memnuniyeti dile getirecektir.

PKK Nisan ayının 21’i ile 28’i arasını “Kızıl Hafta” ilan edecek ve 24 Nisan günü “soykırım anması” nedeniyle etkinlikler tertip edecektir. Yine aynı yılın Kasım ayı içerisinde Türkiye’nin Strazburg Başkonsolosluğu bombalanacak, ardından Roma THY Bürosu kundaklanacaktır. Saldırıyı ASALA düzenlemesine karşın PKK ile ortak düzenledikleri yönünde bir hava yaratılacak, her iki örgüt de saldırıyı üstlenecektir. ASALA PKK’nın yaptığı jeste bu şekilde karşılık verecektir.

Askeri alanda her iki örgüt ortak eylemler yanında eğitimlerine de birleştirir. PKK’nın Zeli ve Bekaa vadisindeki kamplarından ASALA da faydalanır ve Ermeni eğitmenler kursiyerlerini eğitir. Bu tarz ilişki Apo’nun sonraki yıllarda Ermenistan’da PKK’ya kamp yapmak için bir köy tahsis edilmesi isteğiyle zirveye ulaşır.

Sonraki yıllarda işbirliği biraz da kültürel boyutlara taşınacaktır. Örneğin, şimdilerin aşk filozofu olan Apo, Ermeni Yazarlar Birliği tarafından “Büyük Ermenistan fikrine olan katkılarından dolayı” onur üyeliğine layık görülecektir. Ermeni Halk Hareketi bünyesinde de Avrupa’da olduğu gibi “Kürdistan Komitesi” oluşturulması dostane ilişkilerin başka bir boyutudur.

PKK Ermenistan’da faaliyetlerine Reya Toze ve Bota Redaksiyon ismiyle yayımladığı iki gazete ile devam edecektir.

Asala-PKK Uyuşturucu Şebekesi

1985 yılından Avrupa ülkelerinde uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasından yakalanıp hüküm giyen Türk vatandaşı Kürtlerin sayısında ciddi bir artış gözlenmektedir. Bunların PKK militanı olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır.

Özellikle bu ilişki ağı Güney Kıbrıs Rum devletinde kesişmektedir. Rum kaçakçılar PKK, ASALA ve Arap kaçakçılarla Kıbrıs Rum kesimi üzerinde siklet merkezi oluşturmaktadır. Avrupa, Ortadoğu, Orta Asya hattı bu merkezden yönetilmektedir. Önceleri ASALA’nın kontrolündeki bu yol, ASALA’nın gücünü yitirdiğinden beri PKK’nın kontrolüne geçmiştir. Aynı şekilde silah kaçakçılığında da benzerlik görülmektedir. Bugün bu hatta tekel olan PKK, ASALA’nın kurduğu modeli işletmekte ve aldığı mirasın hakkını en iyi şekilde vermektedir.

Pkk ve Ermenilerin Anlaşmaları

1987 yılına gelindiğinde PKK ile yeniden toparlanma hazırlığındaki ASALA’nın kılıç artıkları yeni bir anlaşmayla faaliyetlerine devam etmektedirler. Bu anlaşmaya göre:

1. Ermeniler PKK kamplarında eğitim yapacaklar.

2. PKK’ya her yıl adam başı 5.000 dolar para ödenecek.

3. Ermeniler PKK ile küçük çaplı eylemlere katılacaklardır.

Bu anlaşmayla birlikte hem Ermeni terörü yeniden canlandırlmak istenmekte, hem de PKK’nın denetimi Ermenilerin elinde bulundurulmak istenmektedir. PKK içinde egemenlik kurmak isteyen Ermeniler en kolay yöntemi PKK’yı finanse etmekte aramaktadır.

1990 yılında ise yine başka bir anlaşmaya tanık olmaktayız. Hermez Samuroyan isimli Ermeni ile PKK bir toplantı yaparak şu kararları alırlar:

1. PKK ile ASALA ortak yönetilecektir.

2. PKK eylemlerinin istahbarat sorumluluğu Ermeniler tarafından sağlanacak.

3. Devrimden sonra topraklar eşit olarak paylaşılacak.

4. PKK’nın kamp masraflarının % 75’i Ermenilerce karşılanacak.

5. Türkiye içinde büyük şehirlerde ortak eylemler yapılacak.

Bu teması Apo da doğrulamaktadır. Hatta yaptığı bir ropörtajda toprak meselesini gündeme getiren gazeteciye “kendisinin toprak işleriyle değil, devrim meselesiyle uğraştığı” yanıtını vererek felsefe yapacaktır.

PKK’nın üç otobüs militanı 1991 yılında Azerilerle savaş halindeki Ermenilere yardım için Ermenistan’a giderek Ermeni davasına fiilen katılmıştır. Türk Ordusu’nun PKK’ya karşı düzenlediği sınır ötesi operasyonları PKK’nın gücünün bir kısmını İran ve Ermenistan’a kaydırmasına neden olmuştur. Daha sonra Avrupa’dan Ermanistan’a geçen PKK temsilcileri bağımsız Ermeni devletinde PKK’nın konaklamasına izin almışlardır. Bundan sonra PKK yeniden güçlenmek için Ermenistan topraklarına da kamp kurmuştur.

En son bilinen ilişki de 2001 yılında ateşkesin üçüncü yılındaki PKK’ya ASALA’nın nota vermesi biçimindedir. Türkiye’ye karşı silahlı eylemi bırakanPKK’nın Ermenilerden ve dünya kamuoyundan destek beklememesi kendilerine hatırlatılarak acilen eylemlere başlaması çağrısında bulunulmuştur.

Son Söz

Tüm bu ilişkinin tamamen Türklük aleyhine olduğunu tekrar edelim. Bu şekilde bir ilişkinin uzun vadeli olmayacağı da başka bir gerçektir. Kürtler de, Ermeniler de davalarında başarılı olsalar bile, ilk kavgaları yine kendi aralarında olacaktır. Çünkü her iki unsur da güttüğü davada toprak ile ödüllendirilmek istemekte ve bu topraklar birbiriyle kesişmektedir.

Bu topraklarınsa üzerinde bırakın bu çapulcuları Türklerden başka bir milleti hazmetme kapasitesi yoktur. Aksini idia eden her türlü çabayı gösterebilir ve bu noktada yolları açık olsun; ancak tarih usulü idaresince tatbik edilir, “ihtimal bazı kelleler gidebilir.”