2. yüz (Toplam 2 yüz)

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:41
gönderen borabey
Kürt” varsa sorun var...



Bu konu ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız
88. sayı başyazı
89. sayı başyazı


Tarihi ve sosyolojik açıdan ırk, etnik grup, millet

PKK’nın organize ettiği Gemlik yürüyüşü ve bu yürüyüşe karşı Türklerin direnişi kimileri tarafından olağandışı gelişmeler olarak nitelendiriliyor. Bugün ülkemizin içine çekildiği sorunu kavramamızın önündeki en büyük engel de bu. Çünkü olaylar ne bir provokasyonla, ne tahrikle, ne de başka bir şeyle açıklanabilir. Olayların bu şekilde gelişmesi, tarihsel ve sosyolojik sebeplerle açıklanabilir, ki böylesi bir perspektif içinde tüm gelişmeler hiç de beklenmedik değildir tersine beklenen gelişmelerdir.

Bugün yaşadığımız sorun nedir? Başbakan bir Kürt sorunundan bahsetti. Zaten PKK da yıllardır aynı Kürt sorunundan, aynı ifadelerle bahsediyordu. PKK eylemlerinin durduğu bir dört yıllık dönem de oldu. Kürt sorununu çözmek için devlet, eğitim, kültür, yayın gibi pek çok hak tanıdı. Ama tüm bu “demokratikleşme” adımlarına karşın, bugün sorun, dünden, yani PKK’nın açık silahlı savaşından kat kat büyümüş durumda. O halde sorunu açıklamak için terörün ve demokratikleşmenin dışında bazı kavramlara ihtiyacımız var demektir. O kavramları ise ancak tarih ve sosyolojide bulabiliriz.

Kürt sorunu demek, bir etnik kimlikten doğan sorun demektir. Çünkü sorun Kürt’le alakalıdır. O halde Kürt nedir? Eğer Kürt, Türklerden ayrı bir etnik grup ya da millet ise, Kürt sorunu dediğimiz sorun, etnik ya da milli bir sorun demektir.

Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli “ırk”lardan, çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür “ırki” ve etnik kimlikler birbiri ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle meydana gelir. Millet aşaması, etnik, “ırki”, kökenlerin tarihsel olarak silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur, milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.

Türkiye açısından baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya da “ırki” kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.



İstanbul, uzun yıllardır Kürt bölücülüğünün en önemli hedefi oldu. Kürt mafyası, Beyoğlu, Aksaray-Laleli, Eminönü ve Kadıköy’de piyasaya hakim konumdadır. Kürt mafyasının ekonomik hakimiyeti ile birlikte, şehrin varoşları PKK’lı milisler tarafından ele geçirilmektedir. Yandaki haritada Kürt mafyasının denetlediği piyasa bölgesi yeşil bir çember içinde gösterilmektedir. Mavi noktalı semtlerde ise, sıradan vatandaş görünümünde PKK yandaşları yoğun bir şekilde yerleşmekte ve bir ayaklanmaya hazırlanmaktadır. Son bir haftadır tüm bu semtlerde Apo posterli gösteriler ve polisle çatışmalar gerçekleşmiştir.


Türk ulus devleti

Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün olarak kullanır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni, ABD türü bir etnik federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik budur. ABD’de ve Avrupa’da hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde farklı dilleri barındırırlar.

Avrupa ve ABD’nin dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlı’daki sistem çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür bir devrime yol açmıştır.

Şimdi böylesi bir ulus devlette bir Kürt sorunundan bahsediliyorsa, birilerinin politik argümanlarını ve iddialarını bilimle ve tarihle ölçüp sınaması gerekir. Örneğin Başbakan Kürt sorunu diyorsa, bir ulus devletin başbakanının böylesi bir ifadeyi kullanamayacağını bilmelidir. Çünkü ancak ulus devlette Başbakan, ulusal meclisin tayin ettiği hükümetin başıdır. Bu ise milletin iradesini yürütme gücüne dönüştürmektir. Başbakan ulus devlet gerçeğini reddediyorsa, kendisini o ulustan görmeyenleri temsil hakkından vazgeçtiğini de anlamalıdır.

Bir ulus devlette, azınlık olabilir. Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez. Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz, ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde yükselir.

Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de etnik sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim Osmanlı’nın yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası, azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda kalacaklardır.



Kürt mafyası, Türkiye’nin denize açılan Güney bölgesinde planlı bir şekilde denetimi ele almıştır. Ele geçirilen bölgeleri bir okla birleştirdiğimizde planın kapsamını anlayabiliyoruz. Gelibolu, Gökçeada, Ayvalık üçgeninde Çanakkale Boğazı’na hakim olmaya çalışan Kürt mafyası aynı zamanda İzmir ve Antalya limanını da denetlemektedir. Bodrum gibi bölgeler eğlence sektörü açısından bir planı gösterirken, özellikle Didim’de simgeleşen toprak alımları, tehlikenin bir başka boyutunu göstermektedir.



Kürt varsa sorun var

Ancak Kürt meselesini de aynı etnik mesele içine sokmaya çalışırsanız işler değişir. Çünkü Kürtler, azınlık hakkı değil başka bir şey istemektedir. Kürtler, Türk milletinden ayrı bir millet olduklarını, bu nedenle de ikinci milli unsur olarak kabul edilmeyi istemektedirler. Bu, tam da bugünkü Irak’a dayatılandır. Yani hem bir Kürt federe bölgesi, hem de Türkiye Cumhuriyeti üzerinde mutlak bir güç.

Eğer gerçekten de Kürtler, Türklerden ayrı bir millet ise, olayın tarihsel ve sosyolojik iki çözümü olabilir. Birincisi, Türkler ve Kürtlerin, bugünkü Irak gibi, federatif bir devlet içinde birleşmeleri ya da ikincisi Kürtlerin tamamıyla bağımsız bir devlet kurması. Kürtler bugün, her ikisini de istemektedirler.

Peki Kürtlere bu hak, tanınmamazlık edilebilir mi? Eğer Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu kabul ediyorsak, bu hakkı tanımak zorundayız. Çünkü her milletin kendi iradesini belirleme ve isterse ayrı devlet kurma hakkı vardır. Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden de alınmaz, tarihsel bir haktır. Hiç kimse de bu tür bir milli isteğin önünde duramaz.

İşte Başbakan’ın Türkiye’yi getirdiği nokta burasıdır. O halde sorunun kaynağı, teröre, PKK’ya, demokratikleşmeye indirgenemez. Sorunun kaynağı tanımlamadadır. Siz, bir kısım vatandaşa ayrı bir milli kimlik tanırsanız, onlar da bu milli kimliği hakkıyla kullanırlar. Bu nedenle sorun, Kürdü kabul eden çağdışı, bilimden, tarih bilincinden yoksun kafadadır.

Oysa çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKK’nın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kalacaksa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin kendisine ben Türküm demesini isteyecek, Türkçe konuşmasını isteyecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da bir gerçekliktir. Çünkü, bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir.

Bu bakımdan Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır. TÜRKSOLU’nun ısrarla yapmaya çalıştığı, Kürtler tarafından zorla asimile edilmek istenen Türklerin milli haklarını korumaktır.

Bu ise Atatürk tarafından 1923 ile 1938 arasında uygulanmış ve sonuç almış politikadır. (Önümüzdeki sayıda Atatürk’ün Kürt politikasını işleyeceğiz.)

“İyi Kürt”le “Kötü Kürt” arasına sıkıştırılmak!

Atatürk politikası terk edildikten sonra durum değişti. Türkiye Cumhuriyeti’ne yıllar süren etnik ve köktendinci saldırı, Türkiye’deki tek milleti, etnik ve mezhepsel parçalara ayırma amacı güttü. Bu saldırı altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet niteliği aşındırıldı. Bir taraftan dinsel kimlik milli kimliğin önüne geçirilirken, diğer taraftan ayrı bir milli kimlik bilinçli bir şekilde yaratıldı ve güçlendirildi.

Bugün Bozüyük’te yaşanan sorun tam da budur. Türk milletinden ayrı bir Kürt kimliği kabul edilmiş, güçlendirilmiş, eline silah verilip dağa çıkartılmıştır.

Şimdi o kimlik, otobüslere bindirilerek Gemlik’e yürüyüşe götürülmektedir.

O kimlik, eline molotof tutuşturulup karakollara saldırtılmaktadır.

O kimlik, eline silah verilip mafyalaştırılmakta, ekonomiyi esir etmektedir.

O kimlik, eline mikrofon verilip Türk televizyonlarını Kürtçeye boğmaktadır.

Yani sorun, o kimliğin ifade edilişidir.

Milli kimlik kimi zaman dille, kimi zaman türküyle, kimi zaman yazıyla ifade edilir. Ama kimi zaman da yürüyüşle, ayaklanmayla, silahla, terörle...

Bugün kimileri “demokrasi” diyerek, iki tür ifade biçimi arasına ayrım koymak gerektiğinden bahsetmektedir. İlk anda mantıklı gelse de, bunun çok daha büyük bir tuzak olduğu görülmelidir. Tanınan kimliğin, kendisini ne zaman ve nasıl ifade edeceğini bilemezsiniz, bir. Bazen kimlikler silahsız istediğini daha rahat elde edebilir, iki. Örneğin bugün kendini silahlı mücadeleye ve PKK’ya karşı tanımlayan kimi Kürtler, Bağımsızlık Manifestosu yayınlamakta, kimileri ise federasyon için imza toplamaktadır!

O halde, “iyi Kürt”le “kötü Kürt” arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.

Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, “önderliğine” sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!

Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının “Benim önderim Atatürk değil Apo” dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.

O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.

Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKK’lıdır.

O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür...

Türk olan herşey Kürdün sadırısı altında

Son yirmi yıldır Türkiye’de bir Kürt örgütlenmesi yapılmaktadır. Kürtler, tek bir temelde örgütlenmektedir: Kürtsen bizdensin. Yani, siyasal inanışlar, toplumsal özlemler değil, etnik aidiyet Kürtleri birleştiren noktadır. Böyle böyle, bir “bizden” kimliği yaratılmıştır. Bu ise artık önü alınamaz bir Kürtlüktür. Bu Kürtlük şimdi gemi azıya almıştır.

Türkiye’nin hemen hemen her ilinde, PKK ve Apo posterleri ile sokağa çıkan binlerce “iyi Kürt” bulunmaktadır. Türkiye’nin her yerinde eline taşı alıp Türk polisine, Türk karokollarına saldıran “iyi Kürt” bulunmaktadır. Bu tür toplumsal eylemlere, bir kışkırtma denilerek geçilemez. Kışkırtmanın bir zemini vardır. O zemin, yaratılan milli kimliktir.

Bugün yaratılan Kürt milli kimliğinin en önemli özelliği ise Türk düşmanlığıdır. Türk karakolu, Türk askeri ya da polisi saldırı altındadır, ancak bunların saldırıya uğramasının temel nedeni Türk olmalarıdır. Karakol, asker, polis, Türk egemenliğinin simgesi olduğu için saldırıya uğramaktadır.

Bu ülkede bir etnik çatışmadan ve kışkırtmadan bahsedeceksek, bu etnik kin tohumlarını ekeni görmemiz gerekir. Türkiye’de Türkler, değil herhangi birine karşı etnik kin beslemeyi, “Ben Türküm” bile demezler.

Ama ısrarla “Ben Kürdüm” diyenler, bir süre sonra “Ben Türk devletini istemiyorum” demektedir. Böyle bir ortamda, bu devleti istemeyen Kürdün, bu devleti isteyen Türkle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.

Bugün böyle bir karşıtlık olmadığı söylense de gelişmeleri iyi okumak gerekir. PKK, tüm yurtta “serhıldan” çağrısı yapmıştır. Serhıldan, halk ayaklanması demektir. Yani eli ayağı tutan her Kürt, eline bayrağı, afişi alıp sokağa çıkıp eylem yapacaktır. Bu tür küçük gösteriler, büyük ayaklanmanın hazırlığıdır. Önce halk devletle karşı karşıya gelmeye alıştırılacaktır.

Son dönemde Batman’da, Van’da, Diyarbakır’da, Adana’da, Mersin’de bir türlü durdurulamayan küçük ayaklanmalar bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu, yanlış bir ifade ile PKK’nın Türkiye’yi Filistinleştirme politikasıdır. Eline taş alan her Filistinli çocuk nasıl ki İsrail hedeflerine -sivil, asker!- saldırıyorsa, Kürt çocuk da aynısını yapacaktır.

Devletin en tepelerinde bu sözlerin sarfedilmesi PKK propagandasına alet olmaktır. Türkiye’yi İsrail konumuna sokan yönetici, İsrail’de devletin kendisini savunduğunu, bu işi vatandaşa havale etmediğini de bilmelidir!

PKK’nın etnik kışkırtması kendi zeminini bulmuştur. Etnik milliyetçilikle beslenen Kürtler bugün Türk devletine savaş açmıştır. Ancak buna karşı Türk devletinin bir tutunma zemini yoktur.

Bir PKK propagandası: Türk-Kürt kardeşliği

Başbakan PKK’yı durdurmak için Türklüğü gömüp Türkiyeliliğe geçmeyi önermektedir. Bir kısım saf aydınımızsa ısrarla Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Oysa eğer iki kimlik varsa ve biz bunların gerçekten kardeşliğini istiyorsak, kardeşimize seçme hürriyeti tanımamız gerekir. Yani Türk-Kürt kardeşliği diyenler, Kürt kardeşlerine seçme hakkı tanımalıdır. O zaman Kürt kardeşiniz, teröre başvurmadan, iyi niyetle biz ayrılalım diyorsa ona ne cevap vereceksiniz!

Görüldüğü gibi Türk-Kürt kardeşliği teorisi, aslında Türk’ten ayrı bir Kürt kimliği oluşturmanın teorisidir. Günümüzde PKK bölücülüğünden bile güçlü olan teori de budur.

Bugün Türk-Kürt kardeşliği diyenler, güçlenen Kürt milliyetçiliğine karşı, Türklerin birleşmesine ve uyanmasına engel olmak istemektedirler. Dikkat edilirse bu grup, ısrarla Türklere hitap etmekte ve Türkleri sessiz olmaya çağırmaktadır. Oyun açıktır, PKK etnik Kürt milliyetçiliğini yaratırken, bunlar da Türk milli uyanışını engelleyecektir. Görüldüğü gibi Türk halkı, hem PKK tarafından dıştan, hem de bu tür gruplar tarafından “içten” bombalanmaktadır.

Bu tür teorilerin üretim merkezini iyi deşifre etmek gerekir. Bunlar günümüzün Taşnak-Hoybun’udur. Bu grubun lideri Erzincanlı bir Ermeni, sözcüsü ise Tuncelili bir Kürttür. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Ermeni-Kürt ittifakının tarihsel devamıdırlar. PKK’dan tek farkları, kitle tabanları olmaması ve bu nedenle de PKK’ya taşeronluk yapmalarıdır!

Bu Ermeni-Kürt çetesinin peşinden gidenlere şunu hatırlatmak gerekir. Neden ısrarla Türk-Kürt kardeşliği diyorsunuz? Türkler bugüne kadar kimsenin hakkını mı yediler, kimseye kötü bir davranışta mı bulundurlar? Ya da daha açık soralım, siz Kürtlerin Türkler tarafından asimile edildiğini, baskı altına alındığını mı düşünüyorzsunuz: Çıkarın ağzınızdaki baklayı!

Türkiye’de zaten yirmi yıldır fiilen Türk-Kürt kardeşliği politikası uygulanmıyor mu? Özal’ın teorilerini devrimci sosuna bulayıp Türk’e yutturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Türk-Kürt kardeşliği denilen 20 yılda bir Kürt milleti yarattınız ve bir milleti susturdunuz, sindirdiniz. Bu 20 yılda tek bir Kürde bir gram zarar mı geldi? Gelmedi ama neden Kürtler hep bölücüleşiyor, hep daha da azıyor?

Türk’ün susturulduğu yerde Kürtçülük hortlar, Türkiye’de olanın özeti budur.

Bir, iki, üç; daha fazla Bozüyük...

Elbette Türkler -tarihin gördüğü en barışsever, hakbilir, sabırlı millet- oynanan oyunun farkında. Yüzlerce otobüslük PKK’lı sürüsünün bu ülkede eli kolu serbest dolaşabilme özgürlüğü olduğunu bu millet görüyor. Türk’e şehit cenazesi kaldırmanın bile provokasyon görüldüğü yerde, Kürdün Türkiye’yi istila ettiğini görüyor. Binlerce yıllık yurdunun, şehrinin, mahallesinin, içten işgal edildiğini görüyor.

Her şeyi gören Türk’e şimdi sus diyorlar. Provokasyona gelme, kıştkırtmalara kapılma!

Türk biliyor, bunca yıldır susa susa bu ülkede Kürtçülük güçlendi. Türk’ün susturulduğu yerde elbet barış olur. Ama nasıl bir barış? Türkiye Cumhuriyeti’nin bölündüğü, hem de sessiz sedasız, provokasyona gelinmeden bölündüğü bir barış!

Ne dersiniz Yunan işgalinden daha mı onurlu? O zaman da işgale karşı direnişin adı provokasyondu çünkü. Padişah efendimiz o zaman da Türklere kışkırtmalara gelmeyin diyordu.

Ama sabır bir yere kadardır.

Her millet bir yere kadar susar, bir yerde patlar.

Bir bakmışsınız bir Hasan Tahsin çıkmış ve ilk kurşunu atmış. İlk kurşunu atacak da, bu savaşa katılacak da her zaman çıkar. Bu tabiatın yasasıdır. O nedenle Bozüyük’te olanlara şaşırmamak gerekir. PKK’nın sokağa indiği yerde Türk de sokağa inecektir doğal olarak. Bu işin bir Bozüyük’le kalmayacağını, iki, üç daha fazla Bozüyük olacağını öngörmek içinse müneccim olmak gerekmez. Bunun arkasında bir provokasyon arayan kafa, ipi dışarda kafadır. Bunlar sanırlar ki, halk da kendileri gibi dışardan yönetiliyor. O nedenle halkın her davranışının arkasında bir provokatör ararlar.

Bu provokatör arayışı bile gayet bilinçlidir.

Bir yandan MHP ve ondan türeme faşist partiler sözde hedef gös terilmektedir. Oysa herkes biliyor ki, MHP türü ırkçı hareket 1950’den 1980’e kadar Türklere karşı sokağa salınmış ve antiemperyalist devrimci Türk çocuklarını öldürmüştür. 1980 sonrası bu hareketler sokaktan çekilmiştir. Çünkü 1980 sonrası sokakta PKK vardır. Sokağa iki Amerikan hareketi çoktur. O nedenle MHP eve çekilmiş, PKK sokağa inmiş ve MHP’nin kaldığı yerden Türk öldürmeye başlamıştır. (Tüm MHP’liler kendilerini hele bir sorgulasın, neden PKK’ya karşı MHP’nin çıtı bile çıkamaz!)

Diğer yandansa doğmamış Kuvayı Milliye boğulmak istenmektedir. Amerikancı Akşam yazarları, her ilde ve her semtte Türklerin Kuvayı Miliye türü örgütler kurduklarını ve savaşa hazırlandığını yazmaktadır. Peki neden? Böyle örgütler mi bulunmuştur, deşifre edilmiştir? Hayır! O halde? Çünkü Amerikancılar, bu milletin bir Kuvayı Milliye geleneği olduğunu bilmektedir. Bu gidişatın, milleti uyandırdığını görmektedir. Bu uyanışınsa örgütsel bir yanı olacağını bilmektedirler. Ama doğmamış Kuvayı Milliye’ye, “linççi Türk” damgası vurup, ana rahminde boğmak istiyorlar!

Provokasyon ve linç kelimelerinin gazete manşetlerine taşındığı bir dönemde ne yapmalı? Susup evimizde mi oturalım?

Açıkçası, kimseye sokağa çıkıp şunları yapın deme pozisyonunda görmüyoruz kendimizi. Halkı sokağa döktüğünüz zaman, onu koruyacak bir gücünüz olması gerekir. Korumanın ötesinde sokağa inen halkın çözüm üretmesi gerekir. Türkiye’nin Atatürkçü birikimi henüz o aşamada değildir. O nedenle bizler de, her tür erken Kuvayı Milliye örgütlenmesine uzun süredir karşı çıkıyoruz. Çünkü halkın umutları ile oynama hakkı yoktur kimsenin.

Ama biz bu pozisyonu benimsemekle ve halka da bu yönde çağrı yapmakla birlikte, halkın kendi bildiğini yapacağını da görüyoruz. Ok yaydan çıktıktan sonra ancak izleyebilirsiniz.

İki yıl önce “Türk’ün ateşle imtihanı” demiştik!

Şimdi ise “Türk’ün sabırla imtihanı!”

Türk oğlu, Türk kızı: Zor bir dönemeçten geçiyorsun. Türklüğünü koru! Milletini, vatanını, dilini, davanı koru!

Her şeyini millet davasına gözünü kırpmadan, arkana dönüp bakmadan vereceğin günler geldi.

Türk’ün güveneceği evladısın. Güveni boşa çıkarma...

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:42
gönderen borabey
Kürt sorunu yok,
Kürt istilası var!

Terörle mücadeleyi yasalar değil ABD kısıtlıyor

Ordu ve Hükümet kanadından Kürt meselesi üzerine açıklamalar gelmeye devam ediyor.

Genel Kurmay İkinci Başkanı’nın “sınır ötesi” açıklamasından sonra bu defa da Genel Kurmay Başkanı’ndan “Yetkilerimiz kısıtlı. Bu kısıtlı yetkilere karşın terörle mücadele ediyoruz” açıklaması geldi.

Ordu kanadının terörle mücadeleye vurgu yapan açıklamalarına karşın Hükümet sorunu bir “terör” ve “terörle mücadele” sorunu olarak değil, “demokratikleşme” sorunu olarak gördüğünü, hatta “milli bir mesele” olarak gördüğünü bizzat Başbakan’ın ağzından açıkladı.

Öncelikle Ordu kanadının görüşleri üzerinde biraz durmakta fayda var. Genel Kurmay, mevcut yasaların kendilerinin terörle mücadelesini kısıtladığından bahsediyor. Hükümet ise askerin terörle mücadele etmesi için herhangi bir kısıtlama olmadığı cevabını veriyor.

Terörle mücadele hukuki bir mesele değildir. Çünkü ortada terör varsa, hukuk dışı bir olguyla karşı karşıyayız demektir. Böyle bir durumda, yapılacak iki şey vardır, birincisi hukuk dışına çıkan terör güçlerini yakalamak ve hukuka teslim etmek. İkinci yol ise hukuk dışına çıkan terör güçlerini, silah yolu ile engellemek, yani askeri yol.

Ordu, terörle mücadelede silahı kullanır. Onun görevi, devlete silah çeken teröristi etkisiz hale getirmek, silah bırakmaya zorlamak, yakalamak, en son seçenek olarak da yok etmektir.

Ordu’nun şikayeti eğer mevcut yasalarla teröristlere, onların destekçi ve yandaşlarına caydırıcı bir veza verilemediği ise bunda elbette haklıdır. Bir terör örgütünün, örgüt üyelerinin ve yandaşlarının serbestçe hareket etme hakkına sahip oldukları bir ülke durumundadır Türkiye. Ama bunun böyle olması, Ordu’nun terörle mücadele etmesinin kısıtlanması değildir. Siz teröristi yakalarsanız ve onu hukuk bırakırsa yapmanız gereken teröristleri yakalamaya devam etmektir. Zaten serbest bırakılıyorlar diye bir bahane olamaz.

Burada Ordu’nun, terörle mücadelede en büyük kısıtlayıcı gücü açıklamadığını belirtmeliyiz. Bugün Türk Ordusu terörle yeterli şekilde mücadele edememektedir çünkü Ordu’nun terörle mücadelesi ABD tarafından kısıtlanmaktadır. Türk Ordusu, arkasında ABD’nin bulunduğunu bildiği teröristlerle mücadele edememektedir. Çünkü böyle bir mücadelenin sonunda ABD ile savaşma riski bulunmaktadır.

Ancak gerçek bu olduğu halde Ordu, terörün arkasındaki esas güç olan ABD’nin askeri gücünü ortaya koyacağına, tam tersi kaçamak bir yol tutmakta ve AB Uyum Yasaları’nı hedef almaktadır. Ordu burada açıkça hedef saptırmaktadır. Bunun siyasi izdüşümü ise, AB karşıtı ABD’ciliktir. Kurtuluş Savaşı’nda Türkler ve Kürtler

Türkiye’de açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır.
Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Yandaki haritada Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen askerlerin hangi askerlik şubesine kayıtlı olduklarını gösteriyor. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiç bir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğu’dan olmuştur. Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır.

Kaldı ki Kurtuluş Savaşı’na katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. Kürt isyanlarında ölenlerin sayısı Kurtuluş Savaşı’nda ölenlerin on mislidir!

Türkiye’de Kürt istilası

Nüfus artış oranı: Türkiye ortalaması %24. Ortalamanın üstündeki iller Kürt göçüne maruz kalan bölgeler: İstanbul %57, Ankara %33, İzmir %35, Bursa %48, Muğla %39, Antalya %77, Mersin %44, Adana %26, Antep %39, Diyarbakır %34, Şırnak %51, Mardin %37, Urfa %65, Malatya %29, Batman %47, Adıyaman %31, Hakkari %55, Van %55, Ağrı %29


Kurtuluş Savaşımıza katılmayan Kürtler, özellikle 1990 yılından itibaren yoğunlaşan bir şekilde Türk devletine savaş açmıştır.
Kürtçülerin en önemli tezlerinden biri de Güneydoğu’da ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu ve devletin bu bölgeleri boşladığıdır.

Oysa nüfus artış oranları Kürtçüleri yalanlamaktadır. 1990’dan itibaren Türkiye’de 15 yıllık nüfus artış oranı ortalama %24’tür. Oysa bu rakam Güneydoğu’da %40’tır. Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu azalırken Kürt nüfusu artmaktadır.

Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bir istila hareketinin parçasıdır.

Diyarbakır merkezli Kürtçü hareket bu noktadan çevresine doğru bir Kürtleştirme hareketine girişmiştir. Irak ve İran sınırına doğru başarı ile tamamlanan hareket (yeşil bölge) artık kuzeye doğru yönelmiştir. Haritada turuncu renkte görülen bölge son beş yıldır PKK’nın sızmaya ve yerleşmeye çalıştığı bölgedir.

PKK stratejisnin en önemli ayağı ise, büyük şehirlere ve kıyı şeridinde hakim olmaktır. Bu nedenle Güneydoğu’dan bu bölgelere planlı bir nüfus kaydırma politikası izlenmektedir. Antap’ten İzmir’e kadar güney sahillerinin etnik yapısı değiştirilmiştir. Hedef alınan bölgenin özelligi denize açılma kapısı olması ve ekonomik rant kaynağı olmasıdır.

Yandaki haritada görüldüğü gibi, Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise Türk bölgeleri istila etmek için göçertmektedir.



ABD uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele aldı

PKK’nın son dönem artan silahlı eylemliliğinin arkasındaki gücü Ordu doğru bir şekilde tespit edebilmiş midir? Ya da bunu açıklayacak cesarete sahip midir acaba?

PKK eylemliliğini, Türkiye’nin AB sürecini baltalamakla açıklayan teoriler, özellikle iktidar içindeki Kürtçüler tarafından ve bir kısım medya tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

PKK’nın silahlı eylemleri, AB Uyum Yasaları’nı hedef konumuna getirecektir. Çünkü gerçeken de mevcut yasal düzenlemeler terörü cezasız bırakmakta, hatta devlete karşı terörü korumaktadır. Bu nedenle PKK eylemleri, nesnel bir şekilde, toplum içinde AB’ye ve AB Yasaları’na tepkiyi yükseltecektir.

Bu işin doğasıdır. Bu eylemlere girişen PKK da elbette bunun bilincindedir. Ancak PKK’nın eylemleri, Türkiye’nin AB sürecinde tam olarak nereye düşmektedir?

PKK’nın son silahlı kampanyası dikkat edilirse ABD’nin tüm Orta Doğu’da PKK’ya yüklediği yeni misyonla doğrudan alakalıdır. PKK’yı uluslararası operasyonel güç olarak değerlendiren ABD, bu gücü Türkiye, İran ve Suriye’nin üzerine salmıştır. Artan PKK terörünün nedeni, ABD’nin uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele almış olmasıdır.

Kuzey Irak merkezinde denetimi ele alan ABD, bölge ülkelerine ve elbette Kürt meselesinde söz sahibi olmak isteyen rakibi AB’ye karşı önemli bir avantaj elde etmiştir. Bu avantajı değerlendirerek, uluslararası Kürt hareketinin ikinci ayağı olan PKK’yı da tümüyle ele geçirmiştir. PKK’nın ABD tarafından tümden ele geçirilmesi, uluslararası Kürtçülüğün hamiliğinin Avrupa’nan ABD’ye geçmesi demektir. Bu bakımdan ABD, çok önemli bir uluslararası mevzi kazanmış bulunmaktadır.

PKK saldırıları neyi hedefliyor?

Böyle bir mevzide başlayan PKK saldırıları, doğrudan ABD’nin lehine bir süreci tetiklemektedir.

Şöyle ki:

1- PKK saldırganlığı Türkiye’de AB’ci çevreleri tecrit etmektedir. Böylece ABD, AB’ye karşı güçlenmektedir. Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerinde sıkışacağını gören ABD, PKK’yı Türkiye’ye saldırtarak Türkiye’yi AB’dern kopartmakta ve kendine bağlamaktadır.

Bu noktada Kıbrıs’taki gelişmelerle Kürt meselesindeki gelişmeler birbirini doğrulamaktadır. ABD’nin Kürt meselesinde inisayatifi ele almasına Fransa, Rumların hamiliğine soyunarak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışarak cevap vermektedir. Ancak bu silah da geri tepmekte, Türkiye’de AB karşıtlığını arttırmakta, Türkiye’yi daha çok ABD’ye itmektedir.

2- PKK saldırıları Türk hükümetini bir çıkmaza sokmaktadır. Terör, bir hükümet için olabilecek en önemli sorundur. Terörle mücadelede yetersiz kalan hütkümet ayakta kalamaz.

Bunu gören Hükümet, ister istemez ABD taleplerine boyun eğmek zorunda kalacaktır. Terörün bitmesi karşılığında teröre ve arkasındaki ABD’ye belli bazı tavizlerin verilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır.

3- PKK saldırıları sadece Hükümeti değil aynı zamanda Ordu’yu da yıpratmaktadır. Teröre karşı eli kolu bağlı bir asker görüntüsü Ordu’nun prestijini düşürmektedir.

Ancak Ordu üzerindeki asıl etkisi prestij kaybından ziyade askeri bir tehdittir. ABD, PKK’yı saldırtarak Türk Ordusu’na bir savaş durumunda ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Teröre karşı mücadelede bile yetirsiz kalan bir ordunun ABD’ye karşı savaşı göze alması elbette beklenemez.

4- Son olarak PKK saldırıları Amerikancı bir darbenin ön koşullarını sağlamaktadır. Artan terör, ister istemez sivil idareden askeri bir idareye geçişi zorlar. Dünyanın her yerinde yoğun şiddet olan ülkelerde askeri önlemler çoğalır. Türkiye’de artan terörün askeri önlemleri arttıracağı beklenmelidir.

Ama sadece önlemler değil aynı zamanda askerin siyasal varlığı da artacaktır. Bu ise, ABD’nin tam da 12 Eylül stratejisidir. Terörü önce tetiklemek, sonra ise onu dizginleyecek bir komuta kademesine olur vermek! Artan terör kampanyasının böyle bir sonucu da beklenmelidir.

Türkiye’yi Apo ve PKK’ya muhtaç etme operasyonu

Türkiye’ye böylesi bir stratejik saldırı başlatan ABD aynı zamanda kendi denetimindeki medyayı da manipülasyon için devreye sokmaktadır.

1- Amerikancı Akşam gazetesi, artan saldırıların Türkiye’yi sınır ötesine çekmeye çabaladığını, bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini yaymaktadır.

2- Amerikancı Yeni Çağ gazetesi, artan ladırıların Türkiye’ye Kerkük’ü unutturmak için başlatıldığını yaymaktadır.

3- Amerikancı Aydınlık dergisi ve Amerikancı Başyazarı Perinçek artan terörün Türkiye’yi Barzani ile ittifaka zorlamak için yapıldığını yaymaktadır.

Enteresandır bu üç Amerikancı yayın organı da, terörün arkasında ABD’nin olduğunu söylemekte ama ısrarla Türkiye’nin Apo ile ve PKK ile mücadele etmesinin yanlış olacağını iddia etmektedir. Hatta hedef saptırma olduğunu söylemektedir.

Oysa asıl hedef saptırma, PKK’yı ve elebaşısı Apo’yu aklayan, olumlayan, destekleyen bu teorilerdir. Böylece Türkiye tek bir şeye zorlanmakatadır. Sınır ötesinde, Kerkük’te, Kuzey Irak’ta başını belaya sokmak istemeyen Türkiye, kendi Kürdü ile, yani PKK ve Apo ile barışmalıdır. Ne de olsa Apo, yine de olabilecek en iyi Kürttür!

Bu teorileri, mevcut AB karşıtlığı, PKK içindeki AB’ci bölünme haberleri ile birlikte ele aldığımızda oyun daha net ortaya çıkar. Amerikancı medya, Türkiye’yi Apo’ya gül vermeye zorlamaktadır. Bu kampanyada kullanılan Amerikancılardan Perinçek’in zaten Apo’ya gül vermişliği vardır. Yani ABD doğru insanı kullanmaktadır!

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’dan verdiği mesaj

Bu noktada Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi devreye girmektedir. ABD’nin tehdidini gören Tayyip, Kürt meselesinde isteneni yapmaktadır. Şimdilik PKK ve elebaşısı ile görüşemeyen Tayyip, PKK destekçisi aydıncıkları makamında toplayıp onlarla barış sözleşmesi yapmaktadır. Bu sözleşme gereğince Diyarbakır’a gitmekte ve orada da aynı barış çağrısını yinelemektedir.

Tayyip Erdoğan’ın böyle hareket etmesi bizleri hiç şaşırtmadı. Tam da yapması gereken hamleyi yaptı.

1- Kürt sorununu kabul etti. Bilindiği gibi PKK terör örgütünün temel çıkış noktası Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun demokrasi içinde çözülmesi gerektiğidir. Başbakan tam da bunları ifade ederek PKK ile aynı çizgide olduğunu belirtti.

Ancak bu işte Tayyip’ten önce, Perinçek ve Demirel’in katkıları unutulmamalı. Bilindiği gibi Perinçek dergisi aracılığı ile Kürt sorununu kabul ettirmek için onca çabalamış ve Demirel de “Kürt realitesini” tanıdığını açıklamıştı.

Bu üç Amerikancının, Tayyip, Perinçek ve Demirel’in Lozan’da buluşması gayet manalıdır. ABD, has adamlarını AB’ye karşı mevziye sürmektedir.

2- Tayyip Erdoğan Kürt sorununu tanımakla kalmamış bunu İrlanda meselesine benzetmiştir. Bilindiği gibi İrlanda yüzyıllardır İngiltere’nin sömürgesidir.

Türk olmasa bile Türkiye’nin Başbakanının kendi ülkesi için bula bula bu örneği bulması anlamlıdır. Aynı Başbakan’ın yarın bir Pontus meselesinden bahsetmesi ve bu sorunun demokratik yoldan çözümünü savunması herhalde hiç bir Rumu şaşırtmayacaktır!

3- Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’ı seçmesi de gayet anlamlıdır. Geçtiğimiz ay gerekirse sınır ötesine geçeriz efelenmesinin arkasından gelen bu gezi, Başbakan’ın sınır ötesinden kastının Diyarbakır olduğunu ister istemez düşündürtmektedir!..

PKK’ya ve ABD’ye mesaj

Görüldüğü gibi Türkiye her halükarda Kürt sorunu adı altında PKK’yı tanımaya ve onunla barışmaya zorlanmaktadır. Böyle bir zorlanma karşısında neler yapılması gerektiğine gelince...

Öncelikle silahlı eylemlerin en sert şekilde karşılanması gerekmektedir. Ordu’nun herhangi bir yasal yetkiye ihtiyacı yoktur. Bunu göstermesi için Ordu’nun ABD’ye savaşırım mesajını iletmesi gerekmektedir.

PKK son dönemde özellikle mayın saldırıları düzenlemektedir. Mayın saldırısı, yüksek teknoloji kullanılan bir saldırı türüdür. Doğrudan ordu gücü göstermektir. ABD, PKK’ya NATO mayınlarını vermekte, Türkiye’nin mayın tarama araçlarını etkisiz kılacak teknolojik desteği sağlamakta ve Türk devletini açıkça tehdit etmektedir.

Türkiye bu saldırıya karşı öncelikle yurt içinde geniş çaplı bir operasyon başlatmalıdır. Bir kaç yüz PKK teröristinin leşini yere sermeden ABD’ye mesaj verilemez.

PKK saldırılarının kesilmesi için İmralı umursanmalıdır. Terörün elebaşısı İmralı’dadır. İmralı’daki elebaşını tam tecride almak, dışarıyla tüm bağını kesmek, ABD’ye ikinci mesaj olaccaktır.

Kürt istilasının nüfus kayıtları

Ancak bu tür askeri önlemlerle bu mesele çözümlenemez. Öncelkle Türk milletinin Kürt meselesi konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanının tersine biz Türkler Türkiye’de bir Kürt meselesi değil bir Kürt istilası olduğunu düşünüyoruz. Yaşadığımız en önemli sorun budur.

PKK terör eylemlerini 15 Ağustos 1984’te başlatmıştı. Terör örgütünün arkasında emperyalist bir güç bulunmakla birlikte terörün sonuç alınacağı toplumsal dokunun yaratılması da önemli bir meseleydi. Yani bölücülüğün sosyal, siyasal ve herşeyden önce de demografik zemininin yaratılması gerekiyordu.

Bu amaçla Özal iktidarı ile birlikte Türklere yönelik doğum kontrol kampanyası başlatılırken Kürtlerin nüfusunun arttırılması için özel çaba harcandı. 2005 yılı nüfus istatistikleri bugün karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını ortaya çok acı bir şekilde koymaktadır.

1- PKK’nın aktifleştiği 1990’dan 2005’e geçen on beş yılda Türkiye nüfusu toplam %24 artmıştır. Ancak bu nüfus artışının üstünde kalan bir bölge bulunmaktadır: Güneydoğu. Güneydoğu nüfusu son onbeş yılda %40 artmıştır.

Güneydoğu’daki bu artışla birlikte Türk bölgelerdeki nüfus azalması da dikkat çekicidir. Karadeniz, İçanadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu artış göstermemiştir.

2- PKK, sadece Güneydoğu’da Kürt nüfusu arttırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda Güneydoğu’dan Batı illerine doğru istila halinde bir Kürt göçü yapılmıştır.

Kürt istilası iki ana hattan ilerlemiştir.

Birinci hat Antep’ten Muğla’ya hatta Kuşadası’na kadar giden sahil şerididir. Bu hatta kalan tüm iller Kürt akınına uğramıştır. Nüfus yapısı tümüyle değişmiş kentler Kürtleştirilmiştir. Bu hat, kıyı şeridi olarak, uluslarası ticaret, turizm ve tarım alanında Türkiye’nin en önemli bölgesidir. Şu anda buraya yerleşen Kürt istilacıların eline geçen bölge PKK’nın ekonomik gücünün önemli kaynağıdır.

İkinci hat doğrudan büyük şehirlere, sanayi merkezlerinedir. İstanbul, Ankara, İzmir, hatta Bursa ve Kocaeli gibi şehirler büyük oranda Kürtleştirilmiştir.

Bu iki hatta başarıya ulaşan Kürt istilacılığı şu anda iki yeni hat daha açmış bulunmaktadır.

1- Sivas-Tunceli hattından Doğu Anadolu, İçanodolu ve Karadeniz’e çıkma.

Nitekim Erzincan, Sivas, Tokat, Ordu, Samsun şu an bu yeni hattın hedefi durumundadır. Bu yoldan PKK Karadeniz’e açılacaktır.

2- Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli hattından İstanbul’u Trakya’dan kuşatmak.

PKK’nın uzun yıllardır süren Trakya’ya yerleşme çabası özellikle Trakya’nın sanayi bölgesinde gerçekleşmiştir.

Böyle bir istila hareketi kaçınılmaz bir şekilde Türkiye yöneticilerini olmasa bile Türkleri rahatsız etmekte ve uyandırmaktadır. Yıllardır topraklarını, mahallelerini, evlerini bu istilacılara açan Türkler yavaş yavaş bu komşuların hiç de iyiniyetli olmadığını görmekte ve gördüğü yerlerde de tepkisini oltaya koymaktadır. Son aylarda, Gönen’de, Çerkezköy’de, Bursa’da, İstanbul’da yaşanan gerginlikler bu durumun habercisidir.

Böyle bir olasılık tüm Amerikancıları ürkütmektedir. Hükümet provokasyon önlemleri alırken, diğer taraftan Amerikancı medya devreye girmekte ve Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Lozan’da Tayyip Erdoğan’ın himayesinde konuşan Perinçek o nedenle biz Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtler birlikte verdik demektedir.

Böylelerine hadi ordan diyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:46
gönderen borabey
Serap Yeşiltuna
Kürtçü teröre karşı
Mustafa Kemal çözümü



Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen Tunceli İsyanı’nı bastırmak için hava bombardımanı yapmıştı



DTP bildiriyor: PKK’nın istekleri kabul edilirse kimse ölmeyecek!

Geçtiğimiz hafta PKK, Şemdinli’deki Aktütün Karakolu’na ağır silahlarla saldırdı. Çıkan çatışmada 17 askerimiz şehit oldu ve 20 asker de yaralandı. Türkiye’nin dört bir yanı şehit cenazeleriyle sarsılırken, birkaç gün önce de Diyarbakır’daki Ali Gaffar Okkan Polis Meslek Yüksekokulu’ndan çıkan servis PKK’nın saldırısına uğradı ve 4’ü polis biri şoför 5 kişi daha şehit düştü.

Üst üste gelen bu iki acı olayı değerlendirirken, daha öncesinde yaptığımız çağrıları yinelemek istiyoruz. Şehit haberleri konusunda cimri davranan medyanın, “milliyetçilik” kokan yazılar yazmaktan kaçınan köşe yazarlarının ve yorumcuların bile sessiz kalamadığı baskınlar günlerdir enine boyuna tartışılıyor ve “terör konusunda artık bir adım atılması” gerektiği sonucuna varılıyor.

Evet bir adım atılması çoktan gerekiyordu. AKP iktidarıyla birlikte verdiğimiz şehit sayısıyla önceki dönemlerin toplamını karşılaştıralım ve tablonun vahametini ortaya koyalım. Ortada tahammül sınırını aşan bir durum var. Bir tartışma yürüyor yürümesine ama atılması gereken adımlar değil PKK’nın “özgürlük” ve “barış” tezleri üzerinden terör karşıtlığı yapılıyor.

Sanırsınız ki mağdur olan ölen Türk askeri ve her an PKK saldırısı ihtimali altında yaşayan Türk milleti değil de dağdaki PKK’lı ve hak arayışına çıkmış “zavallı Kürt”tür.

DTP’liler tartışmayı dolaysızca ve yüzsüzce yürüttükleri için onların söylemleri üzerinden konuşalım. Ahmet Türk diyor ki: “Hiç kimsenin ölmeyeceği bir sürece varalım. Çatışmalar sürdüğü müddetçe maalesef ister PKK’lı, ister asker, ister köy korucusu olsun yaşamlarını yitirdiğini görüyoruz.” Hiç kimsenin ölmeyeceği süreç şu anlama geliyor. Devlet dağdaki teöristle uzlaşı içinde tartışarak, demokratik çözümler koyarak meseleyi çözecek ve PKK’lı insafa geleceği için de kimsenin ölmesine gerek kalmayacaktır. Hatta öyle ki DTPliler “toplumsal barışı sağlayamayan bir tartışmanın içinde olduğumuzu” söyleyerek çok önceden devleti uyarmış olduklarını küstahça dile getirdiler.

DTP’lilerin söylemleri yalnızca Kürtçü ya da liberal ve Amerikancı aydınlar tarafından değil pek çok siyasi parti ve sivil toplum kuruluşu temsilcisi tarafından dolaylı da olsa tekrarlandı ve Türkiye’nin güvenlik meselesi değil Kürtlerin hakları tartışıldı. Kürtlerin “kendilerini güvende ve özgür hissedecekleri demokratik bir ortamın yaratılması” için mücadele ettiğini söyleyen ve “aman kimse artık ölmesin” diye bu isteğe kucak açılmasını öneren barış çığırtkanları sadece ve sadece PKK’yı büyütüp beslediler.

PKK’lılar da bu gazla yüzsüzlüklerine devam ettiler. En “çarpıcı” olanı da sınır ötesi operasyon izninin yenilenmesiyle ilgili tezkere üzerine Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında DTP grup başkanvekili Fatma Kurtulan’ın yaptığı konuşmaydı.

Fatma Kurtulan, Mustafa Kemal çözümü öneriyordu! Yanlış okumadınız! Birdenbire doğru yolu bulduğundan ya da bölücülüğe veda ettiğinden falan değil elbette. Kendi Kürtçü tezlerini Atatürk’e mal etmeye çalışan ve sıkıştıkları her durumda Atatürk’ü öne sürüp tarihi çarpıtmaya çalışan uyanıklar sadece akademisyenlerin içinde yok elbette. DTP’li Kürtler de zaman zaman Apovari böyle açıklamalar yaparak komik duruma düşüyorlar.

Atatürk’ün “Misak-ı Milli’yi kardeş milletlerin milli sınırı olarak belirttiğini ve bu sınır için de Türk olduğu kadar Kürt de vardır” dediğini belirten Kurtulan, Atatürk’ün aslında iki ayrı toplumu kabul ettiğini, Kürtlere özerklik vaat ettiğini, 1924 Anayasasıyla da bundan vazgeçildiğini falan açıklamaya çalışıyor. Kürt sorunu ancak bu şekilde demokratik olarak çözülür ve bu ülkenin evlatları da toprağa verilmezmiş. Sonra da Ordu’nun operasyonlarına, silahlı mücadeleye karşı çıkarak tartışma, uzlaşı gibi gülünç çözümler öneriyor. Zaten senin orada olman, meclis kürsüsünden kolaylıkla bunları dile getirebiliyor olman yeterince uzlaşı ve tartışma olduğunun bir göstergesi. Sanki Kütlerin sesi kesilmiş, kimse konuşamıyor ve 22 tane şehidin üzerinden bir tartışma gündeme gelmiş değil de bir Kürt katliamı falan var sanırsınız.





Kurtuluş Savaşı sırasında isyancı Kürtler için kurulan idam sehpaları ve isyancıların yakalanışı



Mustafa Kemal çözümünde
DTP’ye yer yok!

Her fırsatta Cumhuriyet’i yıkmaya çalışan, bayrağa, İstiklal Marşı’na, dile karşı çıkan DTP’liler’in Atatürk’e sarılmaya çalışmaları aslında oldukça garip. Daha önce de tartıştığımız gibi Atatürk’ün Kürt politikası İngilizci, Perinçekçi tezlerle bilinçli bir şekilde çarpıtılarak Kürtçülük ve Türk-Kürt kardeşliği propagandası zaten uzun süredir yapılıyor.

Ancak birilerinin bu DTP’lilere Atatürk’ün gerçek Kürt politikasını yeniden hatırlatması gerekiyor. Çünkü Mustafa Kemal çözümü dedikleri şey DTP’nin varlık nedenini ortadan kaldırmaktadır!

Mesela bugün gerçekten Mustafa Kemal çözümü uygulanıyor olsa idi ne olurdu?

Birincisi, değil DTP benzeri bir partinin kurulmuş olması, Meclis kürsüsünden bunun gibi konuşmalar yapmak bile Atatürk döneminde sertlikle engellenirdi. Atatürk dönemi Kürt politikası sonuna kadar tavizsiz bir politikadır. Misak-ı Milli sınırları içinde Kürtlük, Kürtçülük propagandası yapmak kesinlikle yasaklandığı gibi buna aykırı hareket edenler de en şiddetli şekilde cezalandırılmıştır.

Atatürk’ün Kürtlere özerklik vaat ettiğini, sonradan bundan vazgeçerek Kürtlere ihanet ettiğini iddia eden çevreler Kurtuluş Savaşı Tarihini okusunlar. Türkler cephede savaşırken Ali Batı, Cemil Çeto, Milli Aşireti ve Koçgiri gibi ayaklanmalarla cepheyi genişletip emperyalistlere destek olan Kürtlere neden özerklik versindi ki Atatürk?

Hadi tarihi belgeler çarpıtılıyor da, Sevr’e karşı duran ve “Kürdistan” fikrini cepheden reddeden bir önderin gerçek niyeti isyanlarla mücadele politikasından da mı anlaşılmıyor?

Bugün terörle mücadele konusunda hâlâ sivil toplum örgütleriyle görüşmeler yapmaya çalışanlar, uzlaşı ve tartışma ortamını sağlam duruşa tercih edenler özellikle Atatürk’ün Koçgiri isyanının ardından izlediği politikayı incelemeliler.

II. İnönü savaşı sırasında isyan eden Kürt aşiretleri bugün olduğu gibi cüretkar önerilerde bulunuyorlardı. Daha TBMM Ankara’da toplanırken yeni kurulacak Meclisi, ancak hükümetin “Kürdistan”ı özerk yönetim sayması ile destekleyeceklerini bildiren Dersim ve Koçgiri aşiretleri, Yunan Ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Sivas’a doğru yürüyerek Ankara Hükümeti’ne tehditler yağdırıyorlardı. Özerkliğin tanınması, cezaevlerindeki Kürtlerin salınması, Kürt çoğunluğu olan illerden Türk memurların çekilmesi vs. Ne kadar tanıdık değil mi? Sadece biraz özgürlük biraz uzlaşı ve demokrasi aslında…

Ama Atatürk öyle yapmamış Yunan saldırısı karşısında gücünü azaltmak pahasına Kürtlerin üzerine yürüme kararı almıştır. Alın size siyasi irade! 45 binlik Kürt milisleriyle çarpışmalar 3 ay sürer ve isyancılar teslim alınır!

Tabi tartışmaysa tartışma… İsyancılar milli mücadeleye karşı cansiperane çarpışırken Meclis’te destekçileri yok mudur? Kısa süreliğine de olsa evet!

Kürt vekiller isyanın bu kadar sert biçimde bastırılmasına karşı çıkmış, isyanı bastıran Merkez Ordusu komutanı Nurettin Paşa’nın görevden alınmasını savunmuşlardır. Atatürk’ün duruşu ise onlara karşı yine sağlamdır ve Paşa’yı da kullandığı yöntemleri de sonuna kadar savunmuştur.

İsyancılar ve Meclis’teki destekçileri aynı anda ezilir

Ancak bundan sonra Meclis’te bunları tartışacak vekillere yer olmayacaktır. Atatürk, bu isyanları bastırmak için, “temsilcilerini Meclis’e sokalım ve dinleyelim belki isyancıları sustururuz” diye düşünmemiş isyan edenleri de onları savunanları da tek tek yargılatmıştır. Meclisteki savunucuları zaten kısa süre içinde ihanetin içinde yer almıştır. Birinci Meclis’te yer alan ve “Kürdoğlu Kürt” olduğunu iddia eden Bitlis Vekili Yusuf Ziya Bey, ikinci dönem Mecliste olmak yerine Şeyh Sait isyanını başlatan Azadi cemiyetini kuranlar arasında olacaktır. Başlangıçta Atatürk’ün yanında gibi görünen, destek verir gibi yapan tüm Kürtler de süreç içinde ihanetin içinde olmuşlardır. Heyet-i Temsiliye üyeliğinden Kürt Azadi Cemiyeti üyeliğine “terfi” eden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey de başka bir örnektir. Atatürk bu ihanetleri yaşaya yaşaya tavizsiz politikalarında ne kadar haklı olduğunu görmüştür.

Şeyh Sait isyanının ardından Takrir-i Sükun Kanunu’na karşı çıkan Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey “Hükümetin gayrikanuni olarak tevkife hakkı yoktur” demektedir. Yani bir nevi “operasyonları değil çözümü konuşalım”cı ya da “barışçıl ve demokratik çözüm”cü bir Kürt vekildir kendisi. Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise Feridun Fikri’ye sormaktadır “Koca bir vatan irtica ateşi içinde yanarken asilerin karşısına anarşizmin hürriyetiyle mi çıkacağız?” diye. Atatürk ise anarşizmin hürriyeti yerine yeni cumhuriyetin varlığını korumayı tercih etmiş “devrimi başlatan tamamlayacaktır” diyerek Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri ile birlikte tüm isyancıların, gizli ya da açık tüm destekçilerinin sesini kesmiştir.

Feridun Fikri ise tüm Kürtçüler gibi yine ihanet edenler içinde yer alarak 1926 yılında İzmir Suikastı davasında yargılanmıştır.

Mustafa Kemal Çözümü: Tavizsiz politika ve sağlam duruş

Tavizsiz politika ve sağlam duruş Atatürk dönemi Kürt politikasının en önemli özelliğidir. Küçük ya da büyük ne kadar ayaklanma varsa bastırılmış, az ya da çok ne kadar isyancı varsa cezalandırılmıştır. Destekçileri de süreç içinde hep Atatürk’e ihanet ve karşıdevrim çizgisinde olmuşlardır.

Mustafa Kemal çözümünde gerici ve bölücü partilere de yer yoktur. Örneğin DTP ya da AKP’nin kapatılıp kapatılmaması tartışma konusu bile yapılamaz. Kaldı ki yapılmamıştır. Şeyh Sait İsyanı’nın ardından Bakanlar Kurulu kararı ile isyancıların kümelenme yeri haline gelen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası anında kapatılmıştır. Hatta buna ilk karar veren Bakanlar Kurulu değil kendi bölgesi içindeki şubeleri kapatan Şark İstiklal Mahkemeleridir. Alın size olağanüstü hal!

Atatürk bu partiyi ve kurucularını Nutuk’ta da ağır biçimde eleştirmiştir:

“Tarih gizli amaçlarla düzenlenmiş genel ve gerici Doğu ayaklanmasının nedenlerini araştırdığı zaman onun önemli ve belirli nedenleri arasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının dinsel konularda verdiği sözleri ve Doğu’ya gönderdiği sorumlu yazmanın kurduğu ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır” diyerek bir partinin verebileceği zararı ve ortadan kaldırılmasındaki gerekliliği ortaya koymuştur.

Mustafa Kemal’in Ordusu Amerikan istihbaratına teslim edilmezdi

Kürt isyanları bastırılırken bunun tek bir güvencesi olmuştur o da Türk Ordusu ve Ordu’nun devrime bağlı komutanlarıdır. Ağrı Ayaklanmalarında da, Dersim İsyanı gibi büyük çapta bir ayaklanmada da Ordu isyancıların başını ezmekte hiç zorlanmamıştır. Bunun için de ne Amerikan istihbaratına ihtiyaç duyulmuştur ne de BBG evi gibi bir teçhizata. Ordu’nun ve Devletin sınırlı imkânlarıyla ayaklanmalar bastırılmış, isyancılar da cezalandırılmıştır.

Mustafa Kemal bir ayaklanma çıktığında “koalisyon güçleri neden sınır güvenliğini sağlamıyor ya da istihbarat paylaşımı neden artırılmıyor” diyerek ABD’li temsilcilerden medet ummak yerine hesabını kendi kurduğu Umumi Müfettişlerden sormuştur. Bu Müfettişliklerin başında da her zaman en çok güvendiği üst düzey bürokratlar ve komutanlar bulunmuştur.

Herhangi bir Kürt ayaklanmasının çıktığı bir bölgede olağanüstü bir durum var demektir. Böyle bir ortamda “demokrasiye aykırı hareket etmeyelim, AB’nin gözü üstümüzde, bu işi masada çözelim, barışçıl yöntemleri kullanalım” gibi “ahmakça” bir bakışı açısı Atatürk de hiç olmamıştır. Dersim İsyanı öncesi örneğin Tunceli Kanunu’nu çıkarmak yerine “ben gidip isyancılarla görüşeyim, dertleri neymiş, belki ikna ederiz diye düşünmemiş”, zaten isyancıların arkasında da kimlerin olduğunun muhasebesini çoktan yapmış olduğu için meseleye sert çözümler uygulayarak eğilmiştir. İngilizlerin kışkırtıcılığına karşı onun tek bir silahı vardır: Devleti güçlü kılmak ve gerektiğinde silahı kuşanmak. Tunceli Kanunu da bir olağanüstü hal yasasıdır ve böyle hallerde demokrasi değil güvenliktir söz konusu olan.

Mustafa Kemal çözümünde o ilkel koşullarda hava bombardımanı ile isyancılar etkisiz hale getirilirken, isyancıların fikri mücadele yöntemleri ve propaganda araçları da ortadan kaldırılır. Kürtçülük propagandası yapan yayınlar yasaklanır ve ciddi bir Türkleştirme projesi başlatılarak ayaklanma bölgeleri devlete ve Türkçeye tabi kılınmaya çalışılır. Atatürk örneğin, “bunların zaten kendi gazeteleri var onun yerine ben Kürtçe bir gazete yayınlatayım ve bu gazete aracılığı ile devlete karşı ayaklanmanın yanlışlığını anlatarak onları devlete yaklaştırayım” demek yerine Kürtçeyi hayatlarından çıkarmaya çalışmıştır.

Bilmektedir ki dil varsa millet de vardır ve İngilizlerin Kürtçe ve Kürtçülük propagandasının önünü kesmek Türkçeyi yerleştirmekten geçmektedir. Atatürk, Şark Islahat Planı ve İskân Kanunu aracılığı ile ayaklanan Kürtlerin yakınlarını Batı’ya yerleştirmiş ve bu insanların hayatına da Türkçeyi ve Türk kimliğini sokarak ulus yapısını korumaya çalışmıştır.

Görüldüğü gibi Atatürk siyasi irade palavralarına boyun eğmemiştir ama aldığı tüm kararlar, çıkardığı tüm yasalar çok ciddi bir siyasi “irade” ve kararlılığın sonucudur. O nedenle Mustafa Kemal çözümünde ne DTP gibi partilere yer vardır ne de Kürtlere boyun eğme, Kürtçülüğe taviz verme siyasetine. İsyan varsa, bu şiddetle bastırılmış, isyancılar idam edilmiş, yakınları da Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılmıştır. DTP’lilerin propagandasını yaptığı gibi Atatürk değil Kürtlere özerklik vermek, isyanların ardından onları en küçük memurlukların bile dışında tutmuştur. Ortak vatan, kardeş halklar değil tek bir vatan ve tek bir milletten söz etmektedir Atatürk:

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdad devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir”

Bugün için de “mürteci beyinsizler”le mücadele yönteminin kararlı bir duruş olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Öyle birilerinin iddia ettiği gibi de “Mehmetçiği şehit eden ABD” falan değil, hükümetin omurgasızlığı ve seyirci kalışıdır. Eğer bu kez de bu ayaklanma bastırılmaz, sivil toplum örgütleriyle toplantılar yapılarak isyancılar ikna edilmeye çalışılır ve savunma stratejisi terk edilmezse bu karakol baskını son olmayacaktır. Türk Ordusu çapulcu birliğine ve Amerikan askerlerine boyun eğecek bir ordu olmamalıdır.

Bir yanda Menemen Olayı’nda “bir tek” Kubilay’ın başı için “gerekirse Menemen’i haritadan silin” diyebilen bir komutanın Türkiyesi vardır, diğer yanda da 30 binden fazla şehidin karşısında boynu eğik istihbarat bekleyen bir acziyetin Türkiyesi…

Siyasi irade ve içi boş özgürlükler değil, Kürtçülerin başını ezecek sağlam bir irade istiyoruz.

Yani Mustafa Kemal çözümü ve kararlı duruş…

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:48
gönderen borabey
Ali Özsoy
İsyancı orada devlet nerede?



İsyancı hareket bir otorite oluşturmuş ve Türkiye’nin doğudaki, batıdaki tüm kentlerini ve dağlarını terörle yakıyor. Ama karşısında onu bastırmak isteyen bir otorite, bir devlet yok. Tarihte, karşısında bir devlet gücü olmayan ilk isyan hareketi bu diyebiliriz.



Dünya tarihinde bir ilk

Türkiye bir gariplikler ülkesi. Dünya tarihinde yine bir ilki gerçekleştiriyoruz. Türkiye’de bugün bir isyan var. Ama isyanı bastıracak devlet yok.

İsyancı hareket bir otorite oluşturmuş ve Türkiye’nin doğudaki, batıdaki tüm kentlerini ve dağlarını terörle yakıyor. Ama karşısında onu bastırmak isteyen bir otorite, bir devlet yok. Tarihte, karşısında bir devlet gücü olmayan ilk isyan hareketi bu diyebiliriz.

Türkiye’de kimsenin adını koymaya cesaret edemediği bir isyan hareketi var.

Dağlarda her gün karakollarımıza saldırılıyor. Askerlerimiz şehit ediliyor. Kentlerde her gün kamu binaları yağmalanıyor, bayraklar yakılıyor, siviller öldürülüyor.

Peki, Türkiye’de açıkça ayaklanmaya dönüşen bu tedhiş ve terör hareketine karşı bulunan en harika çözüm ne?

Demokrasi!

Dünyada bir isyan hareketine demokrasi sihirli değneğiyle karşı çıkan ilk ülke olma şerefi de bize ait.

Diyarbakır’da bayraklar yakılıyor, devlet binaları taşlanıyor, sözde Kürt bayrakları göndere çekiliyor. İlin valisi çıkıyor açıklama yapıyor: “Can kaybı olmaması sevindiricidir.”

Polis isyancılara muz dağıtıyor...

Sınırlarımıza ABD ve Barzani destekli PKK adeta bir tabur sokup karakolumuzu vuruyor. Devlet “büyükleri” koşa koşa Barzani’ye gidiyor.

PKK adeta antrenman yapıyor. Karşısında devletin otoritesi yok. Bir haftadır Türkiye yanıyor. Ama isyancılara karşı tek bir önlem, tek bir güç gösterisi, bir tutuklama veya gözaltı bile yok. Böyle ortamda kim niye isyan etmesin? İsyan et sana demokrasi versinler. Ertesi gün yine isyan et. Oh ne güzel!

Peki, Türkiye’ye has bu gariplik kimin icadı?

“PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; “Bölücü”, “Terörist”, “Ayrılıkçı” vs (…) dememek gerekir…”

İmza Recep Tayyip Erdoğan, sene 1991...

Bu sözlerin sahibi bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı... Yani bu ülkenin kamu güvenliğini sağlamakla görevli en yetkili kişi… PKK ve devlet arasında ben tarafsızım diyor.

Türkiye belki de anarşizmin yani otoritesiz ve devletsiz düzenin ütopyadan gerçeğe dönüştüğü tarihteki ilk ülke.

Ama yanılmayın! Türk’e faşizm var bu ülkede, isyancı Kürt’e ise en uçuk demokrasi ve anarşinin özgürlüğü. Zaten faşizm bu değil midir? Halka zulüm ve esaret, faşiste sonsuz özgürlük…



Ve şimdi o çok “ılımlı” ve “güvercin” Ahmet Türk diyor ki: “Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır.” Bu yolun sonu bellidir. Tıpkı Osmanlı dönemindeki Ermeni isyanları gibi… Önce devletin elleri bağlandı. Sonra Kürtlerin önü açıldı ve isyan hareketi başlatıldı. Şimdi “bize soykırım yapıyorlar” diyorlar. En sonunda Güney Afrika modeli devreye girecek. Türk devletine müdahale edilecek.



İsyanın adını koyalım

Çokça anlatılan bir tarihi anı, bir kez de bir biz hatırlatalım.

Sene 1925. Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü topraklarına katması an meselesi. Ancak İngiliz destekli Kürtler bir isyan başlatır. Şeyh Sait isyanı vahşi bir çekirge sürüsü gibi batıya doğru yayılmaya başlar. Diyarbakır bile düşmek üzeredir. Türk topraklarında hainlik ve satılmışlık egemen olmak istemektedir.

İsyan haberi Ankara’ya ilk geldiğinde Ankara Kulübü’nde devletin büyükleri oturmaktadır. Atatürk kendisine gelen isyan haberleriyle ilgili telgrafı okuduğunda yaverini yanına çağırır ve ilerideki masayı gösterir. Bu masada dönemin Başbakanı Fethi Okyar ve İsmet İnönü kâğıt oynamaktadır. Telgraftaki mesajı ilk olarak Başbakan Fethi Okyar okur. Fethi Bey yaradılış itibariyle rahat ve geniş bir insandır. Telgrafı okur, fazla önemsemez ve önündeki oyuna devam eder. Aynı telgraf yıllarca cephelerde savaşmış İsmet Paşa’nın önüne gelince, paşanın yüzü birden asılır. Telgrafı bir kez daha okur. Elindeki kâğıtları bırakır. Hemen düşünmeye ve not almaya başlar.

Atatürk iki arkadaşının huyunu ve karakterini çok iyi bilmektedir. İkisi de belli günlerde gerekli kişilerdir. Ama o isyan günlerinde başbakan olma sırası İsmet Paşa’dadır.

Ertesi gün kabine değişir. İsmet Paşa başa geçer. Atatürk’ün istediği sert önlemler hızla alınır. Takrir-i Sükûn Kanunu yasalaşır. İsyan ivedilikle ve en kestirme yöntemlerle bastırılır. Söz konusu olan Türk vatanı ve devletinin varlığıdır. İsyanla oyun olmaz. İstiklâl Savaşı’nı verenler bu dersi zaten iyi bilmektedir.

Bugün aklımızı başımıza almamız şart. Önce Türkiye’deki sorunun adını koyalım. Bu Kürt sorunu falan değil. Türkiye’de bir isyan var.

İsyana her hangi bir devletin tek yanıtı olabilir. Bu yanıt askeridir. İsyan eden ya öldürülür ya hapsedilir ya da sürülür. Dünyada ve tarihte bundan başka bir yöntem bulunmamıştır. Tersini iddia edene de devlet isyancı muamelesi yapar. Çünkü isyan savaş gibidir. Tarafsız kalamazsınız. Tayyip’in söylediğini hatırlatalım ve biz kendi fikrimizi belirtelim. Ya isyancılardan yanasınız ya da devletten…

AKP isyanın bir numaralı sorumlusudur

Sene 2008. Şimdi Türkiye’nin bir fotoğrafını çekelim. Kürtler tüm kentlerimizde ayaklanma eylemlerine girişiyor. Adeta kurtarılmış kentler ve semtler ilan ediyorlar. Açık bir ayaklanma provası yaşanıyor.

Atatürk’ün geçmişteki tavrını biliyoruz. Peki devletin sözde başında olanlar bugün ne diyor, ne yapıyor? Cumhurbaşkanı makamını işgal eden Gül’ün bu olaylarla aynı saatlerde Almanya’da bir Alman gazetecisine söylediği şu:

“Geçmişte bu konuda sorunlar vardı. Çok sayıda Kürt geçmişte kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğradılar. Kürtçe konuşma ve yazmalarına izin verilmedi.”

Bu cumhurbaşkanı olan...

Başbakanlık mevkiini işgal eden Tayyip, Aktütün katliamı ve Diyarbakır kalkışması üzerine ne diyor:

“Terör örgütü benim askerime, benim polisime düşman gözüyle bakıyor. Fakat biz şu anda bütün bu bakışlara rağmen suçlu gözüyle bakıyoruz. Neden? Demokrasinin gereği bu.”

Evet, Mehmetçiği katleden PKK’lı hainler bu başbakana göre düşman değil. İcranın başı böyle diyor.

Peki ya Adalet Bakanı mevkiini işgal eden Mehmet Ali Şahin… Güya teröristbaşına İmralı’da kötü muamele yapılıyormuş diye, benim kentlerimde her yer yakıp yıkılıyor. Türk’e aslan kesilen polisler, susup olayları izliyor. Her taşın altında çete arayan savcılar; üç maymunları oynuyor. Adalet Bakanı savcıları göreve çağıracağına teröristbaşının resepsiyonisti gibi şikâyetleri yanıtlıyor:

“O tür iddialar doğru değil. Ben böyle bir iddiayı duyar duymaz hemen inceleme yaptırdım. Acaba böyle bir şeyin aslı olabilir mi diye? Dövme veya kötü muamele meydana gelmiş değil. O bakımdan iyi niyetli olarak bu konuyu duyunca tepki gösterenler, tepkilerini yeniden gözden geçirsin. Ama kötü niyetli olanlara diyeceğim bir şey yok.”

Duyuyor musunuz? Apo’nun sağlığını merak eden iyi niyetli teröristler varmış; bir de biraz daha kötü niyetli olanlar. Koskoca(!) bakan iyi niyetli teröristlere hesap veriyor.

Sonra da diyorlar ki: “Bu terör bir türlü bitmiyor bari Kürtlerle anlaşalım…”

Niye bitsin kardeşim, niye bitsin! Terörist olmanın, isyancı olmanın, yağmanın, adam öldürmenin bir bedeli olmadığı dünyadaki tek ülke Türkiye... Hatta ödülü var. Rantı var. Adam neden terörden vazgeçsin ki?!

PKK şiddeti artacaktır. Bu kaçınılmaz. Çünkü şiddetten bölücülük büyük rant elde ediyor. Karşısında da devletten bir karşı yanıt bulmadığı için önü açık.

Düşünün bir kere hesabı. PKK AKP’nin hiçbir şey yapamayacağını hesap ediyor. Çünkü AKP Diyarbakır’da devletin egemenliğini hissettirse Kürt oyu kaybeder. Tersini yapsa Diyarbakır PKK’ya kalır. AKP yine Kürt oyunu kaybeder.

AKP de Kürtlersiz bir faşizm kuramayacağını bildiği için Diyarbakır’ı ve vatan toprağını PKK terörüne teslim ediyor. Kısacası PKK, AKP’yi avucunun içine almış.

Bu kanlı ittifak tanıdık geldi değil mi? Şeyh Sait isyanını aynı şekilde destekleyen Terakkiperver Fırka’yı hatırlıyor insan ister istemez. Atatürk’ün ilk işi Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarmaktı. Kanun, İstiklâl Mahkemelerini kurdu. Mahkemenin ilk kararı da isyanın yatakçısı konumundaki Terakkiperver Parti’yi kapatmak oldu.

İsyanda iki suçlu vardır. Bir isyanı çıkaran, iki isyanı bilerek veya bilmeyerek bastırmayan…

Bugün bir Kürt isyanı varsa Türkiye’de, bunun en büyük suçlusu AKP’dir. PKK ise meydanı boş bulmuştur. Tabii ki azacaktır.

Peki ya asker?

Atatürk Büyük Nutuk’ta bazı silah arkadaşlarını çok sert eleştirir. Bunların başında Kâzım Karabekir vardır. Bilindiği gibi Kâzım Karabekir, Doğu Ordularının başındadır. Ancak Atatürk’ün ifadesiyle “ordusunu bırakmış” ve politikayı, entrikayı seçmiştir. Hem de Musul için bir savaşın arifesine geldiğimiz koşullarda.

Atatürk, Kâzım Karabekir önderliğindeki muhafazakâr komutanların siyaset ile iştigal ettiğini, İstanbul’daki Hilafetçiler ve İngiliz Muhipleriyle bir hizip oluşturduklarını ve çeşitli entrikalara daldıklarını biliyordu.

O dönem İstiklâl Savaşı’nın olağanüstü koşullarından dolayı komutanlar hem asker hem milletvekili olabiliyordu. Ancak artık Cumhuriyet kurulmuştu ve bu uygulama artık Meclis’te çok garip bir ortama neden olmaktaydı.

Atatürk kendisini siyasetle deviremeyen bazı gericilerin bu garipliği kullanıp, Meclis’teki askerlere kancayı taktığının farkına vardı. Ancak silah arkadaşlarını kazanmak istiyordu. Çok samimi bir teklifte bulundu Atatürk. Gelin ya asker ya politikacı olun. İki görevinizden birini bırakın.

Ve ne yazık ki, Kâzım Karabekir dâhil, Atatürk’ün pek çok eski silah arkadaşı büyük devrimcinin uzattığı bu kazanıcı ve kurtarıcı eli tutmadılar. “Peki o zaman” dediler “biz askerliği bırakıyoruz, parti kuracağız sana karşı muhalif politikacı olacağız.”

Atatürk’ün affedemediği muhalefet değildi. Atatürk, Musul için İngiltere ile bir savaş eşiğine geldiğimiz ve Şeyh Sait ihanetinin tezgâhlandığı o kritik günlerde, Türk Ordusu’nun başından ayrılan giden, İstanbul entrikalarını komutanlığa tercih eden gaflete öfkeliydi.

Ve isyan günlerinde gaflet, ihanetle eş anlamlıdır. Nutuk’ta açıkça bunu dillendiriyordu Atatürk. Ve ne yazık ki Kâzım Karabekir, Şeyh Sait isyanını bastıran veya belki de Musul’a giren komutan olacakken, bu alçak İngiliz tezgâhına su taşıyan bir partinin başına geçti.

Dağlıca baskınından sonra Türkiye’de yaşananlar çok mu farklı? Baskın aslında bir ABD saldırısıydı. Halkın tespiti buydu. Şehit ailelerinin tespiti buydu. Neredeyse 30 yıldır çarpışan tüm askerlerin tespiti buydu. Sokaktaki milyonlarca protestocunun da tespiti buydu.

Bir tek AKP farklı düşünüyordu. ABD-AKP ve PKK köşeye sıkışmış bekliyordu. Türk Milletinin tepkisi ne olacaktı? Nereye yönelecekti? Halk burnundan soluyordu. Bazı şeyler artık değişebilirdi.

Tek bir komutanın halka yol göstermesi, halktan destek istemesi yeterliydi. Bu halk, ordusuna her türlü gücü ve desteği verecekti. Ama komutanlarımız tıpkı İngiliz kumpasına düşen Karabekir gibi Amerikan kumpasına teslim oldular.

Son bir yılda nereye geldik? Düşünün ve karar verin. Bir yılda bir isyan hareketini kendi ellerimizle yarattık.

Bugün isyan yarın müdahale

Dağlıca’dan Aktütün’e neredeyse bir yıl geçti. O bir yılda neler denmedi ki. PKK bitmişti. ABD bizi seçmişti. İşbirliği ve istihbarat mükemmeldi. PKK her gün yeni bir darbe yiyor, kamerayla gözleniyor, adım başı kayıp veriyordu. ABD orada uçan kuşun bile fotoğrafını çekip bize veriyordu. PKK her gün bölünüyordu. Bütün elebaşları bombardımanlarda ölüyordu.

Bunlar Amerikancı medyanın ve yöneticilerin anlattığı masallardı. Ne oldu?

Aynı PKK güya cehenneme dönen Kandil’de, yine ABD ve Barzani’nin huzurunda 1000 kişilik kongre düzenledi. Öldü veya kavgalı denen tüm elebaşları yan yana oturup, dünya medyasına poz verdi. Sonra ABD’den aldıkları silahları kamyonlara yüklediler. Göz göre göre bir hafta boyunca karakolumuzun karşısına yığınak yaptılar ve üç yüz kişiyle güpegündüz Mehmetçiğe saldırdılar.

Peki, biz ne bekliyorduk? ABD’den fotoğraf. Oysa o ABD, silahı PKK’ya, fotoğrafları da Taraf gazetesine iletiyordu.

Bu durumun sorumlusu kim? Açık söyleyelim sorumlu ABD değil. Sorumlu bir yıldır millete bu masalları anlatanlar. Bir yıldır isyanı gören ama hiçbir şey yapmayanlar. Bir yıldır ABD’nin nasıl büyük dostumuz olduğunu söyleyenler.

Hani bir büyüğümüz esip gürledi ya: “Tarafınızı seçin!” Sorumlular tarafını ABD kucağında seçenlerdir.

Bu yolun sonu ölümdür. Millete ve vatana ölümdür. İngiliz ve Alman elinde ölümü Osmanlı yaşadı. Hem “dostumuzdular” hem de katilimiz. ABD’yi dost belleyenlerden büyük kötülük yapan yoktur bu millete. Son bir yılda geldiğimiz nokta, alevler içindeki kentlerimiz ve şehit edilen evlatlarımız bunu göstermektedir.

Ve şimdi o çok “ılımlı” ve “güvercin” Ahmet Türk diyor ki: “Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır.”

Bu yolun sonu bellidir. Tıpkı Osmanlı dönemindeki Ermeni isyanları gibi… Önce devletin elleri bağlandı. Sonra Kürtlerin önü açıldı ve isyan hareketi başlatıldı. Şimdi “bize soykırım yapıyorlar” diyorlar. En sonunda Güney Afrika modeli devreye girecek. Türk devletine müdahale edilecek.

ABD, Irak’ta kurduğu sözde Kürdistanın başına Barzani’yi, Irak’ın başına ise Talabani’yi geçirdi. İki Kürt teröristi, iki Kürt isyancısı… Güney Afrika modelini Türkiye’ye uygularlarsa gideceğimiz yer bellidir. Önce Apo’yu Mandela ilan edecekler ve dışarı çıkaracaklar. Sonra Güneydoğuda Kürt idaresi kuracaklar. Başına belki Leyla belki Ahmet geçecek. Ankara’da da Cumhurbaşkanı Apo olacak.

Biraz aşırı mı kaçtı? İsyanlar aşırıdır. Bastırılmazlarsa sonuna kadar giderler.

Bu millet bu isyanı tek bir günde bastırır

Bugün en yetkili komutanından en yetkili sivil yöneticisine kadar herkes tek bir çağrı yapıyor: “Aman kardeşliğimiz bozulmasın, aman provokasyona gelmeyelim, aman iç savaş çıkmasın.”

Ortada iç savaş falan da yok. Devleti, medyası, polisi hepsi kolumuzu bacağımızı tutmuş. Türklerde iç savaş çıkaracak hal mi var?

İyi de bugün Türkiye’de bir provokasyon zaten var. Bugün Türkiye’de silahlı bir isyan hareketi var. Devletin başındakiler bunu nasıl bastırırız diye düşüneceklerine, nasıl iç savaş çıkmasını engelleriz diye zaten devlete bağlı Türklerin üstüne geliyorlar.

Beyler uyanın artık! Türkiye’de bir istila, bir isyan var. Göreviniz, ettiğiniz yemin, kanuni yükümlülükleriniz önce bu isyanı bastırmanızı gerektiriyor.

Bu millet güçlü bir millettir. Ordusu da güçlüdür. Ordu, gücünü milletin sonsuz desteğinden alır. Dağlıca’dan sonra yapılan Türk Ordusu’nu milletten koparıp, ABD denetimine sokma denemesiydi. O güne kadar şehit veriyorduk ama ABD-AKP ve PKK tamamen tecrit olmuş güçlerdi. Kımıldayacak halleri yoktu. Şiddetle elde edebilecekleri çok sınırlıydı.

Ne zaman ki Ordumuz ABD denetimine sokuldu, antenlerimiz ABD anteni oldu; o zaman ABD-AKP-PKK üçlüsünü kuşatan Ordu-Millet seddini yardılar.

O noktadan sonra PKK’ya hayat öpücüğü verildi. Hele kış ortasında bir iki günlüğüne Irak’a girip, sonra da ABD talimatıyla çıkmak, PKK’ya tarihindeki en büyük doping oldu.

İsyan için uygun zemin artık yaratılmıştı. Artık her eylem, her miting, her terör olayı, Ordu’yu yıpratmaya başladı. Sonunda bugüne gelindi. PKK ve hükümet açıkça Ordu’yu suçluyor. Türk Ordusu başarısız ilan ediliyor, Güneydoğu’dan çıkması gerektiği bile iddia ediliyor.

Kimileri de uçaklardan, uydulardan, ABD’nin çektiği fotoğraflardan bahsediyor.

Çekilin! Gölge etmeyin. Bu Ordu, bu millet, bu kahpece isyanı bir günde bastırır.

Atatürk’ün telgrafı yeter. Başına geçmeye cesaret eden var mı?

Ama önce İmralı’ya Şeyh Sait sonu, isyancılara da İskân Kanunu… İrade var mı?

Bir günde çözülür. Tekrar Türk Milletine dönmeye cesaret ve irade gösterin. Kapıyı ABD’ye kapatın, millete açın. İsyanı bastırırsınız. Ne o? Kararsız mısınız? O zaman isyan anında kararsızlığın Divan-ı Harplik bir eylem olduğunu unutmayın.

Tarihte bulunmuş en stratejik güç, milletin gücüdür. Atatürk, “Çağdaş savaşlar orduyla değil, milletle verilir” demiş. Ya Atatürk’ün askeri ve milleti ortaya çıkacak. Ya da isyancılara köle olacağız.

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 18, 2008 15:50
gönderen borabey
Fethullahçılar Tayyip’e karşı Apo’nun safına geçiyor!

Geçtiğimiz ayın sonlarında AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’la DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk ve Sırrı Sakık’ın da aralarında bulunduğu dört kişi bir akşam yemeğinde buluşmuştu. Yemekte Apo’ya kötü muamele konusu konuşulmuş, DTP’liler muhatap biziz mesajı vermişlerdi. İşte o yemekte AKP adına DTP’lilerle görüşen Dengir Mir Fırat, Tayyip’in Kürt meselesindeki son çıkışlarından sonra AKP’deki görevlerinden istifa etti. Bu bir anlamda AKP ile DTP arasındaki tüm iletişimin de kopması anlamına geliyordu. Dengir Fırat her ne kadar istifasını sağlık nedenlerine bağlasa da Tayyip’in son dönem açıklamalarının bu istifada önemli bir etken olduğu aşikar. Kürt meselesi Tayyip’in cemaatle arasını açmakla kalmadı, aynı zamanda partisinde de çatlak oluşturdu.

Fırat’ın istifası

Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı AKP’nin ikinci adamı konumundaki Dengir Mir Mehmet Fırat’ın istifası oldu.

Sağlık nedenlerini gerekçe göstererek istifa eden Fırat, “AKP’nin Güneydoğu politikasındaki değişim nedeniyle istifa mı ettiniz?” şeklinde yöneltilen soruya, “AKP’nin doğu, güneydoğu programı belli. Bugüne kadar da o programı geliştirerek, yürüttü. Bundan sonrada yürütecek. Bundan hiç şüphem yok” şeklinde cevap vermiş.

Fırat bu cevabıyla Tayyip ile aralarında bir anlaşmazlık olduğu yönündeki kuşkuları da kendice savurturmuş oldu! Oysa Fırat’ın bu istifasının, Tayyip’in Hakkari’de yapmış olduğu “Ya bu bayrağa bağlı olursun ya da kendine vatan ararsın. Tek devlet, tek millet, tek bayrak. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok” sözlerinden sonra gelmesi manidardır.

Yine basına yansıyan haberlerde, Fırat’ın CHP’li Kılıçdaroğlu ile girmiş olduğu tartışmalardan yıpranması sonucu bu istifanın geldiği yönünde haberler de mevcuttu, ancak bu haberin gerçeklik payı çok düşük olduğu için gerekli ilgiyi görmedi. Çünkü Tayyip, muhalefetin eleştirileriyle yıpratılan adamlarını onların isteğiyle harcamayacağını bu yöndeki sözleri ve uygulamalarıyla ortaya koymuştur.

O zaman ortada tek bir seçenek kalıyor; Fırat, tüm yalanlamalarına karşın Tayyip ile Kürt politikasında ters düşmüştür. İstifanın gerçek nedeni budur.

Oysa daha düne kadar AKP’nin DTP ile görüşmeleri Fırat aracılığıyla yapılıyordu. Demokrasi teröre feda edilmeyecek, deniyordu. Tayyip birden, Güneydoğu sorununda akıl aldığı Fırat’ın istifasını kabul ederek yerine Abdülkadir Aksu’yu atadı.

Belli ki Tayyip, yaklaşan yerel seçimlerde hedef koymuş olduğu belediyeleri ele geçiremeyeceği gibi eldeki bazı mevcut belediyeleri de DTP’ye kaptıracağını anlamış gözüküyor. O nedenle AKP, DTP’den daha fazla Kürtçülük yapma kapasitesi olmadığı için mevcut düzende en azından kendine çeki düzen veriyor görüntüsüyle, paçayı kurtarmaya çalışmaktadır. Çünkü daha düne kadar verilen şehitlerin hesabı, yapmış olduğu sorumsuzluğuyla AKP’den soruluyordu. Fakat yapılan bu hamlelerin, yaklaşan yerel seçimlerde AKP’ye hiçbir katkısı olmayacaktır. Ancak, AKP’nin böyle bir hamle yapmaktan başka bir yolu da yoktur.

Önümüzdeki bu süreçte Güneydoğu’da AKP’nin DTP’ye karşı hiçbir şansının olmadığı anlaşılmış gözüküyor! DTP de bunu bildiği için yapmış olduğu provokasyonlarla halkın dini duygularını harekete geçirmek yerine, sözde etnik Kürt kimliği üzerinden Kürtçülük yaparak hedefe ulaşmaya çalışmaktadır. Doğal olarak DTP, AKP’den daha iyi bir hamle yapmaktadır.

Mevcut şartlar AKP’yi Güneydoğu’da DTP’den daha avantajlı hale getirmeyeceği için, artık Dengir Mir Mehmet Fırat’a ihtiyaç yoktur. AKP’nin sözde Kürt politikasındaki değişikliğin asıl nedeni budur.



(… ) Tankla-topla sorunların çözüleceğine inanan Bush'un anlayabileceği dilden çözümler peşinde bir ülke görüntüsünde Türkiye. 'Terör' ile sosyolojik gerçekliklerin dayattığı 'sorun' arasındaki o kalın çizgi bir süreden beri belli-belirsiz bir hal aldı çünkü. Obama "Demokrasi ve insan hakları istikametinde değişim" sloganıyla ABD'de Beyaz Saray piyangosunu kazanmışken, bizde en az işitilen, yokluğu yüzünden şikâyet konusu yapılmak üzere kullanılan sözcüklere dönüştü demokrasi ve insan hakları kavramları... ABD 40 yıl önce 'köpek' derekesinde gördüğü ve mekânları ortak kullanmasına itiraz ettiği siyah adamın eşitliğini içlerinden birini başkan seçerek bütün dünyaya bir kez daha ilân etti; buna karşılık, bizden "Ya sev, ya terk et" anlamsız sesleri daha sıklıkla çıkmaya başladı. Ak Parti, Obama'lı dünya gerçekliğine, 'değişim' bayrağını yeniden ele alarak mukabele etmelidir. Amerikan seçmeninin mesajını en iyi alması gereken insanlar bizim ülkemizde...

(Fehmi Koru, 6 Kasım 2008)








AK Parti yönetimi de bu eleştirileri yapanlara işte bu yüzden hoşgörülü olmalı, bu eleştirilerin sahiplerinin endişelerini, duyarlılıklarını, hissiyatlarını anlamaya çalışmalıdır. "Anlayın bizi" deyip kulağın üstüne yatmak, o samimi insanlarda elbette "Ne oluyoruz, AK Parti'yi de mi kaybediyoruz?" düşüncesini ister istemez doğurur... Daha açık söylemem gerekirse, davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini, sırtında yumurta küfesi olmayanın sabırdan, teenniden, aheste gitmekten bir şey anlamayacağını en iyi bilenlerdeniz. Germeye, gerilmeye, çatışmaya, sertliğe işte bu yüzden en fazla karşı çıkanlardanız. Bu ülkede demokrasinin önünde yokuşlar olduğunu, bu yokuşları aşmanın zaman alacağını, birkaç nesil daha beklemek gerektiğini söyleyenlerdeniz. Daha ne diyelim? Siyasî istikrar için, demokratikleşme için, daha iyisi siyaset sahnesinde gözükmediği ve alternatifi olmadığı için AK Parti'ye tanınan seçmen kredisi heba edilmemelidir. Bütün maruzatımız budur...

(Hüseyin Gülerce, 13 Kasım 2008)






DTP provokasyonları kasıtlı olarak çıkarmıştır


Son bir ayda gelişen bu sürecin başına gidersek, AKP ile DTP’nin arasını açan isyan hareketlerinin, DTP’lilerin terörist başı Abdullah Öcalan’a fiziksel şiddet uygulandığı yönündeki yalan haberlerini gerekçe göstererek başlatmış olduğu hemen aklımıza gelecektir.

Bu yalan haber ile DTP’nin önderliğinde bazı şehirlerimizde isyan hareketleri böylece başlamış oldu. Araç yakmalar, yağmalamalar yapıldı. Bu isyan hareketleri ilk etapta DTP’ye zarar veriyormuş gibi gözükse de aslında burada kazanan DTP’dir. Çünkü yapılan şiddet eylemlerine AKP’nin, devletin kolluk kuvvetleriyle cevap vermesi bu işin arkasında olan PKK’yı kuvvetlendirmektedir. PKK’nın kuvvetlenmesi demek DTP’nin kuvvetlenmesi demektir.

Sonuçta DTP, çıkarmış olduğu isyancı hareketlerle kendi kendini güçlendirmiştir, ancak diğer bir taraftan baktığımızda ise iktidardaki AKP’nin bu isyancı hareketlere, yapılması gereken müdahaleyi yeterince yapmadığını gözlemlemiştik. Tabii buradan AKP’nin PKK’nın elini güçlendirecek bir koz vermediği anlamı çıkartmamalıyız. Eğer AKP bu isyancı hareketlere gerekli cevabı verememiş ise bunun altında yatan neden AKP’nin içinde bulundu aciz durumdur. Bu, PKK’ya mevcut propaganda ortamı yapmaya yetip de artmıştır bile. Yani bu durumda bile kazanan yine PKK olmuştur.

Tabii o dönemde başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve diğer AKP’lilerin yapmış olduğu açıklamaların, DTP’nin, yani PKK’nın, işine yaradığı da unutulmamalıdır. Doğal olarak Başbakan Tayyip’inde sözleri unutulmamalıdır. Van’daki bir konuşmasında “Barış istiyorsanız silahları bırakın” sözü bundan yaklaşık 3-4 sene önce PKK’yı masaya davet eden sözünü hatırlatmaktadır.

Tayyip’in Hakkari’ de sarf etmiş olduğu “ya sev, ya terk et” anlamına yakın sözünü düzeltmek için bile söylediği söz tam bir faciadır. Ne diyor Tayyip? “Biz bu ülkede Türküyle, Kürdüyle, Abazasıyla, Boşnağıyla biriz, beraberiz. Hiçbir etnik unsur, bir diğer etnik unsura üstünlük mücadelesi vermemelidir” diyor.

Türklük ile Kürtlüğü etnik unsur olarak tanımlayıp aynı kefeye koyuyor. Türklüğü küçültüyor, Kürtlüğü ise yüceltiyor. Kürtlük diye bir etnik unsur olmadığı gibi Türklük gibi bir millet adını etnik unsur yapıveriyor. Tayyip bu ve benzeri sözlerinin birçoğunu sözde Kürt realitesini tanımlarken de yapmıştı.

Özetle tüm bu gelişmeler, PKK’nın işine yaradığı için, iktidardaki Kürt-İslamcı AKP ile Güneydoğu’yu adeta kurtarılmış bölge ilan eden DTP’nin arasını açmıştır. Her ikisi de Kürtçü parti olmalarına karşın daha şeriatçı olan AKP, kendisinden daha Kürtçü olan DTP karşısında mağlup olmuştur. Daha düne kadar birlikte hareket eden şeriatçılar ile Kürtçüler arasında ilk çatlak da böylelikle ortaya çıkıvermiştir.

Liberaller ile AKP arasında da çatlak çıkıyor

Türkiye’de gelişen bu sürecin ortaya çıkmasına vesile olan, ancak ipler kendi ellerinde olmadığı için gelişmeleri istedikleri şekilde yönlendirememekten rahatsız olan liberallerimizin arasında da bir çatlak ortaya çıktı. Çatlağın nedeni ise AKP’nin Kürt politikasında yaptığı değişim. Bu değişim ile birlikte bugüne kadar AKP’yi cansiperane savunan medyanın liboş kalemleri, birden bire Tayyip’e ve AKP’ye yönelik sert eleştiriler yöneltmeye başladılar.

Çünkü, liberallerimiz iktidardaki Şeriatçı Kürtçü parti olan AKP’yi desteklemektedir. Ama aynı zamanda sözde Kürt kimliği üzerinden Kürtçülük yapan DTP’yi de desteklemektedirler. DTP’nin şiddet eylemlerini artırarak sözde Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollardan çözülmesine engel olduğu için kızgınlar. Diğer taraftan mevcut şartlar yüzünden DTP’ye karşı avantajını kaybeden AKP’nin ve onun başındaki Tayyip’in sözde Kürt sorununu çözümünde politik tavrını değiştirmesine de karşılar.

Bir çatlak ses de cemaatten

Buna en iyi örnek AKP’nin yandaş medyasında gazetecilik yapan Fehmi Koru olmuştur. Koru, AKP üzerine yazdığı bir yazısında AKP ve Tayyip’i kastederek; “Türkiye’de 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı. 2008 yılına gelindiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor” demişti. Buna cevaben de Tayyip, “Ya sıkılır insan. Güya biz iktidara gelirken Obama gibi gelmişiz, şimdi Bush olmuşuz. Sevsinler seni, yazıklar olsun…” demiş. Yine bir yazısında Fehmi Koru, “Obama ne kadar ‘değişimi’ temsil ediyorsa ABD’de, Ak Parti de, özellikle ‘vatandaşlık bağları’ söz konusu olduğunda, o kadar ‘değişim’ yanlısıydı Türkiye’de. Ak Parti, Obama’lı dünya gerçekliğine, ‘değişim’ bayrağını yeniden ele alarak mukabele etmelidir.Amerikan seçmeninin mesajını en iyi alması gereken insanlar bizim ülkemizde...” diyor. Koru, bir geri iki ileri hareket etsede Tayyip’i eleştirmekten kendini alamıyor.

DTP’nin başlatmış olduğu isyancı harekete sözde el koymak için Tunceli, Diyarbakır, Van ve Hakkari gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerinde gezi düzenleyen Tayyip’in, Hakkari’de Fırat’ın da istifa etmesine neden olan “Ya sev ya terk et” anlamına gelen sözlerine tepki olarak cemaatten Fehmi Koru’nun başlattığı eleştiri bombardımanına liboşlar devam etti. Fehmi Koru’dan sonra AKP ve Tayyip’i eleştiren Ahmet Altan, AKP’yi, “AKP nereye gidiyor” başlıklı yazısında eleştirdi. Kardeşi Mehmet Altan Star gazetesinde, “Ankara Kürt sorununu 85 yıldır çözemiyor…AKP’nin de ikinci dönemde bizlere yarattığı en büyük hayal kırıklığı ne oldu? Herkes için özgürlük istedi: Başörtüsü için istediği özgürlüğü diğerlerine vermedi” şeklinde yazmış. Milliyet’ten Hasan Cemal ise, “Demokratikleşme süreci, Çillerleşmeye dönüştü” şeklindeki başlıklı yazısıyla eleştirmiş. Ayrıca Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, “Hükümetin Kürt politikası ve Pompalı tüfek…” başlıklı yazısında, AKP’nin Kürt krizini kötü yönettiğinden giriş yaparak Beyoğlu’nda bir vatandaşın pompalı tüfek kullanması üzerine Tayyip’in sarf etmiş olduğu sözleri eleştirdi.

Şeriatçılıktan Kürtçülüğe kayış

Liberal çevrelerin tüm bu eleştirilerinin yanında Fethulluh Gülen’e yakınlığı ile bilinen Zaman gazetesi yazarları da AKP’yi eleştirmektedirler. Örneğin Mümtazer Türköne, “AK Parti’nin sağduyusu” başlıklı yazısında AKP’yi biraz daha sağduyulu olmaya çağırıyor. Gazetenin yazarlarından bir diğeri olan Hüseyin Gülerce ise, “Davul meselesi ya da AK Partiyi anlamaya çalışmak..” başlıklı yazısında Kürt seçmenin AKP’ye vermiş olduğu oyun heba olmaması için haklı olarak eleştirilerde bulunduğunu anlatmaktadır. Ayrıca yazısında: “Eleştiriler karşısında rahmetli Özal, epey hoşgörülü ve tahammüllü olmakla birlikte, güzel bir yol da takip ediyordu. Kendisini çok eleştirenlerle çayda, sohbetlerde bir araya gelip onları bilgilendiriyor, ikna etmeye çalışıyordu. Bu sayede, gazete köşelerinden yapılan eleştiriler yerine yüzüne söylenenler daha etkileyici oluyordu. Aynı zamanda kendisine karşı insaflı olan gazeteci ve yazarlar halesi oluştu. Sayın Erdoğan’ın maalesef böyle bir tarzı yok. Dost bildiklerinin eleştiri ve tavsiyelerini samimi ortamlarda dinlemeyi 6 yıl boyunca hiç denemedi. Kendisini, hakarete varan eleştirilerle hırpalayanlarla, değişik mekânlarda bir araya gelmeyi tercih etti.” şeklinde Tayyip’e sitemini bildirmektedir. Bu yazısında açık açık, 6 yıl boyunca seni eleştiren liberaller ile dost olmaya çalışırken; sana yakın biz, cemaatin yazarlarına insafsızca davranıyorsun demeye getiriyor.

Yine Zaman gazetesinin diğer bir yazarı olan Ali Bulaç, “…siyasetin dilini, üslubunu, tarzını böylesine sertleştirip reste karşı rest ve giderek basit bir belediye seçimini ‘ya sev ya terk et’ noktasına getirmek ne kadar makul, ne kadar ülkenin siyasi istikrarına ve sosyal barışına hizmet eder? Bu sivil siyasetin dili değil; buyurun, tehdit eden, dışlayan, ezmek isteyen devletin dilidir” diyerek eleştirmiştir. Ali Bulaç, katılmış olduğu bir televizyon programında da mealen; Kürt olup ama İslamcı, ama solcu, sağcı, köylü ve diğer Kürt kesimin ortak paydada buluştuğu yer, Kürt kimliğinin kabul edilmesi, demişti. Ali Bulaç gibi bir Fethullahçının, bir Şeriatçının bile yıllar yılı bu meseleye eğilmesinin bir nedeni vardır o da; İslamiyet gibi evrensel bir kavramın üzerinden siyaset yapsalar da, sözde Kürt kimliği gibi bir yerel bir kavram üzerinden siyaset yapamadan duramamalarıdır.

Allah davasında koşması gereken Saidi Kürdi (Nursi) ve Şeyh Sait bile Şeriatçılığın yanında Şeriatçılıktan çok Kürtçülük yapmıştır. O nedenle Kürt-İslamcılık gibi siyaset anlayışının varacağı yer bellidir; Kürtçülük. İşte birilerininde anlayamadığı konu da bu; Cemaatin içinden gelen isimler bakıyoruz Tayyip’i Kürtçülük konsunda yetersiz buluyor ve politik tavrını değiştirmesini eleştiriyor.

Şeriatçılarımızın geçmişine bakıyoruz orada da yine Kürtçülük var.

Yine, Vakit’ten Abdurruhman Dilipak ve Zaman’dan Ali Bulaç Kamuoyunda şeriatçı bilinmelerine karşın, Tayyip, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaparken bir Kürt raporu hazırlatmıştı. Hazırlayanlar içinde bu isimler de vardı.

Türkiye’nin gelmiş olduğu bu süreçte, Kürt-İslamcı Şeriatçılarımızın yani AKP ve Fethullahçılarımızın vardıkları yer, yine şiar edindikleri şeyhlerinin, hocalarının yeri oluyor; Kürtçülük oluyor. O nedenle bu süreç, şeriatçılarımızı, şimdi eleştirdikleri DTP’nin, yani PKK’nın, yanına giderek yanaştıracaktır.

Ali Bulaç’ın dediği gibi sözde Kürt etnik kimliğine mensup olan tüm sınıfların derdi Kürtçülük. Bu nedenle şeriatçıların, bu kesimin kendilerinden uzaklaşmaması için en az onlar kadar Kürtçülük yapacaklarından kimsenin şüphesi olmasın. Bu mevcut düzen içinde şeriatçılarımız ile Kürtçüler arasında şimdilik çatlak olsa da, ilerde esas ana noktası olan Kürtçülük noktasında kaynaşma yine olacaktır.

Birileri, Tayyip’i sözde milliyetçi söylemler ile sözde Kürt sorunun çözümüne engel olduğu için eleştirse de, Tayyip Kürtçülük noktasından kopmamıştır, kopamaz da. Çünkü bugün Tayyip’i Güneydoğu’da asıl var eden Kürtçü söylemleridir, yoksa şeriatçı söylemleri değildir! Kaldı ki, daha düne kadar Leyla Zana ve saz arkadaşlarını AKP affetmişti, DTP’nin kapatılmasına karşı çıktığı gibi DTP’nin meclis çatısı altında olmasından da memnundu.

Hatta Tayyip, hazırlatmış olduğu Kürt raporunda devletten değil de PKK’dan taraftı! Şimdi kendisi iktidarda ve işlerine engel olduğu için mi karşı, yoksa Kürtçülük konusunda kendisine karşı esaslı bir rakip çıkmasından mı?

Tabii ki, karşısına esaslı bir rakip çıkmasından PKK karşıtı gözüküyor. Ama istesede istemesede başta cemaatçi yazarların dürtmesi ile Tayyip kendisine biçilen rolü er veya geç oynayacaktır.

O günleri tekrar yaşayarak göreceğiz.




Yunus YILMAZ

İHANETİN ADI DERSİM!..

İletiGönderilme zamanı: Prş Ara 04, 2008 12:21
gönderen Türk-Kan
İHANETİN ADI DERSİM!..


Sonunda bu da oldu ve nedense ben hiç şaşırmadım!..

Brüksel’de Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen “Dersim Soykırımı” konferansında Prof.Dr.Ronald Mönch, Dersim’de (Tunceli) yaşananların insanlık suçu olduğunu vurguladı ve o dönemki yöneticilerin “savaş suçlusu” olarak yargılanmalarını istedi.

Yani?.. Yani, 1937’de Türkiye sınırları içinde ağaların çıkardığı isyanı bastıran Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve arkadaşları, düpedüz soykırımla suçlanmaları bir yana, sanki yabancı bir ülkenin topraklarına tecavüz ederek bu suçu işlemişçesine “savaş suçlusu” olarak da ilan edildiler!..

Peki, Prof.sıfatlı Mönch bu konuşmayı cehaletinden mi yaptı?.. Tabii ki hayır!.. Diğer konuşmacıların konuşmaları ve sonuç bildirgesini bu alçakça konuşmanın yanına koyduğunuzda, amaç ve hedef olanca çıplaklığı ile ortaya çıkıyor!..

Aynı toplantıda konuşan Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da “Dersim Kızılbaşlığı, paganlık, Hıristiyanlık ve Alevilik karışımıdır… Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni Dersim’e gelip din değiştirdi…” dedi.

İyi mi?.. Şimdi bu konuşmayı Mönch’ün konuşmasının yanına koyun… Ne çıkıyor?.. “Dersim Türkiye’ye ait değildir. Üstelik Müslümanlıkla da ilgisi yoktur. Ermeni yoğunluğu fazladır. Öyleyse Atatürk’ün yaptığı hem soykırım, hem de savaş suçudur…”

Şu haysiyet düşkünlüğüne bir bakın!..

Unutmadan bu konferansta Türkiye Cumhuriyeti’nin iki milletvekili ile bir belediye başkanı da vardı… DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk fazla konuşmadı, yalnızca “Üstümüzden ordular geçti” dedi. DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ise “Dersim isyanında Türk askerlerinin Kürtlere yönelik insanlık dışı cinayetlerini”(!) anlattı… Halis, kendi sözlerinden heyecana kapılmış olsa gerek ki, “soykırım” değil, “isyan” sözcüğünü kullandı!..

Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil de, Tunceli’deki yol yapım çalışmalarını şu sözlerle Dersim katliamına bağladı: “1930’lu yıllarda yapılan Dersim Harekatı tekrarlanmak isteniyor!..” Yani Abdil’e göre, devlet yeniden katliam yapmak için öncelikle Tunceli’nin yollarını yapıyor!..

Şu hastalıklı kafalara bakın Allah aşkına!..

Sonra ne oldu?... Hepsi el ele verdi. Dersim olaylarının “soykırım” olduğu bir güzel karara bağlandı ve Türkiye’nin soykırım mağdurlarına tazminat ödemesi talep edildi. Tıpkı Ermeni talepleri gibi…

Gelelim Dersim meselesine…

Dersim bir soykırım, bir katliam mıydı?.. Hayır, Dersim, Kürt ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin, ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı!..

Üstelik dış destekli hain bir isyandı!..

Belgesini mi soruyorsunuz?..

Buyurun; isyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı’na gönderdiği “Dersim Generali Seyid Rıza” imzalı mektubu okuyun:

“Üç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor…” Bu mektup, Nokta Dergisi’nin 28 Haziran 1987 tarihli sayısına kapak oldu!..

İşte, Dersim toplantısının gülleri, önceden tasarlandığı apaçık ortada olan, liderinin kendisine “general”(!) rütbesi yakıştırdığı bu ihanet isyanına “soykırım” etiketi yapıştırıyorlar!..

Yoksa Prof. sıfatlı Mönch, “savaş suçlusu” ilan ettiği kişinin 1930’larda Hitler rejiminden kaçan bilim adamlarına kucak açtığını bilmez mi?.. “Soykırım” diye yırtınan Hilda Çoboyan, Atatürk’ü hem de o yılarda bizzat Yunanistan Başbakanı Venizelos’un “Nobel Barış Ödülü”ne aday gösterdiğinden habersiz olabilir mi?..

Peki, en alçakça yalanları Avrupa Parlamentosu salonlarından dünyaya haykıran Songül, Aysel, Şerafettin üçlüsü, Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında UNESCO tarafından olağanüstü bir devrimci, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı ilan edildiğini bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi?..

Yoksa, insan vasıfları mı yetersiz?..

Türkiye’de Kürtler azınlık veya ayrı bir topluluk olarak hiçbir zaman değerlendirilmemiştir. Kurtuluş Savaşı’nın temel bir parçası olarak Cumhuriyet içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. General, belediye başkanı, milletvekili, başbakan ve cumhurbaşkanı gibi her kademede yönetici olmuşlar, önemli sanayici ve finansal güç sahibi kimseler konumunda bulunmuşlardır.

Anayasal hak talep edebilmenin, öncelikle o anayasayı tanımaktan geçtiği unutulmamalı… Türkiye’de herkes farkını dillendirebilmeli, ama bu, ülkenin milli birlik ve bütünlüğünü, üniter yapısını, birlikte yaşama iradesi ve demokrasiyi güçlendirmeye yönelik olmalıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın Cumhuriyet’le taçlandırılması, millet egemenliğinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşumu ile kullandırılmasında, laik-demokratik Türkiye hedefinin temellerinin atılmasında, etnik aidiyetleri, inanç farklılıkları ne olursa olsun, T.C. vatandaşlarının oynadığı kurucu ve yaratıcı rol, vatan ve millet kavramlarına, tarihsel birikimimizi de katarak sağlam, içeriği olan bir yapı kazandırmıştır. Bu sebeple, Anadolu, etnik kaynaşmanın etnik ayrışmayı yendiği bir yer haline gelmiştir. “Bir hilal uğruna” birlikte savaşmış ve can vermiş yüzbinlerce şehidin hatırası, Türkiye’nin bölünemezliğini dün olduğu gibi, bugün de tüm dünyaya haykırmaktadır.



Nail Amudi, 3 Aralık 2008

Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler

İletiGönderilme zamanı: Prş Kas 26, 2009 21:27
gönderen antalyalim
Sivas katliamı sanığı Fransa'da
Sarıhan: 'Yakalama işleminin hızlandırılması gerekiyor.'


AA

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin müzekkeresine cevap veren Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sivas'ta 37 kişinin öldürülmesi davasının 'Kırmızı Bülten' ile aranan firari sanığı, eski Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak'ın 'Fransa'da ikamet ettiğine ilişkin kaydın, Emniyet Genel Müdürlüğünden alınan idari kayıtlardan tespit edildiğini' bildirdi.

Sivas'ta, Madımak Oteli'nin yakılması ve 37 kişinin öldürülmesine ilişkin açılan ana davadan, dosyaları ayrılan 7 firari sanığın yargılandığı davanın 1 Eylüldeki son duruşmasında, müdahillerin avukatı Şenal Sarıhan, soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunmuştu.

Mahkemeye dilekçe veren Sarıhan, 'TÜİK'in, 19 Eylül 2007'de, bir nüfus müdürlüğüne, firari sanık Erçakmak'ın Fransa'da ikamet ettiğini bildirdiğini, nüfus kayıt örneğinde de ikamet adresi olarak Fransa'nın gösterildiğini' ifade etmişti. Sarıhan ayrıca, 'Erçakmak'ın, 26 Mayıs 1998'e kadar SSK'dan emekli aylığı aldığını öğrendiklerini' bildirerek, bu konuların araştırılmasını istemişti.

Bunun üzerine mahkeme, İçişleri Bakanlığı, TÜİK, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Ziraat Bankasına müzekkere yazarak, iddiaları sormuştu. Bu kurumların cevapları, geçen günlerde Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesine ulaştı.

-GÖNDERİLEN CEVAPLAR-

TÜİK'in mahkemeye gönderdiği cevapta, Sarıhan'ın bildirdiği 19 Eylül 2007 tarihli yazıya ulaşılamadığı kaydedilerek, şöyle denildi:

'Müdahil vekilince belirtilen 19 Eylül 2007 günlü yazının bir suretinin kuruma gönderilmesi halinde daha teferruatlı araştırma yapılması mümkün olmakla birlikte, kurum kayıtlarının incelenmesinden, ilgi müzekkerede adı geçen sanık Cafer Erçakmak'ın Fransa'da ikamet ettiğine ilişkin kaydın, Emniyet Genel Müdürlüğünden alınan idari kayıtlardan tespit edildiği, kurumun bu konuda herhangi bir dahlinin olmadığı görülmüştür.'

Cevapta, Nüfus Hizmetleri Kanunu'na göre, yurt dışında yaşayan vatandaşlarla ilgili bilgilerin Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün kayıtlarından alındığı, yurt dışındaki vatandaşlarla ilgili TÜİK'in herhangi bir alan uygulamasının gerçekleştirilmediği de ifade edildi.

-BİLGİSAYARLI HUDUT KAPILARINDAN GİRİŞ-ÇIKIŞ KAYDI YOK-

İçişleri Bakanlığı ise Erçakmak'ın 1 Ocak 1992-9 Haziran 2009 arasında, bilgisayar bağlantısı bulunan hudut kapılarından giriş-çıkış kaydının bulunmadığını belirtti.

SGK'dan gönderilen cevapta, Erçakmak'a yaşlılık aylığı ödemesinin, aylığın tahsil edilmemesi nedeniyle 26 Mayıs 1998'de durdurulduğu, o tarihten beri Erçakmak'a ödeme yapılmadığı ifade edilerek, 'Adı geçenin aylıklarının durdurulmadan önce kimin tarafından tahsil edildiği 12 Eylül 2009 tarihli yazımızla ilgili Ziraat Bankası Şubesine sorulmuştur. Konuyla ilgili cevap alındığında tarafınıza ayrıca bilgi verilecektir' denildi.

Ziraat Bankasının cevabında da Erçakmak'ın 1998'de, Sanayi Çarşısı Sivas Şubesindeki hesabına Ocak-Mayıs aylarına ait aylık tutarlarının aktarıldığının tespit edildiği, ancak Erçakmak'a ödeme yapılmadığı bilgisi yer aldı.

-ERÇAKMAK HAKKINDA YOKLUĞUNDA TUTUKLAMA KARARI-

Adalet Bakanlığı Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü 1 Eylül 2009'da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Erçakmak ile ilgili bir yazı gönderdi. Erçakmak'ın 'Kırmızı Bülten' ile arattırıldığı belirtilen yazıda, basında Erçakmak'ın Fransa'da bulunduğu ve bu bağlamda nüfus kayıt örneğinde de ikamet adresinin Fransa olarak gösterildiği hatırlatıldı. Yazıyla, Erçakmak hakkındaki kovuşturmanın safha ve sonucu ile halen aranıp aranmadığı konusunda bilgi verilmesi istendi.

Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, geçen günlerde resen celse açarak, hakkında yakalama emri bulunan ve bu emir infaz edilmeyen Erçakmak hakkında, yokluğunda tutuklama kararı çıkarılmasını kararlaştırdı.

-'BİLGİLERİN DOĞRULUĞU AÇIĞA ÇIKTI'-

Müdahillerin avukatı Şenal Sarıhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, daha önce mahkemeye sundukları bilgilerin doğruluğunun, gönderilen cevaplarla açığa çıktığını ifade ederek, 'Bu aşamadan sonra Erçakmak'ın yakalama işleminin hızlandırılması gerekiyor. Mahkemenin kararının uygulanması konusunda, Adalet Bakanlığını göreve davet ediyoruz. Mahkemenin de sanığın yakalanması konusunda özenli davranacağını düşünüyoruz. Böyle bir katliamın zanlısının herhangi bir şekilde cezasız kalması, yeni katliamların gerçekleşmesine fırsat verecektir' değerlendirmesinde bulundu.

Kaynak

Alevileri yanina cekmeye calisan RTE'ye sempati duyan arkadaslara sormak isterim;
-Basbakaniniz'in "evlad-i kerbelayiz" sözüne kanarak, sivasin hesabini ondan soracaginiz yere CHP'den sormanizin altinda ne yatmaktadir?
-Kendileri alevilere bu kadar sempati duyuyorsa, neden "Sivas Katliami" davasinin savcisi olmak yerine Ergenekon tertibi savcisi olmustur?
-Alevileri sevdigini kanitlamak istiyorsa, buyursun eski Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak'i getirtsin....
Saf olmayin...

Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler (Alevi kavgası!)

İletiGönderilme zamanı: Sal Ara 01, 2009 19:34
gönderen antalyalim
Alevi kavgası!
AKP ile CHP arasında yaşanan Dersim kavgası iki partinin genel başkanlarının yaptıkları açıklamalarla yeni bir boyut kazandı.

Siyasette şimdi de Alevi kavgası başladı. CHP lideri Baykal'ın 'Alevilerden sana fayda yok başka kapıya' dediği Başbakan Erdoğan bugün grup toplantısından CHP Lideri Baykal'a yanıt verdi.

Alevilerin CHP'nin arka bahçesi olmadığını söyleyen Başbakan Erdoğan, 'Ana muhalefet lideri de kendi genel başkan yardımcısının sözleri karşısında şaşkına düşmüş, yine pervasızca yine Ak Parti’ye saldırıyor. Tepkileri manipüle etmeye çalışıyor. 60 yıl öncesinden medet umma. Alevilerden sana hayır yok. Sen o kapının bekçisi misin? Alevilere CHP’nin kapılarını kapatırken sen değil miydin? Ahmet Gülyüz Ketenci’yi seçtirinde, işte İstanbul İl Başkanlığı’na seçtiğimiz arkadaşımız hem Türk hem sunidir. Diyerek mutlulukla verdiğiniz beyanat unutulmadı sayın Baykal.

Hem Kürt, hem alevi vatandaşları partinizden dışladınız. Onları istifaya zorlamadınız mı? Sizin ne kadar hizipçi olduğumuz dillere destandır. İyi tanınırsınız.'dedi

ERDOĞAN'A BEKÇİ YANITI

Başbakan Erdoğan'ın bu sert sözlerine Deniz Baykal grup toplantısında aynı sertlikle yanıt verdi.

İŞTE BAYKAL'IN O AÇIKLAMALARI

Bana 'kapının bekçisi misin?' dedin. O kapıyı sahipsiz mi sandın? O kapının sahibi var, Hz. Ali’den Mustafa Kemal’e kadar. Bizde kendi çağımızda onların izinde bekçilik yapmaya devam ediyoruz. Elbette o kapıdan fitneye fesata izin vermeyeceğiz.

Sen daha dün Karacaahmet'te cemevlerinin yıkılması için talimat veren belediye başkanı değil misin?


Başbakan son zamanlarda tekrar yargıya, yargı kurumlarına yönelik anlayışını yansıtan ifadeler kullanmaya başladı. En son olarakta Danıştay’a diyor ki, bu kadar ideolojiktir. Senin zaten baştan aşağı düşüncen ideolojik.

Senin bu konuya girişinin temelinde neyin yattığını millet çok iyi biliyor. İşine gelmeyince yargı organlarına her türlü suçlamayı yapıyorsun. Yardımcısı da demiş ki bayramdan sonra bende yokum Danıştay’da yok demiş. Danıştay 1859’dan beri var, seni bilemem.

Telefon dinleme mevzusu halkımız tarafından çok iyi anlaşıldı. Geçenlerde bir Rus gazeteci Irak'ı çökerten Telekom'dur denildi, telekulaktır denildi. Türkiye'deki dinleme olaylarının ise kanunsuz, hukuksuz yapıldığı dinlemelerin karşılığında kime ne yapıldi ne vaat edildi. Bunlar araştırılmalı.

Bağımsız yargıya ihtiyaç var. Berlusconi İtalya'da yolsuzlukla suçlanıyor. Yargıya çatıyor, suçluyor. Yargı ideolojiktir diyor, benimle uğraşıyorlar diyor. Bunlar tesadüf değil. Bütün bunları yaşıyoruz. Bu süreçten de Türkiye alnının akıyla çıkacak. Niyetleri kursaklarında kalacak inşallah.


AY-YILDIZIN IŞIĞI YETER, AMPÜLÜ KAPAT
Ay-yıldızın ışığı hepimize yeter. Bunu sen zamanında anlasaydın bu posterlere ihtiyaç olmazdın. Ay-yıldızı yeni keşfetti. Ay-yıldızın ışığı hepimize yeter ampulü kapat.

Teröristin ayağına müsteşarı, genel müdürü, savcıyı, hakimi gönderiyor, seyyar mahkeme kurduruyor ve onların getirdikleri mektubu memuruna aldırıyor. 'Bizi buraya Öcalan gönderdi' diyorlar. Bunlar da alıyorlar ve hukuka takla attırıyorlar.

İşte sen PKK’nın gönlünü yapmaya başladığın zaman PKK otorite haline gelmeye başlıyor. Bu Türkiye’yi çok tehlikeli bir noktaya sürüklüyor.

AKP demek istiyor ki, biz Anayasa’dan Türklük lafını çıkartırsak rahatlarız. Bu anlayış başımıza neler getirir? Şu ana kadar girdiği arayışlar şu ana kadar Türkiye’nin başına neler getirdi. Türklük tanımı, kimseyi hasım gibi kabul eden bir anlayışı, etnik bir ırk anlayışını yansıtmıyor, kapsayıcı kucaklayıcı herkesi bir anlayışı yansıtıyor. 80 yıl sonra devletimizin adıyla da mı uğraşacağız. Hani ne oldu, ne devletti, tek milletti? O milletin adı ne?

Bu milletin içinde her etnik kökenden insan var. Hepimiz bu milletin parçasıyız. Kimimiz araptır, kimimiz lazdır, kimimiz çerkezdir, kimimiz makedondur, kimimiz kürttür. Elbette, bu hepimizi kavrayan bir niteleme.

Hayır kendimi bu milletin parçası saymıyorum. Ben o bayrağın altında toplanmıyorum diyenlere bu iktidar, bu iktidarın yöneticileri mi destek olacaklar? Bunun kavgası dağda yapılıyor diye biliyorduk, şimdi gördük AKP’nin grup başkanlığında bu kavgayı yapanlar varmış.

Şimdi onları ayrıştırmaya senin ne hakkın var? Herkes etnik kökenine göre ayrışacak, bundan kim kazanacak? Bunları yurt dışından idare edenler kazanacaklardır ve onlara uşaklık edenler de kaybedeceklerdir.

Elbette herkes kendi dilini öğrenecek. Matematiği kendi ayrı dilinde, coğrafyayı ayrı dilinde vereceğiz. Sonra ne olacak? Nereye hizmet edecek o çocuklar? Bu konuda sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Biz AKP olarak özel kurslar vakıf ve dernekler yoluyla insanların ana dillerini öğrenmelerini hak olarak görüyoruz. Devlet bu süreçte denetleyici olmalıdır. Devletin başka dillerde televizyon yapmasına gerek yoktur. Fakat devlet tüm bu faaliyetleri en sıkı biçimde denetlemelidir. Devleti denetleme fonksiyonu dışında işlere sokmak doğru değildir. Uzun vadede üniter yapımızı sıkıntıya sokar.”

Yani biliyor da, cehaletten değil yani olay. Yani demiş ki bu ayrışmayı yaparsak, ana dili öğrenme işine devleti sokarsak, televizyon işine devleti sokarsak diyor, bu uzun vadede üniter yapımızı bozan gelişmelere yol açar diyor.

Kaynak

Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler

İletiGönderilme zamanı: Prş Şub 10, 2011 19:57
gönderen Başkomutan
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/Guncel/bkg_gunceli/sersim_protestosu.jpg[/img]

Şimdi de “Dersim Soykırımı”

Türkiye’yi ve Türk tarihini yargılama faaliyetleri son günlerde gemi azıya almış durumdadır. Zamanın Rus Çarının Türkiye’yi yenmek istiyorsanız öncelikle “Türk tarihini yenmelisiniz” tavsiyesine bölücülerin var gücüyle sarıldığı anlaşılmaktadır.

Ön Asya coğrafyasındaki Türk hâkimiyeti, ahlaki ve insani değerler kullanılarak mahkûm edilmeye çalışılıyor. Türklerin “soykırım” ve diğer “insanlık suçları” yla mahkûm edilmeye çalışılmasının altında bu gerçek vardır.

Son zamanlardaki “Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Yezidi, Nasturi” vb. soykırım iddialarıyla ortaya çıkması böyle bir stratejinin ürünüydü. Aynı stratejiye bölücü ve ayrılıkçı kesimin de büyük bir iştahla sarıldığı anlaşılıyor. Bir süre önce Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Soykırımı” adlı konferansın amacı da buydu.

Bu konferans için hazırlanan bilgi notunda şu ifadelere yer verilmişti:

“Dersim katliamı-soykırımı sırasında, Türk yönetimi binlerce insanı katletti, kurtulanlar ise sürgüne gönderildi, Dersim insansızlaştırıldı. Bu acımasız eylemlerin nedeni Kürt, Alevi ve Kızılbaş olmalarıydı. Üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına karşın, Türkiye bu soykırımı, diğer pek çok Kürt soykırımında olduğu gibi, tanımak niyetinde değildir”.

Bu iddia, itham ve isnatlar vahimdir. Ancak bu iddialardan daha vahim olanlar da vardır. Örneğin şu tespit ve sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan’a aittir:

Vergi vermediler diye Dersim’in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zamanki Cumhurbaşkanı’nın emriyle... Kimdi? İsmet İnönü, CHP’nin başındaydı. Yani CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. İnsaf ya. İşte sizin cemaziyelevveliniz bu. Gelin de siz bunu temizleyin önce”.

Türkiye’nin Başbakanı’nın böyle konuştuğu bir yerde bölücü ve yıkıcıların iddia ve ithamlarına kızmaya kimsenin hakkının olmaması gerekir.

Yukarıda bilgi notunu belirttiğimiz toplantı, Avrupa Parlamentosu’nda yaklaşık iki yıl önce ’Birleşik Sol’grubu üyesi Kürt kökenli Feleknas Uca tarafından “Türkiye Tarafından Kürtlerin Dersim Soykırımının 70. Yılı” adıyla düzenlenmişti.

Toplantıda, eski DTP milletvekili Aysel Tuğluk, Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil ve Tunceli milletvekili Şerafettin Halis de yer almıştı. Toplantıda Halis şunları söylemiş:

“Dersim’de 70–90 bin insan öldü. 38 kıyımı, katliamı, kolu kanadı kırılmış bir Dersim’i doğurdu”. Feleknas Uca’nın konuşmasında ise: “Munzur Nehri’nden, 1937 yılında kan akıyordu. Bu sadece Dersim değil. Ermeni katliamı da kabullenilmelidir.


Başbakan Erdoğan’ın yukarıdaki sözlerinden haberdar olanlar için AP’de Feleknas’ın ya da Halis’in sözleri sürpriz etkisi yapmamıştı. Başbakan, “vergi vermediler” diye Dersim’i CHP’nin bombaladığını söylüyorsa PKK’nın çeşitli versiyonlarının da her şeyi söyleme ve iddia etme hakkı var demektir.

Başbakan yirmi binden başlayıp elli bine kadar çıkan “yargısız infaz”dan söz ediyorsa Halis de bunu “70–90” bandına çekebilir. Başbakan Erdoğan onlar “vergi vermediler” diye öldürüldüler diyorsa bölücülerin de bunun için tazminat talep etmesi fazlaca yadırgatıcı olmamalıdır.

Geçen günlerde bu konuda yeni bir gelişme daha oldu. Basına düşen haberlere göre, Dersimliler, 1937–1938 yılları arasında yüz bine yakın(!) insanın yaşamını yitirdiği “katliamın soykırım” olarak tanınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvuruya hazırlanıyormuş.

Başvuru Mahkemenin Roma Statüsü’nün 23. maddesinde yer alan “kültürel soykırım” kapsamında yapılacakmış. “Türkiye’nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması” talep edilecekmiş.

Deliller arasında Başbakan Erdoğan’ın “Dersim’de yaşananları kim unutabilir” sözleri ve itirafları yer alacakmış.

Yaşananlar yorum yapmaya izin vermeyecek kadar açıktır.


ÖZCAN YENİÇERİ
10.02.11





Nobel'i hakettiniz

Başbakan’ın tarih bilinci / Dersim isyanını çarpıtıyor

Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler

İletiGönderilme zamanı: Prş Eyl 20, 2018 15:11
gönderen derinnacar
Paylaşım için teşekkürler.