2. yüz (Toplam 2 yüz)
Gönderilme zamanı:
Sal Kas 18, 2008 15:41
gönderen borabey
Kürt varsa sorun var...
Bu konu ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız
88. sayı başyazı
89. sayı başyazı
Tarihi ve sosyolojik açıdan ırk, etnik grup, millet
PKKnın organize ettiği Gemlik yürüyüşü ve bu yürüyüşe karşı Türklerin direnişi kimileri tarafından olağandışı gelişmeler olarak nitelendiriliyor. Bugün ülkemizin içine çekildiği sorunu kavramamızın önündeki en büyük engel de bu. Çünkü olaylar ne bir provokasyonla, ne tahrikle, ne de başka bir şeyle açıklanabilir. Olayların bu şekilde gelişmesi, tarihsel ve sosyolojik sebeplerle açıklanabilir, ki böylesi bir perspektif içinde tüm gelişmeler hiç de beklenmedik değildir tersine beklenen gelişmelerdir.
Bugün yaşadığımız sorun nedir? Başbakan bir Kürt sorunundan bahsetti. Zaten PKK da yıllardır aynı Kürt sorunundan, aynı ifadelerle bahsediyordu. PKK eylemlerinin durduğu bir dört yıllık dönem de oldu. Kürt sorununu çözmek için devlet, eğitim, kültür, yayın gibi pek çok hak tanıdı. Ama tüm bu demokratikleşme adımlarına karşın, bugün sorun, dünden, yani PKKnın açık silahlı savaşından kat kat büyümüş durumda. O halde sorunu açıklamak için terörün ve demokratikleşmenin dışında bazı kavramlara ihtiyacımız var demektir. O kavramları ise ancak tarih ve sosyolojide bulabiliriz.
Kürt sorunu demek, bir etnik kimlikten doğan sorun demektir. Çünkü sorun Kürtle alakalıdır. O halde Kürt nedir? Eğer Kürt, Türklerden ayrı bir etnik grup ya da millet ise, Kürt sorunu dediğimiz sorun, etnik ya da milli bir sorun demektir.
Tarih boyunca insan toplulukları, çeşitli ırklardan, çeşitli etnik kökenlerden gelirler, ama bu tür ırki ve etnik kimlikler birbiri ile etkileşerek, birbirini eriterek, birbirini yok ederek, birbiriyle birleşerek daha büyük halk topluluklarına dönüşür ki, çağdaş milletler böyle meydana gelir. Millet aşaması, etnik, ırki, kökenlerin tarihsel olarak silindiği bir aşamadır. O nedenle çağdaş milletler bir bütün oluşturur, milletin bütünlüğü ya da tekliği kavramı da buradan türer.
Türkiye açısından baktığımızda ise, binlerce yıldır Türkiye coğrafyasında biraraya gelen çeşitli etnik kavimler, binlerce yıl içinde birleşerek, birbirinin içinde eriyerek tek bir millet oluşturmuştur ki, bunun da adı Türk milletidir. Türk, bir etnik ya da ırki kavram değil, bu yörede yaşayan milletin adıdır. Bu ad, binlerce yıldır kullanılmaktadır ve binlerce yıldır da aynı anlama gelmektedir.
İstanbul, uzun yıllardır Kürt bölücülüğünün en önemli hedefi oldu. Kürt mafyası, Beyoğlu, Aksaray-Laleli, Eminönü ve Kadıköyde piyasaya hakim konumdadır. Kürt mafyasının ekonomik hakimiyeti ile birlikte, şehrin varoşları PKKlı milisler tarafından ele geçirilmektedir. Yandaki haritada Kürt mafyasının denetlediği piyasa bölgesi yeşil bir çember içinde gösterilmektedir. Mavi noktalı semtlerde ise, sıradan vatandaş görünümünde PKK yandaşları yoğun bir şekilde yerleşmekte ve bir ayaklanmaya hazırlanmaktadır. Son bir haftadır tüm bu semtlerde Apo posterli gösteriler ve polisle çatışmalar gerçekleşmiştir.
Türk ulus devleti
Türkiye Cumhuriyeti, bu çağdaş gerçekler temelinde kurulmuş bir ulus devlettir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği ve mutlak hakimiyeti üzerine inşa edilir. O nedenle Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet bu egemenliğini kullanırken, kendi içinde bir bütün olarak kullanır.
Türkiye Cumhuriyetini, ABD türü bir etnik federasyondan ya da Avrupa türü prenslikler federasyonundan ayıran gerçeklik budur. ABDde ve Avrupada hiçbir zaman bizdeki gibi bir bütün millet oluşamamıştır. Oluşmadğı için de, çeşitli etnik gruplar ya da bunların idari adı olan prenslikler biraraya gelerek federasyon kurarlar. Bu nedenle çoğu Avrupa devleti ve ABD, ulus devlet değildir. Bu nedenle de içlerinde farklı dilleri barındırırlar.
Avrupa ve ABDnin dışında kalan dünyada ise tarihsel gelişme farklıdır. Örneğin Türkler, bu tür federasyon aşamalarını çoktan geçmiştir. Selçuklu ve Osmanlıdaki sistem çözülmüş, bu çözülme ile birlikte ulus devlet oluşmuştur. Ulus devlet bir Ulusal Kurtuluş Savaşı ve devrimle kurulmuştur, ama bu da bu kuruluşun bir dışarıdan müdahale ile olduğu anlamına gelmez, tam tersine içsel gelişim bu tür bir devrime yol açmıştır.
Şimdi böylesi bir ulus devlette bir Kürt sorunundan bahsediliyorsa, birilerinin politik argümanlarını ve iddialarını bilimle ve tarihle ölçüp sınaması gerekir. Örneğin Başbakan Kürt sorunu diyorsa, bir ulus devletin başbakanının böylesi bir ifadeyi kullanamayacağını bilmelidir. Çünkü ancak ulus devlette Başbakan, ulusal meclisin tayin ettiği hükümetin başıdır. Bu ise milletin iradesini yürütme gücüne dönüştürmektir. Başbakan ulus devlet gerçeğini reddediyorsa, kendisini o ulustan görmeyenleri temsil hakkından vazgeçtiğini de anlamalıdır.
Bir ulus devlette, azınlık olabilir. Azınlıklar ulus devlet içerisinde belirli ve sınırlı haklara sahip olurlar. Bu tür yasal düzenlemeler ulus devlet otoritesini ve milli egemenliği zedelemez. Ancak bir ulus devlette, alt kimlik olamaz, ikinci bir asli unsur olamaz, ikinci bir kurucu öğe olamaz. Çünkü ulus devlet tek bir ulus tanımı üzerinde yükselir.
Bu açıdan baktığımızda, Türkiyede etnik sorun olarak görülebilecek aslında bir azınlık sorunu olan, Rum, Ermeni ve Yahudi sorunundan bahsedilebilir. Bu tür azınlıkların, kendini ait hissettikleri ulusla birlikte Türk devletine karşı hareketleri olabilir. Nitekim Osmanlının yıkılış dönemi böyledir. Bu tür sorunların çözüm noktası, azınlıkların dışlanması değil, azınlıkların azınlık bölücülüğü yapacakları zeminin Türklükle doldurularak, onlara bölücülük zemini bırakılmamasıdır. Zeminsiz kalan azınlıklar, kendilerini ait hissetmeseler, hissetmek zorunda olmasalar bile, yaşadıkları devletin ve ülkenin mutluluğunu düşünmek zorunda kalacaklardır.
Kürt mafyası, Türkiyenin denize açılan Güney bölgesinde planlı bir şekilde denetimi ele almıştır. Ele geçirilen bölgeleri bir okla birleştirdiğimizde planın kapsamını anlayabiliyoruz. Gelibolu, Gökçeada, Ayvalık üçgeninde Çanakkale Boğazına hakim olmaya çalışan Kürt mafyası aynı zamanda İzmir ve Antalya limanını da denetlemektedir. Bodrum gibi bölgeler eğlence sektörü açısından bir planı gösterirken, özellikle Didimde simgeleşen toprak alımları, tehlikenin bir başka boyutunu göstermektedir.
Kürt varsa sorun var
Ancak Kürt meselesini de aynı etnik mesele içine sokmaya çalışırsanız işler değişir. Çünkü Kürtler, azınlık hakkı değil başka bir şey istemektedir. Kürtler, Türk milletinden ayrı bir millet olduklarını, bu nedenle de ikinci milli unsur olarak kabul edilmeyi istemektedirler. Bu, tam da bugünkü Iraka dayatılandır. Yani hem bir Kürt federe bölgesi, hem de Türkiye Cumhuriyeti üzerinde mutlak bir güç.
Eğer gerçekten de Kürtler, Türklerden ayrı bir millet ise, olayın tarihsel ve sosyolojik iki çözümü olabilir. Birincisi, Türkler ve Kürtlerin, bugünkü Irak gibi, federatif bir devlet içinde birleşmeleri ya da ikincisi Kürtlerin tamamıyla bağımsız bir devlet kurması. Kürtler bugün, her ikisini de istemektedirler.
Peki Kürtlere bu hak, tanınmamazlık edilebilir mi? Eğer Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu kabul ediyorsak, bu hakkı tanımak zorundayız. Çünkü her milletin kendi iradesini belirleme ve isterse ayrı devlet kurma hakkı vardır. Bu hak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden de alınmaz, tarihsel bir haktır. Hiç kimse de bu tür bir milli isteğin önünde duramaz.
İşte Başbakanın Türkiyeyi getirdiği nokta burasıdır. O halde sorunun kaynağı, teröre, PKKya, demokratikleşmeye indirgenemez. Sorunun kaynağı tanımlamadadır. Siz, bir kısım vatandaşa ayrı bir milli kimlik tanırsanız, onlar da bu milli kimliği hakkıyla kullanırlar. Bu nedenle sorun, Kürdü kabul eden çağdışı, bilimden, tarih bilincinden yoksun kafadadır.
Oysa çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKKnın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kalacaksa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin kendisine ben Türküm demesini isteyecek, Türkçe konuşmasını isteyecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da bir gerçekliktir. Çünkü, bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir.
Bu bakımdan Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır. TÜRKSOLUnun ısrarla yapmaya çalıştığı, Kürtler tarafından zorla asimile edilmek istenen Türklerin milli haklarını korumaktır.
Bu ise Atatürk tarafından 1923 ile 1938 arasında uygulanmış ve sonuç almış politikadır. (Önümüzdeki sayıda Atatürkün Kürt politikasını işleyeceğiz.)
İyi Kürtle Kötü Kürt arasına sıkıştırılmak!
Atatürk politikası terk edildikten sonra durum değişti. Türkiye Cumhuriyetine yıllar süren etnik ve köktendinci saldırı, Türkiyedeki tek milleti, etnik ve mezhepsel parçalara ayırma amacı güttü. Bu saldırı altında, Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet niteliği aşındırıldı. Bir taraftan dinsel kimlik milli kimliğin önüne geçirilirken, diğer taraftan ayrı bir milli kimlik bilinçli bir şekilde yaratıldı ve güçlendirildi.
Bugün Bozüyükte yaşanan sorun tam da budur. Türk milletinden ayrı bir Kürt kimliği kabul edilmiş, güçlendirilmiş, eline silah verilip dağa çıkartılmıştır.
Şimdi o kimlik, otobüslere bindirilerek Gemlike yürüyüşe götürülmektedir.
O kimlik, eline molotof tutuşturulup karakollara saldırtılmaktadır.
O kimlik, eline silah verilip mafyalaştırılmakta, ekonomiyi esir etmektedir.
O kimlik, eline mikrofon verilip Türk televizyonlarını Kürtçeye boğmaktadır.
Yani sorun, o kimliğin ifade edilişidir.
Milli kimlik kimi zaman dille, kimi zaman türküyle, kimi zaman yazıyla ifade edilir. Ama kimi zaman da yürüyüşle, ayaklanmayla, silahla, terörle...
Bugün kimileri demokrasi diyerek, iki tür ifade biçimi arasına ayrım koymak gerektiğinden bahsetmektedir. İlk anda mantıklı gelse de, bunun çok daha büyük bir tuzak olduğu görülmelidir. Tanınan kimliğin, kendisini ne zaman ve nasıl ifade edeceğini bilemezsiniz, bir. Bazen kimlikler silahsız istediğini daha rahat elde edebilir, iki. Örneğin bugün kendini silahlı mücadeleye ve PKKya karşı tanımlayan kimi Kürtler, Bağımsızlık Manifestosu yayınlamakta, kimileri ise federasyon için imza toplamaktadır!
O halde, iyi Kürtle kötü Kürt arasında ayrım yapmanın pek bir anlamı kalmamaktadır. İnsanların iyi niyeti, tarihsel olayların belirli akışını durdurmaz. Tarihsel akışa ancak kapılır gider. O nedenle aklı başında devletler, tek tek bireylerle, örgütlerle değil, tarihsel yasalarla ilgilenirler. Yarın devletin başına iş açacak bir talep, en iyi niyetli ve sadık bir kişi tarafından bile söylense buna engel olmak, gidişatı durdurabilir.
Ancak bugün gidişat, maalesef, durdurulamaz bir aşamaya gelmiştir. Çünkü yaklaşık 20 yıldır bir silahlı Kürt terörü yaşıyoruz. Bu yirmi yıl içinde, kabul etsek de etmesek de, bölücü Kürtçüler, kendilerine uygun bir millet yarattılar. Bu, kendi diline, kültürüne, önderliğine sahip çıkan bir milli topluluktur. Bu topluluğun yaratıldığını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız!
Sokağa çıktığımızda, henüz beş altı yaşındaki Kürt çocuklarının Benim önderim Atatürk değil Apo dediğini görüyoruz. Bu, artık Kürt milli kimliğinin, doğar doğmaz benimsendiğini göstermektedir. Bugün beş yaşındaki zararsız, masum çocuk, yarın belki de bir terörist olacaktır.
O nedenle her Kürt Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir.
Türk kimliğini yıkarak, bölücü Kürtçülüğün pasif destekçisi konumundadır. Zaten her mücadele sadece aktif savaşçılarla değil, aynı zamanda daha kalabalık pasif destekçilerle verilebilir. Bugünün pasif destekçileri ise o mücadelenin ihtiyat kuvvetidir. Kimileri kabul etmese bile, ben Kürdüm diyen herkes, potansiyel bir PKKlıdır.
O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür...
Türk olan herşey Kürdün sadırısı altında
Son yirmi yıldır Türkiyede bir Kürt örgütlenmesi yapılmaktadır. Kürtler, tek bir temelde örgütlenmektedir: Kürtsen bizdensin. Yani, siyasal inanışlar, toplumsal özlemler değil, etnik aidiyet Kürtleri birleştiren noktadır. Böyle böyle, bir bizden kimliği yaratılmıştır. Bu ise artık önü alınamaz bir Kürtlüktür. Bu Kürtlük şimdi gemi azıya almıştır.
Türkiyenin hemen hemen her ilinde, PKK ve Apo posterleri ile sokağa çıkan binlerce iyi Kürt bulunmaktadır. Türkiyenin her yerinde eline taşı alıp Türk polisine, Türk karokollarına saldıran iyi Kürt bulunmaktadır. Bu tür toplumsal eylemlere, bir kışkırtma denilerek geçilemez. Kışkırtmanın bir zemini vardır. O zemin, yaratılan milli kimliktir.
Bugün yaratılan Kürt milli kimliğinin en önemli özelliği ise Türk düşmanlığıdır. Türk karakolu, Türk askeri ya da polisi saldırı altındadır, ancak bunların saldırıya uğramasının temel nedeni Türk olmalarıdır. Karakol, asker, polis, Türk egemenliğinin simgesi olduğu için saldırıya uğramaktadır.
Bu ülkede bir etnik çatışmadan ve kışkırtmadan bahsedeceksek, bu etnik kin tohumlarını ekeni görmemiz gerekir. Türkiyede Türkler, değil herhangi birine karşı etnik kin beslemeyi, Ben Türküm bile demezler.
Ama ısrarla Ben Kürdüm diyenler, bir süre sonra Ben Türk devletini istemiyorum demektedir. Böyle bir ortamda, bu devleti istemeyen Kürdün, bu devleti isteyen Türkle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.
Bugün böyle bir karşıtlık olmadığı söylense de gelişmeleri iyi okumak gerekir. PKK, tüm yurtta serhıldan çağrısı yapmıştır. Serhıldan, halk ayaklanması demektir. Yani eli ayağı tutan her Kürt, eline bayrağı, afişi alıp sokağa çıkıp eylem yapacaktır. Bu tür küçük gösteriler, büyük ayaklanmanın hazırlığıdır. Önce halk devletle karşı karşıya gelmeye alıştırılacaktır.
Son dönemde Batmanda, Vanda, Diyarbakırda, Adanada, Mersinde bir türlü durdurulamayan küçük ayaklanmalar bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu, yanlış bir ifade ile PKKnın Türkiyeyi Filistinleştirme politikasıdır. Eline taş alan her Filistinli çocuk nasıl ki İsrail hedeflerine -sivil, asker!- saldırıyorsa, Kürt çocuk da aynısını yapacaktır.
Devletin en tepelerinde bu sözlerin sarfedilmesi PKK propagandasına alet olmaktır. Türkiyeyi İsrail konumuna sokan yönetici, İsrailde devletin kendisini savunduğunu, bu işi vatandaşa havale etmediğini de bilmelidir!
PKKnın etnik kışkırtması kendi zeminini bulmuştur. Etnik milliyetçilikle beslenen Kürtler bugün Türk devletine savaş açmıştır. Ancak buna karşı Türk devletinin bir tutunma zemini yoktur.
Bir PKK propagandası: Türk-Kürt kardeşliği
Başbakan PKKyı durdurmak için Türklüğü gömüp Türkiyeliliğe geçmeyi önermektedir. Bir kısım saf aydınımızsa ısrarla Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Oysa eğer iki kimlik varsa ve biz bunların gerçekten kardeşliğini istiyorsak, kardeşimize seçme hürriyeti tanımamız gerekir. Yani Türk-Kürt kardeşliği diyenler, Kürt kardeşlerine seçme hakkı tanımalıdır. O zaman Kürt kardeşiniz, teröre başvurmadan, iyi niyetle biz ayrılalım diyorsa ona ne cevap vereceksiniz!
Görüldüğü gibi Türk-Kürt kardeşliği teorisi, aslında Türkten ayrı bir Kürt kimliği oluşturmanın teorisidir. Günümüzde PKK bölücülüğünden bile güçlü olan teori de budur.
Bugün Türk-Kürt kardeşliği diyenler, güçlenen Kürt milliyetçiliğine karşı, Türklerin birleşmesine ve uyanmasına engel olmak istemektedirler. Dikkat edilirse bu grup, ısrarla Türklere hitap etmekte ve Türkleri sessiz olmaya çağırmaktadır. Oyun açıktır, PKK etnik Kürt milliyetçiliğini yaratırken, bunlar da Türk milli uyanışını engelleyecektir. Görüldüğü gibi Türk halkı, hem PKK tarafından dıştan, hem de bu tür gruplar tarafından içten bombalanmaktadır.
Bu tür teorilerin üretim merkezini iyi deşifre etmek gerekir. Bunlar günümüzün Taşnak-Hoybunudur. Bu grubun lideri Erzincanlı bir Ermeni, sözcüsü ise Tuncelili bir Kürttür. Türkiye Cumhuriyetine karşı Ermeni-Kürt ittifakının tarihsel devamıdırlar. PKKdan tek farkları, kitle tabanları olmaması ve bu nedenle de PKKya taşeronluk yapmalarıdır!
Bu Ermeni-Kürt çetesinin peşinden gidenlere şunu hatırlatmak gerekir. Neden ısrarla Türk-Kürt kardeşliği diyorsunuz? Türkler bugüne kadar kimsenin hakkını mı yediler, kimseye kötü bir davranışta mı bulundurlar? Ya da daha açık soralım, siz Kürtlerin Türkler tarafından asimile edildiğini, baskı altına alındığını mı düşünüyorzsunuz: Çıkarın ağzınızdaki baklayı!
Türkiyede zaten yirmi yıldır fiilen Türk-Kürt kardeşliği politikası uygulanmıyor mu? Özalın teorilerini devrimci sosuna bulayıp Türke yutturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Türk-Kürt kardeşliği denilen 20 yılda bir Kürt milleti yarattınız ve bir milleti susturdunuz, sindirdiniz. Bu 20 yılda tek bir Kürde bir gram zarar mı geldi? Gelmedi ama neden Kürtler hep bölücüleşiyor, hep daha da azıyor?
Türkün susturulduğu yerde Kürtçülük hortlar, Türkiyede olanın özeti budur.
Bir, iki, üç; daha fazla Bozüyük...
Elbette Türkler -tarihin gördüğü en barışsever, hakbilir, sabırlı millet- oynanan oyunun farkında. Yüzlerce otobüslük PKKlı sürüsünün bu ülkede eli kolu serbest dolaşabilme özgürlüğü olduğunu bu millet görüyor. Türke şehit cenazesi kaldırmanın bile provokasyon görüldüğü yerde, Kürdün Türkiyeyi istila ettiğini görüyor. Binlerce yıllık yurdunun, şehrinin, mahallesinin, içten işgal edildiğini görüyor.
Her şeyi gören Türke şimdi sus diyorlar. Provokasyona gelme, kıştkırtmalara kapılma!
Türk biliyor, bunca yıldır susa susa bu ülkede Kürtçülük güçlendi. Türkün susturulduğu yerde elbet barış olur. Ama nasıl bir barış? Türkiye Cumhuriyetinin bölündüğü, hem de sessiz sedasız, provokasyona gelinmeden bölündüğü bir barış!
Ne dersiniz Yunan işgalinden daha mı onurlu? O zaman da işgale karşı direnişin adı provokasyondu çünkü. Padişah efendimiz o zaman da Türklere kışkırtmalara gelmeyin diyordu.
Ama sabır bir yere kadardır.
Her millet bir yere kadar susar, bir yerde patlar.
Bir bakmışsınız bir Hasan Tahsin çıkmış ve ilk kurşunu atmış. İlk kurşunu atacak da, bu savaşa katılacak da her zaman çıkar. Bu tabiatın yasasıdır. O nedenle Bozüyükte olanlara şaşırmamak gerekir. PKKnın sokağa indiği yerde Türk de sokağa inecektir doğal olarak. Bu işin bir Bozüyükle kalmayacağını, iki, üç daha fazla Bozüyük olacağını öngörmek içinse müneccim olmak gerekmez. Bunun arkasında bir provokasyon arayan kafa, ipi dışarda kafadır. Bunlar sanırlar ki, halk da kendileri gibi dışardan yönetiliyor. O nedenle halkın her davranışının arkasında bir provokatör ararlar.
Bu provokatör arayışı bile gayet bilinçlidir.
Bir yandan MHP ve ondan türeme faşist partiler sözde hedef gös terilmektedir. Oysa herkes biliyor ki, MHP türü ırkçı hareket 1950den 1980e kadar Türklere karşı sokağa salınmış ve antiemperyalist devrimci Türk çocuklarını öldürmüştür. 1980 sonrası bu hareketler sokaktan çekilmiştir. Çünkü 1980 sonrası sokakta PKK vardır. Sokağa iki Amerikan hareketi çoktur. O nedenle MHP eve çekilmiş, PKK sokağa inmiş ve MHPnin kaldığı yerden Türk öldürmeye başlamıştır. (Tüm MHPliler kendilerini hele bir sorgulasın, neden PKKya karşı MHPnin çıtı bile çıkamaz!)
Diğer yandansa doğmamış Kuvayı Milliye boğulmak istenmektedir. Amerikancı Akşam yazarları, her ilde ve her semtte Türklerin Kuvayı Miliye türü örgütler kurduklarını ve savaşa hazırlandığını yazmaktadır. Peki neden? Böyle örgütler mi bulunmuştur, deşifre edilmiştir? Hayır! O halde? Çünkü Amerikancılar, bu milletin bir Kuvayı Milliye geleneği olduğunu bilmektedir. Bu gidişatın, milleti uyandırdığını görmektedir. Bu uyanışınsa örgütsel bir yanı olacağını bilmektedirler. Ama doğmamış Kuvayı Milliyeye, linççi Türk damgası vurup, ana rahminde boğmak istiyorlar!
Provokasyon ve linç kelimelerinin gazete manşetlerine taşındığı bir dönemde ne yapmalı? Susup evimizde mi oturalım?
Açıkçası, kimseye sokağa çıkıp şunları yapın deme pozisyonunda görmüyoruz kendimizi. Halkı sokağa döktüğünüz zaman, onu koruyacak bir gücünüz olması gerekir. Korumanın ötesinde sokağa inen halkın çözüm üretmesi gerekir. Türkiyenin Atatürkçü birikimi henüz o aşamada değildir. O nedenle bizler de, her tür erken Kuvayı Milliye örgütlenmesine uzun süredir karşı çıkıyoruz. Çünkü halkın umutları ile oynama hakkı yoktur kimsenin.
Ama biz bu pozisyonu benimsemekle ve halka da bu yönde çağrı yapmakla birlikte, halkın kendi bildiğini yapacağını da görüyoruz. Ok yaydan çıktıktan sonra ancak izleyebilirsiniz.
İki yıl önce Türkün ateşle imtihanı demiştik!
Şimdi ise Türkün sabırla imtihanı!
Türk oğlu, Türk kızı: Zor bir dönemeçten geçiyorsun. Türklüğünü koru! Milletini, vatanını, dilini, davanı koru!
Her şeyini millet davasına gözünü kırpmadan, arkana dönüp bakmadan vereceğin günler geldi.
Türkün güveneceği evladısın. Güveni boşa çıkarma...
Gönderilme zamanı:
Sal Kas 18, 2008 15:42
gönderen borabey
Kürt sorunu yok,
Kürt istilası var!
Terörle mücadeleyi yasalar değil ABD kısıtlıyor
Ordu ve Hükümet kanadından Kürt meselesi üzerine açıklamalar gelmeye devam ediyor.
Genel Kurmay İkinci Başkanının sınır ötesi açıklamasından sonra bu defa da Genel Kurmay Başkanından Yetkilerimiz kısıtlı. Bu kısıtlı yetkilere karşın terörle mücadele ediyoruz açıklaması geldi.
Ordu kanadının terörle mücadeleye vurgu yapan açıklamalarına karşın Hükümet sorunu bir terör ve terörle mücadele sorunu olarak değil, demokratikleşme sorunu olarak gördüğünü, hatta milli bir mesele olarak gördüğünü bizzat Başbakanın ağzından açıkladı.
Öncelikle Ordu kanadının görüşleri üzerinde biraz durmakta fayda var. Genel Kurmay, mevcut yasaların kendilerinin terörle mücadelesini kısıtladığından bahsediyor. Hükümet ise askerin terörle mücadele etmesi için herhangi bir kısıtlama olmadığı cevabını veriyor.
Terörle mücadele hukuki bir mesele değildir. Çünkü ortada terör varsa, hukuk dışı bir olguyla karşı karşıyayız demektir. Böyle bir durumda, yapılacak iki şey vardır, birincisi hukuk dışına çıkan terör güçlerini yakalamak ve hukuka teslim etmek. İkinci yol ise hukuk dışına çıkan terör güçlerini, silah yolu ile engellemek, yani askeri yol.
Ordu, terörle mücadelede silahı kullanır. Onun görevi, devlete silah çeken teröristi etkisiz hale getirmek, silah bırakmaya zorlamak, yakalamak, en son seçenek olarak da yok etmektir.
Ordunun şikayeti eğer mevcut yasalarla teröristlere, onların destekçi ve yandaşlarına caydırıcı bir veza verilemediği ise bunda elbette haklıdır. Bir terör örgütünün, örgüt üyelerinin ve yandaşlarının serbestçe hareket etme hakkına sahip oldukları bir ülke durumundadır Türkiye. Ama bunun böyle olması, Ordunun terörle mücadele etmesinin kısıtlanması değildir. Siz teröristi yakalarsanız ve onu hukuk bırakırsa yapmanız gereken teröristleri yakalamaya devam etmektir. Zaten serbest bırakılıyorlar diye bir bahane olamaz.
Burada Ordunun, terörle mücadelede en büyük kısıtlayıcı gücü açıklamadığını belirtmeliyiz. Bugün Türk Ordusu terörle yeterli şekilde mücadele edememektedir çünkü Ordunun terörle mücadelesi ABD tarafından kısıtlanmaktadır. Türk Ordusu, arkasında ABDnin bulunduğunu bildiği teröristlerle mücadele edememektedir. Çünkü böyle bir mücadelenin sonunda ABD ile savaşma riski bulunmaktadır.
Ancak gerçek bu olduğu halde Ordu, terörün arkasındaki esas güç olan ABDnin askeri gücünü ortaya koyacağına, tam tersi kaçamak bir yol tutmakta ve AB Uyum Yasalarını hedef almaktadır. Ordu burada açıkça hedef saptırmaktadır. Bunun siyasi izdüşümü ise, AB karşıtı ABDciliktir. Kurtuluş Savaşında Türkler ve Kürtler
Türkiyede açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi Kurtuluş Savaşını Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır.
Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Yandaki haritada Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen askerlerin hangi askerlik şubesine kayıtlı olduklarını gösteriyor. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiç bir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğudan olmuştur. Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır.
Kaldı ki Kurtuluş Savaşına katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. Kürt isyanlarında ölenlerin sayısı Kurtuluş Savaşında ölenlerin on mislidir!
Türkiyede Kürt istilası
Nüfus artış oranı: Türkiye ortalaması %24. Ortalamanın üstündeki iller Kürt göçüne maruz kalan bölgeler: İstanbul %57, Ankara %33, İzmir %35, Bursa %48, Muğla %39, Antalya %77, Mersin %44, Adana %26, Antep %39, Diyarbakır %34, Şırnak %51, Mardin %37, Urfa %65, Malatya %29, Batman %47, Adıyaman %31, Hakkari %55, Van %55, Ağrı %29
Kurtuluş Savaşımıza katılmayan Kürtler, özellikle 1990 yılından itibaren yoğunlaşan bir şekilde Türk devletine savaş açmıştır.
Kürtçülerin en önemli tezlerinden biri de Güneydoğuda ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu ve devletin bu bölgeleri boşladığıdır.
Oysa nüfus artış oranları Kürtçüleri yalanlamaktadır. 1990dan itibaren Türkiyede 15 yıllık nüfus artış oranı ortalama %24tür. Oysa bu rakam Güneydoğuda %40tır. Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolunun Türk nüfusu azalırken Kürt nüfusu artmaktadır.
Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bir istila hareketinin parçasıdır.
Diyarbakır merkezli Kürtçü hareket bu noktadan çevresine doğru bir Kürtleştirme hareketine girişmiştir. Irak ve İran sınırına doğru başarı ile tamamlanan hareket (yeşil bölge) artık kuzeye doğru yönelmiştir. Haritada turuncu renkte görülen bölge son beş yıldır PKKnın sızmaya ve yerleşmeye çalıştığı bölgedir.
PKK stratejisnin en önemli ayağı ise, büyük şehirlere ve kıyı şeridinde hakim olmaktır. Bu nedenle Güneydoğudan bu bölgelere planlı bir nüfus kaydırma politikası izlenmektedir. Antapten İzmire kadar güney sahillerinin etnik yapısı değiştirilmiştir. Hedef alınan bölgenin özelligi denize açılma kapısı olması ve ekonomik rant kaynağı olmasıdır.
Yandaki haritada görüldüğü gibi, Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğuda tutmakta, önemli bir bölümünü ise Türk bölgeleri istila etmek için göçertmektedir.
ABD uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele aldı
PKKnın son dönem artan silahlı eylemliliğinin arkasındaki gücü Ordu doğru bir şekilde tespit edebilmiş midir? Ya da bunu açıklayacak cesarete sahip midir acaba?
PKK eylemliliğini, Türkiyenin AB sürecini baltalamakla açıklayan teoriler, özellikle iktidar içindeki Kürtçüler tarafından ve bir kısım medya tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
PKKnın silahlı eylemleri, AB Uyum Yasalarını hedef konumuna getirecektir. Çünkü gerçeken de mevcut yasal düzenlemeler terörü cezasız bırakmakta, hatta devlete karşı terörü korumaktadır. Bu nedenle PKK eylemleri, nesnel bir şekilde, toplum içinde ABye ve AB Yasalarına tepkiyi yükseltecektir.
Bu işin doğasıdır. Bu eylemlere girişen PKK da elbette bunun bilincindedir. Ancak PKKnın eylemleri, Türkiyenin AB sürecinde tam olarak nereye düşmektedir?
PKKnın son silahlı kampanyası dikkat edilirse ABDnin tüm Orta Doğuda PKKya yüklediği yeni misyonla doğrudan alakalıdır. PKKyı uluslararası operasyonel güç olarak değerlendiren ABD, bu gücü Türkiye, İran ve Suriyenin üzerine salmıştır. Artan PKK terörünün nedeni, ABDnin uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele almış olmasıdır.
Kuzey Irak merkezinde denetimi ele alan ABD, bölge ülkelerine ve elbette Kürt meselesinde söz sahibi olmak isteyen rakibi ABye karşı önemli bir avantaj elde etmiştir. Bu avantajı değerlendirerek, uluslararası Kürt hareketinin ikinci ayağı olan PKKyı da tümüyle ele geçirmiştir. PKKnın ABD tarafından tümden ele geçirilmesi, uluslararası Kürtçülüğün hamiliğinin Avrupanan ABDye geçmesi demektir. Bu bakımdan ABD, çok önemli bir uluslararası mevzi kazanmış bulunmaktadır.
PKK saldırıları neyi hedefliyor?
Böyle bir mevzide başlayan PKK saldırıları, doğrudan ABDnin lehine bir süreci tetiklemektedir.
Şöyle ki:
1- PKK saldırganlığı Türkiyede ABci çevreleri tecrit etmektedir. Böylece ABD, ABye karşı güçlenmektedir. Türkiyenin AB üyelik görüşmelerinde sıkışacağını gören ABD, PKKyı Türkiyeye saldırtarak Türkiyeyi ABdern kopartmakta ve kendine bağlamaktadır.
Bu noktada Kıbrıstaki gelişmelerle Kürt meselesindeki gelişmeler birbirini doğrulamaktadır. ABDnin Kürt meselesinde inisayatifi ele almasına Fransa, Rumların hamiliğine soyunarak ve Türkiyeyi köşeye sıkıştırmaya çalışarak cevap vermektedir. Ancak bu silah da geri tepmekte, Türkiyede AB karşıtlığını arttırmakta, Türkiyeyi daha çok ABDye itmektedir.
2- PKK saldırıları Türk hükümetini bir çıkmaza sokmaktadır. Terör, bir hükümet için olabilecek en önemli sorundur. Terörle mücadelede yetersiz kalan hütkümet ayakta kalamaz.
Bunu gören Hükümet, ister istemez ABD taleplerine boyun eğmek zorunda kalacaktır. Terörün bitmesi karşılığında teröre ve arkasındaki ABDye belli bazı tavizlerin verilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır.
3- PKK saldırıları sadece Hükümeti değil aynı zamanda Orduyu da yıpratmaktadır. Teröre karşı eli kolu bağlı bir asker görüntüsü Ordunun prestijini düşürmektedir.
Ancak Ordu üzerindeki asıl etkisi prestij kaybından ziyade askeri bir tehdittir. ABD, PKKyı saldırtarak Türk Ordusuna bir savaş durumunda ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Teröre karşı mücadelede bile yetirsiz kalan bir ordunun ABDye karşı savaşı göze alması elbette beklenemez.
4- Son olarak PKK saldırıları Amerikancı bir darbenin ön koşullarını sağlamaktadır. Artan terör, ister istemez sivil idareden askeri bir idareye geçişi zorlar. Dünyanın her yerinde yoğun şiddet olan ülkelerde askeri önlemler çoğalır. Türkiyede artan terörün askeri önlemleri arttıracağı beklenmelidir.
Ama sadece önlemler değil aynı zamanda askerin siyasal varlığı da artacaktır. Bu ise, ABDnin tam da 12 Eylül stratejisidir. Terörü önce tetiklemek, sonra ise onu dizginleyecek bir komuta kademesine olur vermek! Artan terör kampanyasının böyle bir sonucu da beklenmelidir.
Türkiyeyi Apo ve PKKya muhtaç etme operasyonu
Türkiyeye böylesi bir stratejik saldırı başlatan ABD aynı zamanda kendi denetimindeki medyayı da manipülasyon için devreye sokmaktadır.
1- Amerikancı Akşam gazetesi, artan saldırıların Türkiyeyi sınır ötesine çekmeye çabaladığını, bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini yaymaktadır.
2- Amerikancı Yeni Çağ gazetesi, artan ladırıların Türkiyeye Kerkükü unutturmak için başlatıldığını yaymaktadır.
3- Amerikancı Aydınlık dergisi ve Amerikancı Başyazarı Perinçek artan terörün Türkiyeyi Barzani ile ittifaka zorlamak için yapıldığını yaymaktadır.
Enteresandır bu üç Amerikancı yayın organı da, terörün arkasında ABDnin olduğunu söylemekte ama ısrarla Türkiyenin Apo ile ve PKK ile mücadele etmesinin yanlış olacağını iddia etmektedir. Hatta hedef saptırma olduğunu söylemektedir.
Oysa asıl hedef saptırma, PKKyı ve elebaşısı Apoyu aklayan, olumlayan, destekleyen bu teorilerdir. Böylece Türkiye tek bir şeye zorlanmakatadır. Sınır ötesinde, Kerkükte, Kuzey Irakta başını belaya sokmak istemeyen Türkiye, kendi Kürdü ile, yani PKK ve Apo ile barışmalıdır. Ne de olsa Apo, yine de olabilecek en iyi Kürttür!
Bu teorileri, mevcut AB karşıtlığı, PKK içindeki ABci bölünme haberleri ile birlikte ele aldığımızda oyun daha net ortaya çıkar. Amerikancı medya, Türkiyeyi Apoya gül vermeye zorlamaktadır. Bu kampanyada kullanılan Amerikancılardan Perinçekin zaten Apoya gül vermişliği vardır. Yani ABD doğru insanı kullanmaktadır!
Tayyip Erdoğanın Diyarbakırdan verdiği mesaj
Bu noktada Tayyip Erdoğanın Diyarbakır gezisi devreye girmektedir. ABDnin tehdidini gören Tayyip, Kürt meselesinde isteneni yapmaktadır. Şimdilik PKK ve elebaşısı ile görüşemeyen Tayyip, PKK destekçisi aydıncıkları makamında toplayıp onlarla barış sözleşmesi yapmaktadır. Bu sözleşme gereğince Diyarbakıra gitmekte ve orada da aynı barış çağrısını yinelemektedir.
Tayyip Erdoğanın böyle hareket etmesi bizleri hiç şaşırtmadı. Tam da yapması gereken hamleyi yaptı.
1- Kürt sorununu kabul etti. Bilindiği gibi PKK terör örgütünün temel çıkış noktası Türkiyede bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun demokrasi içinde çözülmesi gerektiğidir. Başbakan tam da bunları ifade ederek PKK ile aynı çizgide olduğunu belirtti.
Ancak bu işte Tayyipten önce, Perinçek ve Demirelin katkıları unutulmamalı. Bilindiği gibi Perinçek dergisi aracılığı ile Kürt sorununu kabul ettirmek için onca çabalamış ve Demirel de Kürt realitesini tanıdığını açıklamıştı.
Bu üç Amerikancının, Tayyip, Perinçek ve Demirelin Lozanda buluşması gayet manalıdır. ABD, has adamlarını ABye karşı mevziye sürmektedir.
2- Tayyip Erdoğan Kürt sorununu tanımakla kalmamış bunu İrlanda meselesine benzetmiştir. Bilindiği gibi İrlanda yüzyıllardır İngilterenin sömürgesidir.
Türk olmasa bile Türkiyenin Başbakanının kendi ülkesi için bula bula bu örneği bulması anlamlıdır. Aynı Başbakanın yarın bir Pontus meselesinden bahsetmesi ve bu sorunun demokratik yoldan çözümünü savunması herhalde hiç bir Rumu şaşırtmayacaktır!
3- Tayyip Erdoğanın Diyarbakırı seçmesi de gayet anlamlıdır. Geçtiğimiz ay gerekirse sınır ötesine geçeriz efelenmesinin arkasından gelen bu gezi, Başbakanın sınır ötesinden kastının Diyarbakır olduğunu ister istemez düşündürtmektedir!..
PKKya ve ABDye mesaj
Görüldüğü gibi Türkiye her halükarda Kürt sorunu adı altında PKKyı tanımaya ve onunla barışmaya zorlanmaktadır. Böyle bir zorlanma karşısında neler yapılması gerektiğine gelince...
Öncelikle silahlı eylemlerin en sert şekilde karşılanması gerekmektedir. Ordunun herhangi bir yasal yetkiye ihtiyacı yoktur. Bunu göstermesi için Ordunun ABDye savaşırım mesajını iletmesi gerekmektedir.
PKK son dönemde özellikle mayın saldırıları düzenlemektedir. Mayın saldırısı, yüksek teknoloji kullanılan bir saldırı türüdür. Doğrudan ordu gücü göstermektir. ABD, PKKya NATO mayınlarını vermekte, Türkiyenin mayın tarama araçlarını etkisiz kılacak teknolojik desteği sağlamakta ve Türk devletini açıkça tehdit etmektedir.
Türkiye bu saldırıya karşı öncelikle yurt içinde geniş çaplı bir operasyon başlatmalıdır. Bir kaç yüz PKK teröristinin leşini yere sermeden ABDye mesaj verilemez.
PKK saldırılarının kesilmesi için İmralı umursanmalıdır. Terörün elebaşısı İmralıdadır. İmralıdaki elebaşını tam tecride almak, dışarıyla tüm bağını kesmek, ABDye ikinci mesaj olaccaktır.
Kürt istilasının nüfus kayıtları
Ancak bu tür askeri önlemlerle bu mesele çözümlenemez. Öncelkle Türk milletinin Kürt meselesi konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanının tersine biz Türkler Türkiyede bir Kürt meselesi değil bir Kürt istilası olduğunu düşünüyoruz. Yaşadığımız en önemli sorun budur.
PKK terör eylemlerini 15 Ağustos 1984te başlatmıştı. Terör örgütünün arkasında emperyalist bir güç bulunmakla birlikte terörün sonuç alınacağı toplumsal dokunun yaratılması da önemli bir meseleydi. Yani bölücülüğün sosyal, siyasal ve herşeyden önce de demografik zemininin yaratılması gerekiyordu.
Bu amaçla Özal iktidarı ile birlikte Türklere yönelik doğum kontrol kampanyası başlatılırken Kürtlerin nüfusunun arttırılması için özel çaba harcandı. 2005 yılı nüfus istatistikleri bugün karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını ortaya çok acı bir şekilde koymaktadır.
1- PKKnın aktifleştiği 1990dan 2005e geçen on beş yılda Türkiye nüfusu toplam %24 artmıştır. Ancak bu nüfus artışının üstünde kalan bir bölge bulunmaktadır: Güneydoğu. Güneydoğu nüfusu son onbeş yılda %40 artmıştır.
Güneydoğudaki bu artışla birlikte Türk bölgelerdeki nüfus azalması da dikkat çekicidir. Karadeniz, İçanadolu ve Doğu Anadolunun Türk nüfusu artış göstermemiştir.
2- PKK, sadece Güneydoğuda Kürt nüfusu arttırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda Güneydoğudan Batı illerine doğru istila halinde bir Kürt göçü yapılmıştır.
Kürt istilası iki ana hattan ilerlemiştir.
Birinci hat Antepten Muğlaya hatta Kuşadasına kadar giden sahil şerididir. Bu hatta kalan tüm iller Kürt akınına uğramıştır. Nüfus yapısı tümüyle değişmiş kentler Kürtleştirilmiştir. Bu hat, kıyı şeridi olarak, uluslarası ticaret, turizm ve tarım alanında Türkiyenin en önemli bölgesidir. Şu anda buraya yerleşen Kürt istilacıların eline geçen bölge PKKnın ekonomik gücünün önemli kaynağıdır.
İkinci hat doğrudan büyük şehirlere, sanayi merkezlerinedir. İstanbul, Ankara, İzmir, hatta Bursa ve Kocaeli gibi şehirler büyük oranda Kürtleştirilmiştir.
Bu iki hatta başarıya ulaşan Kürt istilacılığı şu anda iki yeni hat daha açmış bulunmaktadır.
1- Sivas-Tunceli hattından Doğu Anadolu, İçanodolu ve Karadenize çıkma.
Nitekim Erzincan, Sivas, Tokat, Ordu, Samsun şu an bu yeni hattın hedefi durumundadır. Bu yoldan PKK Karadenize açılacaktır.
2- Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli hattından İstanbulu Trakyadan kuşatmak.
PKKnın uzun yıllardır süren Trakyaya yerleşme çabası özellikle Trakyanın sanayi bölgesinde gerçekleşmiştir.
Böyle bir istila hareketi kaçınılmaz bir şekilde Türkiye yöneticilerini olmasa bile Türkleri rahatsız etmekte ve uyandırmaktadır. Yıllardır topraklarını, mahallelerini, evlerini bu istilacılara açan Türkler yavaş yavaş bu komşuların hiç de iyiniyetli olmadığını görmekte ve gördüğü yerlerde de tepkisini oltaya koymaktadır. Son aylarda, Gönende, Çerkezköyde, Bursada, İstanbulda yaşanan gerginlikler bu durumun habercisidir.
Böyle bir olasılık tüm Amerikancıları ürkütmektedir. Hükümet provokasyon önlemleri alırken, diğer taraftan Amerikancı medya devreye girmekte ve Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Lozanda Tayyip Erdoğanın himayesinde konuşan Perinçek o nedenle biz Kurtuluş Savaşını Türklerle Kürtler birlikte verdik demektedir.
Böylelerine hadi ordan diyoruz. Kurtuluş Savaşında 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!
Gönderilme zamanı:
Sal Kas 18, 2008 15:46
gönderen borabey
Serap Yeşiltuna
Kürtçü teröre karşı
Mustafa Kemal çözümü
Atatürkün manevi kızı Sabiha Gökçen Tunceli İsyanını bastırmak için hava bombardımanı yapmıştı
DTP bildiriyor: PKKnın istekleri kabul edilirse kimse ölmeyecek!
Geçtiğimiz hafta PKK, Şemdinlideki Aktütün Karakoluna ağır silahlarla saldırdı. Çıkan çatışmada 17 askerimiz şehit oldu ve 20 asker de yaralandı. Türkiyenin dört bir yanı şehit cenazeleriyle sarsılırken, birkaç gün önce de Diyarbakırdaki Ali Gaffar Okkan Polis Meslek Yüksekokulundan çıkan servis PKKnın saldırısına uğradı ve 4ü polis biri şoför 5 kişi daha şehit düştü.
Üst üste gelen bu iki acı olayı değerlendirirken, daha öncesinde yaptığımız çağrıları yinelemek istiyoruz. Şehit haberleri konusunda cimri davranan medyanın, milliyetçilik kokan yazılar yazmaktan kaçınan köşe yazarlarının ve yorumcuların bile sessiz kalamadığı baskınlar günlerdir enine boyuna tartışılıyor ve terör konusunda artık bir adım atılması gerektiği sonucuna varılıyor.
Evet bir adım atılması çoktan gerekiyordu. AKP iktidarıyla birlikte verdiğimiz şehit sayısıyla önceki dönemlerin toplamını karşılaştıralım ve tablonun vahametini ortaya koyalım. Ortada tahammül sınırını aşan bir durum var. Bir tartışma yürüyor yürümesine ama atılması gereken adımlar değil PKKnın özgürlük ve barış tezleri üzerinden terör karşıtlığı yapılıyor.
Sanırsınız ki mağdur olan ölen Türk askeri ve her an PKK saldırısı ihtimali altında yaşayan Türk milleti değil de dağdaki PKKlı ve hak arayışına çıkmış zavallı Kürttür.
DTPliler tartışmayı dolaysızca ve yüzsüzce yürüttükleri için onların söylemleri üzerinden konuşalım. Ahmet Türk diyor ki: Hiç kimsenin ölmeyeceği bir sürece varalım. Çatışmalar sürdüğü müddetçe maalesef ister PKKlı, ister asker, ister köy korucusu olsun yaşamlarını yitirdiğini görüyoruz. Hiç kimsenin ölmeyeceği süreç şu anlama geliyor. Devlet dağdaki teöristle uzlaşı içinde tartışarak, demokratik çözümler koyarak meseleyi çözecek ve PKKlı insafa geleceği için de kimsenin ölmesine gerek kalmayacaktır. Hatta öyle ki DTPliler toplumsal barışı sağlayamayan bir tartışmanın içinde olduğumuzu söyleyerek çok önceden devleti uyarmış olduklarını küstahça dile getirdiler.
DTPlilerin söylemleri yalnızca Kürtçü ya da liberal ve Amerikancı aydınlar tarafından değil pek çok siyasi parti ve sivil toplum kuruluşu temsilcisi tarafından dolaylı da olsa tekrarlandı ve Türkiyenin güvenlik meselesi değil Kürtlerin hakları tartışıldı. Kürtlerin kendilerini güvende ve özgür hissedecekleri demokratik bir ortamın yaratılması için mücadele ettiğini söyleyen ve aman kimse artık ölmesin diye bu isteğe kucak açılmasını öneren barış çığırtkanları sadece ve sadece PKKyı büyütüp beslediler.
PKKlılar da bu gazla yüzsüzlüklerine devam ettiler. En çarpıcı olanı da sınır ötesi operasyon izninin yenilenmesiyle ilgili tezkere üzerine Mecliste yapılan görüşmeler sırasında DTP grup başkanvekili Fatma Kurtulanın yaptığı konuşmaydı.
Fatma Kurtulan, Mustafa Kemal çözümü öneriyordu! Yanlış okumadınız! Birdenbire doğru yolu bulduğundan ya da bölücülüğe veda ettiğinden falan değil elbette. Kendi Kürtçü tezlerini Atatürke mal etmeye çalışan ve sıkıştıkları her durumda Atatürkü öne sürüp tarihi çarpıtmaya çalışan uyanıklar sadece akademisyenlerin içinde yok elbette. DTPli Kürtler de zaman zaman Apovari böyle açıklamalar yaparak komik duruma düşüyorlar.
Atatürkün Misak-ı Milliyi kardeş milletlerin milli sınırı olarak belirttiğini ve bu sınır için de Türk olduğu kadar Kürt de vardır dediğini belirten Kurtulan, Atatürkün aslında iki ayrı toplumu kabul ettiğini, Kürtlere özerklik vaat ettiğini, 1924 Anayasasıyla da bundan vazgeçildiğini falan açıklamaya çalışıyor. Kürt sorunu ancak bu şekilde demokratik olarak çözülür ve bu ülkenin evlatları da toprağa verilmezmiş. Sonra da Ordunun operasyonlarına, silahlı mücadeleye karşı çıkarak tartışma, uzlaşı gibi gülünç çözümler öneriyor. Zaten senin orada olman, meclis kürsüsünden kolaylıkla bunları dile getirebiliyor olman yeterince uzlaşı ve tartışma olduğunun bir göstergesi. Sanki Kütlerin sesi kesilmiş, kimse konuşamıyor ve 22 tane şehidin üzerinden bir tartışma gündeme gelmiş değil de bir Kürt katliamı falan var sanırsınız.
Kurtuluş Savaşı sırasında isyancı Kürtler için kurulan idam sehpaları ve isyancıların yakalanışı
Mustafa Kemal çözümünde
DTPye yer yok!
Her fırsatta Cumhuriyeti yıkmaya çalışan, bayrağa, İstiklal Marşına, dile karşı çıkan DTPlilerin Atatürke sarılmaya çalışmaları aslında oldukça garip. Daha önce de tartıştığımız gibi Atatürkün Kürt politikası İngilizci, Perinçekçi tezlerle bilinçli bir şekilde çarpıtılarak Kürtçülük ve Türk-Kürt kardeşliği propagandası zaten uzun süredir yapılıyor.
Ancak birilerinin bu DTPlilere Atatürkün gerçek Kürt politikasını yeniden hatırlatması gerekiyor. Çünkü Mustafa Kemal çözümü dedikleri şey DTPnin varlık nedenini ortadan kaldırmaktadır!
Mesela bugün gerçekten Mustafa Kemal çözümü uygulanıyor olsa idi ne olurdu?
Birincisi, değil DTP benzeri bir partinin kurulmuş olması, Meclis kürsüsünden bunun gibi konuşmalar yapmak bile Atatürk döneminde sertlikle engellenirdi. Atatürk dönemi Kürt politikası sonuna kadar tavizsiz bir politikadır. Misak-ı Milli sınırları içinde Kürtlük, Kürtçülük propagandası yapmak kesinlikle yasaklandığı gibi buna aykırı hareket edenler de en şiddetli şekilde cezalandırılmıştır.
Atatürkün Kürtlere özerklik vaat ettiğini, sonradan bundan vazgeçerek Kürtlere ihanet ettiğini iddia eden çevreler Kurtuluş Savaşı Tarihini okusunlar. Türkler cephede savaşırken Ali Batı, Cemil Çeto, Milli Aşireti ve Koçgiri gibi ayaklanmalarla cepheyi genişletip emperyalistlere destek olan Kürtlere neden özerklik versindi ki Atatürk?
Hadi tarihi belgeler çarpıtılıyor da, Sevre karşı duran ve Kürdistan fikrini cepheden reddeden bir önderin gerçek niyeti isyanlarla mücadele politikasından da mı anlaşılmıyor?
Bugün terörle mücadele konusunda hâlâ sivil toplum örgütleriyle görüşmeler yapmaya çalışanlar, uzlaşı ve tartışma ortamını sağlam duruşa tercih edenler özellikle Atatürkün Koçgiri isyanının ardından izlediği politikayı incelemeliler.
II. İnönü savaşı sırasında isyan eden Kürt aşiretleri bugün olduğu gibi cüretkar önerilerde bulunuyorlardı. Daha TBMM Ankarada toplanırken yeni kurulacak Meclisi, ancak hükümetin Kürdistanı özerk yönetim sayması ile destekleyeceklerini bildiren Dersim ve Koçgiri aşiretleri, Yunan Ordusu Bursaya doğru ilerlerken Sivasa doğru yürüyerek Ankara Hükümetine tehditler yağdırıyorlardı. Özerkliğin tanınması, cezaevlerindeki Kürtlerin salınması, Kürt çoğunluğu olan illerden Türk memurların çekilmesi vs. Ne kadar tanıdık değil mi? Sadece biraz özgürlük biraz uzlaşı ve demokrasi aslında
Ama Atatürk öyle yapmamış Yunan saldırısı karşısında gücünü azaltmak pahasına Kürtlerin üzerine yürüme kararı almıştır. Alın size siyasi irade! 45 binlik Kürt milisleriyle çarpışmalar 3 ay sürer ve isyancılar teslim alınır!
Tabi tartışmaysa tartışma
İsyancılar milli mücadeleye karşı cansiperane çarpışırken Mecliste destekçileri yok mudur? Kısa süreliğine de olsa evet!
Kürt vekiller isyanın bu kadar sert biçimde bastırılmasına karşı çıkmış, isyanı bastıran Merkez Ordusu komutanı Nurettin Paşanın görevden alınmasını savunmuşlardır. Atatürkün duruşu ise onlara karşı yine sağlamdır ve Paşayı da kullandığı yöntemleri de sonuna kadar savunmuştur.
İsyancılar ve Meclisteki destekçileri aynı anda ezilir
Ancak bundan sonra Mecliste bunları tartışacak vekillere yer olmayacaktır. Atatürk, bu isyanları bastırmak için, temsilcilerini Meclise sokalım ve dinleyelim belki isyancıları sustururuz diye düşünmemiş isyan edenleri de onları savunanları da tek tek yargılatmıştır. Meclisteki savunucuları zaten kısa süre içinde ihanetin içinde yer almıştır. Birinci Mecliste yer alan ve Kürdoğlu Kürt olduğunu iddia eden Bitlis Vekili Yusuf Ziya Bey, ikinci dönem Mecliste olmak yerine Şeyh Sait isyanını başlatan Azadi cemiyetini kuranlar arasında olacaktır. Başlangıçta Atatürkün yanında gibi görünen, destek verir gibi yapan tüm Kürtler de süreç içinde ihanetin içinde olmuşlardır. Heyet-i Temsiliye üyeliğinden Kürt Azadi Cemiyeti üyeliğine terfi eden Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey de başka bir örnektir. Atatürk bu ihanetleri yaşaya yaşaya tavizsiz politikalarında ne kadar haklı olduğunu görmüştür.
Şeyh Sait isyanının ardından Takrir-i Sükun Kanununa karşı çıkan Dersim milletvekili Feridun Fikri Bey Hükümetin gayrikanuni olarak tevkife hakkı yoktur demektedir. Yani bir nevi operasyonları değil çözümü konuşalımcı ya da barışçıl ve demokratik çözümcü bir Kürt vekildir kendisi. Atatürkün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise Feridun Fikriye sormaktadır Koca bir vatan irtica ateşi içinde yanarken asilerin karşısına anarşizmin hürriyetiyle mi çıkacağız? diye. Atatürk ise anarşizmin hürriyeti yerine yeni cumhuriyetin varlığını korumayı tercih etmiş devrimi başlatan tamamlayacaktır diyerek Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri ile birlikte tüm isyancıların, gizli ya da açık tüm destekçilerinin sesini kesmiştir.
Feridun Fikri ise tüm Kürtçüler gibi yine ihanet edenler içinde yer alarak 1926 yılında İzmir Suikastı davasında yargılanmıştır.
Mustafa Kemal Çözümü: Tavizsiz politika ve sağlam duruş
Tavizsiz politika ve sağlam duruş Atatürk dönemi Kürt politikasının en önemli özelliğidir. Küçük ya da büyük ne kadar ayaklanma varsa bastırılmış, az ya da çok ne kadar isyancı varsa cezalandırılmıştır. Destekçileri de süreç içinde hep Atatürke ihanet ve karşıdevrim çizgisinde olmuşlardır.
Mustafa Kemal çözümünde gerici ve bölücü partilere de yer yoktur. Örneğin DTP ya da AKPnin kapatılıp kapatılmaması tartışma konusu bile yapılamaz. Kaldı ki yapılmamıştır. Şeyh Sait İsyanının ardından Bakanlar Kurulu kararı ile isyancıların kümelenme yeri haline gelen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası anında kapatılmıştır. Hatta buna ilk karar veren Bakanlar Kurulu değil kendi bölgesi içindeki şubeleri kapatan Şark İstiklal Mahkemeleridir. Alın size olağanüstü hal!
Atatürk bu partiyi ve kurucularını Nutukta da ağır biçimde eleştirmiştir:
Tarih gizli amaçlarla düzenlenmiş genel ve gerici Doğu ayaklanmasının nedenlerini araştırdığı zaman onun önemli ve belirli nedenleri arasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının dinsel konularda verdiği sözleri ve Doğuya gönderdiği sorumlu yazmanın kurduğu ve yaptığı kışkırtmaları bulacaktır diyerek bir partinin verebileceği zararı ve ortadan kaldırılmasındaki gerekliliği ortaya koymuştur.
Mustafa Kemalin Ordusu Amerikan istihbaratına teslim edilmezdi
Kürt isyanları bastırılırken bunun tek bir güvencesi olmuştur o da Türk Ordusu ve Ordunun devrime bağlı komutanlarıdır. Ağrı Ayaklanmalarında da, Dersim İsyanı gibi büyük çapta bir ayaklanmada da Ordu isyancıların başını ezmekte hiç zorlanmamıştır. Bunun için de ne Amerikan istihbaratına ihtiyaç duyulmuştur ne de BBG evi gibi bir teçhizata. Ordunun ve Devletin sınırlı imkânlarıyla ayaklanmalar bastırılmış, isyancılar da cezalandırılmıştır.
Mustafa Kemal bir ayaklanma çıktığında koalisyon güçleri neden sınır güvenliğini sağlamıyor ya da istihbarat paylaşımı neden artırılmıyor diyerek ABDli temsilcilerden medet ummak yerine hesabını kendi kurduğu Umumi Müfettişlerden sormuştur. Bu Müfettişliklerin başında da her zaman en çok güvendiği üst düzey bürokratlar ve komutanlar bulunmuştur.
Herhangi bir Kürt ayaklanmasının çıktığı bir bölgede olağanüstü bir durum var demektir. Böyle bir ortamda demokrasiye aykırı hareket etmeyelim, ABnin gözü üstümüzde, bu işi masada çözelim, barışçıl yöntemleri kullanalım gibi ahmakça bir bakışı açısı Atatürk de hiç olmamıştır. Dersim İsyanı öncesi örneğin Tunceli Kanununu çıkarmak yerine ben gidip isyancılarla görüşeyim, dertleri neymiş, belki ikna ederiz diye düşünmemiş, zaten isyancıların arkasında da kimlerin olduğunun muhasebesini çoktan yapmış olduğu için meseleye sert çözümler uygulayarak eğilmiştir. İngilizlerin kışkırtıcılığına karşı onun tek bir silahı vardır: Devleti güçlü kılmak ve gerektiğinde silahı kuşanmak. Tunceli Kanunu da bir olağanüstü hal yasasıdır ve böyle hallerde demokrasi değil güvenliktir söz konusu olan.
Mustafa Kemal çözümünde o ilkel koşullarda hava bombardımanı ile isyancılar etkisiz hale getirilirken, isyancıların fikri mücadele yöntemleri ve propaganda araçları da ortadan kaldırılır. Kürtçülük propagandası yapan yayınlar yasaklanır ve ciddi bir Türkleştirme projesi başlatılarak ayaklanma bölgeleri devlete ve Türkçeye tabi kılınmaya çalışılır. Atatürk örneğin, bunların zaten kendi gazeteleri var onun yerine ben Kürtçe bir gazete yayınlatayım ve bu gazete aracılığı ile devlete karşı ayaklanmanın yanlışlığını anlatarak onları devlete yaklaştırayım demek yerine Kürtçeyi hayatlarından çıkarmaya çalışmıştır.
Bilmektedir ki dil varsa millet de vardır ve İngilizlerin Kürtçe ve Kürtçülük propagandasının önünü kesmek Türkçeyi yerleştirmekten geçmektedir. Atatürk, Şark Islahat Planı ve İskân Kanunu aracılığı ile ayaklanan Kürtlerin yakınlarını Batıya yerleştirmiş ve bu insanların hayatına da Türkçeyi ve Türk kimliğini sokarak ulus yapısını korumaya çalışmıştır.
Görüldüğü gibi Atatürk siyasi irade palavralarına boyun eğmemiştir ama aldığı tüm kararlar, çıkardığı tüm yasalar çok ciddi bir siyasi irade ve kararlılığın sonucudur. O nedenle Mustafa Kemal çözümünde ne DTP gibi partilere yer vardır ne de Kürtlere boyun eğme, Kürtçülüğe taviz verme siyasetine. İsyan varsa, bu şiddetle bastırılmış, isyancılar idam edilmiş, yakınları da Türkiyenin dört bir yanına dağıtılmıştır. DTPlilerin propagandasını yaptığı gibi Atatürk değil Kürtlere özerklik vermek, isyanların ardından onları en küçük memurlukların bile dışında tutmuştur. Ortak vatan, kardeş halklar değil tek bir vatan ve tek bir milletten söz etmektedir Atatürk:
Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdad devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir
Bugün için de mürteci beyinsizlerle mücadele yönteminin kararlı bir duruş olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Öyle birilerinin iddia ettiği gibi de Mehmetçiği şehit eden ABD falan değil, hükümetin omurgasızlığı ve seyirci kalışıdır. Eğer bu kez de bu ayaklanma bastırılmaz, sivil toplum örgütleriyle toplantılar yapılarak isyancılar ikna edilmeye çalışılır ve savunma stratejisi terk edilmezse bu karakol baskını son olmayacaktır. Türk Ordusu çapulcu birliğine ve Amerikan askerlerine boyun eğecek bir ordu olmamalıdır.
Bir yanda Menemen Olayında bir tek Kubilayın başı için gerekirse Menemeni haritadan silin diyebilen bir komutanın Türkiyesi vardır, diğer yanda da 30 binden fazla şehidin karşısında boynu eğik istihbarat bekleyen bir acziyetin Türkiyesi
Siyasi irade ve içi boş özgürlükler değil, Kürtçülerin başını ezecek sağlam bir irade istiyoruz.
Yani Mustafa Kemal çözümü ve kararlı duruş
Gönderilme zamanı:
Sal Kas 18, 2008 15:48
gönderen borabey
Ali Özsoy
İsyancı orada devlet nerede?
İsyancı hareket bir otorite oluşturmuş ve Türkiyenin doğudaki, batıdaki tüm kentlerini ve dağlarını terörle yakıyor. Ama karşısında onu bastırmak isteyen bir otorite, bir devlet yok. Tarihte, karşısında bir devlet gücü olmayan ilk isyan hareketi bu diyebiliriz.
Dünya tarihinde bir ilk
Türkiye bir gariplikler ülkesi. Dünya tarihinde yine bir ilki gerçekleştiriyoruz. Türkiyede bugün bir isyan var. Ama isyanı bastıracak devlet yok.
İsyancı hareket bir otorite oluşturmuş ve Türkiyenin doğudaki, batıdaki tüm kentlerini ve dağlarını terörle yakıyor. Ama karşısında onu bastırmak isteyen bir otorite, bir devlet yok. Tarihte, karşısında bir devlet gücü olmayan ilk isyan hareketi bu diyebiliriz.
Türkiyede kimsenin adını koymaya cesaret edemediği bir isyan hareketi var.
Dağlarda her gün karakollarımıza saldırılıyor. Askerlerimiz şehit ediliyor. Kentlerde her gün kamu binaları yağmalanıyor, bayraklar yakılıyor, siviller öldürülüyor.
Peki, Türkiyede açıkça ayaklanmaya dönüşen bu tedhiş ve terör hareketine karşı bulunan en harika çözüm ne?
Demokrasi!
Dünyada bir isyan hareketine demokrasi sihirli değneğiyle karşı çıkan ilk ülke olma şerefi de bize ait.
Diyarbakırda bayraklar yakılıyor, devlet binaları taşlanıyor, sözde Kürt bayrakları göndere çekiliyor. İlin valisi çıkıyor açıklama yapıyor: Can kaybı olmaması sevindiricidir.
Polis isyancılara muz dağıtıyor...
Sınırlarımıza ABD ve Barzani destekli PKK adeta bir tabur sokup karakolumuzu vuruyor. Devlet büyükleri koşa koşa Barzaniye gidiyor.
PKK adeta antrenman yapıyor. Karşısında devletin otoritesi yok. Bir haftadır Türkiye yanıyor. Ama isyancılara karşı tek bir önlem, tek bir güç gösterisi, bir tutuklama veya gözaltı bile yok. Böyle ortamda kim niye isyan etmesin? İsyan et sana demokrasi versinler. Ertesi gün yine isyan et. Oh ne güzel!
Peki, Türkiyeye has bu gariplik kimin icadı?
PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek, devletin eleştiri üslubunu benimsememek; Bölücü, Terörist, Ayrılıkçı vs (
) dememek gerekir
İmza Recep Tayyip Erdoğan, sene 1991...
Bu sözlerin sahibi bugün Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı... Yani bu ülkenin kamu güvenliğini sağlamakla görevli en yetkili kişi
PKK ve devlet arasında ben tarafsızım diyor.
Türkiye belki de anarşizmin yani otoritesiz ve devletsiz düzenin ütopyadan gerçeğe dönüştüğü tarihteki ilk ülke.
Ama yanılmayın! Türke faşizm var bu ülkede, isyancı Kürte ise en uçuk demokrasi ve anarşinin özgürlüğü. Zaten faşizm bu değil midir? Halka zulüm ve esaret, faşiste sonsuz özgürlük
Ve şimdi o çok ılımlı ve güvercin Ahmet Türk diyor ki: Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır. Bu yolun sonu bellidir. Tıpkı Osmanlı dönemindeki Ermeni isyanları gibi
Önce devletin elleri bağlandı. Sonra Kürtlerin önü açıldı ve isyan hareketi başlatıldı. Şimdi bize soykırım yapıyorlar diyorlar. En sonunda Güney Afrika modeli devreye girecek. Türk devletine müdahale edilecek.
İsyanın adını koyalım
Çokça anlatılan bir tarihi anı, bir kez de bir biz hatırlatalım.
Sene 1925. Türkiyenin Musul ve Kerkükü topraklarına katması an meselesi. Ancak İngiliz destekli Kürtler bir isyan başlatır. Şeyh Sait isyanı vahşi bir çekirge sürüsü gibi batıya doğru yayılmaya başlar. Diyarbakır bile düşmek üzeredir. Türk topraklarında hainlik ve satılmışlık egemen olmak istemektedir.
İsyan haberi Ankaraya ilk geldiğinde Ankara Kulübünde devletin büyükleri oturmaktadır. Atatürk kendisine gelen isyan haberleriyle ilgili telgrafı okuduğunda yaverini yanına çağırır ve ilerideki masayı gösterir. Bu masada dönemin Başbakanı Fethi Okyar ve İsmet İnönü kâğıt oynamaktadır. Telgraftaki mesajı ilk olarak Başbakan Fethi Okyar okur. Fethi Bey yaradılış itibariyle rahat ve geniş bir insandır. Telgrafı okur, fazla önemsemez ve önündeki oyuna devam eder. Aynı telgraf yıllarca cephelerde savaşmış İsmet Paşanın önüne gelince, paşanın yüzü birden asılır. Telgrafı bir kez daha okur. Elindeki kâğıtları bırakır. Hemen düşünmeye ve not almaya başlar.
Atatürk iki arkadaşının huyunu ve karakterini çok iyi bilmektedir. İkisi de belli günlerde gerekli kişilerdir. Ama o isyan günlerinde başbakan olma sırası İsmet Paşadadır.
Ertesi gün kabine değişir. İsmet Paşa başa geçer. Atatürkün istediği sert önlemler hızla alınır. Takrir-i Sükûn Kanunu yasalaşır. İsyan ivedilikle ve en kestirme yöntemlerle bastırılır. Söz konusu olan Türk vatanı ve devletinin varlığıdır. İsyanla oyun olmaz. İstiklâl Savaşını verenler bu dersi zaten iyi bilmektedir.
Bugün aklımızı başımıza almamız şart. Önce Türkiyedeki sorunun adını koyalım. Bu Kürt sorunu falan değil. Türkiyede bir isyan var.
İsyana her hangi bir devletin tek yanıtı olabilir. Bu yanıt askeridir. İsyan eden ya öldürülür ya hapsedilir ya da sürülür. Dünyada ve tarihte bundan başka bir yöntem bulunmamıştır. Tersini iddia edene de devlet isyancı muamelesi yapar. Çünkü isyan savaş gibidir. Tarafsız kalamazsınız. Tayyipin söylediğini hatırlatalım ve biz kendi fikrimizi belirtelim. Ya isyancılardan yanasınız ya da devletten
AKP isyanın bir numaralı sorumlusudur
Sene 2008. Şimdi Türkiyenin bir fotoğrafını çekelim. Kürtler tüm kentlerimizde ayaklanma eylemlerine girişiyor. Adeta kurtarılmış kentler ve semtler ilan ediyorlar. Açık bir ayaklanma provası yaşanıyor.
Atatürkün geçmişteki tavrını biliyoruz. Peki devletin sözde başında olanlar bugün ne diyor, ne yapıyor? Cumhurbaşkanı makamını işgal eden Gülün bu olaylarla aynı saatlerde Almanyada bir Alman gazetecisine söylediği şu:
Geçmişte bu konuda sorunlar vardı. Çok sayıda Kürt geçmişte kökenlerinden dolayı ayrımcılığa uğradılar. Kürtçe konuşma ve yazmalarına izin verilmedi.
Bu cumhurbaşkanı olan...
Başbakanlık mevkiini işgal eden Tayyip, Aktütün katliamı ve Diyarbakır kalkışması üzerine ne diyor:
Terör örgütü benim askerime, benim polisime düşman gözüyle bakıyor. Fakat biz şu anda bütün bu bakışlara rağmen suçlu gözüyle bakıyoruz. Neden? Demokrasinin gereği bu.
Evet, Mehmetçiği katleden PKKlı hainler bu başbakana göre düşman değil. İcranın başı böyle diyor.
Peki ya Adalet Bakanı mevkiini işgal eden Mehmet Ali Şahin
Güya teröristbaşına İmralıda kötü muamele yapılıyormuş diye, benim kentlerimde her yer yakıp yıkılıyor. Türke aslan kesilen polisler, susup olayları izliyor. Her taşın altında çete arayan savcılar; üç maymunları oynuyor. Adalet Bakanı savcıları göreve çağıracağına teröristbaşının resepsiyonisti gibi şikâyetleri yanıtlıyor:
O tür iddialar doğru değil. Ben böyle bir iddiayı duyar duymaz hemen inceleme yaptırdım. Acaba böyle bir şeyin aslı olabilir mi diye? Dövme veya kötü muamele meydana gelmiş değil. O bakımdan iyi niyetli olarak bu konuyu duyunca tepki gösterenler, tepkilerini yeniden gözden geçirsin. Ama kötü niyetli olanlara diyeceğim bir şey yok.
Duyuyor musunuz? Aponun sağlığını merak eden iyi niyetli teröristler varmış; bir de biraz daha kötü niyetli olanlar. Koskoca(!) bakan iyi niyetli teröristlere hesap veriyor.
Sonra da diyorlar ki: Bu terör bir türlü bitmiyor bari Kürtlerle anlaşalım
Niye bitsin kardeşim, niye bitsin! Terörist olmanın, isyancı olmanın, yağmanın, adam öldürmenin bir bedeli olmadığı dünyadaki tek ülke Türkiye... Hatta ödülü var. Rantı var. Adam neden terörden vazgeçsin ki?!
PKK şiddeti artacaktır. Bu kaçınılmaz. Çünkü şiddetten bölücülük büyük rant elde ediyor. Karşısında da devletten bir karşı yanıt bulmadığı için önü açık.
Düşünün bir kere hesabı. PKK AKPnin hiçbir şey yapamayacağını hesap ediyor. Çünkü AKP Diyarbakırda devletin egemenliğini hissettirse Kürt oyu kaybeder. Tersini yapsa Diyarbakır PKKya kalır. AKP yine Kürt oyunu kaybeder.
AKP de Kürtlersiz bir faşizm kuramayacağını bildiği için Diyarbakırı ve vatan toprağını PKK terörüne teslim ediyor. Kısacası PKK, AKPyi avucunun içine almış.
Bu kanlı ittifak tanıdık geldi değil mi? Şeyh Sait isyanını aynı şekilde destekleyen Terakkiperver Fırkayı hatırlıyor insan ister istemez. Atatürkün ilk işi Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarmaktı. Kanun, İstiklâl Mahkemelerini kurdu. Mahkemenin ilk kararı da isyanın yatakçısı konumundaki Terakkiperver Partiyi kapatmak oldu.
İsyanda iki suçlu vardır. Bir isyanı çıkaran, iki isyanı bilerek veya bilmeyerek bastırmayan
Bugün bir Kürt isyanı varsa Türkiyede, bunun en büyük suçlusu AKPdir. PKK ise meydanı boş bulmuştur. Tabii ki azacaktır.
Peki ya asker?
Atatürk Büyük Nutukta bazı silah arkadaşlarını çok sert eleştirir. Bunların başında Kâzım Karabekir vardır. Bilindiği gibi Kâzım Karabekir, Doğu Ordularının başındadır. Ancak Atatürkün ifadesiyle ordusunu bırakmış ve politikayı, entrikayı seçmiştir. Hem de Musul için bir savaşın arifesine geldiğimiz koşullarda.
Atatürk, Kâzım Karabekir önderliğindeki muhafazakâr komutanların siyaset ile iştigal ettiğini, İstanbuldaki Hilafetçiler ve İngiliz Muhipleriyle bir hizip oluşturduklarını ve çeşitli entrikalara daldıklarını biliyordu.
O dönem İstiklâl Savaşının olağanüstü koşullarından dolayı komutanlar hem asker hem milletvekili olabiliyordu. Ancak artık Cumhuriyet kurulmuştu ve bu uygulama artık Mecliste çok garip bir ortama neden olmaktaydı.
Atatürk kendisini siyasetle deviremeyen bazı gericilerin bu garipliği kullanıp, Meclisteki askerlere kancayı taktığının farkına vardı. Ancak silah arkadaşlarını kazanmak istiyordu. Çok samimi bir teklifte bulundu Atatürk. Gelin ya asker ya politikacı olun. İki görevinizden birini bırakın.
Ve ne yazık ki, Kâzım Karabekir dâhil, Atatürkün pek çok eski silah arkadaşı büyük devrimcinin uzattığı bu kazanıcı ve kurtarıcı eli tutmadılar. Peki o zaman dediler biz askerliği bırakıyoruz, parti kuracağız sana karşı muhalif politikacı olacağız.
Atatürkün affedemediği muhalefet değildi. Atatürk, Musul için İngiltere ile bir savaş eşiğine geldiğimiz ve Şeyh Sait ihanetinin tezgâhlandığı o kritik günlerde, Türk Ordusunun başından ayrılan giden, İstanbul entrikalarını komutanlığa tercih eden gaflete öfkeliydi.
Ve isyan günlerinde gaflet, ihanetle eş anlamlıdır. Nutukta açıkça bunu dillendiriyordu Atatürk. Ve ne yazık ki Kâzım Karabekir, Şeyh Sait isyanını bastıran veya belki de Musula giren komutan olacakken, bu alçak İngiliz tezgâhına su taşıyan bir partinin başına geçti.
Dağlıca baskınından sonra Türkiyede yaşananlar çok mu farklı? Baskın aslında bir ABD saldırısıydı. Halkın tespiti buydu. Şehit ailelerinin tespiti buydu. Neredeyse 30 yıldır çarpışan tüm askerlerin tespiti buydu. Sokaktaki milyonlarca protestocunun da tespiti buydu.
Bir tek AKP farklı düşünüyordu. ABD-AKP ve PKK köşeye sıkışmış bekliyordu. Türk Milletinin tepkisi ne olacaktı? Nereye yönelecekti? Halk burnundan soluyordu. Bazı şeyler artık değişebilirdi.
Tek bir komutanın halka yol göstermesi, halktan destek istemesi yeterliydi. Bu halk, ordusuna her türlü gücü ve desteği verecekti. Ama komutanlarımız tıpkı İngiliz kumpasına düşen Karabekir gibi Amerikan kumpasına teslim oldular.
Son bir yılda nereye geldik? Düşünün ve karar verin. Bir yılda bir isyan hareketini kendi ellerimizle yarattık.
Bugün isyan yarın müdahale
Dağlıcadan Aktütüne neredeyse bir yıl geçti. O bir yılda neler denmedi ki. PKK bitmişti. ABD bizi seçmişti. İşbirliği ve istihbarat mükemmeldi. PKK her gün yeni bir darbe yiyor, kamerayla gözleniyor, adım başı kayıp veriyordu. ABD orada uçan kuşun bile fotoğrafını çekip bize veriyordu. PKK her gün bölünüyordu. Bütün elebaşları bombardımanlarda ölüyordu.
Bunlar Amerikancı medyanın ve yöneticilerin anlattığı masallardı. Ne oldu?
Aynı PKK güya cehenneme dönen Kandilde, yine ABD ve Barzaninin huzurunda 1000 kişilik kongre düzenledi. Öldü veya kavgalı denen tüm elebaşları yan yana oturup, dünya medyasına poz verdi. Sonra ABDden aldıkları silahları kamyonlara yüklediler. Göz göre göre bir hafta boyunca karakolumuzun karşısına yığınak yaptılar ve üç yüz kişiyle güpegündüz Mehmetçiğe saldırdılar.
Peki, biz ne bekliyorduk? ABDden fotoğraf. Oysa o ABD, silahı PKKya, fotoğrafları da Taraf gazetesine iletiyordu.
Bu durumun sorumlusu kim? Açık söyleyelim sorumlu ABD değil. Sorumlu bir yıldır millete bu masalları anlatanlar. Bir yıldır isyanı gören ama hiçbir şey yapmayanlar. Bir yıldır ABDnin nasıl büyük dostumuz olduğunu söyleyenler.
Hani bir büyüğümüz esip gürledi ya: Tarafınızı seçin! Sorumlular tarafını ABD kucağında seçenlerdir.
Bu yolun sonu ölümdür. Millete ve vatana ölümdür. İngiliz ve Alman elinde ölümü Osmanlı yaşadı. Hem dostumuzdular hem de katilimiz. ABDyi dost belleyenlerden büyük kötülük yapan yoktur bu millete. Son bir yılda geldiğimiz nokta, alevler içindeki kentlerimiz ve şehit edilen evlatlarımız bunu göstermektedir.
Ve şimdi o çok ılımlı ve güvercin Ahmet Türk diyor ki: Türkiye Cumhuriyeti Kürtlere soykırım yapmaktadır.
Bu yolun sonu bellidir. Tıpkı Osmanlı dönemindeki Ermeni isyanları gibi
Önce devletin elleri bağlandı. Sonra Kürtlerin önü açıldı ve isyan hareketi başlatıldı. Şimdi bize soykırım yapıyorlar diyorlar. En sonunda Güney Afrika modeli devreye girecek. Türk devletine müdahale edilecek.
ABD, Irakta kurduğu sözde Kürdistanın başına Barzaniyi, Irakın başına ise Talabaniyi geçirdi. İki Kürt teröristi, iki Kürt isyancısı
Güney Afrika modelini Türkiyeye uygularlarsa gideceğimiz yer bellidir. Önce Apoyu Mandela ilan edecekler ve dışarı çıkaracaklar. Sonra Güneydoğuda Kürt idaresi kuracaklar. Başına belki Leyla belki Ahmet geçecek. Ankarada da Cumhurbaşkanı Apo olacak.
Biraz aşırı mı kaçtı? İsyanlar aşırıdır. Bastırılmazlarsa sonuna kadar giderler.
Bu millet bu isyanı tek bir günde bastırır
Bugün en yetkili komutanından en yetkili sivil yöneticisine kadar herkes tek bir çağrı yapıyor: Aman kardeşliğimiz bozulmasın, aman provokasyona gelmeyelim, aman iç savaş çıkmasın.
Ortada iç savaş falan da yok. Devleti, medyası, polisi hepsi kolumuzu bacağımızı tutmuş. Türklerde iç savaş çıkaracak hal mi var?
İyi de bugün Türkiyede bir provokasyon zaten var. Bugün Türkiyede silahlı bir isyan hareketi var. Devletin başındakiler bunu nasıl bastırırız diye düşüneceklerine, nasıl iç savaş çıkmasını engelleriz diye zaten devlete bağlı Türklerin üstüne geliyorlar.
Beyler uyanın artık! Türkiyede bir istila, bir isyan var. Göreviniz, ettiğiniz yemin, kanuni yükümlülükleriniz önce bu isyanı bastırmanızı gerektiriyor.
Bu millet güçlü bir millettir. Ordusu da güçlüdür. Ordu, gücünü milletin sonsuz desteğinden alır. Dağlıcadan sonra yapılan Türk Ordusunu milletten koparıp, ABD denetimine sokma denemesiydi. O güne kadar şehit veriyorduk ama ABD-AKP ve PKK tamamen tecrit olmuş güçlerdi. Kımıldayacak halleri yoktu. Şiddetle elde edebilecekleri çok sınırlıydı.
Ne zaman ki Ordumuz ABD denetimine sokuldu, antenlerimiz ABD anteni oldu; o zaman ABD-AKP-PKK üçlüsünü kuşatan Ordu-Millet seddini yardılar.
O noktadan sonra PKKya hayat öpücüğü verildi. Hele kış ortasında bir iki günlüğüne Iraka girip, sonra da ABD talimatıyla çıkmak, PKKya tarihindeki en büyük doping oldu.
İsyan için uygun zemin artık yaratılmıştı. Artık her eylem, her miting, her terör olayı, Orduyu yıpratmaya başladı. Sonunda bugüne gelindi. PKK ve hükümet açıkça Orduyu suçluyor. Türk Ordusu başarısız ilan ediliyor, Güneydoğudan çıkması gerektiği bile iddia ediliyor.
Kimileri de uçaklardan, uydulardan, ABDnin çektiği fotoğraflardan bahsediyor.
Çekilin! Gölge etmeyin. Bu Ordu, bu millet, bu kahpece isyanı bir günde bastırır.
Atatürkün telgrafı yeter. Başına geçmeye cesaret eden var mı?
Ama önce İmralıya Şeyh Sait sonu, isyancılara da İskân Kanunu
İrade var mı?
Bir günde çözülür. Tekrar Türk Milletine dönmeye cesaret ve irade gösterin. Kapıyı ABDye kapatın, millete açın. İsyanı bastırırsınız. Ne o? Kararsız mısınız? O zaman isyan anında kararsızlığın Divan-ı Harplik bir eylem olduğunu unutmayın.
Tarihte bulunmuş en stratejik güç, milletin gücüdür. Atatürk, Çağdaş savaşlar orduyla değil, milletle verilir demiş. Ya Atatürkün askeri ve milleti ortaya çıkacak. Ya da isyancılara köle olacağız.
Gönderilme zamanı:
Sal Kas 18, 2008 15:50
gönderen borabey
Fethullahçılar Tayyipe karşı Aponun safına geçiyor! Geçtiğimiz ayın sonlarında AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fıratla DTPnin Genel Başkanı Ahmet Türk ve Sırrı Sakıkın da aralarında bulunduğu dört kişi bir akşam yemeğinde buluşmuştu. Yemekte Apoya kötü muamele konusu konuşulmuş, DTPliler muhatap biziz mesajı vermişlerdi. İşte o yemekte AKP adına DTPlilerle görüşen Dengir Mir Fırat, Tayyipin Kürt meselesindeki son çıkışlarından sonra AKPdeki görevlerinden istifa etti. Bu bir anlamda AKP ile DTP arasındaki tüm iletişimin de kopması anlamına geliyordu. Dengir Fırat her ne kadar istifasını sağlık nedenlerine bağlasa da Tayyipin son dönem açıklamalarının bu istifada önemli bir etken olduğu aşikar. Kürt meselesi Tayyipin cemaatle arasını açmakla kalmadı, aynı zamanda partisinde de çatlak oluşturdu.
Fıratın istifasıGeçtiğimiz haftanın en önemli olayı AKPnin ikinci adamı konumundaki Dengir Mir Mehmet Fıratın istifası oldu.
Sağlık nedenlerini gerekçe göstererek istifa eden Fırat, AKPnin Güneydoğu politikasındaki değişim nedeniyle istifa mı ettiniz? şeklinde yöneltilen soruya, AKPnin doğu, güneydoğu programı belli. Bugüne kadar da o programı geliştirerek, yürüttü. Bundan sonrada yürütecek. Bundan hiç şüphem yok şeklinde cevap vermiş.
Fırat bu cevabıyla Tayyip ile aralarında bir anlaşmazlık olduğu yönündeki kuşkuları da kendice savurturmuş oldu! Oysa Fıratın bu istifasının, Tayyipin Hakkaride yapmış olduğu Ya bu bayrağa bağlı olursun ya da kendine vatan ararsın. Tek devlet, tek millet, tek bayrak. Buna karşı çıkanın Türkiyede yeri yok sözlerinden sonra gelmesi manidardır.
Yine basına yansıyan haberlerde, Fıratın CHPli Kılıçdaroğlu ile girmiş olduğu tartışmalardan yıpranması sonucu bu istifanın geldiği yönünde haberler de mevcuttu, ancak bu haberin gerçeklik payı çok düşük olduğu için gerekli ilgiyi görmedi. Çünkü Tayyip, muhalefetin eleştirileriyle yıpratılan adamlarını onların isteğiyle harcamayacağını bu yöndeki sözleri ve uygulamalarıyla ortaya koymuştur.
O zaman ortada tek bir seçenek kalıyor; Fırat, tüm yalanlamalarına karşın Tayyip ile Kürt politikasında ters düşmüştür. İstifanın gerçek nedeni budur.
Oysa daha düne kadar AKPnin DTP ile görüşmeleri Fırat aracılığıyla yapılıyordu. Demokrasi teröre feda edilmeyecek, deniyordu. Tayyip birden, Güneydoğu sorununda akıl aldığı Fıratın istifasını kabul ederek yerine Abdülkadir Aksuyu atadı.
Belli ki Tayyip, yaklaşan yerel seçimlerde hedef koymuş olduğu belediyeleri ele geçiremeyeceği gibi eldeki bazı mevcut belediyeleri de DTPye kaptıracağını anlamış gözüküyor. O nedenle AKP, DTPden daha fazla Kürtçülük yapma kapasitesi olmadığı için mevcut düzende en azından kendine çeki düzen veriyor görüntüsüyle, paçayı kurtarmaya çalışmaktadır. Çünkü daha düne kadar verilen şehitlerin hesabı, yapmış olduğu sorumsuzluğuyla AKPden soruluyordu. Fakat yapılan bu hamlelerin, yaklaşan yerel seçimlerde AKPye hiçbir katkısı olmayacaktır. Ancak, AKPnin böyle bir hamle yapmaktan başka bir yolu da yoktur.
Önümüzdeki bu süreçte Güneydoğuda AKPnin DTPye karşı hiçbir şansının olmadığı anlaşılmış gözüküyor! DTP de bunu bildiği için yapmış olduğu provokasyonlarla halkın dini duygularını harekete geçirmek yerine, sözde etnik Kürt kimliği üzerinden Kürtçülük yaparak hedefe ulaşmaya çalışmaktadır. Doğal olarak DTP, AKPden daha iyi bir hamle yapmaktadır.
Mevcut şartlar AKPyi Güneydoğuda DTPden daha avantajlı hale getirmeyeceği için, artık Dengir Mir Mehmet Fırata ihtiyaç yoktur. AKPnin sözde Kürt politikasındaki değişikliğin asıl nedeni budur.
(
) Tankla-topla sorunların çözüleceğine inanan Bush'un anlayabileceği dilden çözümler peşinde bir ülke görüntüsünde Türkiye. 'Terör' ile sosyolojik gerçekliklerin dayattığı 'sorun' arasındaki o kalın çizgi bir süreden beri belli-belirsiz bir hal aldı çünkü. Obama "Demokrasi ve insan hakları istikametinde değişim" sloganıyla ABD'de Beyaz Saray piyangosunu kazanmışken, bizde en az işitilen, yokluğu yüzünden şikâyet konusu yapılmak üzere kullanılan sözcüklere dönüştü demokrasi ve insan hakları kavramları... ABD 40 yıl önce 'köpek' derekesinde gördüğü ve mekânları ortak kullanmasına itiraz ettiği siyah adamın eşitliğini içlerinden birini başkan seçerek bütün dünyaya bir kez daha ilân etti; buna karşılık, bizden "Ya sev, ya terk et" anlamsız sesleri daha sıklıkla çıkmaya başladı. Ak Parti, Obama'lı dünya gerçekliğine, 'değişim' bayrağını yeniden ele alarak mukabele etmelidir. Amerikan seçmeninin mesajını en iyi alması gereken insanlar bizim ülkemizde...
(Fehmi Koru, 6 Kasım 2008)
AK Parti yönetimi de bu eleştirileri yapanlara işte bu yüzden hoşgörülü olmalı, bu eleştirilerin sahiplerinin endişelerini, duyarlılıklarını, hissiyatlarını anlamaya çalışmalıdır. "Anlayın bizi" deyip kulağın üstüne yatmak, o samimi insanlarda elbette "Ne oluyoruz, AK Parti'yi de mi kaybediyoruz?" düşüncesini ister istemez doğurur... Daha açık söylemem gerekirse, davulun sesinin uzaktan hoş geldiğini, sırtında yumurta küfesi olmayanın sabırdan, teenniden, aheste gitmekten bir şey anlamayacağını en iyi bilenlerdeniz. Germeye, gerilmeye, çatışmaya, sertliğe işte bu yüzden en fazla karşı çıkanlardanız. Bu ülkede demokrasinin önünde yokuşlar olduğunu, bu yokuşları aşmanın zaman alacağını, birkaç nesil daha beklemek gerektiğini söyleyenlerdeniz. Daha ne diyelim? Siyasî istikrar için, demokratikleşme için, daha iyisi siyaset sahnesinde gözükmediği ve alternatifi olmadığı için AK Parti'ye tanınan seçmen kredisi heba edilmemelidir. Bütün maruzatımız budur...
(Hüseyin Gülerce, 13 Kasım 2008)
DTP provokasyonları kasıtlı olarak çıkarmıştır Son bir ayda gelişen bu sürecin başına gidersek, AKP ile DTPnin arasını açan isyan hareketlerinin, DTPlilerin terörist başı Abdullah Öcalana fiziksel şiddet uygulandığı yönündeki yalan haberlerini gerekçe göstererek başlatmış olduğu hemen aklımıza gelecektir.
Bu yalan haber ile DTPnin önderliğinde bazı şehirlerimizde isyan hareketleri böylece başlamış oldu. Araç yakmalar, yağmalamalar yapıldı. Bu isyan hareketleri ilk etapta DTPye zarar veriyormuş gibi gözükse de aslında burada kazanan DTPdir. Çünkü yapılan şiddet eylemlerine AKPnin, devletin kolluk kuvvetleriyle cevap vermesi bu işin arkasında olan PKKyı kuvvetlendirmektedir. PKKnın kuvvetlenmesi demek DTPnin kuvvetlenmesi demektir.
Sonuçta DTP, çıkarmış olduğu isyancı hareketlerle kendi kendini güçlendirmiştir, ancak diğer bir taraftan baktığımızda ise iktidardaki AKPnin bu isyancı hareketlere, yapılması gereken müdahaleyi yeterince yapmadığını gözlemlemiştik. Tabii buradan AKPnin PKKnın elini güçlendirecek bir koz vermediği anlamı çıkartmamalıyız. Eğer AKP bu isyancı hareketlere gerekli cevabı verememiş ise bunun altında yatan neden AKPnin içinde bulundu aciz durumdur. Bu, PKKya mevcut propaganda ortamı yapmaya yetip de artmıştır bile. Yani bu durumda bile kazanan yine PKK olmuştur.
Tabii o dönemde başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve diğer AKPlilerin yapmış olduğu açıklamaların, DTPnin, yani PKKnın, işine yaradığı da unutulmamalıdır. Doğal olarak Başbakan Tayyipinde sözleri unutulmamalıdır. Vandaki bir konuşmasında Barış istiyorsanız silahları bırakın sözü bundan yaklaşık 3-4 sene önce PKKyı masaya davet eden sözünü hatırlatmaktadır.
Tayyipin Hakkari de sarf etmiş olduğu ya sev, ya terk et anlamına yakın sözünü düzeltmek için bile söylediği söz tam bir faciadır. Ne diyor Tayyip? Biz bu ülkede Türküyle, Kürdüyle, Abazasıyla, Boşnağıyla biriz, beraberiz. Hiçbir etnik unsur, bir diğer etnik unsura üstünlük mücadelesi vermemelidir diyor.
Türklük ile Kürtlüğü etnik unsur olarak tanımlayıp aynı kefeye koyuyor. Türklüğü küçültüyor, Kürtlüğü ise yüceltiyor. Kürtlük diye bir etnik unsur olmadığı gibi Türklük gibi bir millet adını etnik unsur yapıveriyor. Tayyip bu ve benzeri sözlerinin birçoğunu sözde Kürt realitesini tanımlarken de yapmıştı.
Özetle tüm bu gelişmeler, PKKnın işine yaradığı için, iktidardaki Kürt-İslamcı AKP ile Güneydoğuyu adeta kurtarılmış bölge ilan eden DTPnin arasını açmıştır. Her ikisi de Kürtçü parti olmalarına karşın daha şeriatçı olan AKP, kendisinden daha Kürtçü olan DTP karşısında mağlup olmuştur. Daha düne kadar birlikte hareket eden şeriatçılar ile Kürtçüler arasında ilk çatlak da böylelikle ortaya çıkıvermiştir.
Liberaller ile AKP arasında da çatlak çıkıyor Türkiyede gelişen bu sürecin ortaya çıkmasına vesile olan, ancak ipler kendi ellerinde olmadığı için gelişmeleri istedikleri şekilde yönlendirememekten rahatsız olan liberallerimizin arasında da bir çatlak ortaya çıktı. Çatlağın nedeni ise AKPnin Kürt politikasında yaptığı değişim. Bu değişim ile birlikte bugüne kadar AKPyi cansiperane savunan medyanın liboş kalemleri, birden bire Tayyipe ve AKPye yönelik sert eleştiriler yöneltmeye başladılar.
Çünkü, liberallerimiz iktidardaki Şeriatçı Kürtçü parti olan AKPyi desteklemektedir. Ama aynı zamanda sözde Kürt kimliği üzerinden Kürtçülük yapan DTPyi de desteklemektedirler. DTPnin şiddet eylemlerini artırarak sözde Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollardan çözülmesine engel olduğu için kızgınlar. Diğer taraftan mevcut şartlar yüzünden DTPye karşı avantajını kaybeden AKPnin ve onun başındaki Tayyipin sözde Kürt sorununu çözümünde politik tavrını değiştirmesine de karşılar.
Bir çatlak ses de cemaatten Buna en iyi örnek AKPnin yandaş medyasında gazetecilik yapan Fehmi Koru olmuştur. Koru, AKP üzerine yazdığı bir yazısında AKP ve Tayyipi kastederek; Türkiyede 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı. 2008 yılına gelindiğinde biraz Bushu andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor demişti. Buna cevaben de Tayyip, Ya sıkılır insan. Güya biz iktidara gelirken Obama gibi gelmişiz, şimdi Bush olmuşuz. Sevsinler seni, yazıklar olsun
demiş. Yine bir yazısında Fehmi Koru, Obama ne kadar değişimi temsil ediyorsa ABDde, Ak Parti de, özellikle vatandaşlık bağları söz konusu olduğunda, o kadar değişim yanlısıydı Türkiyede. Ak Parti, Obamalı dünya gerçekliğine, değişim bayrağını yeniden ele alarak mukabele etmelidir.Amerikan seçmeninin mesajını en iyi alması gereken insanlar bizim ülkemizde... diyor. Koru, bir geri iki ileri hareket etsede Tayyipi eleştirmekten kendini alamıyor.
DTPnin başlatmış olduğu isyancı harekete sözde el koymak için Tunceli, Diyarbakır, Van ve Hakkari gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerinde gezi düzenleyen Tayyipin, Hakkaride Fıratın da istifa etmesine neden olan Ya sev ya terk et anlamına gelen sözlerine tepki olarak cemaatten Fehmi Korunun başlattığı eleştiri bombardımanına liboşlar devam etti. Fehmi Korudan sonra AKP ve Tayyipi eleştiren Ahmet Altan, AKPyi, AKP nereye gidiyor başlıklı yazısında eleştirdi. Kardeşi Mehmet Altan Star gazetesinde, Ankara Kürt sorununu 85 yıldır çözemiyor
AKPnin de ikinci dönemde bizlere yarattığı en büyük hayal kırıklığı ne oldu? Herkes için özgürlük istedi: Başörtüsü için istediği özgürlüğü diğerlerine vermedi şeklinde yazmış. Milliyetten Hasan Cemal ise, Demokratikleşme süreci, Çillerleşmeye dönüştü şeklindeki başlıklı yazısıyla eleştirmiş. Ayrıca Yeni Şafaktan Ali Bayramoğlu, Hükümetin Kürt politikası ve Pompalı tüfek
başlıklı yazısında, AKPnin Kürt krizini kötü yönettiğinden giriş yaparak Beyoğlunda bir vatandaşın pompalı tüfek kullanması üzerine Tayyipin sarf etmiş olduğu sözleri eleştirdi.
Şeriatçılıktan Kürtçülüğe kayış Liberal çevrelerin tüm bu eleştirilerinin yanında Fethulluh Gülene yakınlığı ile bilinen Zaman gazetesi yazarları da AKPyi eleştirmektedirler. Örneğin Mümtazer Türköne, AK Partinin sağduyusu başlıklı yazısında AKPyi biraz daha sağduyulu olmaya çağırıyor. Gazetenin yazarlarından bir diğeri olan Hüseyin Gülerce ise, Davul meselesi ya da AK Partiyi anlamaya çalışmak.. başlıklı yazısında Kürt seçmenin AKPye vermiş olduğu oyun heba olmaması için haklı olarak eleştirilerde bulunduğunu anlatmaktadır. Ayrıca yazısında: Eleştiriler karşısında rahmetli Özal, epey hoşgörülü ve tahammüllü olmakla birlikte, güzel bir yol da takip ediyordu. Kendisini çok eleştirenlerle çayda, sohbetlerde bir araya gelip onları bilgilendiriyor, ikna etmeye çalışıyordu. Bu sayede, gazete köşelerinden yapılan eleştiriler yerine yüzüne söylenenler daha etkileyici oluyordu. Aynı zamanda kendisine karşı insaflı olan gazeteci ve yazarlar halesi oluştu. Sayın Erdoğanın maalesef böyle bir tarzı yok. Dost bildiklerinin eleştiri ve tavsiyelerini samimi ortamlarda dinlemeyi 6 yıl boyunca hiç denemedi. Kendisini, hakarete varan eleştirilerle hırpalayanlarla, değişik mekânlarda bir araya gelmeyi tercih etti. şeklinde Tayyipe sitemini bildirmektedir. Bu yazısında açık açık, 6 yıl boyunca seni eleştiren liberaller ile dost olmaya çalışırken; sana yakın biz, cemaatin yazarlarına insafsızca davranıyorsun demeye getiriyor.
Yine Zaman gazetesinin diğer bir yazarı olan Ali Bulaç,
siyasetin dilini, üslubunu, tarzını böylesine sertleştirip reste karşı rest ve giderek basit bir belediye seçimini ya sev ya terk et noktasına getirmek ne kadar makul, ne kadar ülkenin siyasi istikrarına ve sosyal barışına hizmet eder? Bu sivil siyasetin dili değil; buyurun, tehdit eden, dışlayan, ezmek isteyen devletin dilidir diyerek eleştirmiştir. Ali Bulaç, katılmış olduğu bir televizyon programında da mealen; Kürt olup ama İslamcı, ama solcu, sağcı, köylü ve diğer Kürt kesimin ortak paydada buluştuğu yer, Kürt kimliğinin kabul edilmesi, demişti. Ali Bulaç gibi bir Fethullahçının, bir Şeriatçının bile yıllar yılı bu meseleye eğilmesinin bir nedeni vardır o da; İslamiyet gibi evrensel bir kavramın üzerinden siyaset yapsalar da, sözde Kürt kimliği gibi bir yerel bir kavram üzerinden siyaset yapamadan duramamalarıdır.
Allah davasında koşması gereken Saidi Kürdi (Nursi) ve Şeyh Sait bile Şeriatçılığın yanında Şeriatçılıktan çok Kürtçülük yapmıştır. O nedenle Kürt-İslamcılık gibi siyaset anlayışının varacağı yer bellidir; Kürtçülük. İşte birilerininde anlayamadığı konu da bu; Cemaatin içinden gelen isimler bakıyoruz Tayyipi Kürtçülük konsunda yetersiz buluyor ve politik tavrını değiştirmesini eleştiriyor.
Şeriatçılarımızın geçmişine bakıyoruz orada da yine Kürtçülük var. Yine, Vakitten Abdurruhman Dilipak ve Zamandan Ali Bulaç Kamuoyunda şeriatçı bilinmelerine karşın, Tayyip, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaparken bir Kürt raporu hazırlatmıştı. Hazırlayanlar içinde bu isimler de vardı.
Türkiyenin gelmiş olduğu bu süreçte, Kürt-İslamcı Şeriatçılarımızın yani AKP ve Fethullahçılarımızın vardıkları yer, yine şiar edindikleri şeyhlerinin, hocalarının yeri oluyor; Kürtçülük oluyor. O nedenle bu süreç, şeriatçılarımızı, şimdi eleştirdikleri DTPnin, yani PKKnın, yanına giderek yanaştıracaktır.
Ali Bulaçın dediği gibi sözde Kürt etnik kimliğine mensup olan tüm sınıfların derdi Kürtçülük. Bu nedenle şeriatçıların, bu kesimin kendilerinden uzaklaşmaması için en az onlar kadar Kürtçülük yapacaklarından kimsenin şüphesi olmasın. Bu mevcut düzen içinde şeriatçılarımız ile Kürtçüler arasında şimdilik çatlak olsa da, ilerde esas ana noktası olan Kürtçülük noktasında kaynaşma yine olacaktır.
Birileri, Tayyipi sözde milliyetçi söylemler ile sözde Kürt sorunun çözümüne engel olduğu için eleştirse de, Tayyip Kürtçülük noktasından kopmamıştır, kopamaz da. Çünkü bugün Tayyipi Güneydoğuda asıl var eden Kürtçü söylemleridir, yoksa şeriatçı söylemleri değildir! Kaldı ki, daha düne kadar Leyla Zana ve saz arkadaşlarını AKP affetmişti, DTPnin kapatılmasına karşı çıktığı gibi DTPnin meclis çatısı altında olmasından da memnundu.
Hatta Tayyip, hazırlatmış olduğu Kürt raporunda devletten değil de PKKdan taraftı! Şimdi kendisi iktidarda ve işlerine engel olduğu için mi karşı, yoksa Kürtçülük konusunda kendisine karşı esaslı bir rakip çıkmasından mı?
Tabii ki, karşısına esaslı bir rakip çıkmasından PKK karşıtı gözüküyor. Ama istesede istemesede başta cemaatçi yazarların dürtmesi ile Tayyip kendisine biçilen rolü er veya geç oynayacaktır.
O günleri tekrar yaşayarak göreceğiz.
Yunus YILMAZ
İHANETİN ADI DERSİM!..
Gönderilme zamanı:
Prş Ara 04, 2008 12:21
gönderen Türk-Kan
İHANETİN ADI DERSİM!..
Sonunda bu da oldu ve nedense ben hiç şaşırmadım!..
Brükselde Avrupa Parlamentosu binasında düzenlenen Dersim Soykırımı konferansında Prof.Dr.Ronald Mönch, Dersimde (Tunceli) yaşananların insanlık suçu olduğunu vurguladı ve o dönemki yöneticilerin savaş suçlusu olarak yargılanmalarını istedi.
Yani?.. Yani, 1937de Türkiye sınırları içinde ağaların çıkardığı isyanı bastıran Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve arkadaşları, düpedüz soykırımla suçlanmaları bir yana, sanki yabancı bir ülkenin topraklarına tecavüz ederek bu suçu işlemişçesine savaş suçlusu olarak da ilan edildiler!..
Peki, Prof.sıfatlı Mönch bu konuşmayı cehaletinden mi yaptı?.. Tabii ki hayır!.. Diğer konuşmacıların konuşmaları ve sonuç bildirgesini bu alçakça konuşmanın yanına koyduğunuzda, amaç ve hedef olanca çıplaklığı ile ortaya çıkıyor!..
Aynı toplantıda konuşan Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan da Dersim Kızılbaşlığı, paganlık, Hıristiyanlık ve Alevilik karışımıdır
Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni Dersime gelip din değiştirdi
dedi.
İyi mi?.. Şimdi bu konuşmayı Mönchün konuşmasının yanına koyun
Ne çıkıyor?.. Dersim Türkiyeye ait değildir. Üstelik Müslümanlıkla da ilgisi yoktur. Ermeni yoğunluğu fazladır. Öyleyse Atatürkün yaptığı hem soykırım, hem de savaş suçudur
Şu haysiyet düşkünlüğüne bir bakın!..
Unutmadan bu konferansta Türkiye Cumhuriyetinin iki milletvekili ile bir belediye başkanı da vardı
DTP Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk fazla konuşmadı, yalnızca Üstümüzden ordular geçti dedi. DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis ise Dersim isyanında Türk askerlerinin Kürtlere yönelik insanlık dışı cinayetlerini(!) anlattı
Halis, kendi sözlerinden heyecana kapılmış olsa gerek ki, soykırım değil, isyan sözcüğünü kullandı!..
Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil de, Tuncelideki yol yapım çalışmalarını şu sözlerle Dersim katliamına bağladı: 1930lu yıllarda yapılan Dersim Harekatı tekrarlanmak isteniyor!.. Yani Abdile göre, devlet yeniden katliam yapmak için öncelikle Tuncelinin yollarını yapıyor!..
Şu hastalıklı kafalara bakın Allah aşkına!..
Sonra ne oldu?... Hepsi el ele verdi. Dersim olaylarının soykırım olduğu bir güzel karara bağlandı ve Türkiyenin soykırım mağdurlarına tazminat ödemesi talep edildi. Tıpkı Ermeni talepleri gibi
Gelelim Dersim meselesine
Dersim bir soykırım, bir katliam mıydı?.. Hayır, Dersim, Kürt ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin, ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı!..
Üstelik dış destekli hain bir isyandı!..
Belgesini mi soruyorsunuz?..
Buyurun; isyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanına gönderdiği Dersim Generali Seyid Rıza imzalı mektubu okuyun:
Üç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor
Bu mektup, Nokta Dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli sayısına kapak oldu!..
İşte, Dersim toplantısının gülleri, önceden tasarlandığı apaçık ortada olan, liderinin kendisine general(!) rütbesi yakıştırdığı bu ihanet isyanına soykırım etiketi yapıştırıyorlar!..
Yoksa Prof. sıfatlı Mönch, savaş suçlusu ilan ettiği kişinin 1930larda Hitler rejiminden kaçan bilim adamlarına kucak açtığını bilmez mi?.. Soykırım diye yırtınan Hilda Çoboyan, Atatürkü hem de o yılarda bizzat Yunanistan Başbakanı Venizelosun Nobel Barış Ödülüne aday gösterdiğinden habersiz olabilir mi?..
Peki, en alçakça yalanları Avrupa Parlamentosu salonlarından dünyaya haykıran Songül, Aysel, Şerafettin üçlüsü, Atatürkün doğumunun yüzüncü yılında UNESCO tarafından olağanüstü bir devrimci, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı ilan edildiğini bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi?..
Yoksa, insan vasıfları mı yetersiz?..
Türkiyede Kürtler azınlık veya ayrı bir topluluk olarak hiçbir zaman değerlendirilmemiştir. Kurtuluş Savaşının temel bir parçası olarak Cumhuriyet içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. General, belediye başkanı, milletvekili, başbakan ve cumhurbaşkanı gibi her kademede yönetici olmuşlar, önemli sanayici ve finansal güç sahibi kimseler konumunda bulunmuşlardır.
Anayasal hak talep edebilmenin, öncelikle o anayasayı tanımaktan geçtiği unutulmamalı
Türkiyede herkes farkını dillendirebilmeli, ama bu, ülkenin milli birlik ve bütünlüğünü, üniter yapısını, birlikte yaşama iradesi ve demokrasiyi güçlendirmeye yönelik olmalıdır.
Kurtuluş Savaşının Cumhuriyetle taçlandırılması, millet egemenliğinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin oluşumu ile kullandırılmasında, laik-demokratik Türkiye hedefinin temellerinin atılmasında, etnik aidiyetleri, inanç farklılıkları ne olursa olsun, T.C. vatandaşlarının oynadığı kurucu ve yaratıcı rol, vatan ve millet kavramlarına, tarihsel birikimimizi de katarak sağlam, içeriği olan bir yapı kazandırmıştır. Bu sebeple, Anadolu, etnik kaynaşmanın etnik ayrışmayı yendiği bir yer haline gelmiştir. Bir hilal uğruna birlikte savaşmış ve can vermiş yüzbinlerce şehidin hatırası, Türkiyenin bölünemezliğini dün olduğu gibi, bugün de tüm dünyaya haykırmaktadır.
Nail Amudi, 3 Aralık 2008
Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler
Gönderilme zamanı:
Prş Kas 26, 2009 21:27
gönderen antalyalim
Sivas katliamı sanığı Fransa'da
Sarıhan: 'Yakalama işleminin hızlandırılması gerekiyor.'AA
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinin müzekkeresine cevap veren Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sivas'ta 37 kişinin öldürülmesi davasının 'Kırmızı Bülten' ile aranan firari sanığı, eski Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak'ın 'Fransa'da ikamet ettiğine ilişkin kaydın, Emniyet Genel Müdürlüğünden alınan idari kayıtlardan tespit edildiğini' bildirdi.
Sivas'ta, Madımak Oteli'nin yakılması ve 37 kişinin öldürülmesine ilişkin açılan ana davadan, dosyaları ayrılan 7 firari sanığın yargılandığı davanın 1 Eylüldeki son duruşmasında, müdahillerin avukatı Şenal Sarıhan, soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunmuştu.
Mahkemeye dilekçe veren Sarıhan, 'TÜİK'in, 19 Eylül 2007'de, bir nüfus müdürlüğüne, firari sanık Erçakmak'ın Fransa'da ikamet ettiğini bildirdiğini, nüfus kayıt örneğinde de ikamet adresi olarak Fransa'nın gösterildiğini' ifade etmişti. Sarıhan ayrıca, 'Erçakmak'ın, 26 Mayıs 1998'e kadar SSK'dan emekli aylığı aldığını öğrendiklerini' bildirerek, bu konuların araştırılmasını istemişti.
Bunun üzerine mahkeme, İçişleri Bakanlığı, TÜİK, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Ziraat Bankasına müzekkere yazarak, iddiaları sormuştu. Bu kurumların cevapları, geçen günlerde Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesine ulaştı.
-GÖNDERİLEN CEVAPLAR-
TÜİK'in mahkemeye gönderdiği cevapta, Sarıhan'ın bildirdiği 19 Eylül 2007 tarihli yazıya ulaşılamadığı kaydedilerek, şöyle denildi:
'Müdahil vekilince belirtilen 19 Eylül 2007 günlü yazının bir suretinin kuruma gönderilmesi halinde daha teferruatlı araştırma yapılması mümkün olmakla birlikte, kurum kayıtlarının incelenmesinden, ilgi müzekkerede adı geçen sanık Cafer Erçakmak'ın Fransa'da ikamet ettiğine ilişkin kaydın, Emniyet Genel Müdürlüğünden alınan idari kayıtlardan tespit edildiği, kurumun bu konuda herhangi bir dahlinin olmadığı görülmüştür.'
Cevapta, Nüfus Hizmetleri Kanunu'na göre, yurt dışında yaşayan vatandaşlarla ilgili bilgilerin Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün kayıtlarından alındığı, yurt dışındaki vatandaşlarla ilgili TÜİK'in herhangi bir alan uygulamasının gerçekleştirilmediği de ifade edildi.
-BİLGİSAYARLI HUDUT KAPILARINDAN GİRİŞ-ÇIKIŞ KAYDI YOK-
İçişleri Bakanlığı ise Erçakmak'ın 1 Ocak 1992-9 Haziran 2009 arasında, bilgisayar bağlantısı bulunan hudut kapılarından giriş-çıkış kaydının bulunmadığını belirtti.
SGK'dan gönderilen cevapta, Erçakmak'a yaşlılık aylığı ödemesinin, aylığın tahsil edilmemesi nedeniyle 26 Mayıs 1998'de durdurulduğu, o tarihten beri Erçakmak'a ödeme yapılmadığı ifade edilerek, 'Adı geçenin aylıklarının durdurulmadan önce kimin tarafından tahsil edildiği 12 Eylül 2009 tarihli yazımızla ilgili Ziraat Bankası Şubesine sorulmuştur. Konuyla ilgili cevap alındığında tarafınıza ayrıca bilgi verilecektir' denildi.
Ziraat Bankasının cevabında da Erçakmak'ın 1998'de, Sanayi Çarşısı Sivas Şubesindeki hesabına Ocak-Mayıs aylarına ait aylık tutarlarının aktarıldığının tespit edildiği, ancak Erçakmak'a ödeme yapılmadığı bilgisi yer aldı.
-ERÇAKMAK HAKKINDA YOKLUĞUNDA TUTUKLAMA KARARI-
Adalet Bakanlığı Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü 1 Eylül 2009'da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Erçakmak ile ilgili bir yazı gönderdi. Erçakmak'ın 'Kırmızı Bülten' ile arattırıldığı belirtilen yazıda, basında Erçakmak'ın Fransa'da bulunduğu ve bu bağlamda nüfus kayıt örneğinde de ikamet adresinin Fransa olarak gösterildiği hatırlatıldı. Yazıyla, Erçakmak hakkındaki kovuşturmanın safha ve sonucu ile halen aranıp aranmadığı konusunda bilgi verilmesi istendi.
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, geçen günlerde resen celse açarak, hakkında yakalama emri bulunan ve bu emir infaz edilmeyen Erçakmak hakkında, yokluğunda tutuklama kararı çıkarılmasını kararlaştırdı.
-'BİLGİLERİN DOĞRULUĞU AÇIĞA ÇIKTI'-
Müdahillerin avukatı Şenal Sarıhan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, daha önce mahkemeye sundukları bilgilerin doğruluğunun, gönderilen cevaplarla açığa çıktığını ifade ederek, 'Bu aşamadan sonra Erçakmak'ın yakalama işleminin hızlandırılması gerekiyor. Mahkemenin kararının uygulanması konusunda, Adalet Bakanlığını göreve davet ediyoruz. Mahkemenin de sanığın yakalanması konusunda özenli davranacağını düşünüyoruz. Böyle bir katliamın zanlısının herhangi bir şekilde cezasız kalması, yeni katliamların gerçekleşmesine fırsat verecektir' değerlendirmesinde bulundu.
KaynakAlevileri yanina cekmeye calisan RTE'ye sempati duyan arkadaslara sormak isterim;
-Basbakaniniz'in "evlad-i kerbelayiz" sözüne kanarak, sivasin hesabini ondan soracaginiz yere CHP'den sormanizin altinda ne yatmaktadir?
-Kendileri alevilere bu kadar sempati duyuyorsa, neden "Sivas Katliami" davasinin savcisi olmak yerine Ergenekon tertibi savcisi olmustur?
-Alevileri sevdigini kanitlamak istiyorsa, buyursun eski Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak'i getirtsin....
Saf olmayin...
Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler (Alevi kavgası!)
Gönderilme zamanı:
Sal Ara 01, 2009 19:34
gönderen antalyalim
Alevi kavgası!
AKP ile CHP arasında yaşanan Dersim kavgası iki partinin genel başkanlarının yaptıkları açıklamalarla yeni bir boyut kazandı.
Siyasette şimdi de Alevi kavgası başladı. CHP lideri Baykal'ın 'Alevilerden sana fayda yok başka kapıya' dediği Başbakan Erdoğan bugün grup toplantısından CHP Lideri Baykal'a yanıt verdi.
Alevilerin CHP'nin arka bahçesi olmadığını söyleyen Başbakan Erdoğan, 'Ana muhalefet lideri de kendi genel başkan yardımcısının sözleri karşısında şaşkına düşmüş, yine pervasızca yine Ak Parti’ye saldırıyor. Tepkileri manipüle etmeye çalışıyor. 60 yıl öncesinden medet umma. Alevilerden sana hayır yok. Sen o kapının bekçisi misin? Alevilere CHP’nin kapılarını kapatırken sen değil miydin? Ahmet Gülyüz Ketenci’yi seçtirinde, işte İstanbul İl Başkanlığı’na seçtiğimiz arkadaşımız hem Türk hem sunidir. Diyerek mutlulukla verdiğiniz beyanat unutulmadı sayın Baykal.
Hem Kürt, hem alevi vatandaşları partinizden dışladınız. Onları istifaya zorlamadınız mı? Sizin ne kadar hizipçi olduğumuz dillere destandır. İyi tanınırsınız.'dedi
ERDOĞAN'A BEKÇİ YANITI
Başbakan Erdoğan'ın bu sert sözlerine Deniz Baykal grup toplantısında aynı sertlikle yanıt verdi.
İŞTE BAYKAL'IN O AÇIKLAMALARI
Bana 'kapının bekçisi misin?' dedin. O kapıyı sahipsiz mi sandın? O kapının sahibi var, Hz. Ali’den Mustafa Kemal’e kadar. Bizde kendi çağımızda onların izinde bekçilik yapmaya devam ediyoruz. Elbette o kapıdan fitneye fesata izin vermeyeceğiz.
Sen daha dün Karacaahmet'te cemevlerinin yıkılması için talimat veren belediye başkanı değil misin?
Başbakan son zamanlarda tekrar yargıya, yargı kurumlarına yönelik anlayışını yansıtan ifadeler kullanmaya başladı. En son olarakta Danıştay’a diyor ki, bu kadar ideolojiktir. Senin zaten baştan aşağı düşüncen ideolojik.
Senin bu konuya girişinin temelinde neyin yattığını millet çok iyi biliyor. İşine gelmeyince yargı organlarına her türlü suçlamayı yapıyorsun. Yardımcısı da demiş ki bayramdan sonra bende yokum Danıştay’da yok demiş. Danıştay 1859’dan beri var, seni bilemem.
Telefon dinleme mevzusu halkımız tarafından çok iyi anlaşıldı. Geçenlerde bir Rus gazeteci Irak'ı çökerten Telekom'dur denildi, telekulaktır denildi. Türkiye'deki dinleme olaylarının ise kanunsuz, hukuksuz yapıldığı dinlemelerin karşılığında kime ne yapıldi ne vaat edildi. Bunlar araştırılmalı.
Bağımsız yargıya ihtiyaç var. Berlusconi İtalya'da yolsuzlukla suçlanıyor. Yargıya çatıyor, suçluyor. Yargı ideolojiktir diyor, benimle uğraşıyorlar diyor. Bunlar tesadüf değil. Bütün bunları yaşıyoruz. Bu süreçten de Türkiye alnının akıyla çıkacak. Niyetleri kursaklarında kalacak inşallah.
AY-YILDIZIN IŞIĞI YETER, AMPÜLÜ KAPAT
Ay-yıldızın ışığı hepimize yeter. Bunu sen zamanında anlasaydın bu posterlere ihtiyaç olmazdın. Ay-yıldızı yeni keşfetti. Ay-yıldızın ışığı hepimize yeter ampulü kapat.
Teröristin ayağına müsteşarı, genel müdürü, savcıyı, hakimi gönderiyor, seyyar mahkeme kurduruyor ve onların getirdikleri mektubu memuruna aldırıyor. 'Bizi buraya Öcalan gönderdi' diyorlar. Bunlar da alıyorlar ve hukuka takla attırıyorlar.
İşte sen PKK’nın gönlünü yapmaya başladığın zaman PKK otorite haline gelmeye başlıyor. Bu Türkiye’yi çok tehlikeli bir noktaya sürüklüyor.
AKP demek istiyor ki, biz Anayasa’dan Türklük lafını çıkartırsak rahatlarız. Bu anlayış başımıza neler getirir? Şu ana kadar girdiği arayışlar şu ana kadar Türkiye’nin başına neler getirdi. Türklük tanımı, kimseyi hasım gibi kabul eden bir anlayışı, etnik bir ırk anlayışını yansıtmıyor, kapsayıcı kucaklayıcı herkesi bir anlayışı yansıtıyor. 80 yıl sonra devletimizin adıyla da mı uğraşacağız. Hani ne oldu, ne devletti, tek milletti? O milletin adı ne?
Bu milletin içinde her etnik kökenden insan var. Hepimiz bu milletin parçasıyız. Kimimiz araptır, kimimiz lazdır, kimimiz çerkezdir, kimimiz makedondur, kimimiz kürttür. Elbette, bu hepimizi kavrayan bir niteleme.
Hayır kendimi bu milletin parçası saymıyorum. Ben o bayrağın altında toplanmıyorum diyenlere bu iktidar, bu iktidarın yöneticileri mi destek olacaklar? Bunun kavgası dağda yapılıyor diye biliyorduk, şimdi gördük AKP’nin grup başkanlığında bu kavgayı yapanlar varmış.
Şimdi onları ayrıştırmaya senin ne hakkın var? Herkes etnik kökenine göre ayrışacak, bundan kim kazanacak? Bunları yurt dışından idare edenler kazanacaklardır ve onlara uşaklık edenler de kaybedeceklerdir.
Elbette herkes kendi dilini öğrenecek. Matematiği kendi ayrı dilinde, coğrafyayı ayrı dilinde vereceğiz. Sonra ne olacak? Nereye hizmet edecek o çocuklar? Bu konuda sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Biz AKP olarak özel kurslar vakıf ve dernekler yoluyla insanların ana dillerini öğrenmelerini hak olarak görüyoruz. Devlet bu süreçte denetleyici olmalıdır. Devletin başka dillerde televizyon yapmasına gerek yoktur. Fakat devlet tüm bu faaliyetleri en sıkı biçimde denetlemelidir. Devleti denetleme fonksiyonu dışında işlere sokmak doğru değildir. Uzun vadede üniter yapımızı sıkıntıya sokar.”
Yani biliyor da, cehaletten değil yani olay. Yani demiş ki bu ayrışmayı yaparsak, ana dili öğrenme işine devleti sokarsak, televizyon işine devleti sokarsak diyor, bu uzun vadede üniter yapımızı bozan gelişmelere yol açar diyor.
Kaynak
Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler
Gönderilme zamanı:
Prş Şub 10, 2011 19:57
gönderen Başkomutan
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/Guncel/bkg_gunceli/sersim_protestosu.jpg[/img]Şimdi de “Dersim Soykırımı” Türkiye’yi ve Türk tarihini yargılama faaliyetleri son günlerde gemi azıya almış durumdadır. Zamanın Rus Çarının
Türkiye’yi yenmek istiyorsanız öncelikle “Türk tarihini yenmelisiniz” tavsiyesine bölücülerin var gücüyle sarıldığı anlaşılmaktadır.
Ön Asya coğrafyasındaki Türk hâkimiyeti, ahlaki ve insani değerler kullanılarak mahkûm edilmeye çalışılıyor. Türklerin “soykırım” ve diğer “insanlık suçları” yla mahkûm edilmeye çalışılmasının altında bu gerçek vardır.
Son zamanlardaki “Rum, Ermeni, Pontus, Süryani, Yezidi, Nasturi” vb. soykırım iddialarıyla ortaya çıkması böyle bir stratejinin ürünüydü. Aynı stratejiye bölücü ve ayrılıkçı kesimin de büyük bir iştahla sarıldığı anlaşılıyor. Bir süre önce Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Soykırımı” adlı konferansın amacı da buydu.
Bu konferans için hazırlanan bilgi notunda şu ifadelere yer verilmişti:
“Dersim katliamı-soykırımı sırasında, Türk yönetimi binlerce insanı katletti, kurtulanlar ise sürgüne gönderildi, Dersim insansızlaştırıldı. Bu acımasız eylemlerin nedeni Kürt, Alevi ve Kızılbaş olmalarıydı. Üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına karşın, Türkiye bu soykırımı, diğer pek çok Kürt soykırımında olduğu gibi, tanımak niyetinde değildir”.
Bu iddia, itham ve isnatlar vahimdir. Ancak bu iddialardan daha vahim olanlar da vardır. Örneğin
şu tespit ve sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan’a aittir:
“
Vergi vermediler diye Dersim’in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zamanki Cumhurbaşkanı’nın emriyle... Kimdi? İsmet İnönü, CHP’nin başındaydı. Yani CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. İnsaf ya. İşte sizin cemaziyelevveliniz bu. Gelin de siz bunu temizleyin önce”.
Türkiye’nin Başbakanı’nın böyle konuştuğu bir yerde bölücü ve yıkıcıların iddia ve ithamlarına kızmaya kimsenin hakkının olmaması gerekir.
Yukarıda bilgi notunu belirttiğimiz toplantı, Avrupa Parlamentosu’nda yaklaşık iki yıl önce ’Birleşik Sol’grubu üyesi Kürt kökenli Feleknas Uca tarafından “Türkiye Tarafından Kürtlerin Dersim Soykırımının 70. Yılı” adıyla düzenlenmişti.
Toplantıda, eski DTP milletvekili Aysel Tuğluk, Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil ve Tunceli milletvekili Şerafettin Halis de yer almıştı. Toplantıda Halis şunları söylemiş:
“Dersim’de 70–90 bin insan öldü. 38 kıyımı, katliamı, kolu kanadı kırılmış bir Dersim’i doğurdu”. Feleknas Uca’nın konuşmasında ise: “Munzur Nehri’nden, 1937 yılında kan akıyordu. Bu sadece Dersim değil. Ermeni katliamı da kabullenilmelidir.”
Başbakan Erdoğan’ın yukarıdaki sözlerinden haberdar olanlar için AP’de Feleknas’ın ya da Halis’in sözleri sürpriz etkisi yapmamıştı. Başbakan, “vergi vermediler” diye Dersim’i CHP’nin bombaladığını söylüyorsa PKK’nın çeşitli versiyonlarının da her şeyi söyleme ve iddia etme hakkı var demektir.
Başbakan yirmi binden başlayıp elli bine kadar çıkan “yargısız infaz”dan söz ediyorsa Halis de bunu “70–90” bandına çekebilir. Başbakan
Erdoğan onlar “vergi vermediler” diye öldürüldüler diyorsa bölücülerin de bunun için tazminat talep etmesi fazlaca yadırgatıcı olmamalıdır.
Geçen günlerde bu konuda yeni bir gelişme daha oldu. Basına düşen haberlere göre, Dersimliler, 1937–1938 yılları arasında yüz bine yakın(!) insanın yaşamını yitirdiği “katliamın soykırım” olarak tanınması için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) başvuruya hazırlanıyormuş.
Başvuru Mahkemenin Roma Statüsü’nün 23. maddesinde yer alan “kültürel soykırım” kapsamında yapılacakmış. “Türkiye’nin soykırım için özür dilemesi, mağdurların maddi ve manevi zararlarının tazmin edilmesi ve dil ve inancın serbestçe yaşanması için yasal düzenlemelerin yapılması” talep edilecekmiş.
Deliller arasında Başbakan Erdoğan’ın “Dersim’de yaşananları kim unutabilir” sözleri ve itirafları yer alacakmış.
Yaşananlar yorum yapmaya izin vermeyecek kadar açıktır.
ÖZCAN YENİÇERİ10.02.11
Nobel'i hakettinizBaşbakan’ın tarih bilinci / Dersim isyanını çarpıtıyor
Re: 'Kürtlere soykırım' iddiası ve hain sesler
Gönderilme zamanı:
Prş Eyl 20, 2018 15:11
gönderen derinnacar
Paylaşım için teşekkürler.