1. yüz (Toplam 1 yüz)

Ortak akılsızlığın önlenemeyen yükselişi...Dr.Noyan UMRUK

İletiGönderilme zamanı: Cum Oca 06, 2017 15:29
gönderen Noyan Umruk
Ortak akılsızlığın önlenemeyen yükselişi...Dr.Noyan UMRUK

676 sayılı kanun hükmünde kararnameyi (KHK) bekleyen rektörlük atamaları, oyların yüzde 86'sını alan Gülay Barbarosoğlu'nun yerine seçime girmeyen Prof. Dr. Mehmed Özkan'ın rektör olarak atanması ile son buldu…

Rektör seçiminin OHAL’i gerekli kılan nedenlerle ne ilgisi varsa…

Bu örnek olay “Türk Tipi Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemi dediklerinden neyi anladıklarının özünü açıkça ortaya koyuyor…

Erdoğan'ın, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne, seçime dahi girmeyen AKP Eskişehir milletvekili Emine Nur Günay'ın kardeşi Mehmed Özkan'ı ataması şöyle savunuldu:

"Geçtiğimiz dönemlerde her rektör seçimi sırasında hemen hemen maalesef üniversitede kamplaşmalar olur. Şu tarafın adamı, bu tarafın adamı… Rektörlük seçimi bittikten cumhurbaşkanı tarafından atandıktan sonra bile bu tartışmalar devam ederdi. Bunların ne kadar çok üniversitelere zarar verdiğini biliyoruz. Bu anlamda KHK çerçevesinde seçimler dolayısıyla öğretim üyesi arkadaşlarımızın arasında uçurum diyebileceğimiz farklılıkların, husumetlerin ortaya çıkmamasını temin etmek bakımından (Vah,vaaaah…Ne kadar da inandırıcı…-Yazarın notu) böyle bir KHK çıkarıldı. Sayın Cumhurbaşkanı'mız da KHK çerçevesinde önüne konulan isimlerden birini seçmiş oldu. Mesele budur…"

Aristo mantığı: Yeşil güzeldir; salatalık yeşildir, o halde salatalık da güzeldir…

Demek ki iktidar sözcüsüne göre, Aristo mantığı ile partiler, milletvekilleri, yargıçlar, bürokratlar yani toplumsal üst yapı, demokratik irade ile belirlenecek çoğulcu ortak akıl, “tartışma çıkmasın, husumet doğmasın diye” hikmeti kendinden menkul tek adam iradesine terk edilmekle mesele çözümlenmiş oluyor…

Ülke bunca hayati sorunlarla boğuşurken 9 Ocaktan itibaren mecliste günlerce tartışmaya açacakları “Türk Tipi Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemi dediklerinden anladıkları bu işte…

Dogmatizm saldırıyor:

Geçtiğimiz yüzyıl, millenyumumuza içinden çıkılmaz bir dogmatik miras bıraktı: Etnik ya da dini nedenlere dayanan kimlik arayışlarının, zengin kültür miraslarının evrensel aklın öncülüğünde kaynaşması yerine, “biz ve ötekiler” ayrımcılığı bağlamında dogmatizme dönüşmesi.

Bakın, geçen yüzyılın son çeyreğinde, “Race et L’histoire”(Irk ve Tarih) adlı kitabında Levi-Strauss(1) ne diyor:

“Kabile düzeyinde insanlık, kabilenin sınırında biter. Tam ve mükemmel olanlar, iyiler yalnız klan üyeleridir. Onun dışındakiler başkadır, kötüdür. Bugün bu çeşit bir yabancılaşma, milli devletlerde etnik ve dini gruplar arasında görülmektedir.”

Üretim araçları mülkiyeti ve bölüşümün nesnel sonucu olan “Sınıf” gerçeğinin evrensel ve toplumsal katmanlaşmayı yarattığı unutturularak, toplumlar, etnik bazda “biz ve ötekiler” ayrımcılığının gayya kuyusuna itilip, akıl almaz bir husumet ve şiddetle boğuşturulup, galibi olmayan “Pirus Zaferleri” ile oyalanırken, birileri malı götürmekte…

Toplum ve insan yaşamında akılcılığa gelince, o, Platon Akademisi, Kartezyen düşünce ve 18nci yy. aydınlanma çağının eseri…
1880’lerden itibaren Türk aydınları arasında da yaygınlaşan aydınlanma felsefesi, zamanla toplumun ve devletin “selameti” için tek çıkış yolu olarak benimsenmişti.

Nitekim Cumhuriyetin kuruluş dönemiyle devrim sürecinde, bu felsefe, devrim lideri ve kadrolarınca topluma bir ölçüde mal edilebildi. Ortak akıl, Kurtuluş Savaşının en zor günlerinde TBMM ile hayata geçirildi.

Ancak, daha sonra, otoriter liderlik anlayışı, adım, adım aydınlanmanın köküne kibrit suyu ekilerek uzuuun bir süreçte, iç ve dış siyasi konjonktürden de yararlanarak devlet, toplum ve insan yaşamına egemen olabilecek bir konumu deneyebilecek bir güce erişti, erişmekte…

İşte, bu noktada akla, bilimsel düşüncenin, eleştirel akılcılığın yuvası ve kalesi olması gereken üniversiteler geliyor. Adı üstünde, onlar evrensel aklın, bilimsel düşüncenin insan ve toplum yaşamına öncülük etmesi için oluşturulmuş kurumlar…
Neredeler? Allah aşkına…

Üniversiteler, gece gündüz kanal kanal dolaşıp, otoriter liderliğin kalıplarını kamuoyunun bilinçaltına enjekte eden ya da yalvaran bakışlarla saçmalıklarını yumuşatmaya çalışan nöbetçi akademisyenler topluluğu mudur, Allah aşkına?

Üniversiteler, ortaçağ ile yeniçağ arasında bocalayan bir dünya görüşüne karşı bilimsel, yansız, objektif ve ciddi duruşlar gösteren aydınlanma kurumları işlevini yüklenmek durumunda değiller midir?

Üniversitelerin evrensel aklın, eleştirel akılcılığın toparlayıcı, yaratıcı, yükseltici, onurlu bir ocağı olması gerekmez mi?
Bunca adaletsizlik, hukuksuzluk, yolsuzluk ve yoksulluk ortalığa saçılıp dökülmüşken, öğrencileriniz yaşamlarının en güzel döneminde her Allahın günü dayak yerken, sudan nedenlerle zindanlara atılırken, sizler hala “cahil periler” gibi “görmedim, duymadım, konuşamam” üç maymunu mu oynayacaksınız?

Toplum bir aşiret yönetimine adım adım yaklaştırılırken sizlerin yaşam kavgası içinde burnunun ucunu göremeyen hale getirilmiş halkınıza karşı hiç mi yüksek sesle uyarı göreviniz yoktur?

Hiç ses çıkarmadığınız Boğaziçi Üniversitesi gerçeği de mi sıranın tek tek hepinize, hepimize geleceğini sizlere hatırlatmıyor?

Cahil perileri oynamaya devam etmekle, bir şekilde uzlaştığınız ve denetimine girdiğiniz siyasi iktidarın akıl almaz ve artık dayanamayacağınız yeni sadakat taleplerine davetiye çıkarmakta olduğunuzu herkesten iyi bilmez misiniz?

(1)Claude Lévi-Strauss, (d. 28 Kasım 1908 - ö. 30 Ekim 2009), Fransız antropolog, etnolog ve yapısalcı antropolojinin önemli ismi