Ha Pazarın Durumu, Ha Memleketin! (Pazar Yerinde, Kitapçıda, Yolda)

Ha Pazarın Durumu, Ha Memleketin! (Pazar Yerinde, Kitapçıda, Yolda)

İletigönderen Feza Tiryaki » Cmt Eyl 20, 2014 22:21

Ha Pazarın Durumu, Ha Memleketin!
(Pazar Yerinde, Kitapçıda, Yolda)



Pazar Yerinde:

Aylar sonra yine Demre pazarındayım. Burası kara bir kapak altına kapandığından beri, sokak aralarından çıkılıp, uğultulu, gün ışıksız kapalı alana yığıldığından beri pazarcılar, pazar, bütün güzelliğini yitirdi.

İçeriye girdiğinde üç beş dakika geçince uğultudan başın ağrıyor. Nasıl kaçacağını bilemiyorsun dışarıya, açık havaya. Günlük güneşlik hava varken dışarda, içerisi yarı karanlık, izbe, iç sıkıcı… O çok yüksek tavan zaten kara. İnsanın üstüne üstüne çöküyor. Yastayız, savaş günlerindeyiz sanki, pazarın şenliği, göz alıcılığı yitmiş gitmiş… İplerle bir uçtan bir uca gerilmiş renk renk tenteler, tentelerin altında gezinen vatandaşlar yok burada. Hızlı hızlı içeri girip çıkanlar var. Güneş ışığının parıltısı, yüzlerdeki aydınlık, kışları ılık, yazları sıcak Akdeniz ikliminin güzelliğinin insana verdiği sevinç, hepsi hepsi uçmuş gitmiş… Renkler yitmiş… Etraf siyah beyaza bürünmüş… İş olsun diye alışveriş ediyoruz artık, pazarı, pazar yapan sokaklardan, açık alanlardan, mahalle aralarından atmışlar pazarcıları. Bu kapalı pazar yerinin iki açık ucundan hep bir esinti var. Esinti soğuk günlerde insanın içine işliyor. Sırtını dayayacak duvar dibi arıyorsun.

İnsanları, tanıdıklar hatırına yolumu düşürdüm bugün yine oraya.

Pazar, tepesi kapalı bir kocaman kapağın altında sanki. İki ucu açık, altı düz, kocaman bir huniye benziyor şekli. İçini üçe bölmüşler, her bölmenin iç yanına dükkânlar yapmışlar. İki yan ucu kapılı, boydan boya camlı dükkânlar… Bir ucundan giriliyor, diğerinden çıkılıyor, geçit gibi. Buralar isteyene satılmış, isteyene kiralık verilmiş. Balıkçılar buradalar. Pazar yerleri de sabit, daha bu kapalı alan yapılırken kapı önleri, haftada bir gün için pazar kurulacak boş yerler satılmış parasıyla isteyen satıcıya. Öyle böyle paraya değil, bayağı bir ödeme yapmış pazarcı esnafı. Dükkân önleri boş, oralar pazar yeri işte! İlk bölmeye köy ürünleri satan köylüleri, bir iki giyimciyi, arabalarıyla peynirdi, zeytindi, neydi satan satıcıları koymuşlar. İkinci bölümde pazar esnafı var. Pazarcılar, manavlık yapan satıcılar. Aralarında tek tük köylü var, çuvalını, meyve sandığını açmış, ürettiğini satan. Son bölüm, baştan sona giyimci.

Pazar yerinin dışında, açık bölmelerin kıyısında, önünde, açık alanda arabalarıyla gelmiş diğer satıcılar yer tutmuşlar. Yemci, kuru baklagilci, mısırcı, zeytinci, balcı, tahinci, tenekeci, tahtacı, hurdacı, giyimci…

Pazarın ikinci bölmesinde, kapı dibinde, içteki dükkânın camlı duvarının önünde, yere, eski kararmış tahta tezgâhını koymuş, üstüne sebzelerini yığmış, tarlasında ne varsa toplamış gelmiş Nuriye Hanım’a uğruyorum ilk önce.

Kaç ay var görüşmemiştik. Nuriye Hanım, yakın bir yayla köyünden. Çocuklarını çoktan evlendirmiş, yetişkin torunları olan, bir oğlu da bilinmez bir hastalıktan yatalak kalmış, çileli bir köy kadını. Sert ifadeli bir yüzü var. Yüzü gözü erkek gibi olmuş, kıllanmış, iri yarı biri. Sırtını verdiği dükkânın, alçak, betondan çıkıntısına bir gazete seriyor, beni oturtuyor yanına. Yerde bir çuval dolusu karışık sebze var. Dediğine göre tarlaya girmiş sabah erkenden, ne bulduysa koparıp çuvalına doldurmuş. Kabak, acur, salatalık, kavun, patlıcan, biber, maydanoz… Biz konuşurken dışardan bir minibüs içeri girecek. Karşımızda bitişik, ayaklı tezgâhlar. Pazarcılar satış yapıyorlar oralarda. Bizim tezgâhla onların geniş büyük, boydan boya uzanan tezgâhları arası dar, bir arabanın geçeceği gibi değil bu aralık. Buna karşın minibüsün burnunu veriyor içeriye genç şoförü. Minibüs bizim tezgâha dayanıyor, tahtayı itiyor, kadıncağızın dizleri sıkışıyor, kadıncağız öyle kalakalıyor bir anda. Yaralanacak, bir kaza olacak…

Bağrışıyoruz durun diye. Araba duraklıyor. Karşı esnaf, Nuriye Hanıma bağırıyor:

“Kalk oradan, tezgâhını kaldır! Araba geçsin!” Bunu derken adamlar kendi tezgâhlarını ne çekiyorlar, ne yol açıyorlar arabaya. Buradan şu saatte içeri girilmez bile demiyorlar şoföre. Nuriye hanımın çenesi titriyor sinirden. Onlara, “Sen kaldır tezgâhını, bu daracık yerden araba geçer mi?” deyince, yanıt geliyor:

“Senin zaten orada yerin yok. Kalk git oradan!”

Bunu duyan Nuriye Hanımın eli ayağı titriyor, gözleri öfke saçıyor.

“Ben Demreliyim. Kendimi bildim bileli buralıyım. Pazarcıyım. Sen kimsin? Dışardan gelmiş beni kovuyor!”

Karşıdakiler bir sürü adam, genç, iyi giyimli, suratsızlar…

Buraların asıl sahibi köylümüzle, toprağı sayesinde yaşamını sürdüren Türk insanı ile, her şey para sananın arasındaki güç kavgası bu… İnsanlık kavgası. Cumhuriyetin güven verdiği, köy yasasıyla yakın zamana kadar koruduğu, toprağıyla özgür, başı dik bıraktığı, toprağının yabancıya satışını önlediği, kendine güven duygusu verdiği köylüyle; günümüzün anlayışının, paranın verdiği, siyasetin karıştığı kirli gücün savaşı… Parayı bastırarak kendine yer alanlarla, insana saygı duymayanlarla, eğitimsiz bırakılmış, okutulmamış, haklarını bilmeyen, haklarını koruyamayan köylünün arasında bir kavga bu. Türk aydını, bu kavgada kayıplara karışmış, ortada görünmüyor… Onlar bölücülere yaltaklanmaktan, katillere, hainlere göz süzmekten, iktidara bel bükmekten bu işlere zaman bulamıyorlar!


Kitapçıda:


Pazara girmeden, önce, üst yolda, köşedeki kitapçıya uğramıştım. Pazar sepetimin altına gazetemi kitabımı koyarım, bozulmazlar, kolay taşınır demiştim içimden. Gazeteler kaldırımda, kapı önünde bir askılıkta sıralanmışlar, dergiler ayrı bir askıdalar. Çocuk dergilerini de ayrı bir askıya yerleştirmişler.

Gazetem Yeniçağ’ı alıyorum. Yanına Sözcü’yü. Diğer gazetelerin başlıklarını gelişi güzel şöyle bir okurken, çocuk dergileri bölümünde bir anda kıyamet kopuyor. Yaygara yetmiş… Üç yaşından fazla göstermeyen bir kız çocuğuyla dedesi dövüşüyorlar. Uzaktan izliyorum. Kız askılığın en altındaki bir dergiye uzanıyor, dergi tam gözü hizasında. Dede, olmaz diyor, çocuğu elinden çekiştiriyor, gidelim diyor. Kız yaygarayı koparıyor. Dede daha üst raflardaki bir dergiyi gösteriyor, “Bak bu ne güzel, sana alalım, beraber okuyalım.” Kız daha çok ağlıyor, boğulacak. Etinden et koparıyorlar sanki. Dede onu kucaklayıp götürüyor, olmuyor, iki adım sonra geri dönüyorlar. İşe karışmasam olmaz mı, olur ama gel de karışma:

“Çocuk ne istiyor, neden ağlıyor?”

“Bu dergiyi istiyor.”


Bakıyorum Prenses adlı büyük boy parlak kalın kapaklı bir çocuk dergisi. Her yanı iç bayan, parlak pembe renkli. Pembe renkli, kaset gibi bir armağanı var, neymiş anlayamadım, dedesinin dediğine göre bu bir oyuncakmış. Naylonla dergiyi sarmışlar, armağanı kapağı açık olarak naylonun altından göstermişler. Yabancı dergilerden çevirme mi, aşırtmamı içeriği, bilemedim, bu Prenses adlı derginin, sayfası açılmıyor ki bakalım.

“Bu dergi büyük çocuklara değil mi? Hem, nesi var, bu kadar istiyor çocuk, nereden biliyor bu dergiyi?”

“Biliyor. O oyuncağı için istiyor. Kaç tane aldım. Kaybediyor. Bunu da kaybedecek, bozacak, atacak. Yazık paraya.”

Küçük kızla konuşuyorum. Yatışıyor biraz, zırlaması kesiliyor, umutlanıyor. Prensesi alacağından emin.

“Şunu istiyorum, işte şunu!” diyor bana.

Karşısında yere çömeliyor, dedesinin alacağı diğer dergiyi göstererek övüyorum:

“Bu tam sana göre. Kapağındaki oyuncak bebek resmi ne güzel baksana. İçinde masallar varmış, ne öyküler varmış, sana okuyacaklar… Bak ben de alıyorum. Senin yaşında birine armağan edeceğim… Ne sevinecek…”

Bu dergi “TÜBİTAK” damgalı, “Meraklı Minik” adlı bir dergi. Dergiyi, iyi kötü bir bilim kurulu hazırlamış demek. Tübitak, çoktan değişse de, o eski bilim kurulu olmasa da…

Derginin diğerinden kat be kat güzel olduğu belli. En azından bir şeyler öğretecek… İç bayıltan kız pembesine kesmeyecek çocuk ruhu. Cinsellik ayrımına uğratılmayacak. Çocuk, aklını kullanabilecek…

“Prenses” le, o pembe, cep telefonu benzeri oyuncakla çocuğa nasıl işlemişlerse, dedeye bu çocuğa başka bir şey alma şansı bırakılmamış. Dede çaresiz, dede kızgın, çocuk yeniden feryat figan oradan ayrıldılar…

Bu arada dışardaki dergilere bakıyorum. Alt sırada sözde tarih dergileri var. Vatan hainliğinin belgeleri gibiler. Bir ikisini tuttum, baktım, elim mikroba bulaşmış gibi hemen geri bıraktım.

Bölücülere tarih yaratıyorlar zorlamayla, yalanla, uydurmayla belli. Türk’ün şanlı tarihini de karalıyorlar. Kürt tarihiymiş birinin adı. Kapağı, içi dışı Türkçe yazılı. Sormuşlar, Türk yurdu Musul ve Kerkük için bu ırkçı kürtçüler: “ Musul – Kerkük kimin yurdu?

Kürtler tarihle, tarih Kürtlerle buluşuyormuş, birinin kapağı böyle. Akıllar uçmuş… Taşlar bağlı, itler salınmış…

“Kürt tarihinden bir özerklik modeli” demişler derginin başlığına, zorlaya, ıkına sıkına tarih uydurmuşlar anlaşılan bölücülük adına… Diğer tarih dergileri de ya Atatürk Cumhuriyeti’ni kötülüyorlar, ya eskiye, yıkılmış, düşmana vatanı vermiş, Sevr’i imzalamış, çökmüş bitmiş eski Osmanlıya övgü düzüyorlar. Ya da vatan hainleriyle, yurtsever kahramanların yerlerini değiştirtiyorlar. Örnek: “Derin Tarih”

“ Derin Tarih” dergisini yeni duyduk. Fazla tartışılmaz, adı sanı geçmezdi. Bir anda, o cumhurbaşkanı adayı olan, sonra ortadan yiten Ekmelettin İhsanoğlu adıyla bu derginin adı her yerde duyulmuştu. Meğer bu Atatürk Cumhuriyeti karşıtı derginin gizli danışmanıymış CHP ile MHP’nin cumhurbaşkanı adayı yaptıkları bu kişi. Ekmelettin’in babasıyla, bu Mustafa Sabri dostmuş. Aynı yıllarda, aynı nedenlerle, bu ikisi Mısır’a kaçmışlar. Derginin naylon sarılı kapağının içinde, vatan satan Osmanlı din adamı (!) Mustafa Sabri’nin adıyla, resmiyle çıkan kitapçığı görünce, ne yazdıklarını merak ettim, dergiyi elimden bırakamadım. Atatürk resmi ile birlikte, belgeli vatan haininin resmi aynı yerde olursa şaşırmaz mısınız?

Başlıkta Atatürk’ün kara tahta başındaki ünlü resmi, resmin üstünde “ Türkçenin barbarlıkla imtihanı” yazılı. Bu başlık içimi daha da yaraladı. Türk Dili’yle adam olmuş, okumuş, yazmış, öğrenmiş, birey sayılmış, çağdaş dünyada yer edinmiş birilerinden, diline söz atacak, diline hainlik edecek kadar alçalmayı düşünemezdim. Dergi elimi yaktı geçti. Hediye kitapçıkları ise, Kemalist Türkiye’nin din yanlışları” adlı, başlığında “Şeyhülislam Mustafa Sabri” yazılı, bu kişinin resmi konmuş bir kitapçık. Altta , yüce Atatürk, üstte yobazı simgeleyen bir suratla bu kişinin resmi. “Sansürsüz ilk kez” yazmışlar üstüne. Sabri’nin yakası Arapça eski yazıyla yazılı, beyaz sakalıyla mezarından kaçmış hortlak gibi duruyor. Boğazlıyan Kaymakamı’na, Ermenilere, İngilizlere yaranmak için ölüm fetvası veren kişi bu. Kuvayı Milliye kuvvetlerine ölüm fetvasını yine bu verdi. Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk düşmanı, Türk devrimlerinin düşmanı, o devirdeki Ankara hükümetine müthiş düşman, yabancıların vatan işgaline yardımcı olan kişi bu, aynı zamanda. 1922’de Kurtuluş Savaşı kazanılıp düşmanlar vatandan kaçınca bu hain de Mısır’a kaçmıştı. Sonra Yunan’a sığınmıştı. Tövbe Allah’ım, beni Türk milletinden sayma demişti. Türk dilinden Arapçayı, Çerkezceyi, daha bilmem neceyi üstün görmüştü. O kadar aşağılıktı…

İşte bu “Derin Tarih”, tarihimizin hainlerini yüceltme, halkımızı yeniden ulusal bilinçten yoksun bırakma, yayılmacı ülkelere köle etme, sürü durumuna döndürme dergisi olmalı anladığıma göre. Kapağının üst yanına Latife Hanım’ın bir resmini koymuşlar, demin demeyi unuttum. Altına da Latife Hanım’ın bilinmeyen mektubu yazmışlar. Sarı çentikli bir yuvarlağa da “İlk kez” notunu düşmüşler. Tezgâh büyük! Bunlara dur diyecek kimse görünmüyor ufukta ya. İyice azıtmışlar… Atatürk düşmanı olarak bilinen, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu başına bu nedenle bu iktidarca bir ara getirilen Mümtazer Türköne de yazarlarından biri bu derginin. Başka söze gerek var mı?

Kitapçıya giriyorum:

“Bu nasıl bir dergi?” diyorum. “Bunu nasıl satıyorsunuz? Diğerleri de öyle, bundan da beter! Doğru dürüst tarih dergisi yok mu memlekette artık?”

İçerden, benim gibi bir alıcı, genç bir kadın sorumu yanıtlıyor:

“Bundan da beteri vardı. Satılmış, yeri boş bakın. Şimdi bunlar moda. Biz Türkler yakında öz vatanımızda azınlık muamelesi göreceğiz. Bize Türkçeyi bile yasaklayacaklar…” Acı acı gülümsüyoruz. Satıcıya dönüyorum:

“Bu dergiyi evde incelemek isterim. Bunun için de satın almam gerek. Beni ayıplamayın, Tanrım da bağışlasın vatan hainlerinin yayınına para verdiğim için… Yine de bir tesellim var, siz de bu satıştan pay alacaksınız, ticaret yapıyorsunuz, ayırmadan her yayını satmak zorundasınız, en azından bir küçücük pay da size gidecek.”

“ Gitmesin daha iyi.” Yanıtını alıyor, aldıklarımın parasını verip, başım önümde kitapçıdan çıkıyorum… Yolda, sırtlarında pembe prensesli, örümcek adamlı, kara, çirkin suratlı canavarımsı insan resimli, üstü, yanı İngilizce yazılı çantalar taşıyan çocuklar… Uzaylı gibiler… Nereliler belli değil, kim bu çocuklar anlayan beri gelsin…

Aldığım dergi karşımda duruyor şu an. Kapağını saran naylonu açsam sanki mikrobu ellerime gönlüme bulaşacakmış gibi açamıyorum ambalajını…

Sanırım hiç açmadan çöpe atacağım. Okurum sanmıştım yazdıklarını. Oysa naylonunu bile açamadım, içimden gelmedi. Yanlış yapmışım böyle bir yayına para vermekle, onlara istemeden can suyu olmakla… Yine de bir avuntum var, en azından kaç kişiyi bu yayınla zehirlenmekten kurtardım. Onlarda nasılsa para çuvalla…

Çocuklarımızı bir türlü, yetişkinleri, gençliği başka türlü kandırıyorlar.

Memleketimiz kapalı pazar yeri gibi.


Yolda:


Pazar yoluna giderken önünden geçtiğim Yunus Emre Öğrenci Yurdu bunun bir göstergesi sanki... Yurdun önünü parlak, kaygan, göz alıcı mermerle döşemişler. Şaşırıp kalıyorsun bu da neyin nesi diye? Kaldırım taşları, taş değil, beton değil, tek burada mermer. “Böyle kaldırım taşı olur mu? Böyle gösteriş olur mu? Bu israf, bu gereksizce, görgüsüzce para saçma niye? Bu yapılan, saray kapısına yapılmaz!” diye geçiriyorsun içinden. Kayıp düşmemek için mermer taşa özenlice basıyor, kaç katlı, yüksek yurt kapısından içeriye göz atıyorum.

Kapı önünde terlikler, kirli erkek sandaletleri, topuğuna basılı ayakkabılar… Giriş döşemesinin önüne, betona bırakılmışlar.

Yurda demek ayakkabıyla girilmiyor. Cami girişi gibi çıkaracaksın. Yanda yönetim odası. Camdan bir adamın başı görülüyor.

*

Gün ışığımız çalınıyor. Duyduğumuz uğultular düşünmemizi engelliyor…

Başımız ağrıyor…

Kapalı alanda nasıl renkleri tam göremiyorsak, yalan tarih kitaplarıyla da, yurtlara doldurdukları gözü açılmamış çocuklarımızın beynini işleyerek de ülkemizin yönünü değiştirecekler, gerçeği kapatacaklar, gölgeleyecekler… Algımızla oynayacaklar sezdirmeden…

Ha pazarın durumu, ha memleketin durumu…

Karanlık yavaş yavaş iniyor tepemize…

Duyduk duymadık demeyin!

"Yolun sonu iyice görünüyor!"

Feza Tiryaki, 20 Eylül 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x