YAVRU VATAN KIBRIS (6)

YAVRU VATAN KIBRIS (6)

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt May 30, 2016 18:07

YAVRU VATAN KIBRIS (6)


İşte, hiç aklımda yokken, bir zorunlu ziyaret gereği gittiğim Kıbrıs’ı, madem oraları gittim gördüm, anlatmak boynumun borcu olsun diyerek karınca kararınca yazdığım, “Yavru Vatan Kıbrıs” yazı dizisinin sonuna geliyorum. Belki, ek olarak, bir de basınını, Kıbrıs gazetelerini yazarım.

Bu konuyu bitirmeden, araya başka konu sokmayacağım demiştim, sözümü tuttum, altı bölüm, yazı yazdığım bilgiağı gazetelerinde art arda dizildi.

Kıbrıs’ı, yavru vatanı, bu eşsiz güzellikteki yerleri kısaca anlatmaya, unutulan, değeri bilinmeyen Türk Kıbrıs’a bir parçacık da olsa ilgi çekmeye çalıştım.Türk gezginlerin, el memleketleri yerine, bir vatan görevi sayarak, dünyanın en güzel tatil yeri olan bu yere gelip gezmelerini, buralarda kalmalarını, paralarını yavru vatanda harcamalarının önemini dilimin döndüğünce belirttim. Böyle yaparsan hem sen, hem anavatan Türkiye, hem de yavru vatan Kıbrıs kazanacak demek istedim. Bu zincirleme ilişkinin gelişmesine, Kıbrıs üzerinde düşünülmesine küçücük de olsa bir katkı sağladıysam sevineceğim.

Yavru vatanın sorunlarını, ülkemiz için önemini, Kıbrıs’ın geçmişini, geleceğini, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bekleyen tehlikeleri, Kıbrıs Türk’ünün yaşadıklarını, çektiklerini, Kıbrıs şehitlerini, hem yüce gönüllü Kıbrıs Türk büyüklerini, hem de günümüzün çirkin siyasetçilerini anlatabildim mi az da olsa, bilmem...

Kıbrıs Türk tarihini, bu en yakın tarihimizi yeniden anımsamak, Kıbrıs konusu üzerinde kısa bir süre de olsa yoğunlaşmak insanı çok sarsıyor. İçinde olmadığın, senden saklanan başka bir dünyaya gidiyor, anavatanın hemen yanındaki ikinci vatanda bir zamanlar yaşananları düşünürken sarsılıyor, çok acı çekiyorsun...

Sonra günümüze dönüyor, aklın yerindeyse, yakında olacakları kestirebiliyorsun...

Şu an Kıbrıs’ın başındaki, Avrupa Birliği’nce desteklendiği söylenen Mustafa Akıncı’nın, açıkça, “Artık yavru vatan olmak istemiyoruz!” demesinin ne anlama geldiğini anlamak mı istemiyoruz yoksa?

Kıbrıs tarihini bilen herkes şu sonuca kolayca varmaz mı?

“Hem Türkiye, hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kaybedecek kapalı kapılar ardındaki bu son pazarlıklarda, durum öyle görünüyor. Çözüm dedikleri birleşik yapıyla Kıbrıs Türk’ü, yeniden eski günlerine dönecek, topraklarını verecek, vatanında kiracı konumuna düşecek, bağımsızlığını yitirecek, ikinci sınıf vatandaş sayılacak, aşağılanacak, vatanında el olacak, en sonunda da göçe zorlanacak... Garantör devlet özelliği yitirtilecek anavatanı, ondan koparılacak... Yalnız bırakılacak...”

Emekli Kurmay Albaylar Ömer Lütfü Taşçıoğlu ile Ümit Yalım, Girit’in yitirilmesini anlatırlarken (Ulusal Kanal) şöyle diyorlardı geçenlerde:

“Adamlar (Yunan), 143 yıl sabredip Girit’i alıyorlar. Biz 43 yıl bile sabredemedik, Kıbrıs’ı kaybediyoruz!”

Yine aynı yayında açıklamışlardı. Rum tarafıyla müzakere sürecini Türkler adına Özdil Nami yürütüyormuş, bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz diye sormuş sonra yanıtlamışlardı:

“Özdil Nami’nin dedesi 1963 olaylarında Türklere karşı casusluk eden Kamil Nami’dir.” (Bunu duyunca aklımıza Menemen’de Kubilay’ı kesenlerin torunlarının yıllar sonra nasıl Cumhuriyet’imizden intikam aldıkları, devletimizi yıkmak için nasıl çalıştıkları geldi, içimiz yandı. ) Sonra eklemişlerdi:

“Kıbrıs’ta yetmiş beş bini aşkın şehit kanımız var. Bu topraklar ata toprağıdır. Bu toprakları peşkeş çekmek o kadar kolay olmayacaktır.”

Öyle de, “Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Suriye’deki vatan toprağını bir gecede nasıl terkettik, hem de bu terkedişi başarı diye bu iktidar ve yandaşları bize nasıl yutturmaya kalkıştılar yoksa unuttunuz mu?

Her mücadele kahramanıyla kazanılır. Önderlerin üstün özellikleri toplumları başarıya götürür. Ya bir kıtlık yaşanıyorsa bu konuda, toplum bağrından elinde bayrak önde gidecek, yol gösterecek, halkıyla bütünleşip direnecek önderini çıkaramıyorsa... Güç ulustaysa... Her bireyin tek tek önder olması gerekiyorsa...
Tıpkı günümüzdeki anavatanla yavru vatanın durumu...

Kıbrıs her gün yazılmalı, her gün anlatılmalı ama kime diyorsunuz bunu?

Ülkemiz, kaynayan kazan. Karşı devrimin elinde kılıktan kılığa sokuluyor, on dört yıldır ele geçirilmiş tüm kurumlarıyla suskun, beklemede... Terör örgütünün kırımları, her gün tuzaklanan bombalarla, keskin nişancı kurşunlarıyla arkadan sinsice vurulan askerlerimize, polisimize, korucumuza sahip çıkılıyor mu ki Kıbrıs’a çıkılsın? Bu duyarsızlık ortamında Kıbrıs’ı kim düşünecek?

Kıbrıs denilince ilk akla gelen ad, ikincisi pek kullanılmayan iki ön adıyla birlikte yazarsak, “Rauf Raif Denktaş”ı son yıllarında nasıl üzdüler, nasıl acılarla göçtü dünyadan biliyorsunuz.

Rauf Denktaş, Kıbrıs mücahidi, KıbrısTürk’ünün mücadeleci büyük önderi, bağımsız Kıbrıs Türk devletinin kurucusu, bu devletin ilk cumhurbaşkanı, halkının başöğretmeni, hukukçu, yazar, gazeteci, fotoğrafçı, bir bilge kişilik...

Rauf Denktaş son nefesinde, yaşamı boyunca emek verdiği davasıyla ilgili vasiyet eder gibi şu sözü söyler: “Söyleyin onlara, burası bağımsız bir cumhuriyettir!”

Rumlarla, Avrupa Birliği ile son nefesinde bile savaşmakta, kurduğu devletin bağımsızlığını savunmakta...

Oysa şu an Kıbrıs’ta geldiğimiz yer, Ahmet Takan’ın (Ocak 2016) yazısındaki gibi:

“Başkanlık uğruna Doğu – Güneydoğu gitmiş, Kıbrıs da gitse ne olur? Yes be annem!.. Lefkoşa’yı Mersin’e, Girne’yi de Adana’ya taşırız. Hep beraber afiyetle yeriz. Olur biter. Sorun yok!..”

Bu sözler de, “Yes be annem”cilerden sonra sürdürülen müzakereler için Rauf Denktaş’tan son uyarı sözleri:

“Rum ne isterse bize de uygulanır. Hiç başka formül aramasınlar. Aynı tuzağa ikinci kez aptallar düşer.”
*


Rauf Denktaş’ın kısaca yaşam öyküsünü yazarsak:

1924 yılında Kıbrıs’ta, Baf’ta doğdu. İlkokulu, ortaokulu İstanbul’da, Arnavutköy Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okudu, liseyi Kıbrıs’ta bitirdi. Daha sonra bir kaç yıl, başta öğretmenlik olmak üzere değişik iş ve mesleklerde çalıştı. Hukuk eğitimini İngiltere’de görerek avukat çıktı, Kıbrıs’a döndü. Önce avukatlık, sonra savcılık yaptı. Bu yıllarda (1948) Kıbrıs davasıyla ilgilenmeye, Türk toplumunun sorunlarını seslendirmeye başladı. Dr. Fazıl Küçük’le birlikte halkını örgütledi, yol gösterdi, bilinçlendirdi... Kıbrıs Türk’ünün çıkarlarını korudu, bu yüzden sürgüne de gönderildi. Adaya girişi Makaryos döneminde yasaklandı (1964). Bir ara tutuklandı. Sonra, Türkiye’nin baskısıyla serbest bırakıldı. Kaç kez Türkiye’ye gelerek Türk yetkililerle görüştü, Kıbrıs’a asker çıkarılmasını istedi, canını ortaya koyarak Kıbrıs’ta Türk silahlı direnişini de (TMT) örgütledi.

Rauf Denktaş’ın ilk gençlik yıllarından başlayarak tek bir ülküsü vardı: Kıbrıs’ta Türklerin bağımsız bir devlet kurmaları, özgür olmaları...

1970’de Türk Cemaat Meclisi Başkanı seçildi. 1974 Barış Harekatı’ndan sonra Kıbrıs’ın değişmez lideriydi. Önce Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) başkanı, sonra bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada sürüp duran müzakerelerde Rumlar tarafından istenmeyen adamdı. Rumlarca, çözümün, daha doğrusu Türklerin hakkını masa başında ellerinden almanın önünde engel görülen, direnen, yenilmeyen, baskılara boyun eğmeyen Denktaş, Ecevit’le başlayan yeni süreçte Türkiye’nin de desteğiyle AKP iktidarına kadar sarsılmadan görevini sürdürdü. Batı’nın ambargolarıyla bunaltılan, tanınması engellenen devletinin sorunlarıyla boğuştu. Kanla, irfanla (bilgiyle) kurulan Türk devletini, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni korudu.

Sonra işler geldi dayandı Annan planına. AKP iktidarının ikinci yılında bu plan için Kıbrıs’ta iki taraflı halk oylaması yapıldı. Rauf Denktaş doğal olarak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni koruma adına, Kıbrıs Türklerinin çıkarları adına bu plana karşı çıktı:

“İngiliz, ABD ve AB’nin çıkarları için uyumsuzluğun referandumunu yaptırıyorlar. Annan Planı ile uyumsuzluğu referanduma sunmuşlar.”
diye açıkladı bu oylamada dönen dümeni.

Annan planı, baskı altına alınan Türklerin evet demesine karşın Rumların hayır oylarıyla ortadan kalktı.

Bu planın halk oylamasından hemen sonra ortalığa dökülen, bir şekilde kayda alınan, AKP iktidarının başınca KKTC’nin başbakanı Talat’a söylenen sözleri biliyorsunuz. Yeniden anımsatırsak:

“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”

“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”

“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."

“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”


Rauf Denktaş, 2005’ten sonra Cumhurbaşkanlığından çekildi. Kendisinden sonra Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada yine de boş durmadı. O yıllarda Ermeni soykırımı yalanına karşı kurulan Talat Paşa Komitesi’ne başkanlık etti. İlerlemiş yaşına karşın bu örgütün düzenlediği bazı gösterilere sağlığını hiçe sayarak katıldı.

Rauf Denktaş’ın ellinin üstünde kitabı vardır. İşte birinin adı: “Kıbrıs Girit Olmasın”. Çektiği fotoğraflarıyla sergiler açmış, televizyonda program yapmış (Denktaş’ın Gündemi), Türk tezini anlatmak adına bir televizyon dizisinde (Kurtlar Vadisi) rol almıştır.

İnançlı, imanlı bir adamdı Denktaş. Şu sözü, sırası gelince konuşmalarda hep yinelediğim, yazdığım, herkese anlattığım, çok sevdiğim bir bilgelik sözüdür:

“Hayatın üç günden ibaret olduğunu anladım.” der Denktaş. Arkasından açıklar:

“Birinci gün, bütün geçmiş günler.

İkinci gün, yaşadığımız bugünkü günler.

Üçüncü gün, yarın.”


Sözü burada bırakmaz. Öğüdüyle bitirir:

“Ancak yarının da gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu üç günlük hayat, bizi sarhoş etmemeli. Görevimizi unutturmamalı.”

Günümüzün açgözlü siyasetçilerinden çok ayrı bir kişilikti. Bakınız ne diyordu:

“Kendinize, ailenize, cemiyetinize, milletinize faydalı olacak şekilde yaşayınız.”

“Dünya âhiret için bir tarladır.”

“İsraftan kaçınınız. Hesabını bilen bir kişi olarak yaşayınız.”

*

Son yıllarında bedensel olarak güçsüzdü, Kıbrıs Türk’ünün büyük atası hastaydı, duyuyorduk... Beyin kanaması, felç geçirdi (Mayıs 2011)... GATA’da (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) tedavi edildi. Sonra Kıbrıs’a KKTC’ye gitti, “YDÜ” (üniversite) hastanesinde yeniden ameliyat geçirdi (Eylül 2011). Bunları atlattı, en son 8 Ocak 2012’de, Kıbrıs’ta hastaneye kaldırıldığı haberini aldık, 13 Ocak’ta da yaşamını yitirdiğini, sonsuzluğa göçtüğünü öğrendik...

Anavatan Türkiye’de ve Yavru Vatan Kıbrıs’ta ulusal yas ilan edildi.

Gömüt yeri olarak O’na, Lefkoşa Cumhuriyet parkını seçtiler.

Sokaklara, caddelere, alanlara sığmayan bir kalabalıkla, askerler arasında, sevgiyle, saygıyla, gözyaşıyla uğurlandı (17 Ocak) ... İki bayrakla sarılıydı tabutu.

Yaşarken, üç evlat acısı yaşamış Denktaş. Oğlunun dediğine göre acılarını yaşayamadığı, Kıbrıs davasıyla uğraşırken cenazelerine bile katılamadığı çocuklarının yanına gömülmek istermiş. Bir kızını küçücükken, iki oğlunu da, daha sonra, birini sekiz yaşlarında bademcik ameliyatında, diğerini de yetişkinlikte trafik kazasında yitirmiş.

Kıbrıs’a gittiğimizde Kıbrıs’ın hiçbir yerini görmesekte, tek görmek istediğimiz yer Rauf Denktaş’ın gömütüydü. Yaşarken göremediğimiz o büyük Türk’ü yattığı yerde ziyaret etmek, huzuruna varmak istiyorduk...

Kıbrıs ata toprağındaki, Cumhuriyet parkı içindeki son durağını merak ediyorduk açıkçası...

Yaşarken, “Kim demiş?” diyerek şiiriyle bile hesap sormuş, bu topraklar için, Türk düşmanlarına hep kafa tutmuştu:

“Kim demiş ki benim için bu beldede âti yok, / Kim demiş ki bu toprakta Türk oğlunun hakkı yok? / Bu diyarlar sizin için etmez diyen cahil kim? / Haykırırım cevap versin bizi fazla gören kim?”

O günü, gördüklerimizi sırasıyla anlatmalıyım:

Girne kapısında, Gönyeli yönüne giden otobüs – dolmuş bekliyoruz. Sedat’la orada tanıştık. Kıbrıslı. Aslan gibi bir genç. Bir şirkette şoför. Kendini “kaptan” olarak tanıtıyor, bizim Türkiye’den geldiğimizi, hele hele Denktaş’ın mezarına (gömüt) gittiğimizi duyunca çok yakınlık gösteriyor. Boş günüm olsaydı sizinle gelirdim ama sizi tam parkın hizasında, anayolda indireceğim, hiç yürümeden, yalnızca karşıya geçerek oraya gideceksiniz, diyor.

Bir de, “Barbarlık Müzesi’ni görün,” diye uyarıyor bizi ama ne yazık ki oraya gidemiyoruz o gün.

Otobüste konuşuyoruz, son siyasi gelişmelerden, Türk adalarının uğradığı Yunan işgalinden, Kıbrıs pazarlıklarından...

Sedat bilgili, güvenli, Sedat’ın başı dik:

“ Kıbrıs ayrı... Burayı kimse öyle kolay kolay gözden çıkaramaz. Kıbrıs’a hakim olan, bölgenin, Akdeniz’in, buraların hakimidir.”

Otobüsten tam yerinde bırakıyorlar bizi. Ortası bölünmüş, yeşillendirilmiş, vızır vızır işleyen otoyoldan binbir güçlükle geçip Cumhuriyet Parkı’na ulaşıyoruz. Bir anıtın önündeyiz. Yoksa burası mı mezarı diyoruz önce, şaşkın şaşkın.

Şehitler Abidesi ve Atatürk Anıtı Lefkoşa’nın ulusal tören yeri imiş. Atatürk anıtının her bir yanına konan yazılar özenle seçilmiş, en güzel Atatürk sözleri:

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” “ Türk, öğün, çalış, güven!” “Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” “ Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Park, düz bir alanda, seyrek ağaçlıklı bir yer. Asırlık, yaş yaşamış, dalları göğe direk ağaçları yok. Bir bakışta her yanını görüyorsun. Önce gömütün nerede olduğunu anlamıyoruz, yalnızca epeyce ötede çevresi alçak boylu koyu kahverengi parmaklıklarla çevrili küçücük bir yer, karaltı gibi gözümüze çarpıyor.

Toprak yoldan gidiyoruz, yaklaşınca minicik bir bekçi kulübesi, önünde bir araba, az ötesinde yerleşim yerleri, evler...

Parmaklıkların ortasında, yerde, ortada, küçük, üstü yazılı, bir mermer taşlı mezar. Üstünde iki çelenk duruyor. “Engelliler Günü” nedeniyle konmuş, yazısından öyle anlıyoruz.

Herhangi bir yerdeki bir köy mezarı gibi. Sıradan, gösterişsiz, özentisiz... Yalnız... Belki biraz da garip...

Parktaki yol kıyısından, çevresi parmaklıklı bu yere gelmek için bir kaç metrelik bir yeri geçiyorsun. Bu yer, mezarın dış çevresi, yani bir küçük bahçe büyüklüğündeki bu yer, uzaktan yemyeşil çimle kaplı gibi görünüyor.

Bir üstüne basıp ilerliyorsun ki, ayağının altı naylondan. Halı sahaların kandırıcı naylon çimeni bir karışlık bu yere de döşenmiş. Hemen bir iki metre ötesi, kara toprak, kıraç toprak zaten... Sanki doğru çimen ekilse, bakılamaz, sulanamazdı... İç alana çiçekler ekilemezdi... Bir dal yaseminden başka çiçek ekilmemiş...

Köşelerde yeni dikili bir iki selvi... Naylon sahte çimene inanamaz gözlerle bakıyorsun... İçin cız ediyor, sabahtan beri zorla tutulan gözyaşların sel olup akıyor...

Ne parkta, ne ötede, ne beride tek bir insan görmeden oradan ayrılıyoruz.

Başımız eğik, gönlümüz buruk...
*

2012 yılında, ölmeden az önce, bir söyleşide, Türk gazetecisine (Nur Batur) şunları demişti Rauf Denktaş:

“Türkiye, Kıbrıs için, “Bu benim milli davamın temelidir. Esasıdır. Ben bundan ayrılmam. Vazgeçmem” demeli.”

Görünen o ki, bir mezar bakımını, çevresini yeşillendirmeyi, otunu kesip biçmeyi, canlı tutmayı bile çok görmüşler Kıbrıs’ın büyük Türk’üne, atasına...

Acaba bu benim milli davam der mi Kıbrıs’a, Türkiye’yi bugün yönetenler?

Diyebilirler mi?

Diyecekler mi?

Dedirtecek miyiz?

Feza Tiryaki, 29 Mayıs 2016
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 986
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x