Hangisi daha kötüdür, bilemiyorum: Başkalarının uydurduğunu yinelemek mi, yoksa bunlara tüm benliğiyle inanmak mı¿?
Sıralayalım:
- Kemâlizm ya da benim kullandığım ve anladığım adıyla Mustafa Kemâlcilik, görünüşe göre Mazlum Milletler ile ilgilenmemiş. Hatta dünya, küreselleştiği için topyekûn Mazlum Milletler'e saldırmış. Öyle mi¿?
- Mustafa Kemâl hareketi "minimalist"miş. Bu durumda hayâlperest Enver Paşa da "maksimalist" ilân edilebilir. Bu aslında Yalçın Küçük'ün çok bilmiş bir yaklaşımıdır, başkaları da ondan alıntılayabilir. Mustafa Kemâl, ordularını Türkistan'a ilerletmediği gibi Musul'u da almamıştır. Mustafa Kemâl küçük düşünmüştür. Bundan doğacak sonuç ise "yetersizlik"tir ve muhtemelen kelbî bir tâbirle, Mustafa Kemâl'in "korkak" olduğu noktasına kadar gider. Öyle mi¿?
- Anti-emperyalist olmak yetersizdir; Türk dünyasına açılmalıyız, mazlumlarla ilgilenmeliyiz, yaşasın Turan! Öyle mi¿?
1) Anadolu Müdafaası: Zalimlere karşı mazlumların ilk savunma cephesi!
"Türkiye'nin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir." (1922; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 40)
“Milli sınırlarımız içerisinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz. Bu yasal emelimize ulaşmak için uğraşıyoruz. Şu kutsal savaşımlarda ulusumuz, İslamın kurtuluşuna, dünya mazlumlarının refahını artırmağa hizmet etmekle gururludur...”
(1921, Abilov'a; O. Koloğlu , Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi Ankara 1979., s.40)
“Efendiler! Ümid ederim ki, uygun bir barış yapılmasından sonra durumumuz iyi yönetilirse hudutlarımızın içindeki durumumuzdan daha iyi olur. Bu noktada bir düşüncemi açıklamak istiyorum. Toplumuz için çizdiğimiz sınır dışında kalan dindaşlarımızla, bu saygıdeğer kardeşlerimizle aynı sınır içinde yüzyıllardan beri vatandaşlık ettik. Bu kardeşlerimiz her tarafa, Suriye’de, Irak’ta Yemen’de, Doğuda kendi içlerinde varlıklarını korumak ve bağımsızlıklarını sağlamak için çaba harcıyorlar. Tüm bu İslam parçalarının bağımsızlığa ulaşabilmeleri, İslam dünyası için ne büyük bir mutluluk olur. Bunun gerçekleşmesiyle İslam dünyasının durumunun ne denli güçleneceğini şimdiden canlandırmakla pek büyük bir mutluluk duyuyorum. Düzeleceğine kuşkumuz kalmayan İslam dünyasının başarısını o denli sağlam görüyorum ki, bu imanla düşüncelerimi açıkladığımdan dolayı duyduğum vicdanı zevk pek büyüktür.”
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri-II,s.15; Nutuk -III, İstanbul 1973, s.1189,Belge 220.)
“Bugün, ufukta güneşin doğduğunu nasıl görüyorsam, Uzaktan bütün Doğu uluslarının uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüklerine kavuşacak olan daha çok kardeş ulus vardır. Onların yeniden doğuşu, kuşkusuz ki, ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu uluslar, bütün güçlüklere, bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen bağımsızlığa kavuşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünde yok olacak ve yerlerine ulusların aralarında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeden yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”
(1933; M. Gönlübol –C. Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası(1919-1938), Ankara 1997 ,s.145)
“Bu gün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostluğumuzun yönetiminde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak.”
(1933; İsmet BOZDAĞ; ATATÜRK’ün Evrensel Boyutları, Ankara 1988, s. 115.)
Bu pek "
minimalist" yaklaşımları ortaya koyan örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir.
2) Mazlum Milletler dün de vardır ve her zaman saldırı altındadır. Dünya küreselleşmeden önce,
yalnızca İngiliz İmparatorluğu'nun yaptıkları dahi yeterince açıktır.
3) Yeni bir olgu olmayan bu saldırılarda, Mazlum Milletler'in savunuculuğunu Mustafa Kemâl hareketi üstlenmiştir.
“Asya’nın üç yüz milyonluk mazlumları, emperyalist memleketlerin zulüm altında inleyen sınıfları hep bizimledir. Dünyanın her tarafında, her köşesinde bizim müttefikimiz ve dostlarımız var. ”
Mustafa Kemâl - 15 Temmuz 1920 / Hakimiyet-i Millîye
“… artık dünya iki büyük ordugâh haline dönüşmüştür: Bir tarafta zalimler ve kapitalistler (anamalcılar), diğer tarafta mazlum ve bedbahtlar dünyası... ”
Mustafa Kemâl - 23 Temmuz 1920 / Hakimiyet-i Millîye
4) Dünkü saldırılar, çoğunlukla askerî işgâl temeline dayanır. Bugün ise, iktisadî ve siyâsî işgâl hamleleri yetersiz kaldığında, emperyalist devletler, gücü yettikleri yerleri askerle işgâl etmektedir.
5) Anti-emperyalist olmak, zaten emperyalistlerin ezdiği mazlumların yanında olmak, bağımsızlıklarını, birliklerini ve refahlaranı savunmaktır. Türk dünyası da mazlum milletler kapsamında olduğuna göre, anti-emperyalizm yeterlidir. Yeter ki doğru tanımlanabilsin.
6) Mustafa Kemâl, herhalde Mazlum Milletler'e öncülük yaparken, evvelâ kendi yurdunun bağımsızlığını, bütünlüğünü ve refahını sağlamaya çalıştığı için minimalist oluyor. Mustafa Kemâl ne kadar dar bir düşünceli biriymiş!
Elde avuçta bir şey yok, milletin yüz yıldır savaşmış, kan dökmüş, şehid olmuş, fakr-u zaruret içinde bîtap düşmüş. Ne yapacaktı ya¿?
Fakat Mustafa Kemâl ve hareketine dar düşünceli ve yetersiz diyenler, Mustafa Kemâl'in, Musul'u İngilizler'e armağan olarak verdiğini iddia edebiliyor. Hatta öyleki, Mustafa Kemâl'i İngilizlerin adamı olarak göstermeye çalışacak kadar köpekleşiyorlar.
7) Türk birliği, Türk devletlerinin tek çatı altında toplanarak, tek bayrak ve tek lehçe ile bir devlet olması anlamındaysa, bu birçok nedenden ötürü mümkün değildir. Tarihe bakılırsa, Türkler birleşmemişler, kendileriyle savaşmıştır. Hiçbir devletin millî ferdi, kendi bayrağını, dilini, lehçesini, başkentini değiştirmez. Bu anlamda bir Turan için, emperyalist olmak gerekir, işgâl gerekir. Amaç tek bir Türk yaratmaksa da, bunun yolu en başta, ayrık Türklerin millîliğini öldürmekten geçer. Mazlum Milletler ve içinde barındırdığı Türk Milleti ile bütünleşmek bu olmasa gerekir.
Fakat iktisâdi birliktelik ve Mazlum Milletler dayanışması içinde bir birlik kurulabilir. Önce birer birer engelleri aşmak gerekir. "
Haydi birlik olalım" demekle olmaz.
8) Asıl mesele minimalist-maksimalist tanımlamalarında mıdır, yoksa gerçekçilik ve adımını sağlam atmak ile hayâlperestlik arasındaki fark mı algılanamıyor, bunu deşmek gerekir.
3. SORU. TÜRK DEVRİMİ yani mustafa kemal öncülüğünde yapılan devrim.gecikmiş bir burjuva devrimimidir?
4.kaba islamcı ve anadolu sunniciliğine yaslanan sağcılık..ekenomik, kültürel, toplumsal geri kalmışlık bir gecikmişliğin sonucumudur?
5.devlete yaslanan ve devletten palazlanan sermaye sınıfı millimidir?
6.sonuç olarak KAPİTALİZM bütünsel anlamda terkmi edilmelidir?
7. sosyalizm ahlaki bir yaslanışmıdır?
8.Türk ekonomisindeki büyüme toplumsal refahmı yaratmıştır?
Esas soru şu; daha da sıralanabilecek benzer sorun ve sıkıntıların müsebbibi Mustafa Kemâlcilik midir¿? Öyle mi¿?
HALKÇILIK İLKESİHer siyasal dönem kendisini doğuran nedenler ve koşullar ile değerlendirilir. Yakın tarihimizin adına Kemalizm dediğimiz dönemi de ancak kendisini etkileyen yurt ve dünya koşulları göz önünde tutularak nitelenebilir. Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kurulmuş; ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır.Bu savaşın ilk ve belirgin özelliği antikapitalist ve antiemperyalist oluşuydu. Atatürk birçok söylevlerinde, amacının tam bağımsız Türkiye'yi kurmak olduğunu ve bu amaçla Ankara'da bir meclis toplandığını söylemiştir. Kurtuluş Savaşı'nın amacı, siyasal, ekonomik ve askeri sömürü altındaki yurt topraklarını kurtarmak ve bu topraklar üzerinde yeni ve çağdaş bir devlet kurmaktı. Çöken ve yıkılan Osmanlı imparatorluğundan sonra kurulacak yeni devlet, aynı topraklar üzerinde ve aynı halk unsuruna dayanacağına göre halkçılığın doğduğu koşullara kısaca değinmek gerekecektir.
Meclisin Yapısıİlk Büyük Millet Meclisi açıldığında, Meclis'te yer alan meslek gruplarının dağılımı şöyleydi: (40) tüccar, (32) çiftçi, (11) gazeteci, (44) memur, (14) müftü, (13) müderris, (10) şeyh, (5) aşiret reisi ve (I) işçi milletvekili.
Doğaldır ki bu meslek dağılımı, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı'nı yürüten meclislerin sosyal kökenlerini de göstermektedir. Kurtuluş Savaşı, milliyetçi subaylar, eşraf ve memur üçlüsüne dayalı bir siyasal kadro ile yürütülmüştür. Bu sosyal yapıdaki meclislerin yurtseverlikleri, Kurtuluş Savaşı'nın kan ve ateş sınavından geçmiş, eşrafın büyük çoğunluğu Ulusal Kurtuluş Savaşma katılmıştır. Savaş yıllarında, milliyetçi subayların, eşrafın ve memurların ortak amaçları, yurt topraklarını kurtarmak olunca, bütün bu sınıf ve tabakaları birleştirmek ve bir tek ulusal amaca yöneltmek gerekiyordu. Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'ndakı ilk başarısı, bütün yurtsever güçleri bir meclis çatısı altında toplamaktı. Ancak, savaş başarı ile sonuçlanıp, sosyal devrimlere doğru yönelince, Kurtuluş Savaşı'nı yürüten eşraf, bu kez devrimlere karşı çıktı. Eşrafın, kendi egemenliğini sürdürmek istemesi de doğaldı...
İşçiler ve Köylülerİşçi sınıfı Batı'da, sanayi devrimi ile ortaya çıkmış ve bir sınıf olarak güçlenmiştir, işçi sınıfı, kendi sınıfsal çıkarı için örgütlenmiş ve bu amaçla kanlı siyasal kavgalara girişmiştir. Batı düşünce tarihi de bu sosyal mücadeleleri izlemiştir. Sanayi devriminin dışında kalmış, üstelik Batı ticari kapitalizminin pazarı olan Osmanlı toplumunda sanayi işçisinin oluşamayacağı da doğaldı. Proletaryanın oluşmadığı, güçlenmediği ve örgütlenmediği bir toplumda emekçi sınıfların gelişimi, Batıdan ayrı bir çizgi izleyecekti. Osmanlı toplumunda işçi sınıfı, köyden büyük şehirlere çalışmak için gelen köylüler ve yabancı sermayenin kurduğu fabrikalarda çalışan işçilerden oluşan dağınık ve güçsüz gruplardı. Köylüler, dirlik sahibi denilen, asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış feodal beylerin tarlalarında çalışan reayalardı. Mültezimlerin halkı ezen ve sömüren vergi düzenleri altında yaşayan toprak emekçileri de dağınık ve örgütsüzdürler. Merkezi otorite ve teokratik yönetimin yarattığı dinsel dokunulmazlık, devlete yüce bir kişilik vermiş; halk, kendi üretim gücüne yabancılaşan kaderci bir eğitimle yetiştirilmişti, İstanbul'un yaşadığı Lale devirleri, Tanzimatlar, Meşrutiyetler, Anadolu halkını ve Türk köylüsünü etkilememiş yüzeysel devrelerdi. Kurtuluş Savaşı başladığında, vergi adaletsizliklerinden, Balkan ve Dünya savaşlarından bezmiş ve yılmış bir köylü sınıfı, kendi kader çizgisi dışındaki olayları çaresiz beklemekteydi. Tanzimatların, Meşrutiyetlerin içi boş kavramları, ittıhatçı-ihtilafçı çekişmeleri ve kanlı olayların, köy yaşantısına hiçbir etkisi yoktu. Kurtuluş Savaşı sonrasında işçi ve köylüler, güçsüz, örgütsüz ve dağınıktılar. Yüzyıllarca sömürülmüş, kendisinden barışta vergi vermesi, savaşta ise şehit olması istenmiş sınıfların, kendi yarınları için savaşa girmeleri de beklenemezdi. Kurtuluş Savaşı tamamlandığında, böylesine yılgın ve perişan bir halk, milyonlarca borç, genç Türkiye'yi bekliyordu. "
Hasta Adam" böyle bir miras bırakmıştı.
Düşünce OrtamıKurtuluş Savaşı'nı yürüten milliyetçi subayların etkilendikleri düşünce ortamı, ikinci Meşrutiyetle ortaya çıkmıştı. Garpçılık, İslamcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm akımları istanbul'un aydın çevrelerinde tartışılmaktaydı. Bu akımlar, düşünce akımlarından çok edebiyat akımlanna benzemekteydi. Toplum yapısının gözlemine dayalı ulusal çözüm yolları aranmış ve tartışılmış değildi. Osmanlı aydınlarının kafaları, Batı kültür egemenliğini yansıtan köksüz ve yabancı kültürle doluydu. Edebiyattaki, şiirdeki batı taklitçiliği, düşünce akımlarını da etkiliyordu. Milliyetçi subaylar, Osmanlılığa karşı gerçekçi çözüm yolları ile yetişecek yerde, coşkun şiirler, anlamsız kavramlarla yaşatılmak istenen bir kültür dünyası ile kuşatılmışlardı.
Sınıfların güçlenip örgütlenmediği toplumlarda, sosyalizm akımlarının, dar çevrelere özgü bir salon kültürü olduğu da bir gerçektir. Meşrutiyetin getirdiği, siyasal suikastlar ve çekişmelerle dolu düşünce ortamı böylesine yüzeysel ve kısırdı. Halkın öz sorunlarıyla ilgili hiçbir tartışma ve teori, milliyetçi subayların yararlanmalarına açık değildi. Kurtuluş Savaşı'nın önderleri, yasaklarla ve yanlışlarla kuşatılmış bir düşünce ortamında yetişmişlerdi.
Köylü EfendimizdirAtatürk, bir Sovyet diplomatı ile yaptığı görüşmede işçi ve köylü sınıfları konusunda şunları söylemektedir:
"Türkiye'de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvazimizi ise, henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız. Çünkü sermayemiz yok, yabancılar bizi eziyor... Sizin Rusya'da mücadeleci bir işçi sınıfı var. Ona dayanmak mümkündür ve ona dayanmalıdır. Bizde işçi sınıfı yoktur ve köylüye göre ağırlığı azdır. Sizde endüstri gelişmiştir, bizde yok gibidir..."
Atatürk'ün bu sözleri onun gerçekçiliğini yansıtmaktadır. Örgütlenmiş ve bilinçli bir işçi sınıfı siyasal mücadeleye girmedikçe, sosyalist bir düzen kurmaya imkan yoktur. Atatürk bu gerçeği görerek köylüye ağırlık verilmesini ileri sürmektedir. Köylüye ağırlık vermek ise, yine, köyden gelen bilinçli toprak dağılımı istemleri ile gerçekleşebilir. Köylüden bu yolda bir istek ve mücadele arzusu da gelmiyordu. Üstelik Kurtuluş Savaşı böyle bir toprak dağılımına karşı olan eşraf ile kazanılmıştı.
Atatürk'ün halkçılık anlayışını kanıtlayan ilk girişimi, I925'te Aşar Vergisinin kaldınlmasıydı. Henüz 1921 yıllarında Ereğli'de çalışan işçilerin sosyal güvenliklerini sağlayan bir yasa kabul edilmiştir. 1936 yılında ise, İş Kanunu yürürlüğe kondu. Mültezimlerin,tütün reisliğinin kaldırılması, ormanların devletleştirilmesi, köylerin birleştirilmesi yolunda çalışmalar yapılması, zirai kombinaların kurulması, toprak reformu ve Köy Enstitüleri birbirlerini tamamlayan halkçılık hareketlerinin halkalarıdır. Bu arada Ziraat Bankası'nın güçlendirilerek, üreticiye kredi sağlama hizmetlerinin devletçi bir düzene bağlanması da bu halkçılık anlayışının uygulamasıdır.
Bu devrimci hareketlerin hiçbiri, tabandan gelen isteklerle yapılmış ve başarılmış değildir! Atatürk, her türlü olumsuz koşula ve özellikle Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yürüttüğü tutucu memur ve eşrafa rağmen köylünün hayat koşullarını değiştirmek için çabalıyordu. Bütün bu hizmetlerin yerine getirilmesinde devletin sınırlı olanaklarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Devletin gelirlerinin büyük kısmı Düyun-u Umumiye borçlarına ayrılıyor, köylüye yol, ışık, okul, hastane götürecek olan mali olanaklar Osmanlı borçlarını ödemeye harcanıyordu Hiçbir devrim, birkaç yılda halk kitlelerinin yaşayış koşullarını değiştiremez. Atatürk'ün halkçılık anlayışı köylünün efendiliğini amaçlayan bir devrimin ana hedeflerini göstermektedir...
ATATÜRK'ten BizeAtatürk'ün halkçılık anlayışını, Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullar ile karşılaştırmak gerekir. Bugün ilk bakışta görülen, gerçek işçi ve köylü sınıflarının bilinçlenip, kendi sınıfsal çıkarları için savaşa girmiş olmalarıdır. Kemalizm'in amaçları, bu gerçeğe göre yeniden değerlendirilmelidir. Artık devrimci uyanış, gerçekçi bir devrim yolu izlenmesine elverişli koşulları beraberinde getirmiştir, işçi-köylü ve asker-sivil aydın kenetlenmesine dayalı bir devrimci birleşim Kemalizm'in sosyal amaçlarını gerçekleştirir. Bu yapılmadıkça, yirminci yüzyılda daha nice yıllar kaybederiz. 1920 yılında Atatürk'ün devrimci Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt. şunlan söylüyordu: "
Efendiler, memleket demek, o memleketin iktisadiyatı demektir. Hiçbir zaman o memleketin yalan yanlış politikacısı demek değildir. Fakat o memleketi, sapanıyla, elindeki o mübarek çekiciyle çalışan demircisi, çiftçisi temsil eder. Zavallı halk, Kanun-u Esasilere rağmen esirdir, yine inlemektedir, yine aç sefildir..."
Elli yıl önce söylenmiş bu sözlere, bugün de katılmanın acısı devrimci aydınların; utancı ve sorumluluğu ise, Atatürk'ten sonra Türkiye'yi yönetenlerindir...
(Cumhuriyet / 15 Kasım 1970; Uğur MUMCU; Suçlular ve Güçlüler, 11. bas. 1979, s. 102-107.)