Yeşil Devrim/Can GÜÇLÜ

Yeşil Devrim/Can GÜÇLÜ

İletigönderen Can Güçlü » Pzr Haz 02, 2013 18:02

Küçük bir park eylemi yurt çapında hükümet karşıtı bir eyleme dönüştü. Türkiye, en ufak muhalif gösterinin polisin yoğun baskısıyla karşılaşmasına çoktandır alışmıştı. Son zamanlarda yalnız muhalefet değil, her türlü asayişsizlik, onaylanmayan yöntemlerle çözülür hale geldi. Örneğin futbol taraftarlarının gösterileri de son zamanlarda gaz bombalarıyla engellenmeye başlamıştı.

Hal böyleyken, hükümetin kentsel dönüşüm adı altında İstanbul'un sevilen parklarından birini ortadan kaldırma tasarısına önce küçük bir küme(grup) karşı çıktı ve yıkılacağı belirtilen Taksim Gezi Parkı'na kamp kurdu. Belediyenin yıkıma başlama girişimlerinin, BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder'in dozerlerin altına yatması ile engellendiği haberi verildi.

Polis, 29 Mayıs’tan itibaren etkin müdahaleye hazırlandı. Gezi Parkı'ndan ilk görüntüler; bir doğal varlığı korumaya çalışanlar ile görev sebebiyle alanda bulunan polislerin ufak sürtüşmelerini yansıtıyordu. Asıl müdahaleler 30 Mayıs sabahı gerçekleşti. Polis, kampa gaz bombalarıyla saldırdı ve nihayetinde bazı çadırları ateşe verdi.

Bunun ardından özellikle sosyal medyada konuya ilgi çekildi; en ilgilisinden en ilgisizine herkes Gezi Parkı'nda halkla polisin çatıştığı haberini yaydı ve herkes Taksim'e, halkına zulmeden polisle mücadeleye çağrıldı. Çağrıya cevap gecikmedi. Yalnız Taksim'de ve yalnız İstanbul'da değil, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde birçok gösteri yapıldı; göstericiler polisle karşı karşıya geldi.

Çatışmalar, ki polis ve halk arasındaki donatı farkından dolayı bu ne kadar çift taraflıdır bunu bilmek zor, gecenin geç saatlerine dek devam etti. Sosyal medyada ve bazı muhalif gazetelerle televizyonlarda sürekli yayın yapıldı ve verilen haberler şehir içi bir asayiş sorunundan çok kapsamlı bir izlemle(stratejiyle) girişilmiş bir savaşımı ifade eder gibiydi. Pusuların kurulduğu, taktik geri çekilmelerin yapıldığı, bölge bölge işgal/direnişin sürdüğü gibi ifadeler birkaç saat içinde sanki herkesin diline yerleşti.

Kullanılan sloganlar önce Diren Gezi Parkı, Her yer Taksim her yer direniş gibi çıkış noktasına bağlı nitelikteyken, hızla Hükümet İstifa gibi siyasi renkte sloganlar kullanıma girdi. Artık mücadele çevrecilerle belediye arasında değil, her türlü muhalifle hükümet arasındaydı.

Verilen haberler arasında, polisin insanların kafasına nişan alarak bomba atışı yapıyor olduğundan tutun, panzerlerden sıkılan suyun göstericiyi engellemek değil de öldürmek istercesine sıkıldığına kadar pek çok zulüm örneği yer alıyordu. Yayılan izlenceler(videolar) kâh gaz bombalarından kaçışan insan öbeklerini, kah yaralanmış, kanlar içinde yere yığılmış göstericileri belgeliyordu.

Ölüm haberleri doğrulanamıyor; bilgi kirliliği ve kargaşa gecenin geç saatlerinde doruğa ulaşıyordu. Yaralılar için yardım çağrıları internette boş koğuşta yankılanan damla sesi gibi yığıldıkça yığılıyor, gözaltına alınanlar için avukatlar seferber oluyor, eylem alanlarında kaybolan çocuklar bir anda göstericilerin önceliği haline geliyordu.

Türkiye'nin en bilindik yerleri yüksek bütçeli bir korku filmini andıracak hale gelmişti; herkesin aşina olduğu mekanlar moloz, kalıntı ve enkazla makyajlanmış; binalar ve sokaklar senaryoya uygun hale sokulmak için hırpalanmış gibiydi.

1 Haziran sabaha karşı kolay unutulmayacak bir fotoğraf internete yayıldı. Binlerce insan uyum ve düzen içinde Boğaziçi Köprüsü'nü geçiyordu, arkalarına sökmekte olan şafağı almışlardı.

Aynı gün çatışmalar çoğalarak sürdü. İstanbul'un yanısıra Ankara ve Eskişehir de büyük çatışmalara sahne oldu. Kızılay Meydanı sis bulutlarıyla kaplandı. Yine 1 Haziran'da göstericiler Türk Bayraklarını arttırdı, eylemlerin ulusalcı çizgisi biraz daha belirgin hale geldi. Mustafa Kemal'in askerleriyiz, Türkiye laiktir laik kalacak gibi alışıldık sloganlar yaygınlaştı.

Uzun lafın kısası, Türkiye, izleri çabuk silinmeyecek ve yankıları uzun süre hissedilecek bir deneyimin tam ortasındaydı.

Peki bu deneyimin unsurları; yani katılımcılar, göstericiler, halk; hangi amaçla sokağa dökülmüştü ve hangi dürtüyle mücadeleye atılmıştı?

Katılımcılar iddia edildiği kadar çeşit çeşitti. Liberal dernekler ve CHP, MHP ve TKP, TGB ve BDP aynı harekette buluşmuştu. Kısa süre önce yaşanan 1 Mayıs, Reyhanlı gibi acı olaylar için gösterilmeyen ilgi Gezi Parkı için gösterilmiş; yolsuzluklara ve ulusal varlıkların satımına karşı kurulamayan muhalefet Gezi Parkı aracılığıyla kurulmuştu.

Eyleme en kuvvetli destek Batı'dan geldi. ABD demokrasi ağının vazgeçilmezi Uluslararası Af Örgütü, 30 Mayıs’ta yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Uluslararası Af Örgütü, İstanbul’un merkezindeki bir parktaki barışçıl eylemcilere karşı biber gazı dahil orantısız güç kullanımı konusunda endişelenmektedir. (…) Herhangi bir topluluğu dağıtma kararı, ancak son çare olarak, gereklilik ve ölçülülük ilkeleri dâhilinde alınmalıdır. (…) Uluslararası Af Örgütü, yetkililerin, aşırı ve gereksiz güç kullanım söylencelerine yönelik acil, bağımsız ve yansız bir soruşturma açmaları ve keyfi ya da art niyetli güç kullanan görevlilerin yargılanmaları çağrısında bulunmaktadır. Uluslararası Af Örgütü, aynı zamanda yetkililere, eylemcilerin barışçıl toplanma ve ifade özgürlüğü haklarını güvence altına almaları çağrısında bulunmaktadır.”

İngiliz The Guardian gazetesi 31 Mayıs günü iki önemli şeye dikkat çekiyordu:

Birincisi, Brüksel’deki AP üyelerinin alarma geçerek AB’nin müdahil olması girişimlerini başlattığı; ikincisi de bir ABD Dışişleri sözcüsünün şu sözleriydi: “Kesinlikle dünya çapında barışçıl protestoları destekliyoruz, tıpkı bu örnekte olduğu gibi.”

Aynı gün, aynı gazetenin Richard Seymour adındaki yazarı, makalesinde şu sözlere yer verdi: “İşgal-et benzeri bir hareket İstanbul’da baş gösterdi. (…)Polis, tıpkı ABD’deki polisin İşgal-et(Wall Street’i İşgal Et) göstericileriyle mücadele ederken yaptığı gibi, saldırmak için her sabahın erken saatlerine dek bekledi. Göstericilerin uyudukları çadırları ateşe verdiler ve onları biber gazı ile göz yaşartıcı gaz duşuna tuttular. (…) Park ve etrafındaki alan hala kapalı ve hala gaz bulutları altında. (…)Bu, küçük bir park için kurulan mücadelenin hükümet için bir acil durum haline gelmesine sebep olan bağlam; ve olası bir Türk Baharı için de temeldir.”

Uluslararası Af Örgütü, 31 Mayıs’ta bir açıklama daha yaptı. Avrupa Birimi Müdür Yardımcısı John Dalhuisen; “Herhangi bir barışçıl eylemi zorla dağıtmak ancak bir son çare olarak kullanılmalıdır ve polis müdahalesi daima ölçülü olmalıdır.” diyordu.

Yabancıların kurdukları bağlar ilginçti. Eylemlerin yalnız Gezi Parkı için olmayıp yakın geçmişin bir deneyimi olarak 1 Mayıs 2013’te halkın gördüğü baskıya cevap niteliği taşıdığını özenle vurguladılar. Seymour, makalesinin hemen başında gerçekleştirilen eylemin bir işgal et yani occupy eylemi olduğunu söylüyordu. Bu tabir, daha önce ABD’deki Occupy Wall Street yani Wall Street’i İşgal Et eyleminde kullanılmış; bu eylemin kuşkulu bağlantıları gazetecilerin dikkatini çekmişti.

Sosyal medyada yabancı basının izlence ve haberleri paylaşım üstüne paylaşım aldı. Yurtdışında yaşayan Türkler de giysilerine yapıştırılmış “Türkiye’yi İşgal Et!” şeritleriyle fotoğraflar çektirdi. Yabancıların işgal et sloganı eşliğinde Yalnız Değilsin Türkiye iletileri gönderdiği kaydedildi.

1 Haziran’da, CNN International, verdiği haberde eylemlerin uluslararası haklılığına(meşruluğuna) vurgu yapıyordu:

“Protestocular Facebook ve Twitter aracılığıyla bir araya geldiler ve Perşembe gecesi parktaki insanların sayısı binlere ulaştı. Protestoları son hükümet politikalarına karşı resmi olmayan bir referanduma dönüştü.

Geçtiğimiz Pazartesiden beri gösteriler arttı. Halkın teklif edilen projeye, polisin biber gazı müdahalesine feryadı daha çok insanı parka çekti.”

CNN’in aktarımıyla, gazeteci Michelle Demishevich: "Bu başkaldırı, artan yasaklara karşı bir protestodur. Belki Arap baharını gördüğümüz gibi, bu da Türk baharı olacak.” diyordu.

Fransız Le Monde’un haberine göre, Suriye İstihbarat Bakanı Omran Al-Zoubi, “Türk halkının talepleri böylesi bir şiddeti gerektirmemektedir ve eğer Erdoğan şiddet dışında yollara başvuramıyorsa, istifa etmelidir. Erdoğan’ın barışçıl eylemleri baskıladığı gerçeği, kendisinin gerçeklikten ne denli kopuk olduğunu kanıtlamaktadır.” diyordu.

Washington Post da 1 Haziran günkü haberinde şunları söylüyordu: “Park gösterileri, yükselmekte olan bir otorite olarak görülen ve mahkemenin park yıkımına geçici duraksama kararı vermesine rağmen Türkiye’nin diğer şehirlerine yayılıp, Erdoğan’a karşı büyük bir gösteriye dönüştü. Bir insan hakları grubu geçtiğimiz akşam yüzlerce insanın polisle yaşanan arbedede yaralandığını söyledi.”

1 Haziran gecesi çatışmalar önceki geceyi aratmayan bir şiddet ve yoğunlukta sürdü. Seyyar revirler kuruluyor, Tıp Fakültesi öğrencileri kollarında sıhhiye bantlarıyla yaralı eylemcilere müdahale ediyordu. Eylemcilerin internete verdikleri haberlerden birinde, yaralılar için ambulans istendiğinde hastanenin “Devletin polisine karşı çıkıyorsunuz, yollamayacağız,” dediği aktarılıyordu.

Ertesi sabah yayılan bilgiler; iki günlük olaylar içinde bilgi kirliliğinin ne düzeyde olduğunu gösteriyordu: Sabaha karşı köprüyü yürüyen halkın fotoğraflarının sahte olduğu belirtiliyor; ölüm haberlerini kanıtlamak için kullanılan fotoğraf ve kimlik bilgilerinin başka olaylardan, hatta yurtdışında yaşanan bazı olaylardan alındığı ifade ediliyordu. Yine sosyal medyada sokaklara dökülen halkı huzursuz etmek için, zayıflatmak için veya sadece eğlenmek için, konuyla alakasız fotoğrafların kullanılarak ölen direnişçiler yaymacasının yapıldığı ortaya çıktı.

Alman Deutsche Welle gazetesi, 2 Haziran’daki Almanca haberinde eylemcilerin ağzından yayın yapıyor gibiydi: “Göstericilerin hedefi Erdoğan! Erdoğan’a yönelik küfürlü grafitiler göze çarpıyor. ‘Devrim’ kelimesi de her yerde görülüyor.”

Almanca haberdeki şu paragraf dikkat çekti: “Kürt taraftarı parti BDP de parka geldi ve ‘Farklı halkların kardeşliği’ şeklinde haykırdı. Kalabalığın geri kalanı da onlara neşe içinde bağırdı, alkış tuttu.”

DW’nin İngilizce yayınında ise, eylemcilerin “Tayyip biz buradayız, sen neredesin?” diye haykırdığı aktarılıyordu. Aynı habere göre Türkiye’nin eylemlere tepkisi, Batı’dan büyük tepki çekmişti. AP Başkanı Martin Schulz, “Polisin müdahalesindeki aşırılık kesinlikle uygunsuzdur ve eylemlerin genişlemesine yol açacaktır.” diyordu.

ABD Dışişleri Bakanlığı “Türkiye’nin uzun süreli istikrarı, güvenlik ve çağdaşlığını güvenceye almak için ifade, toplanma ve birleşme gibi temel özgürlüklerin savunulması gerekiyor ki, söz konusu bireylerin yaptığı da bu gibi gözüküyor.” derken, İngiliz Dışişleri de biber gazı kullanımının azaltılmasını salık veriyordu.

2 Haziran sabahı, eylemciler, duyarlı birer yurttaş tepkesiyle(refleksiyle) çatışmalardan kalan pisliği, molozu ve şiddet kalıntılarını temizlemeye koyuldu. Bir yandan da gün içinde yeniden toplanılacağı haberleri yayıldı.

Anlaşılıyor ki bir yandan özgürlüklerin kısıtlandığına inanan liberaller; bir yandan yönetimden şikayetçi olan ancak eylemli mücadeleye bu zamana kadar girmemiş kitleler; bir yandan Ergenekon ve Balyoz davaları ile hapse girip çıkmış veya yakınları hapse girmiş veya hayatları somut olarak etkilenmiş olanlar; bir yandan karşıdevrimci ilerleyişe karşı yükselmek için sabırsızlanan cumhuriyetçi dalga; bir yandan halkların kardeşliğini savunduğu ileri sürülen Kürtçü kümeler; bir yandan çevreciler, bir yandan bu zamana kadar tarafsız kalmış gazeteciler, bir yandan da heyecan arayan deneyimsiz genç kitleler; Gezi Parkı’yla ateşlenen tepkiye damla damla katılıp bir sel oluşturdular.

Geceleri ışık yakıp kapayanların, tencere tavalarla şehri ayağa kaldıranların, bayraklarla ve kornalarla şehirde bağımsızlık turu atanların samimiyetinden ve kararlılığından şüphe duyulamayacakken; aynı şekilde dürüst birer özgürlükçü olan kimi liberallerin halkın tepkisine saygı ve destekle yaklaşımında bit yenikleri aranamayacakken; öte yandan Batı’nın gazete ve televizyonları ve yetkilileri olaylara eğilmekle kalmıyor, bunun bir insan hakları hareketi olduğunu yayıyor ve hükümeti kınayıp duruyor. Adeta halkın bir numaralı destekçisi ve sevgilisi haline geldiler. Özellikle Türk Baharı yaymacası, Batı’nın amacının, olan biteni ve halk kitlelerini geçmiş yıllarda Arap Baharı adı altında yürütülen BOP harekâtı lehine yönlendirmek olduğunu düşündürüyor.

Yugoslavya’nın bölünme sürecinden akılda kalan ve yakın zamanda Wall Street’te canlandırılan Direniş! eli, şimdi aylar önce bugünü beklercesine internete yerleşmiş olan Occupy Turkey! sayfalarının simgesi haline geliyor.

Daha önemlisi, demokratik tepkisini ortaya koymak için direnen halk, neye karşı direnmesi gerektiği konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyor gibi. Bir yandan çevreci tepki, bir yandan ulusalcı dalga, bir yandan geçmiş deneyimlerin acısı; insanları başkalarınca da vurgulandığı gibi baskıya ve diktatörlüğe karşı birleştirdi.

Ancak halk hareketleri eriştikleri bilinç oranında sağlıklı olurlar. Kitleler, bugün Türkiye’nin başına örülen baskıcı düzenin, kişisel diktatörlüklerin değil, onyılların emperyalist kıskacının ürünü olduğu gerçeğini göz ardı ederse, bu kitle hareketi istediğini alsa bile halkın sorunlarının çözüleceğini ummak olanaklı değildir.

Asıl tehlike, saptırmalara kapılan ve gerçeklere erişimden uzak kalan demokratik kitle tepkisinin, örneklerini başta Arap Baharı ve renkli devrimler olmak üzere yıllardır gördüğümüz Demokrasi Operasyonlarının içinde “eritilmesi” olacaktır. Herhalde herkesin öncelikle çekinmesi ve engellemeye çalışması gereken de budur.

Can GÜÇLÜ
01-02 Haziran 2013
ANKARA
Kullanıcı küçük betizi
Can Güçlü
Üye
Üye
 
İletiler: 15
Kayıt: Pzt Haz 11, 2012 21:43

Şu dizine dön: Sizin Makaleleriniz

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x