1. yüz (Toplam 1 yüz)

DEMOKRASİ ÜZERİNE (III)

İletiGönderilme zamanı: Pzt Haz 01, 2020 15:13
gönderen Habip Hamza Erdem
DEMOKRASİ ÜZERİNE (III)
Diyorduk ki, ancak belli koşullar altında “sandıkla gelen sandıkla gider”.
Eğer bir Devlet’in ‘kuruluş ilkeleri’nde değişiklik yapılması sözkonusu olursa, önce ‘Düzenin içte ve dışta koruyuculuk görevi’yle yükümlü silahlı kuvvetleri, ‘sandıkla geleni sandukaya koyacaktır”.
Fransa’da bu, 1789 Devrimiyle yaşama geçirilen ‘İnsan ve yurttaş hakları bildirgesi’nde değişiklik yapmaya kalkışanlar için sözkonusu olabilir.
Türkiye’de de Anayasa’nın ‘Başlangıç ilkeri’nde değişiklik yapanlar için olacaktır.
Efendim Fransa’da ‘beş ayrı Cumhuriyet’ kurulmuştur, altıncısı için de çalışılmaktadır diyenler çıkabilir.
Onlara yanıtımız, her ne olursa olsun, Fransız anayasasının başlangıç ilkeleri olan ‘İnsan ve yurttaş hakları bildirgesi’nde değişiklik yapılamadığı ve yapılamayacağıdır.
Bir başka eleştiri de, ‘miltarist’ bir yaklaşımda bulunduğumuz biçiminde olabilir.
Oysa, hiç de öyle değildir.
Her şeyden önce kendi kendimizle çelişecek bir durum sözkonusu olamaz.
Değil mi ki, tarihsel ve maddeci bir yaklaşımla, Devlet düşüncesinin gelişmesinin (politika) temeli olarak, halk ya da ulusun (sivil toplum) gelişmesini koymaktayız.
Örnek olsun, 27 Mayıs’ta, geniş halk kitleleri, öğrenci gençlik ve üniversiteler, Silahlı Kuvvetler ile birlikte ‘sandıkla gelenleri sandukaya koymuşlardı’ diyoruz.
Ardından, Ordu’nun bir iç hizmet yasasıyla görevleri tanımlanarak, anayasayı koruma görevi doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne bırakılmıştı.
Bugüne gelindikte, anayasanın başlangıç ilkelerinden hiçbiri ama hiçbirinin geçerliliğinin kalmadığını söyleyebiliriz.
Tam da o bu nedenle, Dr Recep’in ‘başörtülü bacıları’ televizyonlardan niyet ve olanaklarını açıkça dillendirmeye başlamışlardır.
Kendileri açısından haklıdırlar ve kesinlikle mezcup falan değildirler.
Diyanet İşleri Başkanı gibi, halkın bir kesimini ‘düşman’ olarak görmektedirler.
Bu da çok doğaldır ve haklıdırlar.
Ancak madalyonun bir de öteki yüzü bulunmaktadır.
Ve bunları ‘düşman’ olarak gören kesimler de olacaktır.
İşte ‘demokrasi’ tam da bu iki ‘düşman kesim’in mücadelesi demektir.
Gerek basın/yayın, kalem/kağıt, seçim/sandık ve gerekse akla gelebilecek her türlü araç/gereçle yapılacak bir mücadele.
Tarihsel, toplumsal ve bilimsel olarak bu ‘gerçeklik’ karşısında; efendim biz illa da kucaklaşacağız savında bulunanlara acımaktan başka bir tutum takınılamaz.
Hele bunu ‘demokratlık’ adına yaptıklarını söylemeleri, ‘demokrasi tarihi’ni bilmediklerinin kanıtı olarak görülebilir.
Egemenlik ve saltanat konusunda Mustafa Kemal’in şu sözlerini ‘demokrasi’ için söyleyecek olursak; demokrasi “hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez... kuvvetle, kudretle ve zorla alınır”.
Nitekim bugün Türkiye’deki ‘iktidar’ı da hiç kimse ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile almamıştır.
Ve ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile de vermeyeceklerdir.
Seçimle ve sandıkla da vermeyeceklerdir.
Tersini savlayanlar, İstanbul ve Ankara belediyelerini aldık diyebilirler.
Demek ki, bu kesim için ‘ne söylesek boş’!
Türkiye’de bugün, bilinçlerde bir ‘yanılsama’, toplumsal olarak bir ‘yabancılaşma’ dönemi yaşanmakta olup, görünürde topluma ‘ışık tutacak’ bir ‘önderlik’, yol gösterecek bir ‘kadro’ da henüz ortalıkta görülmemektedir.
Olgunlaşmasını beklemekten başka çare yok demektir.
Ne ki, toplum eninde sonunda bir çıkış yolu bulacaktır.
Ve bu bir ‘an’ meselesidir.
Tüm toplumsal dönüşümler, belli bir nicel birikimden sonra, bir ‘an’da, sıradan bir kıvılcımla yeri-göğü yaran bir yanardağ patlaması gibi olur.
Şimdilik bu tartışmayı burada keserek, ‘demokrasi’ konusundaki bilimsel görüşleri sunmaya dönebiliriz.
***
Demokrasiye ‘sol’dan bakış, XXnci yüzyılın başında, daha doğrusu Ekim Devrimi ile birlikte ‘Proletarya Diktatörlüğü’ biçiminde yaygınlaşıyor.
Ki, Çin Devrimi ile birlikte ‘Halk Demokrasisi’ ya da ‘Demokratik Halk Cumhuriyeti’ olarak adlandırılacaktır.
Ancak, Fransız sosyalistleri, 1920’de yapılan Tours Kongresi’nin ardından, Lenin’in önerip uyguladığı ‘Parti’ önderliği yerine, ‘Sınıf’ın ya da ‘Halk’ın önderliğinde karar kılacaklardır.
Yani ‘Seçim’ ya da ‘Sandık Demokrasisi’..
Ne var ki, ardından ilk yapılan ‘seçim’lerde sosyalistler ağır bir yenilgiye uğrayacaklardır.
Belki de bu nedele, ‘Halka rağmen halk için’ sloganı türetilmiş olacaktır.
Son toplamda, Demokrasi, yani bir ‘Halk Hükûmeti’ ve aynı anlama gelmek üzere ‘Halk İktidarı’nın özü aynı kalmak üzere, ona nasıl ulaşılacağı ve nasıl uygulanacağı konusu bu dönemin en tartışmalı konusunu oluşturacaktır.
Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve daha doğrusu post-modern dönemde, artık Demokrasi kavramının tamamen sulandırıldığı ve her aklına gelenin aklına geldiği ‘biçim’deki bir ‘yönetim’ olacaktır.
Özü gitmiş salt ‘lafz’ı kalmıştır.
Artık bir ‘kavram’dan değil ama ‘sözcük’ten sözedilebilir olmuştur.
Tam da günümüz ‘Türk Demokrasisi’ örneği gibi...
Adnan Menderes’in ‘Demir-kır-at’lığı gibi bir ‘Demokratlık’ da denilebilir.
Kaldı ki, demirden olduğu ileri sürülen at, kır de değil beyazdır.
Amerikan Demokratları ise 1828’den buyana parti amblemi olarak ‘Eşek’i kullanmaktadırlar.
Sözde ‘Halk yönetsin’ (que le peuple règne) inadına gönderme yapılmaktadır.
Türkiye’de de ‘Yeter söz milletin’! boş sözü böylece türetilmiş olacaktır.
Ki, sonradan kurulacak tüm sisyasal partilerde bir ‘Millet edebiyatı’ sürüp gidecektir.
Ve ardından ‘sandık’a sahip olmak için, akla gelebilecek her türlü ‘oyun’ demokrasi olarak gösterilmeye çalışılacaktır.
O arada bir ‘lider’ olgusu, bir ‘karizma sorunu’ doğacaktır.
Acaba lider konuşurken iyi bağırıyor mu, gözlerini kamaştırıyor mu, ellerini iyi kullanabiliyor mu, ‘vücud dili’ nasıl vb.
Ve yine tonlarca ‘parti’ ve ‘lider’ ortalıkta boy göstecek, sözde ‘siyaset bilimcileri’ de kılı kırk yaran yöntemlerle, kimin ne kadar önde kimin arkada kaldıklarını bilmekle ‘bilimsel’liklerini kanıtlamaya çalışacaklardır.
Oysa gerçekte ‘toplumbilim’ sözcüğün tam anlamıyla katledilmiş olacaktır.
Demokrasinin ‘bilimsel’ bir tartışması ise, kesinlike sözkonusu olmayacak; siyasal parti yarışmaları ‘at yarışmaları’ örneği, kimin atının galip geleceği üzerine kurulmuş olacaktır.
Demokrasi şöyle dursun, ‘siyaset’ gerçekte bir ‘eşek yarışması’na döndürülmüş olacaktır.
Artık ne halk, ne devlet, ne plan, ne program değil ama, kimin iyi ‘oyun’ kurduğu ve ‘iktidar’ı nasıl ele geçirebildiği önemlidir.
Kimin ‘güçlü’ olacağı ise nereden ve nasıl sağladığına bakılmaksızın, reklam ve yayın kuruluşlarını ele geçirme ‘beceri’sine (!) bağlı olacaktır.
(Sürecek)