1. yüz (Toplam 1 yüz)

DEMOKRASİ ÜZERİNE (V)

İletiGönderilme zamanı: Sal Haz 09, 2020 13:43
gönderen Habip Hamza Erdem
DEMOKRASİ ÜZERİNE (V)
Sosyalist Demokrasilerinin ‘diktatörlük’ olduğu, çünkü temelinde ‘proletarya diktatörlüğü’ anlayışının yattığı söylenmektedir.
Oysa, Burjuva Demokrasilerinde, burjuvazinin baskınlığı (domination), en azından, hazmedilebilir bir tutum olarak sunulmaktadır.
Marx’a dönersek, 1848 ‘Avrupa Devrimi’ günlerinde ve hatta Komünist Manifesto’da, o da, proleteryanın ‘diktatörlük’ değil ama ‘baskınlık’ (Herrschaft)ından sözedecektir.
Ta ki, 1871 ‘Paris Komünü’ günlerinde, burjuvazinin gerçekten ‘diktatörlük’ uygulaması üzerine, bu kez ‘proletarya diktatörlüğü’ diyecektir.
Ne var ki, ulaşılması düşünülen ‘insanlık aşaması’nda ne ‘aracı kurumlar’a ve ne de ‘temsilî kurumlar’a gereksinme kalmayacaktır.
Çünkü bu son sayılanlar, yani ‘politik kurumlar’, para ve din gibi insanı özüne ‘yabancılaştırıcı’ şeylerdir.
Öyle oldukları için de, ‘insana karşı’dırlar.
İnsanların kendi yarattıkları şeyler olmalarına karşın, insanı kendilerine tutsak eder, ona boyun eğdirirler.
İnsanların Tanrı’ya taptıkları gibi paraya taptıkları biliniyor.
İşte, partiye, lidere, makama, giderek Devlet’e tapmaları da bu ‘yabancılaşma’nın sonucudur.
Türkiye’de en aklı başında insanların bile, ben kişiye değil ama ‘makam’a saygılıyım demesi, bunun en somut örneği olarak gösterilebilir.
Sanki ‘makam’ kutsalmış gibi...
Öte yandan, burjuva demokrasilerinde ‘yurttaşlık’ gibi ‘formel haklar’ tanınmış olabilir.
Gerçekte ise, bu haklardan ‘gereği gibi’ yararlananlar ancak ‘belirli kesimler’ olmaktadırlar.
İşte tam da bu nedenle, kendisini dışlayan düzene karşı, bu kez düzeni yadsıyan bir ‘dönüşüm’ yani ‘devrim’, bu haklardan gereği gibi yararlanamayanlar için bir ‘hak’ olarak görülecektir.
Yeri geldiğinde, çokca ‘demokrasi mücadelesi’ denilmektedir.
İşte gerçek demokrasi mücadelesi, ancak böylesine ‘köktenci’ bir mücadele ile sonuca ulaşabilir.
Ne var ki, Paris Komünü, ki Osmanlı’daki ‘Meşrutiyet’ dönemi sonrasına denk düşmektedir, bu ‘demokrasi mücadelesi’nin ‘adım adım’ ya da ‘yavaş yavaş’ olabileceği düşünülür oldu.
İşte ‘Sosyal Demokrasi’ bu dönemin yeni bir kavramı olarak gün yüzüne çıktı.
Oysa, Paris Komünü, ‘Devlet’in, Lenin’in deyimiyle ‘Bir sınıfın şiddet (violance) aracı’ olduğunu ortaya koymuş bulunuyordu.
Daha sonra Max Weber’de Devlet, “Şiddet tekelini elinde bulunduran güç” olarak tanımlanacak ve o gün bugündür ‘siyaset bilimcileri’nin amentüsü olacaktır.
Madem ki ‘Devlet’, ‘Şiddet’in kaynağı ve tekelidir, o zaman onu eline geçiren sınıfın bu ‘şiddet’i uygulamasından doğal bir şey olamaz.
Şu farkla ki, burjuvazi onu sonsuza değin uygulamak istemesine karşın, proletarya burjuvaziyi ortadan kaldırıncaya değin istemektedir.
Burada ‘Demokratik Devrim’ terimine biraz yakından bakmak gerekebilir:
Bu terim Trotsky ve Lenin’in ‘Proletarya ve köylülerin demokratik devrimci diktatörlüğü’ başlıklı programlarının başlığı olup, Ekim Devrimi’ne değin kullanılacak bir terimdir.
Hem Devrim ve hem de ‘Demokrasi’nin bir arada kullanılması (oxymore), yani iki zıt anlamın bir deyimde kullanılması nasıl olabilir?
‘Tatlı sert’ ya da ‘yumuşak şiddet’ gibi..
Hem ‘devrimci’ hem ‘demokrat’!
Ya da ‘Devrimci demokrat’!
Ve Türkiye’de ‘Millî Demokratik Devrim’ gibi bir ‘kuram’ da ileri sürülmedi değil.
Kuşkusuz bütün bu çabaların gerisinde bir ‘Demokrasi’ havariliği ve aynı zamanda ‘Devrimcilik’in yumuşatılması amacı yatmakta idi.
Buradan ‘Demokratik Diktatörlük’ kavramına neden geçilmesin, değil ama?
İşte XXnci yüzyılda dillendirilen ve günümüzde, proletarya değil ama burjuva rejimlerinde bir ‘Demokratik Diktatörlük’ uygulamaları görülür oldu.
Madem ‘devrimci demokrat’ olunabiliyor, o zaman ‘demokratik diktatör’ neden olunmasın?
Demek ki, kavramların özüne inilmedikçe; bir başka deyişle ‘gerçeklik’in biçim ve içeriği ayırd edilmedikçe, bu tür ne anlama geldiği bilinmeyen (oxymore) terimler icad edilmeye devam edecektir.
Rusya’da belli bir süre, sosyal demokratlar içinde iki ana kesim oluşmuştu: bunlardan ‘azınlık’ olanlara ‘menşevik’, ‘çoğunluk’ olanlara da ‘bolşevik’ deniliyordu.
Ancak her ikisi de ‘marksist’ olduklarını ileri sürüyorlardı.
Ekim Devrimi’nin ardından Lenin’in önderliğindeki Bolşevikler, Rusya Komünist Partisi adını alacaklar (1918) ve uygulamaları ‘Proletarya diktatörlüğü’ aracılığıyla ‘komünizme’ varmayı amaçlayacaktır.
Ki, komünizm, marksizmin öngördüğü ‘gerçek demokrasi’ olacaktı.
Ancak gerek diğer Avrupa ülkelerindeki ‘sosyalist’ ve ‘sosyal demokrat’ ve hatta ‘komünist’ partilerin ‘demokrasi’den anladıkları şey aynı olmayacaktı.
Böylece ‘demokrasi’ kavramı, lidere, partiye ve ülkesine göre ayrı bir ‘biçim’ olarak tanımlanacaktı.
(Sürecek)