1. yüz (Toplam 1 yüz)

BİLİM ve BİLİMSELLİK (23)

İletiGönderilme zamanı: Prş Eyl 24, 2020 20:59
gönderen Habip Hamza Erdem
BİLİM ve BİLİMSELLİK (23)
Miladî yazarımız Murat Somer’in, 455 sayfalık derlemesinde, ister isetemez kimi ‘doğru saptamalar’a da yer vereceğinden sözediyorduk.
Bunlardan biri de, gerek Fransız, İngiliz ya da Sovyetler Biliği ile yapılan ‘antlaşma’larda “temel motivasyonun etnik veya ideolojik değil, askeri ve siyasal (*) olduğu”dur (s.166 ve çoğu yerde).
O nedenle, özellikle İsmail Beşikçi’nin ‘Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi ve Kürt’lerin Türklerin ‘sömürge’si olduğuna ilişkin ‘tez’lerinin ne denli temelsiz olduğu gösterilmiş olmaktadır.
Gerçekten de, İsmail Beşikçi’nin, doktora tezi ve ‘gençlik dönemi’ yazılarında, Doğu Anadolu Bölgesi’nde kimi sosyolojik saptamaları, giderek tarihsel ve toplumsal gerçekliklerden uzaklaşarak pür-i pak ‘ideolojik’ ve ‘politik’ gerçeklikler olarak sunulmaya başlanmıştır.
Oysa, “Etnisite ve anadil konuları, direniş liderlerinin düşüncesinde sadece küçük bir rol oynamıştır... ‘Irk’ terimi birkaç kez kullanılmıştır. Ne var ki bunun, biyolojik anlamda ‘Irk’tan çok, oldukça belirsiz bir içerikle, ‘köken’, ‘temel’ ya da ‘unsur’u vurgulamak için kullanıldığı söylenebilir” [Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma, Türkiye Tarihi’nde Geçiş Dönemi: 1908-1928, Bilgi Üni. Yay, İstanbul, 2005, s.240’tan (s.161)]
Örneğin, kendi doğum yeri olan Selanik ve Batı-Trakya’nın Ulusal (Misak-ı Millî) sınırlar dışında kalmasıyla ilgili eleştirilere Mustafa Kemal şöyle yanıt verecektir:
“Denilmiştir ki, genel oya müracaat edilirse Batı Trakya’nın bize ilhakı temin edilmiş olacaktır. Batı Trakya’nın bize geçmesi kuvvet midir zaaf mıdır? Bana göre zaaftır. Batı Trakya’nın kuzeyinde Bulgaristan, güneyinde deniz, batısında Yunanistan vardır. Bu arazi bu suretle iki düşman arazisine doğru uzanmıştır. Orasını elde tutmak için sarf olunacak kuvvet elde edilecek istifadeye tekabül etmez. (abç) Anavatan’ın selameti bakımından Batı Trakya’dan vazgeçmek lazımdır” [Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 14, 267’den (s. 162)]
Demek ki, dünya genelinde yapılan ilk Büyük Paylaşım Savaşı’nda, belli bir toprak parçasını, ki kendi doğum yeriniz de içinde olmak koşuluyla terketmek zorunda kalıyorsanız, orasını elde tutmak için harcayacağınız kuvvetin elde edilecek kazanca karşılık gelip gelmeyeceğini, duygusal güdülerle değil, ama elinizdeki güç ve olanaklar ile ‘genel strateji’ içinde değerlendirmeniz gerekmektedir. Başka türlü davranışlara yönelmek, elinizdekileri de yitirmenize yol açabilir.
Böyle bir ortamda, şurayı Kürt, burayı Gürcü, öteyi Lazları ‘bölüp sömürgeleştirme’ amaç ve hedefleriyle elde tutmak ya da terketmek sözkonusu bile değildir.
Önemli olan ‘Savaş’tan en az zararla çıkmayı başarabilmektir.
Nitekim, o yazar bu politikacının değerlendirmesine göre değil ama, dünya genelinde Mustafa Kemal’in tarihte az görülen bir ‘askerî deha’ olarak kabul edilmesi, işte bu tür ‘strateji’ izlemesi nedeniyledir.
O arada, bugünlerde yayımlanan Zeki Sarıhan’ın ‘Kurtuluş savaşında yaşanan olumsuzluklar’ başlıklı yazısındaki ‘değerlendirmeler’ de ancak bugünden bakıldığında görülebilecek değerlendirmelerdir diyeceğiz.
Şöyle de söylenebilir, bugünden bakılarak görülmeye çalışılan ‘olumsuzluklar’ üzerinden Tarih yargılanamaz.
Denildiği üzere, ondan ancak ‘ders’ler çıkarılabilir.
Günümüzde yaşanan ‘olumsuzluklar’ı görmezden gelmek ise ‘çağı kavrayamamak’ demektir.
Son yirmi yılda bilerek ve isteyerek yapılan yanlışlıklar ve ‘olumsuzluklar’ görmezden gelinerek, olmamasına çalışılmadan ve bu yolda direnilmeden, geçmişteki olumsuzlukları yinelemenin bir anlamı olmaz.
Kuşkusuz, bunları Zeki Sarıhan’ı eleştirmek için değil ama şu son yirmi yılda yapılan yanlışlar ve olumsuzluklara direnmeyenleri eleştirmek için dile getiriyoruz.
Öyle ki, bu yanlışlar ve olumsuzlukları bugün yapanlar, hallerine bakmadan, geçmişteki ‘hata’ları düzeltmek amacı güttüklerini ileri sürmektedirler.
Oysa bugün gerek ideolojik ve gerekse politik olarak yapılanlar, günümüz koşullarında, sözcüğün tam anlamıyal ‘vatana ihanet’ kapsamına girmektedir.
Oysa Vatan, baştan buyana dillendirdiğimiz üzere, Devlet-Ulus-Vatan bileşkesi ve ya da ‘sistem’i içinde değerlendirilebilir ve tam da bu nedenle, ‘vatana ihanet’, ‘Devlete ihanet’ ve ‘Ulusa ihanet’ten ayrılamaz.
Peki ama Devlet kendi kendisine ‘ihanet’ edebilir mi?
Geçen yazıda altını çizdiğimiz gibi, kapitalizm ‘mutlak devlet kontrolü’ gerektiriyor.
Eğer bir ülkede kapitalizm gelişmesini tamamlamış ise, ister dinsel, isterse etnik renklere bürünmüş olsun, Devlet-Ulus niteliğine ‘ihanet’ ederek, ‘ulus inşası’ şöyle dursun, olduğu kadarıyla ‘ulusal niteliği’ni yitirmiş olur.
İşte ‘Her türlü ulusalcılığı ayaklarımız altına aldık’ demek tam da bu aşamada sözkonusu olmaktadır.
Bizim ‘Devlet-Ulus’un Sonu’ tezimiz ise, bu durumu kanıtlama çabasından başka bir şey değildir.
(Sürecek)
(*) Burada ‘siyasal’ değil ama ‘stratejik’ demek istenmiş olmalıdır.