1. yüz (Toplam 1 yüz)

Ermeni Soykırımı Yalanı ve Gerçekler / Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV

İletiGönderilme zamanı: Cmt Eki 27, 2012 11:46
gönderen Oğuz Kağan
Ermeni Soykırımı Yalanı ve Gerçekler

I- 1915: Ermeni Tehdidi Masal Değil, Gerçekti!

“Ermenilerden özür” imzalarına önayak olanların da, o sallabaş kervana katılanların da Türk-Ermeni ilişkileriyle ilgili temel bilgilerle donanmış olmadıklarını söylemek zorundayız. Bu ilişkilerin gerçekleri ile “özür” imzaları arasındaki çelişki konusuna bu yazıda bir kez daha değinmek gibi bir amacım yok. Böyle bir girişim ancak kitap, daha doğrusu kitaplar konusudur. Ben kişisel olarak 1975’den bu yana hazırlığını yaparak ve 1980’lerden bugüne de yayımlamak yoluyla bu konuya bir katkı sağladığımı, madalyonun özellikle savsaklanmış olan yanına ışıklar tuttuğumu düşünüyorum.

Bu konuda basılmış olan 80 kitap ve kitapçığımın yalnız dördü Türkçe, geri kalanı yabancı dillerdedir. Bunlara ek olarak, iki yeni kitap da Almanya’da ve bir Arap ülkesinde basım aşamasındadır. Gene bu konuda yurt dışındaki dergi ve günlüklerde bugüne değin kendi imzamla 48 yazı yayımlattım. Son ikisinden birkaç formalık uzun olanı ABD’nde Villanova Üniversitesine bağlı bilimsel bir dergide son hafta içinde çıktı, öbürü de elime henüz geçmedi. Demem o ki, bunları burada özetleyemem bile. Bu nedenle, okuyucunun art arda gelecek iki yazılık bu dizide Ermeni sorununa ilişkin olarak tüm sorulara yanıt beklememesi gerekir.

Ancak, bu yazıda konunun genelde boşlanan, ama çok önemli olan bir yanına, ayrıntılarına bir ölçüde inerek, değinmek istiyorum. Eldeki belgeler ve bilgiler şu varsayımların yanlışlığını kesin olarak ortaya koyuyor: Batılı yazarlar genellikle Ermenilerin sessiz, barışçı, silâhsız, inançlı Hıristiyan, içten ve dıştan korumasız, boynu bükük, ama bu özelliklerine karşın güçlü Osmanlı ordusunun birden saldırısına uğradıkları görüşünü yayarlar. Bu yoruma göre, 1915’deki Ermeni ayaklanması Osmanlı güvenliği için gerçek bir tehlike oluşturmamıştır, Ermenilerin içinde bir olasılıkla silâha elini değdirmiş olan varsa bunlar ancak bir avuç insanın ufak tefek olaylarıyla sınırlı kalmıştır, oysa Türkler bunu sanki bir “tehdit” gibi algılayarak üstelik çok abartmışlardır ve böylece Ermeni azınlığın çoğunluğunu “tehcir”, yani yerinden etme gibi bir karar gereksizdir, ayrıca böyle bir uygulamanın örneği de daha önce yoktur. Batılıların ve birçok yazarın kulaktan işitme ve üstünkörü bilgileriyle savundukları ve yineleyip durdukları budur.

Oysa, Ermeni silâhlı tehdidi askerî güvenlik açısından gerçekti ve ona tepki olarak doğan yer değiştirme olayı güvenlik arayışı içinde bir zorunluluktu, yalnız böyle bir güvence kararını yansıtıyordu. Şöyle ki:

1. 19’uncu yüzyılın sonlarından başlayarak, yabancı desteğiyle ayaklanan ve kendilerinden olmayanların kıyımına girişenler bu amaçla oluşmuş Ermeni terör örgütleriydi.

2. Ermeni azınlık Birinci Dünya Savaşının başında ve onun çeşitli aşamalarında da toplam altı haneli sayılarla anlatılan bir Türk ve Müslüman kıyımını gerçekleştirdi. Bunun kanıtları yalnız Osmanlı değil, öteki ilgili devletlerin de belgeliklerindedir.

3. Öte yandan, Osmanlı devletinin hem o zamanki geniş topraklarında, hem de Ermenilerin ve yandaşlarının “Batı Ermenistan” demeyi yeğledikleri Doğu Anadolu’daki altı ilde (yani, bugünkü iller bölünmesinde her biri içine daha birçok illeri alan Erzurum, Trabzon, Sıvas, Bitlis, Mamuretülaziz, Diyarbakır ve Van’da) kesin olarak azınlıktaydılar ve Ermeni olmayanlara “budunsal temizlik” uygulayarak kendilerine bir yurt edinme kanlı çabası içindeydiler. Türkleri ve öteki Müslümanları öldürerek ya da kaçırtarak toprakları istenmeyenlerden “temizleme” yöntemi Balkanlar’da, Kırım’da, onun kuzeyindeki geniş arka bölgesinde ve Kafkaslar’da 1821-1922 yılları arasında gerçekleşmişti

4. Ermeniler Doğu Anadolu’da aynı uygulamayı denemek istediler. Bu amaçla, kâğıt üstünde çizdikleri “Ermenistan” sınırları Sinop’u ve Antalya’yı da içine alıyor, Kafkasya’da Gürcistan ve Azerbaycan’dan başka Urmiye Gölü’nün yarısına değin kuzey İran’ı da kendine katarak Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Hazer Denizi’ne açılıyordu. Bu haritaya son biçimini adı “dünyayı kurtaracak büyük barışçı”ya çıkmış olan (ama böyle bir tanımın yakışmadığı) ABD Başkanı Woodrow Wilson verecekti. Bu haritalar Ermenilerin danışmanlığında Amerika’da çizilip Versay Barış Toplantısına ve Sevr’e yollandı. Benzerleri şimdi de NATO toplantıları gibi yerlerde görülüyor.

5. Osmanlı Ermenilerine gelince, onlar da yurttaşı oldukları devletin savaş düşmanları olan Çarlık Rusyası, Britanya ve Fransa ile çok yakın silâh, askerî eğitim, para ve uyumlu saldırı eylemleri çerçevesinde, (Kafkas cephesindeki) Üçüncü, (Suriye, Filistin ve Sina cephesindeki) Dördüncü ve (şimdi Irak denen, o zamanki Musul, Bağdat ve Basra illeri cephesindeki) Altıncı Osmanlı Ordularının güvenliğini gerçekten tehdit ettiler.

6. Ermeni silâhlı gerilla, başıbozuk ya da düzenli güçleri bu üç Osmanlı ordusunun da savaş için gerekli ulaşım yollarını ve her türlü lojistik desteğini, Türklerin savaştıkları yabancı devletlerin çeşitli yardımlarıyla, işe yaramaz duruma soktular. Türk askeri yiyeceğini sağlayamaz, savaş gereçlerini elde edemez ve yaralılarını geriye çekip baktıramaz duruma düştü.

7. Ermenilerin yerini değiştirme uygulaması bir askerlik sorunu ve savaş gereği olarak ortaya çıktı. Çözüm olarak birden çok seçenek düşünüldüyse de, bu yol zorunlu olarak seçildi ve bu nedenle yapıldı.

8. Böylesine bir yer değiştirmenin örnekleri dünya ve Osmanlı yakın tarihinde zaten vardı. Yakın Osmanlı geçmişindeki uygulamalar içte ve dışta hiçbir sakınca doğurmamış, bir sorun yaratmamış, bir pişmanlığa yol açmamıştı

Yukarıdaki noktaların birbiriyle bağlantıları var. Ancak, bu yazımın amacı özellikle Türklerin güvenlik kaygısının, ne denli gerçek olduğunun ayrıntılarına inmektir. Bu gerçeğin tehlike algılamasına ve kimi Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi zorunluluğuna açıklık getirmesi gerekir. “Özür” imzacılarının (varsa) yayınlarında bu “olmazsa olmaz!” gerçekten haberli olduklarına ilişkin ipuçlarına rastlanmıyor.

Oysa, Türk ordularının güvenliğine Ermeni tehdidinin kanıtları yalnız Osmanlı değil, Rus, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman belgeliklerinde, hattâ Ermeni yayınlarında vardır. Ancak, ayrıntılı olarak ele alan ve yabancı imzalarla yayımlanmış inceleme çok azdır. Gene de, Stanford J. Shaw, Justin McCarthy, Bernard Lewis, Erich Feigl, Robert F. Zeidner ve Guenter Lewy gibi Türk tarihi uzmanları, savaşta karşımızda yer almış Fransız M. Larcher ve İngiliz General E.H.H. Allenby gibi Fransız ya da İngiliz komutanlarıyla Britanya ve Fransa Başbakanlarının sonraki yayımlanmış açıklamaları, Bogos Nubar gibi savaş-sonrası Paris toplantısında Ermeni Ulusal Kurulu başkanı olan kişinin ya da benzerlerinin itirafları, giderek tek tük kimi gözlemciler Türklerin güvenliğine yönelik Ermeni tehdidi konusunda önemli bilgiler verdiler.

Yazar takımının içinde sivrilen, kanımca, Edward J. Erickson’dur. Bu konuya eğilen Erickson, ayrıca, (Amerika’da şu sırada düşünülen Ermeni yanlısı bir filme konu olan) Musa Dağı olayını da ayrıca inceledi. Kuşkusuz, filmin kaynağı (Feigl’in aktardığına göre, daha sonra yanıltıldığını söylemiş olan) Franz Werfel’in Ermeni tanışlarından işittiklerine dayalı romanıdır. Bu film yapılırsa, siyasal dürtülerle ödüller de alabilir, yabancı izleyicileri çok olur ve bu konuyu ondan öğrenenler “Ermeni sorununun uzmanı” kesilirler. Gönül serüvenleri boyalı basına sık yansıyan “sanatçılarımız”, örneğin “ben yabancı dilde düşünürüm” gibi açıklamaları ulusumuzun bilgisine baş sayfalarda taşınan “en üstün yıldız”larımız, söz gelişi, Barbaros Baykara’nın “Şirzı: Nefret Köprüsü” adlı ve yazınsal ağırlıklı, ama dengeli denemesini dış dünyaya iyi yönetmenlik, başarılı çekim ve yabancı dille sunmadıkça, olacağı bu çarpıklıktır.

Öte yandan, bu yazının ekseni Kafkas cephesinde konuşlanan 3. Osmanlı Ordusu, Suriye ve Filistin’i korumakla görevli olup Süveyş Kanalına değin uzanan 4. Ordu ve sonra Irak denilen topraklarda çarpışan 6. Ordunun güvenliğinin tehdit altına girmesi, çarpışan bu üç ordunun ulaşım yollarının tıkanması, kanlı Ermeni saldırılarının yaygınlaşması ve bunların doğurduğu sonuçlardır. Birinci Dünya Savaşındaki asker ve sivil Türk yetkililerinin yasal, törel, meslekten gelen ve insancıl bir güvenlik algılaması ve bir lojistik anlayışı vardır. Sorunun temeli budur. Peter Balakian, Vahakn N. Dadrian, Richard Hovannisian ve Ramond Kevorkian örneği Ermeni yazarlarla Gerard Chalian, Yves Ternon, Christopher J. Walker, David Marshall Lang ve Robert Melson gibi yandaşlarının değinmedikleri, ama tartışmanın “olmazsa olmaz” yanı da budur. “Özür” imzacılarının da bu bağlantılar konusunda yeterince bilgileri olduklarını sanmıyorum. Hattâ, tümüne yakınının bütünüyle habersiz olmaları konunun uzmanlarını şaşırtmaz.

Nazi Almanyası’nda soykırıma uğrayan Yahudi azınlık ve Pearl Harbor baskını sırasında her biri evlerinden ve iş yerlerinden zorla koparılarak toplama kampına atılmış olan Japon kökenli Amerikan yurttaşları kendi devletine karşı ellerine silâh almamışlardı. Yalnız o sırada Amerika’da bulunan az sayıda Japon yurttaşı değil, birkaç kuşak öncesinden ABD yurttaşı olmuş çok kalabalık Japon kökenliler evlerinden ve iş yerlerinden alınıp toplama kamplarına götürüldüler. Silâh kullanma, bombalama, cinayet ya da düşmana yardım gibi eylemleri olmamıştı. Japon kökenlilere ek olarak, ayrı ayrı birkaç bin Salman ve İtalyan da benzer sondan kurtulamadı.

Osmanlılarda Ermeni azınlık öyle değildi. Savaş 1914’de başlamadan önce bile, Ermenilerin “siyasi parti” diye ileri sürdükleri Hınçak ve Daşnak örgütleri, gizli oluşturulmuş terörist kuruluşlardı. Onlar için “terörist” tanımını (Wisconsin Üniversitesi yetiştirmesi ve haftalık Ermeni “Azk” yayınının yöneticisi) K.S. Papazian ile (California Üniversitesinden doktoralı) Prof. Louise Nalbantian (1934 ve 1963 yıllarındaki kitap yayınlarında) açıkça belirtiyorlar. Ben yaklaşık yirmi beş yıl önce Papazian’ın kitabını yer yer özetleyen ve sözü sık sık da ona bırakan (üç yabancı dilde) ufak bir kitap çıkarmıştım, Nalbantian’ın doktora çalışmasına kendi yayınlarımın birçok yerinde göndermeler yaptım.Emperyalist yayılma siyaseti güden Rusya, Britanya ve Fransa gibi ülkeler bu terörist örgütlenmeleri desteklediler, onları şiddete yönelttiler ve Ermeni olmayanlara karşı türlü suçlar işlemelerinde doğrudan ya da dolaylı destek oldular. Osmanlı toprakları üstünde yayılma ve çıkar sağlama amaçları olan emperyalist ülkelerin katkısını gereği gibi değerlendirmemek bağışlanamaz. Bu konudaki geniş kaynakçayı, hele kuramsal doğruları ve uygulayıcıların yer yer itiraflarını elden geçirmeden uzun, sinsi ve çok yönlü geçmişi olan dış müdahaleleri küçümsemek gerçekçi ve bilimsel değildir.

Osmanlı topraklarının kanlı olaylar dizisinin sahnesi olmasında bu dış müdahalenin kuşkusuz büyük payı var. Bunun ilk adımı Fransız Katolik ve Amerikan Protestan din yayıcılarının Hıristiyan (Gregoryan) Ermenileri onların Türklerden ve öteki Müslümanlardan din ve ırk nedeniyle üstün olduklarına inandırmalarıydı. Bunu silâh ve askerî eğitim sağlanması, Ermeni olmayan Osmanlı hedeflerine saldırılması, olayların parasal ve diplomatik destekle Avrupa ve Amerikan basınına sürekli olarak Hıristiyan Ermeni yanlısı biçiminde yansıması izledi. Silâhlı Ermenilerin 1895’de Berecik’te başlattıkları olaylar sonunda o ilçede “2.000 Ermeninin öldürüldüğü” İngiliz basınına geçti, ama başkent İstanbul’daki yabancı büyükelçiler kurulu (Müslüman ve Ermeni) “yalnız beş kişinin” yaşamını yitirdiğini belirledi. Zaten, Berecik’te o tarihte 978 Gregoryen Ermeni ve 8.702 Müslüman vardı. Bu ve benzeri düzeltmeler Batı basınına yansımadı, diplomatik yazışmalarda kaldı. Ancak, özel görevle yollanan İngiliz yüzbaşısı Charles Boswell Norman’ın bu konudaki raporunu da, benzeri bulgularla birlikte, yer yer özetleyerek sözü sıkça da ona bırakarak gene yirmi küsur yıl önce birkaç yabancı dilde yayımlamıştım. “Özür” imzacıları benim bu yayınlarımı ya da Norman’ın yazanağı üstüne Yavuz Ercan’ın 1993’de çıkan yayınını görmediler mi?

Bu denli dış müdahaleler ve Ermeni azınlığı saldırılara itme yabancı emperyalist devletlerin yayılma siyasetinin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu nedenle, söz konusu devletler sonraki kanlı olayların baş sorumlusudurlar. Öte yandan, gene bu Batılılar benzer müdahalelerin kendilerine yapılmasını hiç hoşgörüyle karşılamadılar. Örneğin, Fransızlar Çin Hindinde ve Afrika’nın “Magrib” denilen kuzey-batısında başka yabancıyı buralara sokmadılar, bunu bir savaş nedeni saydılar ve yerli halkların bile kendi baskıcı egemenliklerine haklı tepkilerini yıllarca kanla bastırdılar. Vietnam ve Cezayir olayları ne çabuk unutuldu? İngilizler koca Afrika’da Mısır’dan en güneyde Umut Burnu’na değin ve ayrıca gene Hindistan’da emperyalist rakiplerine ve yerli kımıldanmalara karşı silâha başvurmadılar mı? Britanya ve Fransa Afrika’da Faşoda’da birbiriyle savaş eşiğine gelmedi mi? Bu anakaranın yakın tarihinde yabancı müdahaleler çatışması ekseninde olgunlaşan “Fas bunalımı” diye konular yok mudur? Gene Britanya Hindistan’da tek başına egemen olmak için Fransa, Hollanda ve Portekiz’le çatışmadı mı? ABD (yalnız kendi devlet sınırları içinde değil) Kanada’nın kutba yakın kuzeyinden upuzun anakaranın Patagonya’ya değin tüm Batı Yarı-Küresine (Amerika dışında) hiçbir başka devletin müdahalesini kabul etmeyeceğini daha 1823’de Monroe Kuramıyla açıklamadı mı?

Kendi sömürgeleri ve yarı-sömürgelerinde bile dış müdahaleyi yasaklamış olan emperyalist devletler Osmanlının kendi toprağında diledikleri gibi cirit attılar. Yaptıkları Hıristiyan din yaymacılığı, mezhep değiştirtme, azınlıklar için okullar açıp eğitim verme, özellikle Ermenilerde bir üstünlük duygusu yaratma, içlerinden seçtiklerini özel olarak yetiştirme, silâhla donatma ve her çatışmada Ermenileri suçsuz gösterirken Türkleri yabanıl olarak tanımlamaydı. Bu yaklaşım Ermenilerin şiddete yönelmelerinin alt yapısıydı. Ermeni kardeşleri Van, Sasun, Adana, Erzurum ve Kudüs’te Türk öldürürken, örneğin (Yale Üniversitesinde okuttukları) Vahan Cardashian (Kardeşyan), New York’ta yöneticisi olduğu Ermeni Basın Merkezinde Sinop’tan Muğla’ya bir çizgi çekerek doğusunda kalan Anadolu’yu “Büyük Ermenistan”a katıyor, içine Azeri, Gürcü ve kuzey İran topraklarını da ekleyerek Karadeniz, Akdeniz ve Hazer Denizi’ne (kâğıtta da olsa) çıkış sağlıyordu.

Bu haritaların yabancı başkentlerde çizildiği o karanlık yıllarda, doğudaki ve güneydeki üç ordumuz yalnız kendilerini değil, devleti de koruma çabası içindeydiler. Silâhlı Ermeni saldırıları bu ordulardan ikisini doğrudan ve birini de dolaylı biçimde son derece olumsuz olarak etkiledi. Tüm Osmanlı güçleri daha bir kaç yıl önceki iki Balkan Savaşından çok şey yitirerek çıkmışlardı. Eldeki yiyecek ve gereç savaştığı orduların en alt düzeydeki gereksiniminden daha azdı. Ekmek, et, kuru sebze, pirinç ve şeker yığımı düşüktü, ancak birkaç aylıktı. Tüfek ve top mermisi savaşmak zorunda olduğu ordulardakinden çok daha azdı. Yabancıların yaptıkları demiryollarının temelinde onların kazancı yattığından, Türk ordusunun askerî gereksinimi hiç düşünülmemişti. Demiryolu yapan yabancılar, çevrede petrol olma olasılığı karşısında çizimi daha başında ona göre tasarlamışlar ve ayrıcalıklı anlaşma metinleri içine sağda ve solda onar kilometrelik etki alanı koşulunu da ekletmişlerdi. Geri kalan yollar da kolay aktarıma uygun değildi.

Oysa, hiçbir ordu yeterli ve kolay sağlanabilir yiyecek, ilâç, onarım, yedek parça, savaş gereçleri, insanla hayvan bakımı ve bunları yerlerine götürecek ulaşım ağı olmadan savaşamaz. Bu türlü lojistik altyapı askerî başarının koşuludur. Devlet yöneticileri ve ordu komutanları savaşmakla görevli olan askerlerine yiyecek, hayvanlarına yem, yaralılarına bakım, onarım için araç-gereç ve ulaşım amacıyla tren, yol, telgraf ve telefon hizmetleri sağlamak zorundadırlar. Gerçek şu ki, dış destekli ve yoğun Ermeni saldırıları bu lojistiği çok zorlaştırmış, yer yer çökertmiş, kimi durumlarda toptan ortadan kaldırmıştır.

Savaş başlamadan önce Alman askerî örgütlenmesine uygun olarak kurulmuş olan Osmanlı orduları ulaşım yolları ağı içine alınmıştı. Doğudaki ve güneydeki üç ordudan her birinin kendi ulaşım örgütlenmesi, ayrıca bunu düzenleyecek olan (Menfez Umumî Müfettişliği adı altında) denetmenliği vardı. Her ordunun ve onunla birlikte lojistik merkezlerinin sorumluluk alanının genişliği birkaç yüz kilometreyi kapsıyor, bin kilometreye yaklaşıyordu.

Bu yazıda görevini Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da yerine getirmek için savunma konumuna oturmuş olan üç Osmanlı ordusunun ulaştırma ve lojistik gereksinimlerinin ne denli yaşamsal olduğunu belirttim. Bundan sonraki yazının konusu silâhlı Ermenilerin içten ve dıştan bu üç ordunun da destek, beslenme, onarım ve bakım yollarını nasıl işe yaramaz duruma soktukları ve Ermenilere yer değiştirmenin bu nedenle ne denli zorunlu duruma geldiğidir.

II- 1915: Ermeni Saldırıları ve Tehcir

Birinci Dünya Savaşının daha başlangıcında, Üçüncü, Dördüncü ve Altıncı Osmanlı Orduları ilk seferberlik hazırlıklarının sonunda doğuda Kafkas ve güneyde de Suriye ve Irak cephelerinde yerlerini aldılar. Her birinin savunma alanları genişti ve her birinin artlarında destek merkezleri vardı. Kalabalık silâhlı Ermeni kümeleri, yalnız Türk askerlerine değil, bu hedefler kadar önemli olan lojistik merkezlerine de birden ve sık saldırılar düzenlediler ve çarpışan Türklerin destek yollarını büyük ölçüde egemenlikleri altına aldılar. Bu gerçeğin bütün çıplaklığıyla bilinmeli ve Ermenilerin cephelerden uzak yerlere sürülmeleriyle bağlantısı açıkça görülmelidir.

Şimdi, bu üç Osmanlı ordusunun da durumlarına ayrı ayrı bakalım. 3. Ordunun daha 1914 Yazında oluşturulan lojistik merkezi önce Erzurum’da, sonra da daha güvenli olan Erzincan’da kurulmuştu. Ekmek için fırınları, gereç koruncakları, onarım işlikleri, temel eğitim yerleri, amele taburları, taşınabilir hastahaneleri, (at, katır, öküz ve deveden oluşan çok sayıda) hayvan için bakım birimleri, taşıma araçları ve tren vagonları vardı.

Ermeni alaylarıyla berkitilmiş olan Çarlık Rusyası ordularıyla sıcak çatışmalar 1 Kasım 1914’de başladığında, geriden desteği cephelere ulaştırma ve yaralıları bakım yerlerine hemen taşıma zorlukları hemen belirdi. İlk aylarda 3. Ordu hizmetinde 106.608 asker ve 53.794 hayvan bulunuyordu. Kafkas cephesindeki Ruslarla ilk büyük çatışma bize 33.000 ölü, 10.000 yaralı ve 7.000 savaş tutsağına patladı. O denli ki, daha yaşlılar ya da çok gençlerden yeniden askere alma girişimleri başladı. Ama bunu da Sarıkamış’ta çoğu ölmüş ve yaralı toplam 58.000 askerimizin savaş-dışı kalması izledi. Rusların Malazgirt, Tortum ve Van saldırıları 3. Orduyu daha güç durumlara soktu. Kuzeydeki Sıvas-Erzincan-Erzurum yolu bozuk ve dondurucuydu.

Kuzeydeki 3. Ordunun Sarıkamış girişiminin başarılı olmaması gibi, güneyde 4. Ordunun Süveyş Kanalı’nı aşıp Mısır’ı İngilizlerin elinden alma “hesabı da çarşıya uymadı”. Bu orduya geriden yardım edecek bir lojistik ağı vardı, ama kuzeydekine göre çok daha uzun mesafeyi kapsayan taşıma işini üstlenecek olan demiryolunda sakıncalar bulunuyordu. Gerçi, tren çizgisi Pozantı’dan uzakta Medine’ye değin uzanıyordu, ama arada iki kopukluk söz konusuydu: Pozantı’da 54 ve biraz ileride Osmaniye’de de 36 kilometrelik iki ayrı bağlantısızlık. Taşınacak olanları önce vagonlara koymak, ilk kesintide indirip hayvanlara yüklemek, yeniden vagonlara taşımak, ikinci kesintide bir daha indirmek, gene hayvanların sırtına yerleştirmek ve daha ileride vagonlara istiflemek zorunluluğu vardı.

4. Orduyu sıkıştıran (ve Ermenilerin içinde önemli görev aldıkları) başka bir nedenin daha sözünü etmek gerek. Britanya savaş gemileri İskenderun Körfezi yakınlarında dolaşıyor ve 4. Ordunun tasarılarını bozuyorlardı. Bu kıskaç İngilizlerin Filistin’den Sina Yarımadasına doğru inmiş olan 4. Orduyu ardından çevreleme girişimiydi. İngiliz askerlerinin, belki Fransız donanmasının ve kesinlikle Ermeni taburlarının desteğiyle, Adana toprağına dökme olasılığı Damokles’in kılıcı gibi sallanmaktaydı. Sarıkamış ile Süveyş’teki gerilemeler Irak’ta Basra’dan kuzeye tırmanmağa çalışan İngilizleri durdurma çabası içindeki 6. Orduyu da etkilemişti.

Bu noktada Ermeni azınlığın Türklerin tüm düşmanlarıyla işbirliği içinde ve ellerinde tabancadan tüfeğe ve kılıçtan topa değin türlü savaş gereçlerinin bulunduğu gerçeğinin üstünde durmak gerekir. Bu gerçeğin görmezden gelinemez kanıtları Ermenilerin yalnız Hınçak ve Daşnak terörist örgütleri değil, Rus, İngiliz, Fransız, Alman ve kuşkusuz Osmanlı ve Ermeni kaynaklı açıklama, buyruk, teşekkür, anı kitabı, bilimsel yayın, savaş tarihi incelemeleri, itiraflar ve fotoğraflarda bol sayıda vardır. Türklere karşı savaşan Ermenilerle onların Ruslar, İngilizler ve Fransızlarla her yönden yakın bağları yadsınamaz biçimde ortadadır. Ermeniler, kendi itiraflarıyla toplam “200.000’

lik” ya da “200.000’den fazla” silâhlı kişiden oluşan ordular kurdular ve Türklere karşı ya bağımsız birimler olarak ya da Rus, İngiliz ve Fransız orduları içinde Kafkas, Sina ve Suriye cepheleriyle bunların çevrelerinde çarpıştılar.

Gerçekleri sıralayalım: Ermeni azınlık ve onun ileri gelenleri yabancılardan silâh, askerî eğitim, para, yiyecek ve giyecek almadı mı? Böylece donanarak Türk ve öteki Müslüman mahallelerine, köylerine ve kentlerine saldırmadılar mı? Geniş çapta toplu kıyımlar yapmadılar mı? Baltalama ve kundaklama eylemlerini sıklaştırmadılar mı? Kimi resmî kamu görevlileri öldürülmedi mi? Öyle ki, kimi kanlı eylemleri Rus ve Fransız subayları bile protesto etmediler mi? Bu olaylar, üstünde durmağa değmeyecek önemsiz eylemler sayılabilir mi? Ermeni çevrelerinde silâh barınakları, birkaç dilde şifre anahtarları ve Rus altını ele geçirilmedi mi? Ermeni azınlık başkaldırmadı mı? Onların saldırıları ve toplu kıyımları yoğunlaşmadı ve artmadı mı? O derecede önemli olan, üç ordunun da dayandığı ulaşım yolları yeni ve çok büyük ölçüde Ermeni tehdidi, tehlikesi, giderek egemenliği altına girmedi mi? Savaşan Türkler, onların komutanları ve İstanbul’daki üst düzey yöneticileri bunları ister istemez çok ciddiye aldılar, almak zorundaydılar.

Mart 1915’de doğuda birbirinden uzak ve korumasız Müslüman köylerine saldırılar başladı. Bu bölgelerde Osmanlı askerinin koruma önlemleri almayışı da Ermenilerin er ya da geç ortadan kaldırılması için daha önce yapılmış bir tasarı olmadığını göstermeğe yarar. Ermeniler eylem alanını öylesine boş bulmuşlardı ki, ordudan kaçan kimi Ermeniler Türk jandarmaları öldürünce olaylar hızla tırmanmağa yüz tuttu. Van’da ayaklanan ve Müslüman mahallelerini basıp orada oturanları ya öldürüp ya da göçe zorlayan silâhlı Ermeniler 14 Nisan 1915’de bu kentin önemli bölümlerini ele geçirdiler. O sırada orada bulunan Venezuelalı (biraz gözlemci, biraz serüvenci) Rafael de Nogales (Almancası Berlin’de ve İngilizcesi New York’ta yayınlanan ve Türkçesi de bulunan) “Hilâl Altında Dört Yıl” adlı kitabında iyi silâhlanmış olan Ermenilerin topluca başkaldırdıklarını yazar. Almanların önermesiyle Türkiye’ye gelip savaş boyunca kalmış olan bu Güney Amerikalının serüvenci yanı ağır basar. Kitabının kimi bölümlerini Kaymakam Hakkı Bey çevirip eleştirmiş ve 1931’de yayınlamıştır.

İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau, Sr., kendi Dışişleri Bakanlığına 25 Mayıs 1915’e yolladığı yazanakta, “25.000 silâhlı Ermeninin Van’ın bir bölümünü ele geçirdiğini” belirtir. Kanlı ve işgâlci Ermeni eylemleri bundan sonra daha da yoğunlaşmıştır. O denli ki, Sıvas Valisi 22 Nisan 1915 tarihli iletisinde korumasız Müslüman kırsal bölge insanlarının yaşamlarının tehlikede olduğunu yazmıştır. Olaylar hemen Diyarbakır ve Zeytun gibi başka merkezlere de sıçradı. Bu çerçevede Ermeniler İskenderiye Körfezi’nde dolaşan İngiliz savaş gemileriyle temas ederek askerleri Adana ve çevresine ayak bastıkları anda, (önce 25.000, sonra da 15.000 eklemeyle) toplam 40.000 silâhlı Ermeninin yardımlarına koşacaklarını bildirmişlerdir.

Böylesine bir destek özellikle 4. Orduyu çok zor durumda bırakabileceği gibi, 3. Ordunun gerisini de yeni bir tehlikeye atacaktı. Bu bilgiler savaştan sonra Versailles toplantılarına katılan Ermeni Ulusal Kurulunun başkanı Bogos Nubar’ın belgelerini bir araya getiren V. Ghazarian adlı Ermeni yazarın kitabındadır. “Özür” imzacıları kendi kişisel kararlarını vermeden önce bu Ermeni yayınını elden geçirdiler mi? Bununla ilgili belgeleri yıllar önce yayımladım; daha sonra Türk ve elden verdiğim kimi yabancı yazarlar da yayımladılar.

Türk komutanların bu yoğun gelişmeler ışığındaki büyük kaygısı savaşmak zorunda olan üç orduyu da besleyecek lojistiğin içine düştüğü açmazdı. Ermeni silâh gücü Osmanlının tüm ulaşım yollarına egemen olmalarına yetti. Yola çıkan katarların korumaları sayıca azdı ve silâhları hafifti. Hayvanların çevresine top gibi ağır silâhlar yerleştirilemeyeceği gibi, sayıları gitgide azalan askerlere cephelerde gereksinim vardı. Ayrıca, kalabalık Ermeni kümelerinin beklenmedik anlarda saldırıları ulaşımı olanaksızlaştırmıştı. Özellikle dönüşlerde yüzlerce, binlerce yaralıyı sağ salim taşıyıp çadır hastahanelerine ulaştırmak gerekiyordu. Oysa, kuzey-doğu ve güney yolları çevresinde binlerce Ermeni tüfeği ve tonlarca dinamit Türklerin cephe çizgisine ulaşmasını ya da oradan dönüş yolunda belirmelerini bekliyordu. Örneğin, Sıvas-Erzurum lojistik geçeneği (koridoru) kullanılmaz duruma gelmişti. Uzun yollar ve geniş cephe Ermeni saldırılarına karşı savunulamıyordu. Türklerin artan korkusu Van’daki toplu kıyımın, kenti ele geçirme örneğinin ve burayı Osmanlı egemenliğinden ayırarak orada Rus askerinin desteğiyle geçici Ermenistan yönetimi oluşturulmasının Anadolu’da başka yerlere hızla yayılacağıydı.

Bütün bu olayların gerçekliği tüm belgeliklerdedir. Kuşku yok ki, çok sayıda Osmanlı belgesi uyumlu silâhlı Ermeni isyanını, onların kanlı saldırılarını, Müslümanların onlar tarafından topluca kıyımlarını ve kurtulabilenlerin korku içinde kaçışlarını ortaya koymaktadır. Ancak, bunlar Ruslar, İngilizler, Fransızlar ve kimi ötekilerce de biliniyor.

Ne var ki, bilinmesine karşın, örneğin Britanya Hükûmeti adına dünya kamu oyunu, özellikle savaşta hâlâ yansızlığını sürdüren Amerika’yı, dilediği biçimde etkilemek için Türklere karşı kısaca “Mavi Kitap” diye anılan bir cilt çıkarıldı. Onda yalnız ve yalnız Ermenilerin ve Hıristiyan din yayıcıları gibi yandaşlarının mektup, yazı ve dedikodularına yer verildi. Bir tek Türk kaynağı, görüşü ya da olayı yer almadı. Zaten, savaş eşiğinde çıkarılan bir yasa da savaşılan devletlere karşı dengeli davranmayı bile uygulamada “düşmana yardım” kapsamına sokuyordu. O denli ki, Çanakkale’den ailelere yazılan mektuplarda Türklerin hakça savaştıklarına ilişkin satırların teki bile yayınlara yansımıyordu. Bu Britanya yayınını “Mavi Kitaba Yanıt” başlığıyla eleştiren kendi kitabımın İngilizcesini New York’ta ve Türkçesini İstanbul’da yayımladım (Türkçesi İleri Yayınlarından). Britanya Mavi Kitabı’nı yayıma hazırlama görevini üstlenmiş olan genç tarihçi Arnold J. Toynbee daha sonraki “Yunanistan’da ve Türkiye’de Batı Sorunu” adlı kitabında kendi yayınının bir “savaş propagandası” olduğunu yazdı (sayfa 50).

Birinci Dünya Savaşında Ermenilerin kan döktüklerine ilişkin Batı çevrelerinde de birtakım şeylerin yazılması için (aşağıda sözünü edeceğim ve kural-dışı kalan bir örnek dışında) uzun süre beklemek gerekiyordu. Stephen Pope ve Elizabeth-Anne Wheal adlı iki İngiliz yazarı 2003’de basılan ve “Birinci Dünya Savaşının Sözlüğü” adlı önemli çalışmalarında “Türk ordusu seferberlik hazırlığı içindeyken, Ermenilerin doğuda Ermeni olmayan 120.000 kişiyi boğazladıklarını” yazdı ve Nisan 1915’de Van’ı ele geçirerek orada geçici yönetim kurduklarını ve 1917’den sonra “bir 50.000 daha” öldürdüklerini ekledi. Bu İngiliz kaynağı 120.000 kişinin sözünü ederken onlar için “öldürme” değil, öldürmenin daha yabanıl biçimi olan “boğazlama” sözünü seçmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğim kural-dışı yayın o yılların bilinen yazarlarından C.F. Dixon-Johnson’un 1916’da yayımladığı “Ermeniler” adlı kitabıdır. Britanya’nın Türklerle Çanakkale, Sina ve Basra cephelerinde savaştığı bir sırada, Ermenilere ilişkin olarak “madalyonun başka bir yüzünün de olduğunu” söyleyerek hak tanırlık ve yüreklilik sergileyen bu İngiliz yazarı savaştan önceki Türk-Ermeni ilişkilerinin yorumunda da Batı çevrelerinin tek-yanlı davranmalarını örneklerle eleştirdi ve Türkler 1914’te başlayan savaşta düşman konumunda olmakla birlikte onlara karşı yansız ve doğrulukla tavır alınması gerektiğini savundu. Dixon-Johnson’un bu kitabını değerlendiren ve tanıtan kendi kitabımı da yirmi küsur yıl önce birkaç dilden yayımlamıştım. “Özür” imzacıları bize kendilerinden çok daha fazla hakça davranan bu kaynağı ya da benim onu tanıtan yayınımdan herhangi birini okudular mı?

Özetle, emperyalist ülkelerin yayınlarında egemen olan eğilim Türklerin Ermeni tehdidini abarttıkları eksenindedir. Oysa, bu yaklaşım bunca belgelere yansımış olan tarih gerçekleriyle bağdaşmıyor. Anadolu’nun bir parçasını kendiliğinden “Ermenistan” sayan, ama orada yüzyıllardır azınlık durumunda kalmış olan Ermenilerin çeşitli emperyalist devletlerin destekleriyle silâhlı saldırıları toplu kıyımlara yol açmış ve üç Türk ordusunun da ulaşım yollarını tıkamış, işlemez duruma sokmuştur. Ermeni azınlığın yerini değiştirme olayı bunun sonucudur.

Önce, yurt dışındaki Ermenilerin “soykırımın başlangıcı” diye niteledikleri, daha da öte, dünyaya “Soykırım Günü” yakıştırmasıyla onaylatmak istedikleri “24 Nisan” olayına birkaç cümlelik bir gönderme yapmalıyım. Osmanlı “Dahiliye Nezareti” o tarihte 14 “vilayet” ile 10 “mutasarrıflığa” Daşnak ve Hınçak benzeri Ermeni kurumlarının kapatılması, ayrımcılarla kan dökücülerin tutuklanmaları için bir buyruk yollamış ve bu eylemlerle bağlantılı olduklarına inandığı 235 İstanbul Ermenisini de toplayıp daha çok Çankırı’ya sürmüştür. Bunlar üç-beş kişi bir arada evlere yerleştirilmiş, parası olmayanlara devlet yardımı yapılmış, ancak her gün sonunda karakola gidip kaçmadıklarını kanıtlamaları istenmiştir. Suçsuz olanlarla bağışlanan 31’i, bu arada yabancı uyruklu Ermeniler serbest bırakılmış, suçlulardan 25’i Ayaş’a ve 57’si de Zor’a taşınmış, bunlardan iki Ermeniyi öldüren Osmanlı yurttaşı Çerkez Ahmet’le yandaşı Halil cinayetten suçlu bulunarak Şam’da asılmışlardır. Bu gerçeklerin kanıtları Başbakanlık Osmanlı Belgeliğinde ve yorumu da Yusuf Sarınay’ın incelemesindedir.

Doğu Anadolu’daki kanlı Ermeni olaylarından ötürü Türklerin karşılaştıkları güçlüğün çözümü hemen onların yerlerini değiştirme seçeneğinde toplanmadı. Bu yol seçeneklerden biriydi ve olayların gelişmesi nedeniyle daha sonra uygulandı. (Yasal başkomutanlık Padişah’ta olduğu için) Başkomutan Vekili ön adını kullanan Enver Paşa 2 Mayıs 1915’de Dahiliye Nazırı Talât Bey’e (sonra Paşa) yolladığı o zamanki “çok gizli” yazıda Rusların 7 Nisan’da [13 gün eklenerek bugünkü gün bilgisiyle 20 Nisan 1915] kendi sınırları içindeki Müslüman halkları çıplak bir durumda sınırlarımız içine sürdüklerini ve hem buna tepki göstermek, hem de Van’daki Ermeni “isyan yuvası”nı dağıtmak için, ya Ermenileri Rusya içine yollamayı ve onların yerine gelen Müslümanları yerleştirmeyi ya da Ermenileri Anadolu içinde dağıtmayı önermiş, kendinin bu iki şıktan birincisini yeğlediğini belirtmiş, ancak kararı ilgili bakanın kendine, yani Talât Bey’e bırakmıştı. Üç ordunun da üst komutanı olan Enver Paşa’nın Rusya tarafından sürülen ya da kaçmak zorunda kalan Müslümanlara karşılık Ermenilerin sınır ötesine geçirilmelerini daha uygun bulduğu bu “çok gizli” yazısından da anlaşılıyor. Onları her hangi bir kıyım biçiminde ortadan kaldırmaya yönelik eski ya da yeni düşüncesinin olmadığı bu kişisel seçeneğinde de görülebilir.

Enver Paşa’nın yeğlediği seçenek Ruslarla teması ve anlaşmayı gerektirmesi nedeniyle uygulamada güçlüklerden ötürü gerçekleşemedi. Onun yerine Ermenilere yurt içinde, ama cephelerden uzak yerlere yollanarak yer değiştirilmeleri de ancak bu konunun dünyada ve geçmişte uygulanmasına bakılmasından sonra oldu. Osmanlı yöneticileri İngilizlerin ve İspanyolların Osmanlı sözlüğünde “tehcir” diye anılan yer değiştirme olayını daha önce uyguladıklarını iyi biliyorlardı.

III- 1915: “Tehcir”i İlk Yapan Türkler Değildi!

“Tehcir” Arapça “göç” anlamında “hicret” sözcüğüyle bağlantılıdır. “Göç ettirme” anlamına gelir. Aynı kökten kaynaklanan “muhaceret” bu çerçevede “göçmek”, “muhacir” sözcüğü de “göçmen” demektir. Osmanlıların 1915’de Ermenilerin yerlerini değiştirmeleri kendi buluşları değildi. Ortada daha önce yapılmış örnekler vardı. Örneğin, İngilizlerin “tehcir” uygulaması Güney Afrika’da 1899-1902’de yer alan Boer Savaşlarıyla bağlantılıdır. “Boer” sözcüğü “Afrikaans” dilinde çiftçi anlamına gelmektedir. Afrikaans dili de Hollanda ya da “Huguenot”, yani bir tür Batı Avrupa Protestanı kökünden olup Batı Avrupa’dan gelerek Umut Burnu sömürgesine 1652’de yerleşenlerin geliştirdikleri dildi. Batı Avrupa’dan daha çok Katolik baskısı ve kıyıcılığından kaçtıklarında, Afrikalı siyah yerlilere dayanan sınır bölgelerinin verimli topraklarında çiftçilik yaptıklarından ötürü böyle anıldılar. Yeni yurtlarında hem yerlilerden hem de geldikleri Avrupa’dan farklı bir ekin geliştirdiklerinden, buralarını sonradan kendi sömürgesi yapmak isteyen İngilizlere karşı savaştılar. Askerî çatışmada yenildilerse de, siyasal gücü sonra ele geçirerek o yöreye özgü bir “ırk ayrımı” (apartheid) sürdürdüler. Ancak, 1902 sonunda İngilizler belli başlı Boer kentlerini ele geçirdikten sonra Orange Özgür Devletine de son verip, bu kez, günümüz deyimiyle “gerilla” yöntemlerine başvuran Boer’lerin 120.000’ini konutlarından ve iş yerlerinden söküp toplama yerlerine yolladılar. Burada bir bölümü hastalıktan ve bakımsızlıktan öldü. İngilizler, bu arada, Boer çiftliklerine de el koydular ve onlara ait mallara zarar verdiler. Savaş bittiğinde başkaldıran yaklaşık 60-75.000 Boer’e karşı 300.000 Britanya askeri görevlendirilmişti. Osmanlı askerî yetkilileri Boer Savaşlarını iyi incelediler. Karar düzeyinde olan yüksek rütbeli Osmanlı subayları bu konuyu bilen Alman generali Colmar von der Goltz ile de bağlantı kurarak bilgi topladılar.

Başka bir örnek olarak, İspanyol İmparatorluğu her iki (Atlantik ve Pasifik) okyanusta birtakım adalar üstünde sömürge yönetimi kurduğu dönemde, Küba halkı merkezi Avrupa’da İberya Yarımadasında olan bu devlete karşı ayaklanmıştı. Sömürgeci devletin bu adadaki valisi General Valeriano Weyler de 1895 yılı başında başkaldırmış olanları bir süre sonra yerlerinden ederek İspanyollara zarar vermeyecek noktalarda topladı. 1896’da Küba ve 1915’de Ermeni halklarının koşulları arasında benzerlik olmadığı gibi, Osmanlı yönetiminin Karayip Denizi’ndeki bu olayı incelediğini ya da örnek aldığını bilmiyoruz.

Ancak, Türklerin kendi yakın tarihlerinde sınırlı yer değiştirme olayları vardı ve bu olaylar içte ve dışta olumsuz tepkiler doğurmamıştı. Örneğin, Osmanlı yönetimi 1912-13 Balkan Savaşlarında kimi Bulgar ve Yunan kökenlileri Türk askerine zarar verebilecek yerlerden çekerek Asya toprağına geçirdi ve Batı Anadolu’da belirli yerlere yerleştirdi. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşının ikinci yılında Gelibolu Rumlarını da Çanakkale’deki çatışmalarda düşmana yarayacak eylemlere katılmalarını engellemek amacıyla Asya toprağına geçirdi. Bu olayda da bir olumsuzluk yaşanmadı. Doğu Anadolu’daki Ermeni konumuna benzemeyen iki öğe mesafelerin kısa ve Batı Anadolu toprağının verimli olmasıydı. Göç ettirilenler yeni yerlerine kısa sürede ve kazasız, belâsız vardılar; ayrıca, yeni çevre verimli toprağıyla onları besledi ve yaşattı.

Anlaşıldığı gibi, Osmanlı yönetimi adına 1915’in dördüncü ayında Ermenileri Rusların istemedikleri Kafkas Müslümanlarıyla değiş-tokuş etmek ya da tek başlarına cephe yakınından uzaklaştırmak seçeneklerini düşünenler tarihte yepyeni bir adım atmadıkları inancındaydılar. “Tehcir” hem başka yerlerde uygulanmış, hem de Türkler iki, üç yıl öncesinde kimi yurttaşlarına yer değiştirdiklerinde, kimsenin başına bir şey gelmemiş ve devleti güç duruma sokacak iç ve dış tepkiler de olmamıştı. Gene anlaşıldığı üzere, 24 Nisan 1915’de doğudaki ayaklanmanın beyin takımından olan ya da olduğuna inanılan kimi Ermeniler tutuklanmış, Van’da kanlı eylemlere girişen ve o yöreyi devletten ayıranlara karşı da askerî birlik yollanmıştı. Daha çok yaşlı yedeklerden oluşan birliğin başkaldırmayı yok etmekte yetersiz kaldığı anlaşılıyor. Ermeni ayaklanmasını ciddiye alanların korktukları gibi, benzer başkaldırmalar güney-doğu Anadolu’da birkaç yerde de kendini gösterdi. Ancak bir gün geçmişti ki, yani 25 Nisan 1915’de, Britanya ve Fransız zırhlıları, içlerinde bu ülkelerin sömürgelerinden toparlanmış askerleri de taşıyarak, Çanakkale Boğazı’nı denizden ve karadan zorlamağa başladılar. Doğu cephesinde yenilenen Rus saldırısı da onu izledi. Hattâ, Gelibolu önünde beliren Britanya ve Fransız güçleriyle Kafkasya cephesindeki Ruslar ve Ermeniler arasında birbirlerine, bir kıskacın iki ucu gibi, destek olma anlaşması da vardı.

Bu gelişmelerde Osmanlı Ermenilerinin, nerede olurlarsa olsunlar, Türklerin karşısında yer alanlara etkin destek vereceği kuşkusuzdu. Doğuda ve güneyde Türkler daha fazla saldırıya uğrayacak, üç Osmanlı ordusu da Ermeni başkaldırmasının içine daha fazla çekilecek ve savaşan Türklerin ulaşım yollarıyla bağlantıları büsbütün kopacaktı. Yer değiştirme kararı savaştan önce ya da savaş sırasında bir azınlığı yok etmek amacıyla yapılmış bir tasarı ya da onun parçası değil, gitgide büyüyen askerî bir soruna bir çözüm olarak gündeme geldi ve devlet açısından o amaçla uygulandı.

İlk düşünce büyük çoğunluğunu güneye yerleştirmek de değildi. Osmanlı yönetimi, üstünde önemle durulması gereken Van başkaldırması oluncaya değin, Ermenilerin yasa-dışı eylemlerini ufak önlemlerle giderme yollarını da araştırdı. Örneğin, Ermenilerin Zeytun’da başlattığı ve Antep gibi çevreye yayılan silâhlı eylemleri nedeniyle, İstanbul’daki yönetim o yöre Ermenilerini Konya’ya götürme eğilimindeydi. Bu seçeneğe bir askerî komutanla bir mutasarrıfın yazdıkları neden olmuştu. 4’üncü Ordu Komutanı 29 Mart 1915 tarihli yazanağında, Antep’in Müslüman mahallelerine saldırı düzenleme yolundaki Ermeni hazırlıklarına gönderme yapmış, ancak devlete bağlı olanların yaşamlarının ve mallarının korunacağını belirterek Ermenilere karşı saldırıları haydutluk sayacağını eklemişti. Maraş Mutasarrıfı Mümtaz Bey de, İstanbul’a yolladığı bir gün sonraki yazanağında, önlemler alınmadıkça Maraş’taki barış havasının bozulacağını ve Zeytun’lu kimi Ermeni çevrelerinin oradan çıkarılıp başka yere yollanmasının gerektiğini ileri sürmüştü.

Bu yazanaklardan etkilenen İstanbul yönetimi Zeytun, Antep ve Maraş’ta yaşayıp silâhlı eylemlere başlayan Ermenilerin toprağı verimli Konya’ya taşınmalarından yana bir çözüm üretti. Bunu bir ölçüde uyguladı da. Ancak, yeni getirilenlerin bu kez Konya’daki Ermenilerle birleşerek aynı eylemlere yönelme yollarını araştırmaları onların, bir süre sonra, Zor ve Halep yönünde daha güneye yollanmalarıyla sonuçlandı.

Ancak, Van başkaldırması yer değiştirme kapsamını ister istemez genişletti. O koşullarda bile, Talât Bey’in Van, Bitlis ve Erzurum valilerine yolladığı 9 Mayıs 1915 tarihli yazısından da anlaşıldığı gibi, ilk başta yalnız bu üç ilin Ermenilerinin yerlerinin değiştirilmesi söz konusuydu. Gene Dahiliye Nazırının 4’üncü Ordu Komutanına 23 Mayısta yolladığı şifreli telgraf bu üç ilin Ermenilerinin Musul’un güneyine, Zor Sancağına ve (kent merkezi dışında) Urfa kırsal alanlarına yollanacağını belirtiyordu. Bir bölümü de Adana, Halep ve Maraş’a yerleştirilecekti. Ancak, demiryolundan en az yirmi beş kilometre uzakta kalacaklardı. Altı çizilerek hemen eklendi ki, yaşamları ve malları güven altında olacak, yanlarında ya da arabalarda taşıyabildiklerini alacaklar, taşınmazlar için ayrıntılı dizelgeler yapılacak ve yiyecekle geceleme sağlanacaktı. Genel Kurmay Başkanlığının 26 Mayıs tarihli şifresi de, güvenlik ve yerel barış nedeniyle, yeni Ermeni yerleşimlerinin çevredeki Müslüman yurttaş kümelerinin yüzde onunu geçmemesini ve her köyde en çok elli Ermeni evinin oluşmasını istemekteydi.

Uygulamada başlangıç adımlarının henüz atılmağa başlandığı bu ilk güvenlik önlemlerinin hemen ardından, Osmanlı devletinin savaştığı üç Müttefik devlet, yani Çarlık Rusya’sı, Britanya ve Fransa, 24 Mayıs 1915’de “Ermenistan’da Türklerin Ermenileri öldürdükleri”ne ilişkin bir açıklama yaptılar. Bu metinde Ermenilerin silâhlı başkaldırmalarına, çeşitli yerlerdeki saldırılarına, döktükleri Türk ve Müslüman kanına, Van’ın işgâlci düşmanla birlikte koparılıp alınmasına göndermeler yoktu. Günümüz Ermeni çevreleri ve yandaşları, o tarihte cephelerde savaştığımız ve doğrudan Ermeni müttefiki de olan bu üç devletin anılan açıklamalarını sanki bir yargı odağından çıkmış ve yansız “soykırım kanıtı” gibi kullanıyorlar. Oysa, bu üç açıklama, askersel sonuçları da görülen siyasal bir baskı aracıydı. Doksan küsur yıl sonra işlerine yaramayı sürdürüyor.

Ayrıca, aynı açıklamalarda “Ermenistan” sözcüğüne de, gene kendi ağızlarından, birtakım eklemeler yapmalıyım. Eski belgelerde “93 Harbi” diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşının sonunda Rusların doğuda Erzurum’a ve Trakya’da Yeşilköy’e girmeleriyle devletin çadırı sallanmaya başlayınca, İstanbul’da oturan Ermeni Gregoryan Patriği Varjabedyan Nerses Rus ve Britanya Büyükelçiliklerinde soluğu alarak İngiliz diplomasi temsilcisi Sir Henry Layard’ı iş yerinde görüp, Ermenilerin bir yıl öncesinde Osmanlı yönetiminden memnun olduklarını, ancak doğuda Rus zaferinden sonra kimi “Ermenistan” topraklarının Çarlık işgâli altında kalabileceğini, bu nedenle “özerk bir Ermenistan” düşüncesinde yardımcı olmasını istemişti. Patriğin “Ermenistan” sözcüğünü geçirmesi üstüne İngiliz temsilci bundan ne demek istediğini sormuş ve Van ve Sıvas Paşalığıyla, Diyarbakır’ın çoğunluğu ve eski Kilikya krallığı gibi bir yanıt alınca, tüm bu yörede Müslümanların ezici bir çoğunlukta olduklarını anımsatması üstüne, bu gerçeği Patrik de evetlemiş, ne var ki orada yaşayan Müslümanların da Ermenilere katılmayı isteyeceğine ilişkin saçma sapan bir görüş de ileriye sürmüştü. Layard böyle bir tasarıyı uygulanamaz saydığını Nerses’e hemen söylemiştir. İstanbul’daki İngiliz görevlinin kendi bakanlığına Nerses’le bu konuşmayı aktaran resmî yazısı şu Britanya arşivindedir: FO (Foreign Office) 426/68, No. 639, 644. (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde Türk-Ermeni ilişkilerini konu edinen dersi de verdiğim 1980’li yıllarda, öğrencilerime bu belgenin sayısını ezberlemelerini salık verir, sınavda soracağımı söylerdim.) Bu konuşmaya ve benzerlerine kendi yayınlarımda gereken göndermeleri yaptım. Demem o ki, Britanya yönetimi Ermenilerin Doğu Anadolu’da bile hiçbir yerde çoğunluğu oluşturmadıklarını ve “Ermenistan” sözcüğünün 1914-18 Savaşında işlerine yarayacak bir aldatmaca olduğunu 1870’li yıllardan bu yana çok iyi biliyorlardı.

Benzer biçimde, Fransız Cumhuriyeti’nin 4 Kasım 1895 tarihli (sayfa 1357-58 arasındaki) resmî gazetesi (Journal Officiel) “Ermeni nüfusunun yüzde 13’ü aşmadığını, Asya vilayetlerinde de azınlıkta ve dağınık olduklarını ve herhangi bir özerklik nedeni bulunmadığını” saptamıştır. Bu değerlendirme 27 Ocak 1918 tarihli daktilolu yazıda da yinelenmiş olup Fransız Dışişleri Bakanlığı Asya Dairesinin 28 Ocak 1919 tarihli belgesinde de vardır. Ayrıca, Fransız Dışişleri Bakanlığının 19 Kasım 1918 tarihli gene daktilolu belgesinde şu cümle yer almaktadır: “...Ermeniler Ermenistan dedikleri illerde nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyorlar...” Demek ki, sayısal gerçeği Fransızlar da biliyorlardı.

Ruslara gelince: Birçok temel Ermeni yayınında Çarlık yönetiminin Ermenilerden kendi amaçları için yararlandıkları ve konuya bağımsız bir Ermenistan değil, Rus egemenliğini yayacak bir toprak ve ara bölge gibi baktığına ilişkin yakınmalar, giderek kızgınlıkla karmaşık şiddetli yakınmalar vardır. Bu arada, Amerikan Ermenisi K. S. Papazian (benim 1980’li yıllarda birkaç dilden yer yer özetleyip, sözü önemli ölçüde ona bıraktığım) “Ters Dönmüş Yurtseverlik” başlıklı kitabında Ermenilerin yalnız Osmanlı değil, (Rusya dahil) ilgili tüm devletlerin belgeliklerinde “Ermenistan” demeyi yeğledikleri yörelerde hiç bir yerde çoğunlukta olmadıklarının belirtildiğini açıkça yazmaktadır.

Talât Bey, Rusya, Britanya ve Fransa’nın işlerine geldiği gibi yaptıkları yorumlarına ve müdahale girişimlerine karşın, 26 Mayıs 1915’de Osmanlı Kabinesinin onayı için, yer değiştirme nedenlerini belirleyen bir karar tasarısı hazırladı. Aynı tasarıda güneye yollananlara mesleklerine ve konumlarına uygun toprak ve iş sağlanacağını, devletin tohum gibi yardımlarda bulunacağını ve geride bırakılan taşınmazların gereği gibi kütüklere geçirileceğini belirtti. Kabine, 30 Mayıs tarihli kararında, devletin güvenliğini ve yaşamını öne çıkararak, yer değiştirmenin düzenli ve insancıl olmasının altını çizdi ve taşınmazların saptanması için özel kurullar oluşturulmasını ve göçenlere iş bulunmasını istedi. 10 Temmuz tarihli kararla da istenen kurullar için yönetmelik yayımlandı. Kütüğe yazılanların birer kopyası ayrı ayrı Ermeni kilisesinde, yerel yönetimde ve kurulda bulunacaktı.

İlk göç yalnız savaş cephelerinin çevresiyle, yani, doğuda Van, Erzurum ve Sıvas, güneyde de Sina’nın gerisinde Mersin ve İskenderun çizgisiyle ilgiliydi. İlk başında, göçmenlerin içinde Protestan ve Katolik Ermeniler, polis ve jandarma gibi güvenlikte çalışanlar, benzer hükûmet görevlileri, orduda subaylar, sağlık memurları, Osmanlı Bankası ile bölümlerinde çalışanlar, yabancı diplomasi temsilciliklerinde iş yapanlar, Genel Borçlar (Duyûnu Umumiye) örgütünün hizmetindekiler, tarafsız devletlerin yurttaşı olanlar, özürlüler, dullar, öksüzler ve çok yaşlılar (devlete kötülükleri olmadıkça) kapsam dışıydılar. Kimi Ermeniler din değiştirmek istedilerse de, başta buna (bir aldatmaca kuşkusuyla) izin verilmedi, ama sonra kendiliklerinden Müslüman olanlar da yerlerinde kaldılar. Savaşın bitiminde isteyenin eski dinine dönme kararı da çıktı.

Yer değiştirmenin Ermenileri öldürmek anlamına gelmediği, devletin böyle bir amaç gütmediği, bunun söz konusu olamayacağı ve bu yola sapanların şiddetle cezalandırılacağı, arka arkaya gelen buyruklarda, örneğin 27 Mayıs genelgesi ve 29 Ağustos şifresiyle, açık biçimde yinelendi. Gidiş için kısa ve kolay, ama daha güvenli görünen yollar seçildi. Göç dalgası genişleyince, Batı Anadolu’dan gelenler genelde trenle ulaştırıldılar. Kimi noktalarda katarlara çapulculuk ya da kin nedeniyle saldırılar olmuşsa da, bunların sayıları sanılandan çok azdır ve çok büyük çoğunluk dengeli nitelikte yabancı kaynaklara göre yerlerine varmıştır. Saldırılar için Osmanlı yönetimi (yerinde) üç araştırma kurulu oluşturdu, zanlıları (İstanbul’daki savaş-sonrası kukla “Nemrut Mustafa Paşa divan-ı âlisi”nden çok farklı ve) göreceli olarak bağımsız biçimde yargıladı ve (idam dahil) çeşitli cezalar verdi. Öte yandan, hiçbir yargı kuruluşu Ermenilerin Türk ve öteki Müslümanları, kendilerine “yalnız Ermeniler için büyük bir yurt” yaratmak amacıyla, tek tek ve kitlesel olarak kıyıma uğratmalarını ele almamıştır. Ancak, başka yayınlarımda değindiğim bu konuların ayrıntıları elinizdeki yazının kapsamı dışındadır.

1915 yılının ortasında başlayan göç olayı 1916 başına değin sürdü. Kış koşullarında bütünüyle durdu. Daha sonra, 15 Mart 1916 tarihli genelge uygulamada daha önce durmuş olan yer değiştirmenin bundan böyle sona erdiğini kesin olarak açıkladı. Savaş bitince de, geri dönecekleri duyuruldu. Dönenlere malları geri verilecek, bir süre de vergi ödemeyeceklerdi. Geri gelenlerin bir bölümü özellikle Adana-Urfa çizgisinde Fransız sömürgecilerle birlikte Türklere karşı gene silâha sarıldıklarından, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başarısı karşısında, bu kez, kendileri yaşamlarını Türkiye dışında sürdürmekten başka çıkar yol göremediler.


Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV