1. yüz (Toplam 1 yüz)

Biyo-Silah Terminatör Tohumlar (6-9) / Naci KAPTAN

İletiGönderilme zamanı: Cum Kas 06, 2009 12:39
gönderen Oğuz Kağan
Biyo-Silah Terminatör Tohumlar 6

Yeşil Devrim

Arjantinli bilim adamı Walter Pengue ;

"Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğiz" diyordu.

1990'lara gelindiğinde "açlıkla mücadeleye kararlı" ABD eliti bu kez de dünyada 2.5 milyar insanın ana besin kaynağı olan pirince göz dikmişti. Filipinler merkezli Rockefeller kuruluşu Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü (IRRI) Asya'daki bütün önemli pirinç türlerini depoluyordu.

İşte o tohumların dörtte üçü Monsanto ve diğer dev şirketlerin laboratuvarlarında genetik olarak değiştirildi ve patentlendi!

GD soya daha az insan gücü gerektiriyordu. Çoğu çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kaldı. 2004'e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya ekiliydi. Arjantin'in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü.

Yeşil Devrim

Öte yandan, 1947'de Nelson Rockefeller' in kurduğu Uluslararası Temel Ekonomi Ortaklığı (IBEC) ve dev tarım şirketlerinden Cargill melez mısır tohum çeşitlerini üretmeye başladı. Melez tohumların kendine has kimyasallara, gübrelere ve makinelere ihtiyacı vardı. Bunların satışı da ABD'li tarım şirketlerinin kon tr olündeydi. O sıralar amacı modern tarım yöntemlerini uygulayarak ürünü arttırmak ve açlığı azaltmak olan "Yeşil Devrim" Meksika'dan başlayarak, tüm Latin Amerika'ya, ardından da Hindistan ve Asya'ya yayılıyordu.

Yeşil Devrim'in en önemli sonuçlarıysa; zirai zararlılara karşı bağışıklık için kullanılan yeni tür pestisitlerin insan sağlığına olumsuz etkileri, melez türlerin toprağı bozması ve ürünün azalması idi! Ürünü azalan çiftçiler, üreme kapasitesi düşük olan melez tohumları her yıl yeniden almak zorunda kaldı. 'Devrim'e büyük sulama projeleri eşlik etti. Dünya Bankası yeni barajlar için borçlar verdi; ülkeler borç batağına sürüklendi. İşlerini kaybeden çiftçilerse ABD şirketleri için ucuz işgücüne dönüştü

1990'lara gelindiğinde "açlıkla mücadeleye kararlı" ABD eliti bu kez de dünyada 2.5 milyar insanın ana besin kaynağı olan pirince göz dikmişti. Filipinler merkezli Rockefeller kuruluşu Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü (IRRI) Asya'daki bütün önemli pirinç türlerini depoluyordu. İşte o tohumların dörtte üçü Monsanto ve diğer dev şirketlerin laboratuvarları nda genetik olarak değiştirildi ve patentlendi!

Bu çalışmalardan birinin mahsulü "Altın Pirinç" olarak anılıyor. Vücutta A vitamini üreten beta-karoten, pirince turuncu rengini veriyordu. A vitaminli pirinç Asya'da kötü beslenen çocuklara sözde ilaç olacaktı. Hatta Bill Clinton, 1999'da "Altın Pirinç, günde 4 bin kişinin hayatını kurtarabilir" diyordu. Söylenmeyense A vitamininin "hipervitaminosis" yani A vitamini zehirlenmesine yol açabileceğiydi. Bu da beyin dahil pek çok organa zarar veriyordu. İsviçreli Sygenta ve ABD'li Monsanto bu pirinci patentledi. Eski bir Sygenta çalışanı Steven Smith, Haziran 2003'teki ölümünden önce şunları söylüyordu: "Size GDO'nun dünyayı besleyeceğini söyleyenlere öyle olmadığını söyleyin dünyayı beslemek siyasi ve ekonomik niyet ister, sadece üretim ve dağıtım değil."

Soya cumhuriyetleri

Artık sıra genetik olarak değiştirilmiş tohumların test edilmesine gelmişti. Bunun için de "arka bahçe" kullanıldı. Önce Arjantin, ardından Meksika, Brezilya, Paraguay ve Arjantin'de 1989'da devlet başkanı olan ABD destekli Carlos Menem'in ekonomik programı Rockefeller ailesi tarafından ABD'de yazıldı ve böylece korumacı piyasanın yerini ithalat rejimi aldı.

Arjantin'in borçlarını kapatması için tek çare ise GD soya fasulyesi yetiştirmekti. 1991'de 569 tarla GD mısır, ayçiçeği, pamuk, buğday ve özellikle soya ekimine ayrıldı. 1996'da Monsanto Arjantin'de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. Ve her şey böyle başladı

GD soya daha az insan gücü gerektiriyordu. Çoğu çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kaldı. 2004'e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya ekiliydi. Arjantin'in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü. Arjantinli bilim adamı Walter Pengue "Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğ iz" diyordu. Tohum saklama geleneği sona erdirilen çiftçiler, her yıl Monsanto'dan yeni tohum alırken satıştan da kâr payı ya da vergi ödüyorlardı.

Soya dışında kendi gıdasını yetiştiremez durumda kalan Arjantin 2002'deki ekonomik krize de savunmasız yakalandı. Açlık başladı. Ayaklanmaları ndan korkan hükümet, Monsanto ve soya kullanan ünlü markalar bedava yiyecek dağıtmaya başladı. Arjantinliler artık taze meyve, et, süt, yumurtadan oluşan beslenme biçimlerini soyaya teslim etmişti Hükümet, soyadan alınan proteinin etin yerine geçebileceği yönünde propagandaya başladı. Fakat araştırmalar soya sütüyle beslenen bebeklerim daha alerjik olduğunu saptadı. Hatta Rus Bilimler Akdemisi'nden Dr. Irina Ermakova GD soyayla beslenen dişi ve erkeklerden doğan bebek farelerin üç hafta içinde öldüğünü söylüyordu. Arjantinliler' e söylenmeyen başka bir gerçek de tek yönlü beslenme biçimi olduğunda soyanın kansere varan zararları olduğuydu.

Bölgedeki hayvanlar ölüyor, insanlarda da tiroit, solunum sistemi bozuklukları, akciğer ödemleri, deri hastalıkları gelişiyordu. Hatta hormon bozuklukları yüzünden bazı kız çocukları üç yaşında regl olmaya başladı. Soya tarlalarının yakınında yaşayanlar her gübrelemeden sonra şiddetli migren, göz yaşarması, mide bulantısı, eklem ağrıları yaşıyordu. Havadan yapılan ilaçlama yüzünden Arjantin'de Monsanto soyası dışında başka bir şey yetişmez oldu.

"Le Monde Selon Monsanto" (Monsanto'ya Göre Dünya) isimli belgeseli ve kitabı şu sıralar Fransa'da en çok okunanlar listesinde birinci sırada olan Marie-Monique Robin'in Arjantin'in Pampa bölgesiyle ilgili gözlemleri de tabloyu netleştiriyor. Mısır, buğday, hintdarısı, yağlı tohumlar, ayçiçeği, yer fıstığı, soya, sebze ve meyve yetiştirilen bu bölge, nüfusunun 10 katına yetecek kadar üretim yapıyor ve ihraç ediyordu. Taa ki GD soyayla tanışana kadar... Arjantin'de GD soya ekili alanlar 2000'de 8.3 milyon hektardan 2001'de 9.8'e, 2002'de 11.6'ya, 2007'de 16 milyon hektara ulaştı. Ekili alanlar artarken çiftçilerin sayısı da yüzde 30 azaldı. 1991-2001 arası kapısına kilit vuran çiftçi sayısı 150 bin iken, bunun 103 bini GD soyadan sonra tarlalarını terk etti.

Kaliteli et ve sütleriyle ünlü Arjantin'de süt üretimi 1996'dan 2002'ye kadar yüzde 27 düşünce ilk kez Uruguay'dan süt ithal edildi. Pirinç üretimi yüzde 44, mısır yüzde 26, ayçiçeği yüzde 34, domuz eti üretimi yüzde 36 düşmüş, fiyatlar artmıştı. 2003'te unun fiyatı yüzde 162, mercimeğin yüzde 272, pirincinki yüzde 130 arttı.

GD soya yasadışı yollardan Brezilya, Paraguay, Bolivya ve Uruguay'a da yayıldı. 1997'de Monsanto Brezilya'nın en önemli tohum üreticisi şirket olan Agroceres'i aldı. Eylül 2003'te AB, ithal ettiği GD ürünlerin etiketlenmesi zorunluluğunu getirdi. Fakat Brezilya'da yasadışı olarak yetiştirilen soyanın GD olup olmadığını kimse bilmiyordu. Sonunda Devlet Başkanı Lula da Silva bir kararname imzalayarak GD soyanın satışını, 2005'te de ekimini yasallaştırdı. 2003'te Brezilya'da yetişen soyanın yüzde 30'u GD idi. Monsanto'ya ton başına 10 dolar kâr payı ödemek zorunda olan çiftçiler 16 milyon tonla ilk yılda Monsanto'ya 160 milyon dolar kazandırdı. GDO bariyeri her geçen gün eriyordu...

7000 yıllık mısırda GDO kirliliği

Meksika'nın mısır ithal edilmeyen Oaxaca Eyaleti'nde 150 çeşit mısır tamamen organik yetişiyordu. Fakat güçlü komşularının "serbest" ticaret anlaşmalarına direnemeyen Meksika, ABD'den mısır ithal etmeye başladı. 1994-2002 arasında Meksika mısırının fiyatı yüzde 44 düştü; küçük çiftçiler de topraklarını terk etti.

2001'de Meksika Çevre Bakanlığı'nın yaptığı araştırmaya göre 22 bölgenin 13'ünde yetişen yerel mısır çeşitlerinde yüzde 3-10 oranında GDO bulaşması saptandı. 29 Kasım 2001'de Nature Dergisi'nde yayımlanan, David Quist ve Ignacio Chapela imzalı bir makaleye göre yerel "Crillo" mısırı artık saf değildi. Oysa Meksika'da, M.Ö. 5000 yılından beri ekilen, Maya ve Aztek kültürünün temeli olan mısır çeşitliliğini korumak için 1998'de GD mısırlar üzerine bir moratoryum verilmişti.

Topraklarının yarısı GDO'ya teslim olan Paraguay'da da tohumların satışı ve ekimi tıpkı Brezilya'da olduğu gibi yasallaştırıldı. Mısır, tatlı patates, her türlü fasulye, şeker kamışı, meyvenin yetiştiği ve ailelerin kendi kendine yettiği ülkede şimdi her şey sojeros'un (soyacıların) elinde. Taktikse hep aynı: Soyacılar ailelerle kon tr at yapıyor, çocuklarına gıda ve oyuncak veriyor. Sonra arsaları üç yıllığına kiralıyor. Ardından küçük bir yaşam alanı kalan ve ilaçlamadan etkilenen ailelere arsalarını yok pahasına satmalarını öneriyor, sonra da 'soya' ekiyorlar. Paraguay'da resmi verilere göre her yıl 100 bin çiftçi şehre göçüyor.

2 Ocak 2003'te Paraguaylı 11 yaşındaki Silvino evine giderken ilaçlama yapılan soya tarlalarının yanından geçti. Şiddetli mide bulantısı ve baş ağrısı nedeniyle üç gün hastanede kaldı. Eve geldikten sonra başka bir ilaçlamaya dayanamadı ve öldü. Annesiyse soyacıların hükümetten bile güçlü olduğunu söylüyordu

Yani Monsanto gittiği yerlerde, ürünleriyle sadece zararlı böcekleri öldürmüyordu.
Hindistan'da ekilmek üzere tasarlanan Monsanto'nun "Bollgard" pamuğu böceklere direnecek ve daha fazla kâr sağlayacaktı. Çiftçilere tohum, gübre ve ilaç satıldı. Ve burada da çiftçiler bir süre sonra ya işlerinden oldu ya da borçlarını ödeyemez duruma geldi. Temmuz 2005'te GD pamukla tanıştıktan sonra Maharash tr a Eyaleti'nde 2006'ya kadar 1280, 2007'de de 1168 intihar oldu. Ve her sekiz dakikada bir hayatlarına son veren çiftçilerin ölüm şekli de manidardı: Pestisit içerek!

Afrika'ya zorla "acil açlık yardımı"

Monsanto'nun GD "teknolojisini" yaymak için başvurduğu yöntemlerin arasında baskı ve rüşvet de vardı. Örneğin; Endonezya Hükümeti'nden üst düzey bir yetkiliye GDO'lu ürünlerin taranmadan satışa sunulması için 50 bin dolar rüşvet ödemişlerdi. 6 Ocak 2005'te Monsanto'ya iki dava daha açıldı. Yine Endonezya'daki 140 yöneticiye 1997-2002 arasında GD pamuğun ekimi için 700 bin dolar verilmişti. Ayrıca tarım bakanlığından üst düzey bir yöneticiye de 374 bin dolarla lüks bir ev önerilmişti. Bu ödemeler sahte pestisit faturalarıyla belgelenmişti.

2001'de IMF ve Dünya Bankası Malawi hükümetinden dış borçlarını ödemesi için acil durum gıda rezervini elden çıkarmasını istedi. Oysa ülkenin insanlarını besleyecek gıdası dahi yoktu. Böylece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) 250 bin ton fazla GD mısırını Malawi'ye hibe etti. İngiltere Başbakanı'nın bilim danışmanı Prof. David King ABD hükümetinin GDO teknolojisini Afrika'ya yayma çabasını "kitlesel insan deneyi" şeklinde tanımlayarak kınadı. Ekim 2002'de Guardian'da çıkan bir makalede, ABD'nin acil açlık yardımı adı altında, Güney Afrika'nın altı ülkesine stok fazlası GD mısır göndereceğini açıkladı. Mısır, Zambiya, Malawi ve Zimbabwe'nin ana gıdasıydı. Riski göze almayıp reddettiler. Ama reddedemeyenler de vardı.

Bush'un "katil" tohumları Irak'ta

Başkan (katil) Bush "Irak'ta yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz" derken mecazi bir ifade kullanmıyordu. Nasıl mı?

İşgalin ardından oluşturulan Geçici Koalisyon Otoritesi'nin (CPA) başına atanan Paul Bremer'in ilk eylemi ülke sınırlarını gümrük, tarife, kon tr ol ve vergi olmadan ithalata açmak oldu. 81 no'lu kanunsa çiftçilere tohum saklamayı yasaklarken; genetik müdahaleye uğramış, kısırlaştırılmış tohumların her yıl alınması mecburi kılındı.

Iraklılar yıllardır doğal tohumlarını Bağdat'taki ulusal tohum bankasında saklıyordu, fakat burası ABD bombalarıyla yok edildi. Eski tarım bakanı yedek bir bankayı Suriye'ye taşımıştı, tohumlar oradan sağlanabilirdi ama Bremer'in başka planları vardı.

USAID, Irak Tarım Bakanlığı aracılığıyla binlerce ton ABD merkezli "yüksek kaliteli, sertifikalı buğday tohumu"nu çok ucuza dağıtırken, bağımsız bilim adamlarının bunların GD olup olmadığını araştırmasına izin verilmedi.

ABD Tarım Bakanlığı ve Texas A&M Üniversitesi Tarım Birimi'nin ortak programıyla Iraklı çiftçilere "yüksek verimli" buğday, nohut, mercimek gibi tohum çeşitlerinin nasıl yetiştirileceğ i öğretildi. Ne tesadüftür ki aynı üniversite kendini dünyanın "biyoteknolojik lideri" olarak tanımlıyordu. (Yeni Aktüel)

TEMEL KAYNAKÇA : http://gidahareketi .org/Olum- Tohumlari- 312-haberi. aspx


http://www.internetajans.com/default.asp?nid=81856



Biyo-Silah Terminatör Tohumlar 7

‘GDO tasarısı halktan gizleniyor’

GDO tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor.

F. William Engdahl; “Bu tohumlar insanlığı ve insanların davranışlarının kontrol edilmesi için kullanılıyor. Kimileri bunlara bir komplo teorisi demektedir. Bunlar bir komplo teorisi değil komplodur. Rockfeller’in yeşil devriminin sadece adı yeşil kendisi dünya nüfusunu kontrol etmek ve bazı ırkları ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar.

***
Anayasa Mahkemesi, söz konusu kanunun bazı maddelerini iptal edip yürürlüğünü durdurduğu ve Resmi Gazete’nin 11 Haziran 2009 tarihli nüshasında yayınladığı gerekçeli kararında;
‘GDO’lu ürünlerin kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığına sebep olduğu’nu belirterek tarihi bir karara imza atmıştır.

***
Konuyu uzmaninin görüşünden daha iyi kavrayabilmek için F. William Engdahl ile yapılmış olan söyleşileri sunuyorum :

Ölüm Tohumları’ kitabının yazarı F. William Engdahl ile Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı Kemal Özer ortak açıklama yaptılar. ‘GDO tasarısı halktan gizleniyor.’

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkan’ı Kemal Özer’le birlikte basın toplantısı düzenleyen Ölüm Tohumları” kitabının yazarı Amerikalı Gazeteci F. William Engdahl; “Türkiye henüz tohumlarını kaybetmemiş olan bir ülke. Ulusal Biyo Güvenlik Yasa ile bu kaynaklarını bütünüyle kaybedebilir” dedi.

GDO’lu tohumları ‘Ölüm Tohumları’ olarak nitelendiren F. William Engdahl; “Bu tohumlar insanlığı ve insanların davranışlarının kontrol edilmesi için kullanılıyor. Kimileri bunlara bir komplo teorisi demektedir. Bunlar bir komplo teorisi değil komplodur. Rockfeller’in yeşil devriminin sadece adı yeşil kendisi dünya nüfusunu kontrol etmek ve bazı ırkları ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar. Genetik tohum üretici ve pazarlayıcısı mahşerin dört atlısı olarak tanımladığı Monsanto, DuPont, Dow AgroSciences ve Syngenta gibi uluslar arası şirketlerin tüm insanları ve diğer canlıların sağlık ve güvenliğini tehdit etmektedir” dedi. GDO surecini bir kıyamet projesi olarak niteleyen Engdahl'in 1974 yılında Henry Kissenger hazırladığı çok gizli raporda 'Yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin' önerisinde bulunmaktadır. GDO projesi ile ilgili tüm olumlu söylemler sinsi ve yanıltıcıdır. Cartagena Biyogüvenlik Protokolü bu uluslararası şeytan şirketlerin ve özellikle Monsanto'nun bir tezgâhıdır.

Henry Kissenger’in, dönemin Amerikan başkanına hazırladığı bu raporun belki de en önemli noktalarından bir tanesi ise; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, A.B.D için bir yüksek tehdit unsuru olarak tespit edilen 13 ülkede gıdalar aracılığıyla kısırlığın arttırılması ve yaşlı nufüsun sistematik olarak bu ülkelerde egemen olmaya başlamasının planlanması var.

GDO’lu tohumların ekimi için başta devlet başkanlarına olmak üzere bir çok çevreye büyük rüşvetlerek ülkelerinde GDO’lu tohumların ekilmesi için ikna edildiğini iddia eden F. William Engdahl; “Bu konular başta olmak üzere GDO’Lu ürünlerin insan ve diğer canlıları olumsuz etkilediği ile ilgili GDO’lu tohum üreticileri başta olmak üzere GDO’yu savunan tüm taraflar bu tohumların insan ve diğer canlıları olumsuz etkilediği ile ilgili halka açık televizyonlarda her türlü belge ile tartışabilirim. GDO’nun faydalı olduğuna dair güçleri ve belgeleri yetiyor ise beni de ikna eyseler ya? Benimle hiç bir ortamda tartışmaya imkânları yok” dedi.

Engdahl, konuşmasında özellikle bir takım rüşvet ve uygunsuz yollarla bazı ülkelere bu GDO üreticisilerinin girmeye çalıştığına da işaret etti. Özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerde halktan gelen direniş hareketlerinin ve baskıların neticesinde bu ülkelerde GDO’lu ürünlere itibar edilmediğini ve bunun da Türkiye, Macaristan gibi yeni pazarlara yönlenilmesine sebep olduğunu ifade etti.

GDO’lu ürünlerin hamile kadınların bebeklerini düşürmesine bile sebep olduğunu belirten Engdahl, konuşmasında ilginç bir örneğe de yer verdi. GDO’lu ürünler üreten bir firmanın kafeteryasında, çalışan personele GDO içeren ürünlerin satışının yasak olduğunu ifade etti.

F. William Engdahl basın toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Köksal Totan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Tarım Bakanı Mehdi Eker, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, CHP lideri Deniz Baykal, MHP lideri Devlet Bahçeli, Saadet lideri Numan Kurtulmuş gibi siyasetçilere ulaştırılmak üzere Ölüm Tohumları kitabını imzaladı.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer ise şu görüşleri dile getirdi: “Siyasi iktidar bir süredir, ‘Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’ kanunlaştırılması çalışmalarını yürütüyor. Ancak söz konusu yasa tasarısının paylaşılması bir yana kamuoyundan ve talep edenlerden gizleniyor. Bu durum demokratik geleneğe aykırıdır ve işlemekte olan bu süreç, yasanın kendisi gibi doğru değildir.

Bazı çıkar çevrelerinin iddia ettiği gibi ülkemizin ve dünyanın hibrit, transgenik, modifiye olarak da adlandırılan genetiği değiştirilmiş gıda ürünlerine asla ihtiyacı yoktur. Çünkü GDO’lu ürünlerin -iddia edildiği gibi- açlığa çözüm olmadığı ve daha fazla verim getirmediği bugün için inkârı imkânsız bir gerçektir. GDO’lu ürünlerde gizlenen asıl gerçek; insanlığın ortak mirası olan tohumların sayıları on dolayındaki şirketin mülkü haline getirilerek, tüm insanlığın birkaç şirketin insafına terk edilmesidir. Bu terk ediş, bağımlılık, sömürü ve çağdaş köleliğin habercisidir.

Arjantin, Meksika, Bangladeş, Kanada, Çin, Etiopya, Almanya, Fransa, Kenya ve Türkiye gibi ülkelerde resmi ya da gayri resmi olarak (yıllardır) ekimi yapılan GDO’lu tohumlar; ürünlerin lezzetini bozmuş, tozlaşma gibi yöntemlerle bazı bitki türlerini imha etmiş, kimi böcek türlerini yok etmiş, bazılarını ise “kene” de olduğu gibi, ölüm makinelerine dönüştürmüştür.

Verimliliği artırdığı iddia edilen, yeni kısır tohumlardan ekilen bir buğdayın başağından 16 dane elde edilebilirken, halen bir daneden en az 300 dane verebilen buğday türleri mevcuttur. Şayet amaç açlığa çözüm üretmekse -ki bu sadece bir gerçeği örtmek için uydurulmuş yalandır- bire 16 veren tohum değil bire 300 veren tohumların ekilmesi gerekmez miydi?

Asıl amaç: İnsanı değiştirmek, yönlendirmek ve yönetmek, dahası “terbiye etmektir.” Bu nedenle GDO çalışmalarının reddedilmesi ve bütün canlı neslinin devamı için olmazsa olmaz doğal tohum kaynaklarının korunması bütün insanların ortak görevidir. Zira bizler bu tohumları, dedelerimizden sağlam olarak miras aldık ve yine sağlam şekilde çocuklarımız ve torunlarımıza devretmekle mükellefiz. Aksi halde bu ağır yükün hesabını veremeyeceğimiz ortadadır.

Biz inanıyoruz ki; iktidar, muhalefet, bilim adamı, bürokrat, basın, sivil toplum örgütü mensupları kısacası herkes; Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Dünya Tarım Örgütü, BM ve IMF’nin dayattığı ve yasalaşması için uyguladığı baskıya karşı dik duracak, bu tasarının yasalaşmaması ve GDO’lu tarım yerine doğal (organik) tarım yapılması için güç birliği yapacaktır.

Bu güç birliği şarttır. Sözde uluslararası bu örgütler, iddia ettikleri gibi insanlığın değil, emperyalist küresel sermayenin çıkarları için çalışmakta, hatta bu sermaye tarafından atanan kişilerce yönetilmektedirler. Bütün insanlık, bu güçlerin düzenleme ve baskıları ile küresel kölelere dönüştürülmek istenmektedir ve hatta büyük oranda dönüştürülmüştür.

Bütün insanlık ve insanlığın besin kaynağı gıdalar hatta hayvanlar, bu kişi ve kurumların elinde birer ilaç maymununa dönüştürülmüştür. Şimdi yapılan, ‘açları doyurma’ kılıfıyla bütün insanlığı açlığa mahkûm etme ve bağımlı köleler haline getirme projesidir. Bu çirkin proje bütün bir insanlığı kıyamete sürüklemektedir. Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek son yaptığı açıklamada ”Ulusal Biyogüvenlik Kanun Tasarısı”nın imzaya açıldığını belirterek, tasarıyı hazırlama gerekçelerini “dünyada gelişen teknolojiler sebebiyle ulusal biyogüvenlik konusunun yeni baştan ele alınması gerektiği” şeklinde açıklamıştı. Çiçek açıklamasında, “Kanunun yürürlüğe girmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesinin önü açılmış olacak. Genetiği değiştirilmiş bitkiler ancak üretim hakkını elde edebilecektir.
Bebek mamaları ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanımı yasaklanacaktır” demişti.

Burada sorulması gereken soru şudur? GDO’lu ürünler tüketen bir annenin sütü ile beslenen bebeği, GDO’lu ürünlerin zararından nasıl koruyacaksınız? Anne babasıyla aynı sofradaki GDO’lu ürünleri tüketen bebek ve çocukları, bu kötü etkilerden uzaklaştırabilecek misiniz? Bunu nasıl yapacaksınız? Bebekleri koruma söylemi de açıkça göstermektedir ki, GDO’lu ürünlerin zararlarını siyasetçiler de gayet iyi bilmektedirler. Ancak şu iyi bilmelidir ki: bebekler, korunuyormuş gibi gözükülerek korunamazlar. Unutulmamalıdır ki GDO’lu ürünler, midemize gıdalarla atılan misket bombalarıdır.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi olarak genetiği değiştirilmiş hiçbir organizmanın bırakınız ülkemizde ekilmesini, dünyanın hiçbir yerinde de ekilmesine rıza göstermemekteyiz. İnsanlığın ortak mirası olan tohumları, uluslararası şirketlerin insafına ve tekeline asla bırakamayız. Çünkü kısırlaştırılmış GDO’lu katır tohumlar ve bunlardan elde edilen ürünler, insanlığın geleceği için büyük bir risk ve tehdittir..

Aynı tehdit, bu dünyayı birlikte paylaştığımız ve onlar olmaksızın insanın yaşamının mümkün olmadığı doğa, bitkiler ve hayvanlar için de geçerlidir. Yine tohumlar da bir ülkenin tek başına mülkü değildirler. Herhangi bir tohumda, bütün insanlığın hakkı, hatta bütün canlıların hakkı vardır. Örneğin yalnızca bir yaban hardalından beslenen bir bitkinin, nesepsiz kanola tarafından tozlanarak, bütünüyle ortadan kaldırılması sebebiyle bazı canlı türleri yok olup gitmekte ve bu sayede zincirin belki de çok önemli bir halkası koparılarak, dünya felakete sürüklenmektedir. Kaldı ki koparılan halkanın sayısını tahmin etmek bile güçleşmiştir.

Türkiye’nin yapması gereken şey, genetiğe müsaade etmek değildir. Hatta Türkiye kimilerinin ifade ettiği gibi, ‘bizde ekilmesin de nerede ekilirse ekilsin’ de diyemez. Bu sorumlu bir davranış olmaz. Onun zararı sadece bizi değil, bütün dünyayı bulur ve bulmaktadır. Düşününüz, Amerikalı çocuklar kanser olurken, bizim çocuklarımız olmuyor mu? Amerikalılar obeziteye dûçâr giderken, gidişat bizde de aynı değil midir?

Bu konuda, ‘GDO’lu ürünlerin ürün etiketlerine ürünün menşei yazılsın ve böylece tüketici istediğini tercih etsin’ diyenler bile, ömürlerinde tükettikleri hiçbir ürünün etiketini baştan sonra okumamışlardır. Peki, okudukları takdirde bir şey değişecek midir? Kaç kişi bu etiketlerde yazan ifadelerin anlamını ya da kaynağını bilmektedir?

Artık gıdaların herhangi bir ülkesi yoktur. Hemen her türlü gıda, aynı gün dünyanın bir başka köşesine seyahat edebilmektedir. Bu yüzden yapılması gereken tek şey, GDO’yu bütünüyle yasaklamaktır. Aksi durum tartışmasız ülkenin ve insanların birkaç şirketin kölesi haline getirilmesi demektir.

Öte yandan 5179 sayılı Gıda Kanunu hakkında açılan davayı değerlendiren Anayasa Mahkemesi, söz konusu kanunun bazı maddelerini iptal edip yürürlüğünü durdurduğu ve
Resmi Gazete’nin 11 Haziran 2009 tarihli nüshasında yayınladığı gerekçeli kararında; ‘GDO’lu ürünlerin kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığına sebep olduğu’nu belirterek tarihi bir karar imza atmıştır. Yüksek mahkeme, bu kararıyla GDO’yu yasalaştıran, Ulusal Gıda Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nın da önünü kapatmaktadır.

İnanıyoruz ki, siyasi irade Ulusal BiyoGüvenlik Yasa tasarısında ısrarcı olmayacaktır. Başbakanın GDO’nun zararlarını göz ardı edeceğine ihtimal dahi vermiyoruz. Her şeye rağmen yasalaştırılsa bile, biliyoruz ki muhalefet partileri ortak bir kararla konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklardır. AYM’nin görüşü bellidir ve 7 kamu görevlisinin kararlarına mahkûm edilecek bir yasal düzenlemeye AYM vize vermeyecektir.

Türkiye’de akliselimin galip gelerek, bu kirli oyunun bir parçası olmayacağına ve dünyanın en zengin tohum ve florasını küresel güçlerin emrine vermeyeceğine inanmak istiyoruz. Bunun engellenmesi için de var gücümüzle mücadele ediyoruz ve mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz.

Türkiye’ye bir çağrıda bulunarak diyoruz ki:
Geliniz uzun süre tartıştığımız dünyanın en bakir ve verimli arazisi olan mayınlı bölgeyi; devlet, çiftçi, sivil toplum işbirliği ile “doğal tohum üretim çiftlikleri”ne dönüştürelim. Hem siyasi tartışmalar bitsin, hem ülke rahat etsin, hem de ülkemiz tohum şirketlerinin kölesi olmaktan kurtarılsın. Böylece bütün ülkeye hatta insanlığa örnek bir model sunalım. Haydi Türkiye, şimdi sana yakışanı yapma zamanı!”

Gidişata bakılırsa, tufan tarım sektörüne de sıçrayacak gibi görünüyor. Meselenin önceki yazımda anlattığım şekli gayet iyi niyetli görünüyor gibiydi. Ancak Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl'ın bu proje ile ilgili dehşet verici şüpheleri var. Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor.

Norveç'in kuzeyindeki Spitsbergen Adası'nın buzlaşmış kayalıklarının altında "dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme planları"nın yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor.

Araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, ilk baskısı 2007'de yapılan, Nisan 2009'da Türkçeye de çevrilen "ÖLÜM TOHUMLARI/ Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar" adlı kitabın da yazarı. Engdahl ile "kıyamet muhafızları" dediği tekel sömürü sermayesi sahibi finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Norveç'teki "Svalbard Küresel Tohum Deposu" üzerindeki hedefleri hakkında bir görüşme yapılmış.

Meselenin şifreleri, işte bu görüşmedeki ayrıntılarda gizli. Her şeyden önce "Svalbard Küresel Tohum Deposu"nun "yöneticileri" ve "finansörleri" kimler, ona bakalım.

Öncelikle, bu deponun/ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT-Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini görüyoruz. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma'da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. Bu kadın, 1998'e dek New York merkezli Nüfus Konseyi'nin de (Population Council) başkanıydı! Bu konsey, John D. Rockefeller'ın nüfus popülasyonunu düşürmek amacıyla 1952'de kurduğu, "aile planlaması" adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey.

Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood Dream Works Animation'a başkanlık eden Lewis
Coleman da var. Coleman, ABD'nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi
olan Northrup Grumman Corporation'ın da kurul başkanıydı.

Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika'daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft'un kurucusu Bill Gates!

Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD'li DuPont / Pioneer Hi-Bred! Yine bir ABD'li GDO devi Monsanto! İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta!

1970'lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla "Yeşil Devrim" diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller!

Bitmedi, dahası var! Ayrıca ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada'dan
da devlet fonları aktarılıyor...

Yani özetle, GDO tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor.


http://www.internetajans.com/default.asp?nid=81987



Biyo-Silah Terminatör Tohumlar 8 :

GDO'lu ürünlerin tehlikeleri

GDO'lu ürünler üreten bir firmanın kafeteryasında, çalışan personele, GDO içeren ürünlerin satışı yasak!!!

***
soru ;

GDO’lu ürünler tüketen bir annenin sütü ile beslenen bebeği, GDO’lu ürünlerin zararından nasıl koruyacaksınız? Anne babasıyla aynı sofradaki GDO’lu ürünleri tüketen bebek ve çocukları, bu kötü etkilerden uzaklaştırabilecek misiniz?

Bunu nasıl yapacaksınız ?

***
Animsatma :

"Küresel yiyeceği kontrol etme plânı" 1930'ların başlarına, savaşın patlak vermesinden önceye dayanır. Bu organizasyon belli başlı bazı ailelerin servetlerini korumak amacıyla seçilmiş özel kuruluşların yardımlarıyla maddi olarak destek görmüştür.

George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı 'yeşil devrim' sayesinde Petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. Onların o günlerde yaptıkları bugünün genetiğini değiştirme tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Yüzyılın başında gerçekleşen 4 çokuluslu dev şirket birleşerek dünya üzerindeki çoğu insanın temel besinlerinin (pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuk) kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş, güya kuş gribine dayanıklı ürünler ve geni değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir.

Dört özel şirketin üçünün Pentagonla kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. Dördüncü şirket aslen İsviçre kökenli olmasına rağmen İngiliz kontrolü altındaydı. Petrolde olduğu gibi GDO tarım projesi de bir Anglo-Amerikan küresel plânıdır.

Uluslararası şirketler, tüketicinin mutfağına, yerel üretici için sağlanan haklardan faydalanarak giriyor. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz, tohumların genleriyle oynanmasına imkân veren tekniklerle yetiştirilen tanm ürünleri, PBR (Bitki Üreticileri Hakları) yasasına göre geleneksel üretimle aynı kefeye konuyor.

Değerli okur,

Genetiği ile oynanmiş tohumlar konusu, öncelikle sizlerin, çocuklarinizin,çekirdek ailenizin ve toplum ile tüm insanliğin sorunudur. Daha ilerideki yazilarda da görüleceği gibi, insanliğin sağliği, üremesi, bedensel ve zihinsel gelişimi, yaşam süresi GDO'lu ürünler nedeniyle tehdit ve tehlike altindadir.

GDO'lu ürünler sadece toplum sağliğini tehdit etmemekte ,yetiştirildikleri tarim alanlarini da kisirlaştirmaktadir. Böylece GDO'lu tohum kullanan ülkelerin tarim yaptiklari toprak alanlari da küçülerek azalmaktadir. Bu tür tarim alanlarina yakin olan ve doğal tohum kullanmakta olan diğer tarim alanlari da rüzgar ve arilar ile benzeri canlilarca taşinan polenlerle döllenerek, ürünleri ve topraklari da zaman içinde bozulmaktadir.

Ülkemizde ise, işbaşinda bulunan AKP hükümeti bu konuda toplum sağliğini ve tarim ile tohumlarimizi koruyucu kanunlar çikartmamakta ve gereken önlemleri almamaktadir. Market raflarinda manavlarda GDO'lu tohumlardan üretilmiş sebze, meyva ve bunlarin yan ürünleri, denetim olmadiği için rahatça satilmaktadir.

"Sağlik ve Gıda Güvenliği Hareketi" isimli STÖ bu konuda duyarli davranmakta olup, Terminatör tohumlara ve ürünlerine karşi toplumu bilinçlendirici çalişmalar yapmaktadir. Bu konuda Necdet Bayhan tarafindan yazilmiş olan bir makaleyi sunuyorum;

“Ölüm Tohumları” kitabının yazarı Gazeteci F. William Engdahl’la birlikte Ulusal Biyo Güvenlik Yasa Tasarısı’nı değerlendiren Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer; “Genetiği değiştirilmiş ürünlerin ülkemizde üretilmesi ve tüketilmesine izin veren yasa tasarısının bu haliyle yasalaşması ülkemizin ve insanlığın lehine değildir” dedi.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Başkan'ı Kemal Özer'le birlikte basın toplantısı düzenleyen Ölüm Tohumları" kitabının yazarı Amerikalı Gazeteci F. William Engdahl; "Türkiye henüz tohumlarını kaybetmemiş olan bir ülke. Ulusal Biyo Güvenlik Yasa ile bu kaynaklarını bütünüyle kaybedebilir" dedi.

GDO'lu tohumları 'Ölüm Tohumları' olarak nitelendiren F. William Engdahl; "Bu tohumlar insanlığı ve insanların davranışlarının kontrol edilmesi için kullanılıyor. Kimileri bunlara bir komplo teorisi demektedir. Bunlar bir komplo teorisi değil komplodur. Rockfeller'in yeşil devriminin sadece adı yeşil kendisi dünya nüfusunu kontrol etmek ve bazı ırkları ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar. Genetik tohum üretici ve pazarlayıcısı mahşerin dört atlısı olarak tanımladığı Monsanto, DuPont, Dow AgroSciences ve Syngenta gibi uluslar arası şirketlerin tüm insanları ve diğer canlıların sağlık ve güvenliğini tehdit etmektedir" dedi.

GDO surecini bir kıyamet projesi olarak niteleyen Engdahl'in 1974 yılında Henry Kissenger hazırladığı çok gizli raporda 'Yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin" önerisinde bulunmaktadır. GDO projesi ile ilgili tüm olumlu söylemler sinsi ve yanıltıcıdır. Cartagena Biyogüvenlik Protokolü bu uluslararası şeytan şirketlerin ve özellikle Monsanto'nun bir tezgâhıdır.

Henry Kissenger'in, dönemin Amerikan başkanına hazırladığı bu raporun belki de en önemli noktalarından bir tanesi ise; aralarında Türkiye'nin de bulunduğu, A.B.D için bir yüksek tehdit unsuru olarak tespit edilen 13 ülkede gıdalar aracılığıyla kısırlığın arttırılması ve yaşlı nufüsun sistematik olarak bu ülkelerde egemen olmaya başlamasının planlanması var.

GDO'lu tohumların ekimi için başta devlet başkanlarına olmak üzere bir çok çevreye büyük rüşvetlerek ülkelerinde GDO'lu tohumların ekilmesi için ikna edildiğini iddia eden F. William Engdahl; "Bu konular başta olmak üzere GDO'Lu ürünlerin insan ve diğer canlıları olumsuz etkilediği ile ilgili GDO'lu tohum üreticileri başta olmak üzere GDO'yu savunan tüm taraflar bu tohumların insan ve diğer canlıları olumsuz etkilediği ile ilgili halka açık televizyonlarda her türlü belge ile tartışabilirim.

GDO'nun faydalı olduğuna dair güçleri ve belgeleri yetiyor ise beni de ikna etseler ya? Benimle hiç bir ortamda tartışmaya imkânları yok" dedi.

Engdahl, konuşmasında özellikle bir takım rüşvet ve uygunsuz yollarla bazı ülkelere bu GDO üreticisilerinin girmeye çalıştığına da işaret etti. Özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerde halktan gelen direniş hareketlerinin ve baskıların neticesinde bu ülkelerde GDO'lu ürünlere itibar edilmediğini ve bunun da Türkiye, Macaristan gibi yeni pazarlara yönlenilmesine sebep olduğunu ifade etti.

GDO'lu ürünlerin hamile kadınların bebeklerini düşürmesine bile sebep olduğunu belirten Engdahl, konuşmasında ilginç bir örneğe de yer verdi. GDO'lu ürünler üreten bir firmanın kafeteryasında, çalışan personele GDO içeren ürünlerin satışının yasak olduğunu ifade etti.

F. William Engdahl basın toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Köksal Totan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Tarım Bakanı Mehdi Eker, Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, CHP lideri Deniz Baykal, MHP lideri Devlet Bahçeli, Saadet lideri Numan Kurtulmuş gibi siyasetçilere ulaştırılmak üzere Ölüm Tohumları kitabını imzaladı.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer ise şu görüşleri dile getirdi: “Siyasi iktidar bir süredir, ‘Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’ kanunlaştırılması çalışmalarını yürütüyor. Ancak söz konusu yasa tasarısının paylaşılması bir yana kamuoyundan ve talep edenlerden gizleniyor. Bu durum demokratik geleneğe aykırıdır ve işlemekte olan bu süreç, yasanın kendisi gibi doğru değildir.

Bazı çıkar çevrelerinin iddia ettiği gibi ülkemizin ve dünyanın hibrit, transgenik, modifiye olarak da adlandırılan genetiği değiştirilmiş gıda ürünlerine asla ihtiyacı yoktur. Çünkü GDO’lu ürünlerin -iddia edildiği gibi- açlığa çözüm olmadığı ve daha fazla verim getirmediği bugün için inkârı imkânsız bir gerçektir.

GDO’lu ürünlerde gizlenen asıl gerçek; insanlığın ortak mirası olan tohumların sayıları on dolayındaki şirketin mülkü haline getirilerek, tüm insanlığın birkaç şirketin insafına terk edilmesidir. Bu terk ediş, bağımlılık, sömürü ve çağdaş köleliğin habercisidir.

Arjantin, Meksika, Bangladeş, Kanada, Çin, Etiopya, Almanya, Fransa, Kenya ve Türkiye gibi ülkelerde resmi ya da gayri resmi olarak (yıllardır) ekimi yapılan GDO’lu tohumlar; ürünlerin lezzetini bozmuş, tozlaşma gibi yöntemlerle bazı bitki türlerini imha etmiş, kimi böcek türlerini yok etmiş, bazılarını ise “kene” de olduğu gibi, ölüm makinelerine dönüştürmüştür.

Verimliliği artırdığı iddia edilen, yeni kısır tohumlardan ekilen bir buğdayın başağından 16 dane elde edilebilirken, halen bir daneden en az 300 dane verebilen buğday türleri mevcuttur. Şayet amaç açlığa çözüm üretmekse -ki bu sadece bir gerçeği örtmek için uydurulmuş yalandır- bire 16 veren tohum değil bire 300 veren tohumların ekilmesi gerekmez miydi?

Asıl amaç: İnsanı değiştirmek, yönlendirmek ve yönetmek, dahası “terbiye etmektir.” Bu nedenle GDO çalışmalarının reddedilmesi ve bütün canlı neslinin devamı için olmazsa olmaz doğal tohum kaynaklarının korunması bütün insanların ortak görevidir.

Zira bizler bu tohumları, dedelerimizden sağlam olarak miras aldık ve yine sağlam şekilde çocuklarımız ve torunlarımıza devretmekle mükellefiz. Aksi halde bu ağır yükün hesabını veremeyeceğimiz ortadadır.

Biz inanıyoruz ki; iktidar, muhalefet, bilim adamı, bürokrat, basın, sivil toplum örgütü mensupları kısacası herkes; Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Dünya Tarım Örgütü, BM ve IMF’nin dayattığı ve yasalaşması için uyguladığı baskıya karşı dik duracak, bu tasarının yasalaşmaması ve GDO’lu tarım yerine doğal (organik) tarım yapılması için güç birliği yapacaktır.

Bu güç birliği şarttır. Sözde uluslararası bu örgütler, iddia ettikleri gibi insanlığın değil, emperyalist küresel sermayenin çıkarları için çalışmakta, hatta bu sermaye tarafından atanan kişilerce yönetilmektedirler. Bütün insanlık, bu güçlerin düzenleme ve baskıları ile küresel kölelere dönüştürülmek istenmektedir ve hatta büyük oranda dönüştürülmüştür.

Bütün insanlık ve insanlığın besin kaynağı gıdalar hatta hayvanlar, bu kişi ve kurumların elinde birer ilaç maymununa dönüştürülmüştür. Şimdi yapılan, ‘açları doyurma’ kılıfıyla bütün insanlığı açlığa mahkûm etme ve bağımlı köleler haline getirme projesidir. Bu çirkin proje bütün bir insanlığı kıyamete sürüklemektedir.

Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek son yaptığı açıklamada ''Ulusal Biyogüvenlik Kanun Tasarısı”nın imzaya açıldığını belirterek, tasarıyı hazırlama gerekçelerini “dünyada gelişen teknolojiler sebebiyle ulusal biyogüvenlik konusunun yeni baştan ele alınması gerektiği” şeklinde açıklamıştı. Çiçek açıklamasında, “Kanunun yürürlüğe girmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkilerin üretimine izin verilmesinin önü açılmış olacak. Genetiği değiştirilmiş bitkiler ancak üretim hakkını elde edebilecektir. Bebek mamaları ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanımı yasaklanacaktır” demişti.

Burada sorulması gereken soru şudur?
GDO’lu ürünler tüketen bir annenin sütü ile beslenen bebeği, GDO’lu ürünlerin zararından nasıl koruyacaksınız? Anne babasıyla aynı sofradaki GDO’lu ürünleri tüketen bebek ve çocukları, bu kötü etkilerden uzaklaştırabilecek misiniz? Bunu nasıl yapacaksınız?

Bebekleri koruma söylemi de açıkça göstermektedir ki, GDO’lu ürünlerin zararlarını siyasetçiler de gayet iyi bilmektedirler. Ancak şu iyi bilmelidir ki: bebekler, korunuyormuş gibi gözükülerek korunamazlar. Unutulmamalıdır ki GDO’lu ürünler, midemize gıdalarla atılan misket bombalarıdır.

Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi olarak genetiği değiştirilmiş hiçbir organizmanın bırakınız ülkemizde ekilmesini, dünyanın hiçbir yerinde de ekilmesine rıza göstermemekteyiz. İnsanlığın ortak mirası olan tohumları, uluslararası şirketlerin insafına ve tekeline asla bırakamayız. Çünkü kısırlaştırılmış GDO’lu katır tohumlar ve bunlardan elde edilen ürünler, insanlığın geleceği için büyük bir risk ve tehdittir.

Aynı tehdit, bu dünyayı birlikte paylaştığımız ve onlar olmaksızın insanın yaşamının mümkün olmadığı doğa, bitkiler ve hayvanlar için de geçerlidir. Yine tohumlar da bir ülkenin tek başına mülkü değildirler. Herhangi bir tohumda, bütün insanlığın hakkı, hatta bütün canlıların hakkı vardır. Örneğin yalnızca bir yaban hardalından beslenen bir bitkinin, nesepsiz kanola tarafından tozlanarak, bütünüyle ortadan kaldırılması sebebiyle bazı canlı türleri yok olup gitmekte ve bu sayede zincirin belki de çok önemli bir halkası koparılarak, dünya felakete sürüklenmektedir. Kaldı ki koparılan halkanın sayısını tahmin etmek bile güçleşmiştir.

Türkiye’nin yapması gereken şey, genetiğe müsaade etmek değildir. Hatta Türkiye kimilerinin ifade ettiği gibi, ‘bizde ekilmesin de nerede ekilirse ekilsin’ de diyemez. Bu sorumlu bir davranış olmaz. Onun zararı sadece bizi değil, bütün dünyayı bulur ve bulmaktadır. Düşününüz, Amerikalı çocuklar kanser olurken, bizim çocuklarımız olmuyor mu? Amerikalılar obeziteye dûçâr giderken, gidişat bizde de aynı değil midir?

Bu konuda, ‘GDO’lu ürünlerin ürün etiketlerine ürünün menşei yazılsın ve böylece tüketici istediğini tercih etsin’ diyenler bile, ömürlerinde tükettikleri hiçbir ürünün etiketini baştan sonra okumamışlardır. Peki, okudukları takdirde bir şey değişecek midir? Kaç kişi bu etiketlerde yazan ifadelerin anlamını ya da kaynağını bilmektedir?

Artık gıdaların herhangi bir ülkesi yoktur. Hemen her türlü gıda, aynı gün dünyanın bir başka köşesine seyahat edebilmektedir. Bu yüzden yapılması gereken tek şey, GDO'yu bütünüyle yasaklamaktır. Aksi durum tartışmasız ülkenin ve insanların birkaç şirketin kölesi haline getirilmesi demektir.

Öte yandan 5179 sayılı Gıda Kanunu hakkında açılan davayı değerlendiren Anayasa Mahkemesi, söz konusu kanunun bazı maddelerini iptal edip yürürlüğünü durdurduğu ve Resmi Gazete’nin 11 Haziran 2009 tarihli nüshasında yayınladığı gerekçeli kararında; ‘GDO'lu ürünlerin kanser, hipertansiyon, osteoporoz, dolaşım ve sindirim bozuklukları hastalığına sebep olduğu’nu belirterek tarihi bir karar imza atmıştır. Yüksek mahkeme, bu kararıyla GDO'yu yasalaştıran, Ulusal Gıda Biyogüvenlik Yasa Tasarısı'nın da önünü kapatmaktadır.

İnanıyoruz ki, siyasi irade Ulusal BiyoGüvenlik Yasa tasarısında ısrarcı olmayacaktır. Başbakanın GDO’nun zararlarını göz ardı edeceğine ihtimal dahi vermiyoruz. Her şeye rağmen yasalaştırılsa bile, biliyoruz ki muhalefet partileri ortak bir kararla konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklardır. AYM’nin görüşü bellidir ve 7 kamu görevlisinin kararlarına mahkûm edilecek bir yasal düzenlemeye AYM vize vermeyecektir.

Türkiye’de akliselimin galip gelerek, bu kirli oyunun bir parçası olmayacağına ve dünyanın en zengin tohum ve florasını küresel güçlerin emrine vermeyeceğine inanmak istiyoruz. Bunun engellenmesi için de var gücümüzle mücadele ediyoruz ve mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz.

Türkiye’ye bir çağrıda bulunarak diyoruz ki: Geliniz uzun süre tartıştığımız dünyanın en bakir ve verimli arazisi olan mayınlı bölgeyi; devlet, çiftçi, sivil toplum işbirliği ile “doğal tohum üretim çiftlikleri”ne dönüştürelim. Hem siyasi tartışmalar bitsin, hem ülke rahat etsin, hem de ülkemiz tohum şirketlerinin kölesi olmaktan kurtarılsın. Böylece bütün ülkeye hatta insanlığa örnek bir model sunalım. Haydi Türkiye, şimdi sana yakışanı yapma zamanı!”


http://www.afyonkocatepehaber.net/v2/ic ... p?id=42674



Biyo-Silah Terminatör Tohumlar 9

Gıda güvenliğimiz tehlikede, soyumuzu kurutacaklar

Avrupa`da yasak olan genetiğiyle oynanmış ürün üretiminin yasalaşması için ABD`nin
TBMM`den bazı vekilleri 1 hafta ağırladığı ortaya çıktı. Geziyi düzenleyen şirket
ise ABD`li...Bu da etik olmayan genetik gezi!
ABD Tarım Bakanlığı'nın TBMM TarımOrman ve Köyişleri Komisyonu üyesi milletvekillerini önümüzdeki günlerde Meclis gündemine gelmesi beklenen Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar'ın (GDO) Türkiye`de üretilmesinin önünü açacak Biyo Güvenlik Yasa Tasarısı`na onay vermeleri için 1 hafta ABD`de ağırladığı ortaya çıktı.

5 milletvekili katıldı
`Modern Tarımsal Teknolojiler` konusunda ABD Tarım Bakanlığı`nın davetlisi olarak
Amerika`ya giden heyette milletvekili olarak CHP Mersin Milletvekili Vahap Seçer, AKP Denizli Milletvekili Mehmet Erdoğan, AKP Gaziantep Milletvekili Özlem Müftüoğlu, AKP Bursa Milletvekili Ali Koyuncu, MHP Afyonkarahisar Milletvekili Abdülkadir Akcan yer aldı. Heyette ayrıca TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Arif Adlı Adana Çiftçiler Birliği Genel Sekreteri Oana Çorat ve ABD`nin Ankara Büyükelçiliği tarım uzmanı Yasemin Erkut da bulundu.

Washington ve St. Louis`de iki ayrı otelde kalan heyetin uçak parası hariç tüm masraflarını ABD Tarım Bakanlığı karşıladı. 11-18 Nisan arasındaki gezi kapsamında katılımcılar ABD Senatosu`nda düzenlenen Tarım Komisyonu çalışmalarına katılarak Washington` da yer alan ABD Hububat Konseyi ve Pamuk Konseyi`nde resmi temaslarda bulundu.

Verimliliği artırdığı iddia edilen, yeni kısır tohumlardan ekilen bir buğdayın başağından 16 dane elde edilebilirken, halen bir daneden en az 300 dane verebilen buğday türleri mevcuttur. Şayet amaç açlığa çözüm üretmekse -ki bu sadece bir gerçeği örtmek için uydurulmuş yalandır- bire 16 veren tohum değil bire 300 veren tohumların ekilmesi gerekmez miydi?

***
Bu konuda yetkin emekli bir bürokratin,Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Eski Müsteşar Yardımcısı Sayin Necdet TOPÇUOĞLU'nun bir makalesini sunuyorum ;

GIDA GÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE, SOYUMUZU KURUTACAKLAR!

İnsanların sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenerek yaşamlarını sürdürebilmeleri için bitkisel ve hayvansal kaynaklı gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Ancak bu gıdaların sağlık yönünden güvenilir olması zorunludur. Son yıllarda gıda güvenliğini olumuz yönde etkileyen faktörlerin başında organizmaları n genleri ile oynanması gelmektedir. Genleri ile oynanmış organizmalara transgenik organizmalar denilmektedir. Yapılan araştırmalar, gen transferinin genellikle bitkisel organizmalar üzerinde yapıldığını göstermektedir. Bu genetik çalışmaların amacı; bitki yetiştirmede daha az zirai ilaç kullanılması, soğuğa ve kurağa dayanıklı çeşitler yetiştirilmesi, gıdaların raf ömrünün uzatılması, maliyetlerin düşürülmesi
gibi hususlardır.

Dünyada hiçbir besin sıfır riskli değildir. Ancak genleri ile oynanmış organizmalardan elde edilen gıdaların çeşitli riskleri bulunmaktadır. Bunların başında vitamin yetersizliği gelmektedir. Genleri ile oynanmış bitkilerden üretilen gıdalarda B12 vitamini eksikliği görülmektedir. Bunun sonucunda insanlarda unutkanlık baş göstermektedir. Unutkanlığın ileri yaşlarda alzeymıra dönüştüğü hepimizin malumudur. Diğer taraftan genleri ile oynanmış pirinçlerde A vitamini sentezi yapılamadığından bu pirinçlerle beslenen insanlarda gece körlüğü baş göstermektedir.

Bu konuda Hindistanda 170 milyon insana A vitamini takviyesi yapılarak gece körlüğünün tedavi edilmesine çalışılmaktadır.

Bitkilerde gen transferinin en tehlikeli yönü kısırlaştırma programıdır. Gen transferinde Terminatör gen adı verilen gen, organizmanın soyunu yok etmeye programlandığından, bu bitkilerin tohumları kısırdır. Ayrıca bu terminatör gen programlanarak, söz konusu transgenik gıdalarla beslenen kadın ve erkeklerin kısırlaştırılması da yapılabilir. Dolayısıyla genleri ile oynanmış gıdalarla beslenen insanların sağlık sorunlarının yanında çok büyük bir genetik risk altında olduklarını söylemek mümkündür.

Transfer edilen genlerin toksik ve alerjik etkileri bulunmaktadır. Bu sebeplerle insanlarda zehirlenmelere yol açtığı gibi, vücutta sivilceler ve deri dökülmelerine de sebep olabilirler. Ayrıca bu gıdalardan bol miktarda yiyen erkeklerin spermlerinde Y kromozomu olan erkeklik kromozomunun azaldığı iddia edilmektedir. Bu durum muhtemel doğumlarda erkek çocuğu dünyaya gelmesini olumsuz yönde etkileyeceğinden, dünya nüfusu içindeki dişi erkek oranının bozulmasına neden olacaktır.

Genleri ile oynanmış bitkilerin çiçekleri kokularını kaybetmektedir. Bitkilerde çiçek döllenmesine yardımcı olan arı, sinek ve kanatlı böcekler çiçekleri kokularından bulabilmektedir. Kokular, kaybolunca arı ve böceklerin döllenmeye olan katkıları ortadan kalkacağı gibi, beslenmeleri de engelleneceğinden bu canlıların yok olmaları gündeme gelecektir. Doğal dengenin bozulması yönünden arıların yok olması telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir.

Gen transferinin ayrıca doğal çevrenin bozulmasında da olumsuz etkileri söz konusudur. Transgenik bitkilerden diğer bitkilere yatay gen kaçışı yoluyla gen aktarılarak biyolojik çeşitlilik bozulabilir. Transgenik bitkiler, toprağın mikroorganizma yapısını da bozabilir. Doğadaki kuş ve böceklere beslenme yoluyla aktarılacak dayanıklılık geni ihtiva eden virüsler, ölümlere ve tedavisi mümkün olmayan hastalıklara yol açabilir. Diğer taraftan genetik yapısı bozulan zararlı otlar, zirai ilaçlara dayanıklılık gösterirse yok edilmesi imkansız hale gelebilir.Bu durumda bitkisel ürünler yabancı otların tehdidi altında kalabilir.

Yapılan araştırmalara göre, raflardaki ürünlerin yaklaşık %60-70 oranında genleriyle oynanmış organizmalardan üretildiği iddia edilmektedir. Bilim adamlarının konu ile ilgili araştırmaları devam etmektedir. Ancak bu aşamada ortaya koydukları şu tez çok önemlidir. Bu denklemde bilinmeyenlerin oranı, bilinenlerden çoktur. Dolayısı ile risk de çok yüksektir.

Dünya tarımsal üretiminin %80i halen 6 çok uluslu şirket tarafından kontrol edilmektedir. Biyoteknoloji yoluyla dünyada bitkisel tohumların tekelinin çok uluslu şirketlerin eline geçme tehlikesi bulunmaktadır. Bu durumda gelişmekte olan ülkelerin tarımsal geleceği çok uluslu şirketlere bağımlı hale gelebilir. Halen Türkiyede 300 milyon dolar tutarındaki tohumculuk piyasasının yaklaşık 70 milyon dolarının bu şirketlerin kontrolünde olduğu tahmin edilmektedir. Transgenik bitkilerin üretimi, dünyanın 23 ülkesinde yaklaşık 120 milyon hektera ulaşmıştır. Türkiye buğday ekiliş alanının 10 milyon hektar olduğu dikkate alınırsa tehlikenin ne kadar büyük olduğunu anlamak hiç de zor olmaz diye düşünüyorum.
Artan dünya nüfusunun beslenmesi karşısında çözüm olarak Biyoteknolojiyi savunanların sayısı hiç de az değildir. Ancak dünyanın tarımsal üretim potansiyelinin, geleneksel tarımsal üretim teknikleri ile üretim yapıldığı takdirde bile 10 milyar insanı beslemeye yeterli olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye, 24 Mayıs 2000 tarihinde Uluslararası Biyogüvenlik Protokolünü imzalamış ve bu konu 17 Haziran 2003 tarihinde TBMMde görüşülerek 4898 sayılı Kanunla kabul edilmiştir.

Bu yasaya göre insanların ne yediklerini bilme hakları vardır. Dolayısıyla Türkiyede de AB ülkelerinde olduğu gibi transgenik bitkilerden üretilen gıdaların ambalajları etiketlenerek açıklayıcı bilgiler verilmelidir. İmzalanan uluslararası protokole bağlı olarak, Ulusal Biyogüvenlik Kanunu çıkartılmalıdır. Yine bu kanun çerçevesinde kurulması öngörülen Referans Enstitüler kurulmalı ve gümrüklerde transgenik gıdalar tahlil edilmelidir.

Dünyanın bütün medeni ülkelerinin insanlarının olduğu kadar, Türk insanının da güvenilir gıdalarla beslenme hakkı bulunmaktadır. Türkiye çok uluslu şirketlerin ürettiği transgenik gıdaların yol geçen hanı olmamalıdır. Son günlerde Biyo Güvenlik yasasının çıkarılacağından söz edilmektedir. Genleri ile oynanmış organizmalardan üretilen gıdaların insan sağlığına olan zararlarını aklımızın erdiği dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalıştık.

Şimdi yetkililere sesleniyorum, insanların sağlıklı yaşayabilmesi için bu kadar önemli olan bir yasa tasarısı neden kamu oyundan saklanıyor? Çok uluslu şirketlerin çıkarları yurttaşlarımızın sağlığından çokmu önemli? Dünya nüfusunu gen teknolojisi ile planlamaya çalışan ve tohum tekelini ellerine geçirerek bütün insanlığı kontrolü altına almayı hedefleyen anlayışı kınıyorum. Felaketin sonunu bildikleri için Norveç'de bir buzdağının altına Dünyanın en büyük tohum deposunu kuruyorlar. Bütün bitkilere ait tohumlar insanlığın ortak mirasıdır. Çokuluslu şirketlerin onların genlerini değiştirerek kendi mülkiyetlerine almaları asla kabul edilemez. Genetiği değiştirilmiş her organizma doğaya salıverilmiş gizli bir tehdittir. Bunlar bir defa yayıldılarmı tekrar laboratuara geri çağırmanın imkanı yoktur.

Ulusal Biyogüvenlik Kanunuçıkartılmalıdır. Ancak biyolojik çeşitliliğimizi yok etmek veya başkalarının tekeline bırakmak için değil. Dünyanın en zengin endemik bitkilerine sahip olan Anadolunun biyo çeşitliliğini korumak için çıkartılmalıdır. Bu sebeple sözkonusu Yasa Tasarısı bir an önce Türk Kamuoyunun bilgisine ve tartışmasına açılmalıdır.


http://www.internetajans.com/default.asp?NID=82200