1. yüz (Toplam 1 yüz)

VER MEHTERİ! (Kedi, Adam, Ölüm)

İletiGönderilme zamanı: Pzr Nis 04, 2021 10:29
gönderen Feza Tiryaki
VER MEHTERİ!
(Kedi, Adam, Ölüm)


“Vallahi benim bu işte suçum yok hakim bey;
Önüme çıkıyorlar ne yapayım, başımı öteye mi çevireyim!”
*
Ayraç içindeki adların önüne “bir” belirtme sıfatı ekleyin, olsun size ünlü mü bir yazarımızın kitap adı. İsveç’e, sığınmacılara güzelleme kitabı da diyebilirsiniz buna isterseniz. Veya yetmişli yılların bir Türk bakanından, okurunu tiksindirme, ülkemizin o dönemini, eski günlerimizi tümden yerme kitabı.

Roman niye okunur? En çok, başkalarının yaşamını okurken, orada kendinden bir şeyler de yakalamak, güzel zaman geçirmek için değil mi?
Acıklı romanda ağlar, eğlenceli romanda güleriz, tarihi romanlarda da, tarihi, hayali - gerçek kişilerle severek öğreniriz…

Burada öyle bir şey yok. Bir dönem hep kötüleniyor. Aileler kötü, bir arada yaşayan yabancılar iyi, anlayışlı. 29 yılda yazılmış bir romanmış bu, 1970’li yıllarda yazılmaya başlanmış, 25 yıl ara verilmiş, sonra sanki yeni baştan yazılmış, bastırılmış. Daha bastırıldığı yıl (2001) boş durmamış yayıncılar, hemen bir Yunus Nadi ödülü bastırmışlar.

Romanı bitirince ağzınızda acı bir tat kalıyor, içiniz kabarıyor, isyan ediyorsunuz satır aralarında verilen askerimize, bir eski bakana duyulan bu derece büyük düşmanlığa. Ne öğretiliyor okura, bilemiyorsunuz. Bir de soykırımcı ülke İsveç’in bu kadar yüceltilmesi, kirli çamaşırlarının yok sayılması, sığınmacı gerçeğindeki, ülkemizin bölücülerini desteklemelerindeki rollerinin çarpıtılması can sıkıyor…

Ego, tavan yapmış bu ünlü yazarda. Ne yazsa hayran kitlesi ayılıp bayılıyor ya, gerisi önemli değil.

Paris’teki bir ünlü (!) yayınevi romanın hakkını satın almış da, bu, kitabın dünya vitrinine çıkması anlamına geliyormuş. Yazarın içine kuşku düşmüş o an, daha mükemmel hale getirse kitabı nasıl olurmuş, karakterlere daha bir derinlik katabilirmiş. Bu düşüncelerle Paris’e gitmiş, orada Odessa meydanında (Yoksa duymadınız mı böyle bir meydanı? Ayıp ayıp öğrenin bir zahmet şu entelliği canım…) bir kafede saatlerce yazmış.

Bu çabasıyla da, kitabın psikolojik boyutunu mükemmelleştirdiği kanısına varmış.

Psikolojik boyutu denilen, anladığım kadarıyla, vatandan kaçan, İsveç’e sığınan bir siyasi sığınmacının o dönemde muhtemelen içişleri bakanı olan eski bir Türk görevliye içsel düşmanlığı, düşmanını, sığındığı ülkede, bir hastanede son günlerini yaşarken bulması. Psikolojik sorunun büyüklüğüne, evrenselliğine (!) bakınız! Bir de, rastlantının böylesine…

Acaba, bıraksın da, eski bakan (bakandan hep yaşlı adam diye söz ediliyor romanda) beynini saran ölümcül urdan bir iki ay içinde doğal bir ölümle ölsün mü, yoksa bu kişi, eski bakanı hastane yatağında kimse görmeden boğsun mu?

İkilem bu. Konu, geriye dönüşlü yaşamı anlatılan sığınmacının, eski bakanı hastanede her gördüğünde, içinin kinini, bakanın çirkinliğini, bayağılığını, yaşlılığını okura anlatıp durması…

Sonra, bir arada yaşadıkları her ülkeden sığınmacının kendi öyküleri. Onların okur gözünde aklanması, çirkin yaşamlar, kopuk aile ilişkileri, satır aralarında da Türk- “Kürt” ayrımının göze sokulması, bölücülük zehri...

Kitap zaten başka türlü olaydı, içinde bölücülük yapılmasaydı şaşardık.

Kitabın yazıldığı, sığınmacıların gözlemlendiği yıl 1974 imiş. Türklerin Avrupa’ya işçi olarak gittiği yıllar, aynı zamanda da Avrupa’nın sığınmacı adı altında ülkemizin güneydoğusundan büyük göçlere izin vermesi, bu göçleri siyasi amaçları için desteklemesi… Siirt’in bir köyü topluca Almanya’da Celle adlı bir kente yerleştirilmişti örneğin. Neymiş, yaşamları tehlikedeymiş hepsinin. Kargaların bile güleceği bahanelerle insanlar topluca göç ettirilmiş Avrupa’ya. Daha PKK’dan çok önce, ilk tohumları böyle atılmıştı bizdeki bölücülüğün. Halkımız kandırılmış, ülkemizi kötülemeleri şartıyla, daha iyi bir yaşam hayaliyle yurdumuzdan koparılmışlardı. İsveç, bu tür sığınmacıların ülkelerini kötüleyerek, hayatım tehlikede dedirtilerek toplananların ilk adresiydi.

Soykırımdan sicili kirli, yaptıklarının üstünü örten ama iş Türkiye’ye gelince bize sözde soykırım suçlaması yapan, bunu yasalaştıran ülke, İsveç. Böyle bir yayılmacı ülke iyilik meleği pozlarına sokulmuş.

Bizim sığınmacılar da, entel dantel pozlarında, çok okumuş pozlarında Almanya’da her yerde biterlerdi o zamanlar. Sandık sandık, kinli, propaganda kitaplarını da koltukları altında taşırlardı böyle toplantılara. Hemen bir satış tezgâhı kurarlar, bu getirdikleri kitap görünümlü pislikleri insancıl pozlarda satışa koyarlardı. Ellerinde bölücü haritalar da olurdu, sokaklarda broşürler, Cumhuriyete kinlerini kusan bildiriler dağıtırlardı. Türkiye’den bir konuşmacı mı geldi, bir toplantıları mı var, bunları, kara asık suratlarıyla, kinli dilleriyle, robotlaşmış halleriyle oralarda görürdünüz. Sizi yolda yakalasalar kitaplarını (ülkemizi kötüleyen) tehditle satarlardı, almadan geçin bakalım… Oralardaki bankalarımızın önlerinde terör estirirlerdi, cam kapı kırarlardı. Yangın çıkartırlardı. Böyle olaylarda polis bilerek geç geliyor, onlara yukarıdan öyle emir verilmiş denirdi.

Avrupa ülkelerinin bu işteki rollerini, insanlarımızı Türk- “Kürt” diye ayırmalarını, siz Türk değilsiniz diye işçilerin bir kısmının kışkırtılmasını o günlerin gurbetçilerine, emekli Türk işçilerine sormalı! Hepsini, oralara çalışmaya giden ilk kuşak, ikinci kuşak, bu asalakları, yayılmacı maşalarını kendi gözleriyle gördü, o iklimi yaşadı.

Sonra bir yazar, şu kadar yıl yaşadığı İsveç’te gözlemlerini yazmaya kalkmış, bu sığınmacılar acayip insancılmışlar, Türk yetkili, yaşlı ve öylesine çirkin ve kötüymüş… İntikam mı bağışlama mı diye soruluyormuş bir de…

Daha ilk satırlarda sığınmacı Sami Baran’ı adıyla sanıyla veriyor yazar. Baran, “Türk- Yahudi” ad sözlüğünde geçen, tanınmış bir soy ad.

Sami de İsveçlilerin soykırıma uğrattıkları İsveç’in yerli halkından bir soyun adı. Arapçada Sami, Nuh soyundan gelen demek, anlamı, yüksek, yüce… Ad seçimindeki şu rastlantıya bakın!

Türk bakanın ne adı verilmiş ne soyadı romanda. Varsa yoksa “yaşlı adam”. Bu kişiden her söz edildiğinde de, yaşlılığı, yüzünün, bedeninin çirkinliği anlatılıyor:

“Kahverengi yaşlılık lekeleriyle dolu iki çaresiz elin, yorganın üstünde iki küçük hayvan gibi kıpırtısız duruşuna bakıyor…”

“Elmacık kemikleri çıkık, çenesinin altında gerdanı torbalanıp sarkmış yüze…”

“Loş ışıkta gözlerinin altı morarmış, kulaklarından kıllar fışkırmış…”

"Beyaz yorganın üstünde duran lekeli elleri korkunçtu.”

“ Yatakta hasta ve perişan durumda yatan adam oydu; yıpranmış, avurtları çökmüş, kahverengi lekelerle damgalanmış yüz ona aitti.”

“Dudakları aşağı doğru sarkmıştı, gözleri kaplumbağa gözü gibi donuk ve acımasızdı.”

“Ağzının kenarları aşağı doğru çekilmiş, gözlerine o zalim, külrengi, ruhsuz ve donuk bakışlar yerleşmişti. Neredeyse mavileşmiş olan yüzü kasılmış, sarkarak ağzının iki yanındaki torbalarda birikmişti sanki.”

Eski bakanın orada oluşunu da şöyle anlatıyor yazar, Sami’nin dilinden:

“İsveç tıp alanında çok ileriydi ve birçok ülkeden hasta gelebiliyordu. Özellikle Türk devlet adamları yurt dışındaki tedavilere çok meraklıydılar. Nasıl olsa kendi ceplerinden beş kuruş çıkmıyor, bütün masrafları devlet tarafından karşılanıyordu.”

Romanın burasında o zamanın ötesine atlayıvermiş yazar, yetmişli yılları bırakmış, seksenin sonlarına gelmiş, sonra Akape zamanına. Eski bakanı eleştirir, onu suçlarken nereden nereye uçulmuş:

“Daha çok Amerika’ya giderlerdi bunlar. (Bu işaret sıfatı insana, kişiye kullanılmaz. Demek ki hayvan seviyesinde görüyor onları Sami.) Cleveland’da by-pass ameliyatı olurlardı.”

Burada Özal ile AKP'nin ünlü bakanı, "Babalar gibi satarız" sözüyle belleklere kazınan Unakıtan (2009) anımsatılmış galiba. Şimdinin eskiyi mumla aratan israfını, saltanatını da yazsaydı yazar, keşke Cleveland’a kadar uzanmışken…

Eski Türk devlet memurlarını, bizim yüksek memurlarımızı, Cumhuriyetin devlet okullarının eğitimini küçümsemek de var satır aralarında, yaşlı adamla ilgili anlatılanlarda:

“Türkiye’deki yaşlı devlet memurlarının çoğunun ortaokul döneminden hatırladığı birkaç Fransızca kelimeden biri olmalıydı bu.”

“ Adam “Enc…” dedi ortaokuldan hatırladığı kırık dökük bir iki kelimeyi kullanarak.”

“Adamın hastanede tek başına büyük bir yalnızlık ve korku içinde yaşadığını gözlemlemişti. Türkçeden başka dil bilmediği için kimseyle konuşamıyordu. Tek başına yattığı – ücretini büyük bir olasılıkla Türk devletinin örtülü ödenekten karşıladığı - hastane odası…”

Sami’nin doktorun söylediklerini “yaşlı adama” büyük bir zevkle çevirmesi (Nefret dilinin en uç noktası):

“ Morfin bile dindirmeyecekmiş o korkunç acıları. Ur, kafanıza girmiş bir lağım faresi gibi beyninizi yavaş yavaş kemirip bitiriyormuş.”

Sami’nin, o günleri (12 Mart muhtırasından önceki sağ-sol çatışmaları olmalı) anlatırken asker - ordu için ilk önce dedikleri:

“Askerler idareye el koydu ve sıkıyönetim ilan edildi…” “Yaşasın ordu!” diye bağırıyordu halk ve ben de onlara katılıyordum: “Yaşasın şanlı ordu!”

Sonra, askeri başka gözle görmesi, kötülemesi, yerin dibine batırması... Sıkıyönetim günlerinde, aracını kontrol için durduran bir askerle diyaloğu:

“Jandarma eri: “Bu araba kimin lan?” “Kim aldı sana bunu?”

“Babam…” “ Hay babanın şarap çanağına sıçayım”. Bunu diyeni okura tanımlaması:

“Kaybolmuş bir Anadolu köyünün yoksulluğundan gelen, eline silah verilmiş bu genç askerin, hepimize karşı öldürücü bir nefretle dolu olduğunu sezdim.” Şu söz de o anların anlatımdan:

“Sonra belgelerimi geri verdi ve “Hadi siktir git!” dedi.”

Kız arkadaşını tanımlaması:

“Tek sorunum, benim dışımda bir hayatı olmasıydı. Genellikle solcuların bir araya geldiği üniversite toplantılarına gidiyor, onlara yakın duruyordu. Zaten ailesi de dar gelirli, Güneydoğulu bir aileydi.”

Askeri hapishane anlatımları Batı’nın çok ilgisini çekmiştir, bizim askerimiz iyi, Türk askeri ne kötüymüş diye sevinmişlerdir:

“ Beyin ameliyatı geçirmiş olan ve bu yüzden kafası traşlı bir üniversite asistanı vardı. …İşkence başlarken cellatlara, beyin ameliyatı geçirdiğini anlatmıştı. Bunun onları bir derece korkutacağını, ellerinde kalmasından bir derece korkutacağını düşünmüştü. Başına toplanmış olanlar merakla soruyordu: “Peki ne oldu? Ne dediler?”

“Ne olacak!” diyordu genç asistan. “Elektrik telinin bir ucunu getirip yeni kapanmış ameliyat dikişinin tam içine soktular.”

Yine kız arkadaşının kökeni ve kendi ailesinin kökeni üzerine:

“… Ama ailesinden ve kökeninden hoşlanmamışlardı. Akça pakça bir Rumeli ailesi olarak Doğu kökenlilerden pek hazzedilmezdi bizim evde. Sık sık “Anadolulular kara kuru olur!” gibi önyargılar duyulurdu. Beğenilmeyen biri için “Ne olacak Anadolulu işte!” denilirdi.” Sözü böyle bağlıyor:

“Ve bu aile şimdi “Kürt” kökenli bir ailenin kızını istemeye gidiyordu.”

Kızın gözünden Rumelililere (?) bakış:

“Onların ailesinde de Rumelililere “muhacir” denir ve “suyun öte yanından gelenler” olarak niteledikleri bu kişilere hiç güvenilmezmiş.” …“Rumeli yemeklerinden, inanlarından, “onların kendini beğenmişliğinden” nefret edilirmiş. Anadolu’nun insanları savaşta kan dökmüş ve düşmana karşı savaşmış ama bu “muhacirler” sonradan gelip en iyi yerlere konmuşlar.”

Şimdi içinizde kim böyle şeyler duydu bilmem ama bu güne dek ben duymadım, örneğin Rumeli (Balkan) göçmeni Türklerin böyle denilerek dışlandığını…

Yine, aileler üzerinden bir gönderme:

“Herkes öyle sevimli, öyle cana yakın ve kibardı ki muhacir de olsa, Güneydoğulu da olsa sahtekârlıkta üstüne yoktu bizimkilerin.”

“… Birbirlerine öyle sorular soruyorlardı ki duyanlar babamın bütün Rumelilileri, Filiz’in babasının da milyonlarca "Kürdü" tanıdığını sanabilirlerdi.”
İşte iki satırda ayrımcılık. “Kürt ve Rumelili” diye bölünmüş bu kez Türk ulusu. Kürtçe diye bir dil varmış da, o dille (?) konuşanlara “Kürt” denirmiş gibi, halkın bir bölümünü böyle ayırıvermiş yazar. Birbirini anlamayan kaç ilkel ağzın tümüne siyasi amaçla “Kürtçe” dendiğini bilmiyor olamaz. Kurmançi, Sorani, Gorani, Zazaki… Sayın daha böyle… Bunlar ne o zaman? Eğer ayrı bir kültür dili olsaydı buralarda, yabancı bir dergiye, Cumhuriyetimiz için 70 yıllık zulüm diyen Yaşar Kemal, kitaplarını o denilen dille (?) yazardı. En azından çevirtirdi. O dilin (?) kitaplıklar dolusu basılı kitabı olurdu. Eski yazıtları olurdu. Batı, böyle bir şey olabilse, nasıl da yardımcı olurdu… Bölücüler birbirleriyle o dille (?) anlaşırdı.

Romandaki bölücülüğe hizmet eden anlatımlardan biri daha:

“ Hep sorular soruyorlardı. Filiz diyorlardı, örgüt diyorlardı, dergi diyorlardı, “Kürt” diyorlardı…”

“Niye İsveç?” sorusuna Sami’nin yanıtı:

“Aslında nereye gittiğimin hiçbir önemi yoktu.” “Niye İsveç’i seçtiğimi bilmiyordum ama artık o Türkiye’de yaşayamıyordum. Ağaçlardan, kayalardan, kuşlardan korkuyordum çünkü.”

Gelelim soykırımcı İsveç güzellemelerine:

“Bu ülke iyiydi, bu doktor gibi iyi insanlardan oluşuyordu. Bu çılgın dünyada, nasıl olduysa saf ve temiz kalabilmiş bir ulus yaşıyordu Kuzey’de.”

Oysa herkes biliyor, ari bir İsveç ırkı yaratmak için, azınlık kadınlarından, saralı, hasta, engelli on binlerce kadını kısırlaştırmış oranın doktorları. Sami halkına, Tatar halkına biyolojik soykırım uygulanmış. Araştırmacı gazeteci - yazar Banu Avar’ın bu konudaki TRT belgeselini İsveç dışişleri engellemişti.

Yazarımız Haldun Taner, bir kitapta bu çok övülen ülkeyi “Stockholm” adlı yazısında bakın nasıl anlatır:

“Bizler güneş yüzünü bir hafta görmesek, güneşin sönmekte olduğu, nerdeyse dünyanın tükeneceği duygusuna kapılır, bunalım geçirmeye başlarız. Orada, aylar ve aylarca insanlar sabahsız geceler içinde yaşamak zorundalar. Öğleye doğru, bulutlar arasında alacakaranlığa benzer bir aydınlık olurmuş ki, bununla yetinmek zorundalar.”
“İsveç’te bir kış geçirmek, intiharın eşiğine varmaktır” diyenler pek haksız olmasalar gerek.”

*
Türk Ordusu ile pek uğraşırdı eskiden solcu yazarlarımız. Artık, ordumuzun yetiştiği kaç yüz yıllık eski harp okulları yok, kapatıldı, asker okullarında Atatürk ilkeleri öğretilmiyor, bu okullara, “kurslara” girerken eskisi gibi sıkı bir eleme yapılmıyor, irticaya açıldı tüm kurumlarımız, askerlik değişti, askerlikte bedelli askerlik, kalıcı…

Kanımca bir şeyler daha eklenmeli bu kitaba, gelinen mutlu son (!) kutlanmalı… İkinci Cumhuriyetçiler, ince ince bugünün yollarını döşeyenler bayram etmeliler!

Bozacının şahidi şıracı.

Ne demiş bu kitaba Yaşar Kemal: “Gerçek bir şaheser!”

Ver mehteri!

Feza Tiryaki, 3 Nisan 2021