1. yüz (Toplam 1 yüz)

Mustafa Kemal “Ulus demek dil demektir”

İletiGönderilme zamanı: Pzt Eki 05, 2009 20:21
gönderen teşkilat
Türkçemiz bugün buruk bir dönemi yaşamaktadır. Her şeyin hızla kirlendiği bu ortamda Türkçede dil kirliliği öne çıktı. Özdemir Asaf’ın “Her şeyimiz hızla kirleniyordu / Birinciliği Türkçemize verdiler” özlü sözü gerçeğin anlatımıdır.

Zengin uygarlık geçmişi ve dört mevsimini olanca güzelliğiyle yaşayan ülkemizin insanı, dilinin de güzelliğinin tadına varmalıdır. Ulusallık, dilin etkinliği bakımından önemli bir kavramdır.Mustafa Kemal’in,“Ulus demek dil demektir” deyişi dilin ulusal bütünlükle özdeşleşmesinin anlatımıdır.

Anadolu, Ortadoğu, Orta Asya ve Avrupa ülkelerinde Türkçenin, yoğun ve etkince konuşulduğu görülmektedir. Türkçe, köklü geçmişiyle ve dünya coğrafyasında kullanıldığı geniş alanıyla saygın bir dil olma özelliğindedir.

Ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Türkçem benim ses bayrağım” betimlemesiyle bu güzel dilimizin özgün yapısına değiniyor. Türkçemizdeki deyimler, terimler, sözcükler ve kavramlar ses ve soluğumuzun zengin anlatımıdır.

“Türk dili, Türk toplumunun kalbidir” özdeyişiyle Atatürk, Türkçenin ülkemizin yaşamındaki önemli yerini belirtiyor.

Türkçemizin güzelliği ve kalıcılığı, özellikle son yıllarda ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitimsel olgular sonucunda, yabancı dillerin etkisiyle örselenmiştir. Konuşma ve yazın dilimiz giderek kirlenmektedir. Günlük konuşma dilinde, özellikle gençlerimizin Türkçenin içine kattığı birçok yabancı sözcük, deyim, terim ve hatta argo kavramların yer alması düşündürücüdür. Türkçenin içinde bulunduğu bu durum “dil kirliliğidir.”

Nâzım Hikmet’in Ferhat’ın Şirin’e seslenişi yapıtında “Konuştuğum dil kadar, Türkçem kadar güzelsin” dizesi ozanın Türkçeye olan tutkusunun açık bir örneğidir. 1960’ta uygulanan “Türkçe kullan, konuş, yaz” çalışması büyük ilgi görmüştü. Bugün ekonomik ve teknolojik verilerin, kullanılan araç gereçlerin adlarının dilimizde yer alması etkileyici bir unsurdur. Ayrıca, “moda dili” kavramı unutulmamalıdır. “Özenti” denilen, model alınan, aynen benimsenen söz, deyim, terimler azımsanmayacak sayıdadır. Bütün bunların önlenememesi, uygar uluslardan dilimize geçen sözcüklerin karşılığının bulunmamasındandır.

1932’de kurulan, Cumhuriyetin önemli bir atılımı ve Atatürk’ün eseri olan “Türk Dil Kurumu” siyasi çıkmazlar sonucunda kapatıldı, yeniden açıldı ve sonunda işlevinden uzaklaştırıldı. Türk Dil Kurumu, Türk Dil Derneği ve Vakfı gibi adlarla değişken dil yapıları ve kurumları istenilen verimi sağlayamadı.

Yahya Kemal’in “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” özdeyişindeki benzetme zenginliği, dil sevgisinin önemli bir anlatımıdır. “Türkçe giderse, Türkiye gider” tanımlaması, dilin önemini vurgulamaktadır.

Bireyin yabancı dil, hatta dilleri bilmesi, konuşması önemli bir kazanımdır. Ancak, yabancı dil sözcük, deyim ve terimleri Türkçeye katarak konuşmak, “dil kirliliğidir.” Türkçe sevgisini güçlendirmek, yabancı sözcüklerden arındırarak konuşmak yaygınlaştırılmalıdır. Dayatmacı ve baskıcı unsuru içeren yöntemler yerine “dil sevgisini” geliştirecek çalışmalara gidilmelidir. Yazın öğretmenleri, seviyeli ve düzgün konuşmalı, yazmalıdırlar. Öğretmenler dil sevgisi, dil yeterliliği ve dil zenginliği edinerek öğrencilerine öğretmelidirler.

Türkçenin zenginleşmesi amaçlı yurt çapında yapılacak araştırmalarla halk folkloru, halkın diline yerleşik sözcük, deyim ve deyişler taranmalıdır. “Yerel sözcükler” yeterince bulunarak değerlendirilmelidir. Köy Enstitülerinin devamı sürecinde enstitülü öğrenciler, halk dilini, kültürünü, mani, türkü ve atasözlerini derliyorlardı. Bugün söylenen birçok türkü, sözcük, deyim ve atasözü o çalışmaların ürünüdür.

İşyerleri, fabrika ve tesislerde yabancı sözlerle tanıtımın yapılıyor olması, prim getirici diye düşünüldüğündendir. Bu tür özentiler prim getirisi diye algılanıyorsa da dil kirliliğine neden olduğu da bilinmelidir. “Açıkgözler, vurguncular yararlanır düzenden, / Dilimizi kirletip yok ettiler güvenden, / İlgi çeker diye, bilinmez sözlerin dilinden, / Bir karmaşa yarattılar güzelim Türkçeden. / G.K. şiirimdeki dörtlükte dil kirliliğini anlatmaya çalıştım.

Türkçeye eş dil olarak düşünülen Kürtçenin, demokratik açılım / Kürtçe açılım kavramları içinde gündeme taşındığı bir süreci yaşıyoruz. Türkçenin tümleyici ve birleştirici kullanılırlığının etnik kökenlerle sorunluymuş gibi ayrışıma gidilmesini doğru bulmamaktayım. Ülkeler dilleriyle anılırlar. Türkçenin resmi dil olarak görülmesi anayasal bir gerçektir. Atatürk “Türk dili varsıl bir dildir” özdeyişinde Türkçenin kullanım zenginliğini anlatmaktadır.

SONUÇ: Dünyanın en eski ve yetkin dillerinden biri olan Türkçe evrenselliğe kavuşturulmaya çalışılmalıdır. Türkçe her tür dil kirliliğinden soyutlanmalıdır. Tüm eğitim kurumları, sivil toplum örgütleri, yazılı ve görsel basın, kurum, kuruluşlar ve devlet olarak dil kirliliğine çözüm arayışında bulunulmalıdır. Türkçenin özgün, düzeyli ve seviyeli konuşulabilmesi için çalıştaylar yapılmalıdır.


İ. GÜRŞEN KAFKAS
Cumhuriyet

http://www.haber1919.com/detay.php?id=2448



Resim

Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir.
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen
Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Re: Mustafa Kemal “Ulus demek dil demektir”

İletiGönderilme zamanı: Prş Kas 05, 2009 13:59
gönderen bezgin
Bir ülke düşününüz. O ülkede zehirli variller, en zengin bölgesinde toprağa gömülmüş, tepkiler üç gün sonra unutulmuş, gömmeler sürüp gitmiştir. Kimi insanların dillerindeki sözcükler bir zamanlar yasaklanmıştır.

Yürürlükteki Türk Ceza Yasasına göre “Türk kara ve hava sahaları ile (Türk) karasuları” Yasanın anlatımıyla “Türkiye sayılarak” “gerçek” ülke kapsamından çıkarılmış, “varsayılan ülke” kapsamına sokulmuştur.

Böyle bir ülkenin insanlarında yurt bilincinin geliştiği söylenebilir mi?


Ulus Olmak, Olmazsa Olmaz Bilinçleri İçselleştirmek Demektir

Bugün suç hukukunun önemli bir kurumundan, “gönüllü vazgeçme”den söz edecektim.

Ama bir dostumdan gelen mektup, utançlara boğdu beni.

“Gönüllü vazgeçme” konusunu sonraya bıraktım.

Mektubun düşündürdükleri üzerinde duracağım.

Konunun önemini vurgulayabilmek için, sanırım ilkin bir halkın ulus olabilmesinin olmazsa olmaz koşullarına değinmek gerek.

Bunun için üç bilinci özümsemesi/içselleştirmesi gerekir, halkın.

Birincisi, “yurt bilinci”dir.

Bu bilinç, o halkın üzerinde yaşadığı ülkeyi, yurdu sadece geçimini sağlayan bir toprak parçası olarak algılamasının ötesine geçmesi, o ülkedeki bütün kültürel, doğal varlıkları daha da iyileştirerek ve zenginleştirerek gelecek kuşaklara aktarması demektir.

Bir ülke düşününüz. O ülkede zehirli variller, en zengin bölgesinde toprağa gömülmüş, tepkiler üç gün sonra unutulmuş, gömmeler sürüp gitmiştir. Kimi insanların dillerindeki sözcükler bir zamanlar yasaklanmıştır.

Yürürlükteki Türk Ceza Yasasına göre “Türk kara ve hava sahaları ile (Türk) karasuları” Yasanın anlatımıyla “Türkiye sayılarak” “gerçek” ülke kapsamından çıkarılmış, “varsayılan ülke” kapsamına sokulmuştur.

Böyle bir ülkenin insanlarında yurt bilincinin geliştiği söylenebilir mi?

İkincisi, “dil bilinci”dir.

Bir dil düşününüz. İnsanının gülümsemesini yüzde “güllerin açması”na benzetmiş. İnsanını “güle güle” diyerek uğurlamış. Ama insanı bu arı duru Yunus dilini bırakmış, Batının sözcükleriyle selamlaşmaya, insanını uğurlamaya durmuş. İnsanları, bireyin ancak anadilinde düşünebildiğinin ayrımında değil.

Sözgelimi, “tümdengelim”, “tümevarım” denince Türk insanının beyninde ışıkların yanmaya başladığını; buna karşılık, “talil”, “dedüksiyon”, “istikra”, “endüksiyon” denince karanlığı aydınlatmak için sözlüklere bakmak gerektiğini, anadilin yaratıcı dehasının burada gizlendiğini halk göremiyor, demektir bu.

Fransa gibi kimi ülkelerin yabancı dillerin saldırısından “anadil”i korumak için yasal düzenlemeler yaptığından habersiz, demektir.

Bu koşullarda “dil bilinci”nden söz edilebilir mi?

Üçüncüsü, “tarih bilinci”dir.

Tarih bilinci yoksa eski sarayları, hanları, köprüleri, kiliseleri, camileri, havraları, heykelleri yıkar, yeni binalar yaparsınız. Tarih doğru yazılmaz. Doğru yazılmayınca da “tekerrür eder”.

Gittiğim bir ilimizin biricik ana caddesinde kendine özgü taşlarla yapılmış bir bina vardı. “Ne kadar güzel bir bina!” deyince verilen yanıttan sarsılmıştım, yüzüm kızarmıştı. 1930’ların bir valisi ortaçağdan kalan bir kiliseyi yıkmış, taşlarıyla hükümet konağı yaptırmıştı. Sadece bizim değil, herkesin olan bir tarihi de silmişti yeryüzünden. Hem kahredici, hem de utanç vericiydi bu.

Acaba valisinde bile tarih bilincinin olmadığı bir halk mıyız biz?

Dostumun yazdıkları bu açılardan çok düşündürücü.

Beş gün önce en büyük bayramımızın, “Cumhuriyet Bayramımızın 86. yılını kutladık.

Değerli dostum, o gün bir gazetede “Ankara’daki ilk Genelkurmay Başkanlığımız” başlıklı bir haber görür. Kurtuluş Savaşının ilk karargâhı, Meteoroloji Genel Müdürlüğü binasındaki bir odadır.
Görmek için Keçiören’deki “Karargâhtepe”ye gider. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ana giriş kapısına “İstiklal Savaşının başlangıcında bu bina Genelkurmay Başkanlığı olarak kullanılmış ve Atatürk burada çalışmıştır” diye bir yazı vardır.

Binada sözüm ona onarım yapılmaktadır. Pencereler yenilen mektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Genelkurmay Başkanlığı” olarak kullandığı, 118 gün Kurtuluş Savaşının planlarını yaptığı odaya çıkar. Kapısı üzerinde “Atatürk’ün çalışma odası” yazılıdır.

Görünüm içler acısıdır.

Yapılan onarım değil, düpedüz değişikliktir. Kaş yaparken göz çıkarılmış, o günün el, göz izlerini doksan yıldır taşıyan pencereler sökülmüştür. Atatürk’ün üzerinde planlar yaptığı, buyruklar yazdığı, mürekkepler döktüğü, çizdiği, yorgun gözlerle baktığı çalışma masası ortada yoktur. 1919 yılından kalma perdeler, öbür eşyalarla birlikte odanın bir köşesine özensizce yığılmış, üzerlerine gelişi güzel naylonlar örtülmüştür.

Çalışmalar sırasında çıkan toz, toprak eşyaların üzerine yağmaktadır. Toz duman içinde duvarlarda asılı kimi haritalar, tablolar dikkati çekmektedir.

Hiç kuşkusuz, insanı üzen, iç karartıcı bir durumdur bu.

Bu odayı biliyorum. Heyecan duyarak, ıslak gözlerle O’nun koltuğuna oturdum. Saygıyla, minnetle dirseklerimi masasına dayadım.

Fransız Ulusal Meclisine gidenler, ilk Başkanın kullandığı kürsüyü görebilirler. Senatosuna gidenler, V. Hugo’nun o günden bu yana korunan koltuğuna oturabilirler. Her gidişimde sergilenen nesnelerin değiştiğini gördüğüm Carnavalet Müzesine uğrayanlar, birçok şeyin yanı sıra Danton’ların, Saint-Just’lerin, Robespierre’lerin başlarını koparan o ilkel giyotin aygıtıyla karşılaşırlar.

1984’te ziyaret ettiğim Fransız Yargıtay Başkanı Bayan Simon Rozès, odasındaki halının, masanın 1790 yılından bu yana olduğu gibi korunup kullanıldığını söylemişti, bana.

Lenin’in mumyalı bedenini müzesinde herkes görmektedir, bugün. Bolşoy Tiyatrosunda Lenin’in, Stalin’in koltuklarına kurulur, opera, bale gösterilerini seyredebilirsiniz.

Dönemler, rejimler değişebilir. Ama tarihin akışı sürer, “yaşanan olaylar, yaşanmamış durumuna getirilmez” (factum imfectum fieri nequit).

Tanrı, doğa, sık sık “Atatürk”ler armağan etmiyor toplumlara; her toplum da Kurutuluş Savaşı gibi bir destanı yaşamıyor.

Unutmayalım. Atatürk’ü bir Türk anası doğurdu. O da Anafartalar, Sakarya, Dumlupınar destanlarını yazdı tarihe. Cumhuriyeti kurdu. Geleceğimizi belirledi.

Ona, arkadaşlarına çok şey borçluyuz.

Her tarihsel dönemin kültürel malvarlıkları gibi O’nun odası, çalışma masası, koltuğu, diviti, hokkası sadece bizim değil, gelecek kuşakların, tarihin, bütün insanlığın da malvarlığıdır. Tıpkı Hugo’nun koltuğu, Fransız Ulusal Meclisinin ilk Başkanının kürsüsü, 1789 Devriminin giyotini, 1790 Yargıtayı Başkanının halısı, koltuğu vb... gibi.

Onlar üzerinde hiçbirimizin ne mülkiyet hakkı vardır, ne de yararlanma hakkı. Sadece hepimizin koruma ödevi vardır. O kadar.

Onları titreyen ellerle korumak zorundayız.

Eğer koruyamazsak gelecek kuşaklara, insanlığa hesap veremeyiz.

Tarih bilincimiz gelişmediğinden ulus da olamayız.

Lütfen boş övgü söylevlerini bırakalım, gerçeğe dönelim.

Kendimize gelelim.

İlkin bu üç bilinci kazanmaya davranalım.

Bu üç bilinci kazandığımız gün, ancak o gün ulus olabiliriz. Bir de bunlara “hukukun üstünlüğü bilinci”ni katabilirsek, işte o zaman uygar bir ulus ve devlet düzeni de yaratmış oluruz.

Gerisi boş söz.

Sami Selcuk - Star?????