1. yüz (Toplam 1 yüz)

Türkiye’yi sağmal bir ineğe çevirdiler - Ocak 2019

İletiGönderilme zamanı: Sal Kas 16, 2021 22:13
gönderen İlteriş Kağan
Oğuz Oyan: Türkiye’yi sağmal bir ineğe çevirdiler

Gelenek için Türkiye’de yaşanan krize dair ayrıntılı bir söyleşi yaptığımız Oğuz Oyan, 1947 İzmir doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra Paris-1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde doktora yaptı. 1978-2002 döneminde Gazi Ü. İİBF ve Ankara Ü. SBF Maliye Bölümlerinde öğretim üyeliği yaptı. 1992-94 yıllarında TARİŞ’te Genel Müdürlük sorumluluğunu üstlendi.

– Öncelikle bu krizin gelişimi konusunda sizin bilginize başvurmak istiyoruz. Bu konuda çokça yazıldı, çizildi; özellikle de krizin tetikleyicisi olarak dış sermaye hareketlerinin temel motivasyon olduğunu belirten bir yaklaşım var. Türkiye’ye uzun süre boyunca, 2002–2018 arasında, yoğun bir dış sermaye girişi vardı, bu dış sermaye girişi herhangi bir nedenle bir noktadan sonra kesildi ve bu krizi tetikledi. İşin ilginç yanı şu; aslında bu açıklamayla reel finansal hareketler birbiriyle uyuşuyor. Hakikaten 2002 ile 2018 arasındaki rakamlara baktığımız zaman Türkiye’ye bir sıcak para girişi olduğunu görüyoruz. Krizin hemen öncesinde de -yakın zamanda sanırım Korkut Boratav da yazdı- mart ve nisan aylarında paranın girişinde dramatik bir de düşüş var. Ama bunu bir tetikleyici olarak ele almamız doğru olsa da krizin tek nedeni bu mu?

Bir kere tetikleyici nedenleri, asıl neden yerine koymamak gerekiyor, her krizin bir tür tetikleyicisi olur. Yani bu olgunlaşmış bir meyvenin daldan düşmesi için bir esintinin yetmesi gibi bir şeydir. Orada suçlu o esinti midir, yoksa o meyvenin zaten artık dalda duramayacak duruma gelmiş olması mıdır? Mesele bu. Dolayısıyla bu kriz sürecinin, bu kriz zemininin hazırlandığı uzun bir dönem yaşandı. Aslında bu uzun dönem, AKP’nin bütün dönemiyle özdeşleştirilebilir. AKP, o büyümede iddialı olduğu söylenilen 2003–2008 arasındaki dönemde dahi kriz tohumlarını sürekli ekmiştir. Neden? Çünkü, ekonomi daha o zamanlardan ithalata giderek daha bağımlı bir hale gelmiştir. Bunun arkasında da Türk Lirası’nın yüksek değerli, dövizin düşük değerli tutulmasının getirdiği bir olgu vardır; bu, yabancı malları giderek daha da ucuzlatmış, yerli sanayinin rekabet gücünü aşındırmış, tüketicinin tercihlerini ithal mallara yönlendirmiştir. Sadece nihai tüketiciler açısından da değil; diyelim sanayidesiniz ara malı kullanacaksınız, Bursa’daki ara malı üretenden almak yerine Fransa’dan almak daha çok işinize geliyor olabilir çünkü paranız yapay olarak da olsa değerlenmiş, ithalat ucuzlamış durumdadır. Dolayısıyla ithalata bağımlılık arttı; Türkiye ekonomisini rekabete büyük ölçüde kapayan, tıkayan bir süreç yaşandı.

Bu aslında “pembe rüya” gibi bir şeydi. Bu pembe rüya ancak kaynak girişlerinin çok yüksek düzeyde olmasıyla mümkündü. Kaynak girişleri nasıl oldu? Özellikle 2003–2008 arasında çok yüklü kaynak girişleri var. Bunun konjonktürel bir nedeni, değerinin altında özelleştirmeye sunulan KİT’lerdi. Daha temel nedeni, yabancı sermayeye faiz olarak, kâr payı olarak, kur farkı olarak çok yüksek getiriler sunulmasıydı. Kur farkı olarak nasıl sunuyorsunuz? Şu garantiyi veriyorsunuz; “Merak etmeyin ben bir devalüasyon yapmayacağım, tam tersine Türk Lirası’nın değerini yüksek tutacağım, dolayısıyla sen ülkeye girerken dolarını çevirdiğin Türk Lirası’nı, çıkarken daha iyi bir kurdan geri alacaksın, sana kur farkı garantisi de veriyorum.” Yani AKP’nin o çok övülen ilk döneminde, “ekonomik büyümenin yıllık ortalaması yüzde 7’yi geçti” denilen o “pembe” döneminde, yabancı sermayeye dolar bazında yıllık ortalama yüzde 35 gibi getiriler sağlandı.

– Hep böyle bir gelir yok değil mi?

Yok, dünyada da pek benzeri yok. Düşünün şu an bile ABD’nin artmış haldeki faiz oranı yüzde 2,75’tir; oysa Türkiye uluslararası piyasalardan bu yılın başında yüzde 5,5 ile borçlanabilirken en son Ekim ayında yüzde 7,5 ile borçlanabildi ki çok yüksek bir borçlanma düzeyidir. Şimdi bunları bir de, Türkiye’nin AKP döneminde uzun yıllar boyunca yabancı sermayeye sunduğu kar+faiz+kur farkı bileşiminden oluşan yüzde 35’lik paçal getiri oranlarıyla karşılaştırın. Borçlanma faizi demeyelim buna ama “faizleri şu kadar düşürdük” tantanası yapılmasına da ayrıca itiraz edelim: Aslında reel faizler Türkiye’de o “pembe” dönemde fazla düşmüş de değildi. Kaldı ki dediğim gibi kur farkı veriliyordu, borsa çok yüksek getiriler verdi, dolayısıyla yabancı sermayenin birkaç yere birden yatırıldığını düşünelim, ortalama yüzde 35 gibi bir getiri elde etti. Bu tam bir tefeci sermayesi gibi çalışan bir şeydi, Türkiye’nin aslında sağmal bir ineğe döndürülmesi meselesiydi.

Tabii bu süreçte Türkiye’de bir sanayisizleşme süreci yaşanmaya başladı, milli gelire oranla sanayinin katma değeri yüzde 20’lerden yüzde 15’lere düşürüldü. AKP döneminin ürünüdür bu. Ve Dünya Bankası programının uygulanmasına bağlı olarak tarımın milli gelire oranı yüzde 12’lerden son yıllar itibariyle yüzde 6’lara düştü. Dolayısıyla iki üretken ve üretici sektörde; sanayide ve tarımda ciddi gerilemelerin olduğu bir dönemden bahsediyoruz. “Siz üretmeyin, satın alın, ithal edin” üzerine inşa edilmiş bir modeldi bu. Bunların yerine sadece yol ve konut inşaatını koymayı marifet saydılar. İnşaat ürettiler ama inşaat bir kerelik üretimdir; tabii birçok sanayiyi harekete geçirir ama inşaat bittiği zaman yan etkileri durur. Makine üretimi gibi değildir. Halbuki fabrika yaptığınızda öyle değildir, sürekli olarak yeni talepler yaratır, yeni yatırımlara vesile olur. Yani ekonomi büyük bir tıkanma içine girdi.

Tasarrufların gerilediği ve içeride tüketimin pompalandığı bir dönemden de bahsediyoruz. Türkiye’deki büyüme olayının arkasında hep tüketim artışları vardı. Peki bu nasıl oldu? Geniş tüketici kesimlerin gelirleri mi çok arttı da bu talep arttı? Hayır aslında Türkiye’de geniş kitlelerin gelir düzeylerinde reel olarak fazla bir artış görmüyoruz. Tabi sermaye gelirlerinde artış var, gelir bölüşümü bozulmalarından zaten bunu anlıyoruz. Ama burada esas tüketimi pompalayan şey, borçlandırma oluyor. AKP döneminde hane halklarının borçluluğu, milli gelire oranla yüzde 2’ler- 3’ler düzeyinden, yüzde 20’lerin üzerine, yani 10 katına çıktı. Bu, hane halklarının refah düzeyinde bir artış meydana getirdi kuşkusuz; arabası yoktu araba aldı mesela, konutu yoktu konut aldı. Ama hep borca girdi; dolayısıyla bugünlerde bunun dramatik sonuçlarını hane halkları düzeyinde yaşıyoruz. Çünkü geri ödemelerde, özellikle de mevcut gelirin kaybedilmesi veya aşınması hallerinde, sıkıntılar ortaya çıkmaya başladı.

Türkiye’de ekonomik krizi sonuçlar üzerinden – sermaye girişlerinde zayıflama veya çıkışlarında hızlanma – açıklama çabalarının görmek istemediği bir durum da, Türkiye’nin yıllardır dünyanın en kırılgan 5 ekonomisi arasında yer alıyor olmasıdır. En kırılgan beşlinin sürekli unsuru, bir anlamda demirbaşı haline gelmiş olan bir Türkiye’den bahsediyoruz. Demirbaşı, çünkü en kırılgan beşlinin ülke bileşiminde sürekli değişiklikler oldu, oraya giren çıkan ülkeler oldu; yerini hep koruyan yalnızca Türkiye oldu. Dolayısıyla böylesine önemli yapısal sorunları olan bir ülke söz konusuyken, kriz belirtilerini sermaye hareketlerinin zayıflamasına ya da daha ileri giderek dış güçlerin Türkiye’ye operasyon yapmasına bağlamak, oradan açıklamaya çalışmak abesle iştigaldir, boş şeylerle meşgul olmaktır.

Peki bütün bunları anlattıktan sonra meselenin daha temeline indiğimizde ne görüyoruz? Öncelikle IMF politikalarını görüyoruz. Daha da derinde, krizler olmadan ilerleyemeyen kapitalist üretim tarzını ve bunun giderek tıkanan neoliberal birikim tarzını görüyoruz. Türkiye, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla 2000 yılından bu yana büyük bir yapısal dönüşümün içine sokuldu. Yani tarımın, sanayinin milli gelir içindeki paylarındaki büyük gerilemeler, ithalata ve dış borçlanmaya bağımlılıktaki büyük artışlar tesadüfi değildi. KİT’lerin tasfiyesi, yabancı sermayenin iç pazara girişinin önündeki engellerin temizlenmesi bakımından da kritikti. Tarımdaki altüst oluş, Dünya Bankası’nın Tarım Reformu Uygulama Programı’nın (TRUP) sonucuydu. Sanayiden ve de finansal kesimden devleti çekme planı, IMF’ye verilen Niyet Mektuplarında ayrıntılarıyla ve vadeleriyle belirtilmişti.

Ama kamu bankalarının 3,5 yıl içinde özelleştirilmesi planını gerçekleştiremediler; hem güçleri yetmedi hem de siyaset öne çıktı; ayrıca bu bankaları istedikleri gibi kullanma rahatlığını bırakmak istemediler.

Dolayısıyla ortada bir dönüştürme programı var. Daha da geriye giderseniz 1980’deki 24 Ocak Kararlarıyla başlayan büyük dönüştürme operasyonunu başlangıç noktası olarak alabilirsiniz. 2000’lerdeki dönüştürme, 1980’lerin ikinci adımıdır, tamamlayıcısıdır. Kuşkusuz bunların gerçekleştirilebilmesi, işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla olmuştur. 12 Eylülcüler ve ANAP birinci dönemin, AKP ise ikinci dönemin kolaylaştırıcılarıdır. Uluslararası finans kuruluşları ve büyük emperyalist güçler amaçlarına ulaşmıştır, Türkiye AKP öncesine göre çok daha bağımlı hale gelmiştir. Şimdi bu bağımlılığın sonuçlarını yaşıyoruz; artık yabancı sermaye hapşırsa Türkiye yatağa düşecek durumdadır.

– Peki Hocam arada çok önemli bir şey söylediniz, sermayeye muazzam bir gelir kapısı açılıyor. Türkiye’nin büyümesi denilen olgu aslında Türkiye’de sermaye çevrelerinin büyümesi ve uluslararası sermayeye tesis edilen müthiş bir gelir anlamına geliyor. Türkiye ekonomisi sizin de çok iyi kullandığınız tabirle sağılan ineğe dönüştürülmüş durumda, hem uluslararası hem de yerel sermaye çevreleri tarafından… O zaman bu tabloda kaybeden birilerinin de olması lazım; birileri bu kadar kazanırken, birilerinin kaybetmesi lazım. Genelde kriz öyküsü anlatırken böyle kazandılar, sonra daha az kazandılar diyorlar ama birileri kazanırken, birileri kaybediyor. Bu hikayede onların anlatıldığını göremiyoruz. AKP’nin ülkeyi bu hale getiren kriz politikalarının sınıfsal yönünü biraz açabilir misiniz?

AKP sermayenin doğrudan temsilcisi olarak bu zeminde hareket etti. Somuttan gidelim, doğrudan sınıfın etkilenen bölümüne bakalım. Mesela AKP döneminde 60 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı; Ulaştırma Bakanlığı ve TMSF’nin yaptığı satışlar hariç. 1986’da başlayan özelleştirmenin AKP dönemine kadar 8 milyar dolarlık bir bilançosu vardı. Sonrasındaki müthiş bir servet transferidir; bunun hepsini yabancı sermaye almadı, içeride yerli sermaye de aldı.

– En büyüğünü Koç aldı mesela.

Evet, Tüpraş. Müthiş bir servet transferi. Bir kere KİT’ler birer toplumsal mülkiyetti, cumhuriyetin birikimiydi, yurttaşların vergileriyle oluşmuştu; dolayısıyla bir kamu mülkiyetini kamu yararına kullanamaz hale geliyorsunuz. İkincisi orada çalışan işçiler açısından bakarsanız, en büyük darbeyi onlar yedi. Ücretli kesim olarak ekonomik/sosyal hakları ortalamanın üzerinde güvence altındaydı, ücretleri aynı sektördeki ortalamanın üzerindeydi. Bu işletmeler Anadolu’nun birçok yerine yayıldıkları için bulundukları kasabalarda, şehirlerde oranın ekonomisini döndüren, halkını yaşatan, aynı zamanda kültürel birikim oluşturan yerlerdi. Bunlar tasfiye edildi.

Bir yandan tarımdaki TRUP uygulaması, diğer yandan KİT’lerin özelleştirilmesi/tasfiyesi süreçleri sonucunda sanayi ve tarımda hem sektörel katma değer oranlarında hem de istihdamda önemli gerilemeler ortaya çıktı. Öyle ki, yüksek tempolu büyüme dönemlerinde bile resmi işsizlik oranları çift hanenin altına indirilemedi. Gerçek işsizlik oranları ise yüzde 15-20 arasında gezindi. İşçi sınıfının ödediği en büyük bedel budur. Sözde anayasal güvenceye bağlanmış olan çalışma hakkının, istihdam güvencesi alınarak “şartlı” özelleştirilen KİT’lerde bile dikkate alınmadığı bir vurdumduymazlık sergilendi. İşçilerin prim katkılarıyla oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu bile işsizlerden ziyade sermayeye, bütçeye, kamu bankalarına ve kamu borçlanmasına kaynak oluşturdu.

AKP Hükümetlerinin gözü sadece İşsizlik Sigortası Fonu’nda değildi. İşçi ve memurları gönüllü görüntüsü verilen Bireysel Emeklilik Sigortası’na zorla üye yaparak oluşturulan Fon olsun, Türkiye Varlık Fonu gibi tüm kamu mal varlığı bir borçlanma rehin kurumuna dönüştürme çabası olsun, işçilerin kadim haklarından olan Kıdem Tazminatı’nı bir Fon’a dönüştürme niyetleri olsun, hepsi bu iktidarın zorbalıkta ve talanda sınır tanımayacağının göstergelerindendir.

Sadece bu da değil; düzenin çarklarını günü kurtararak döndürebilmek adına AKP döneminde bütün Cumhuriyet hükümetlerinden daha fazla dış borçlanmaya gidildi. Öyle ki, bazı yıllarda ekonomik büyümeyi aşan miktar veya oranlarda cari açıklar verildi. Genellikle cari açıkları da aşan miktarda borçlanmalara gidildi ve borçlanma faturası yükseldikçe bağımlılık ilişkileri de katmerlendi. 2009 sonrasında döviz geliri olmayan şirketlere de döviz cinsinden borçlanma olanağı getirilmesi ve bankaların yurtdışından sağladıkları kredileri içerde şirketlere ve hane halklarına sunması sonucunda, toplumun bütün kesimleri üzerinde çok ciddi borç yükleri oluştu. Şirketler kesiminde 220 milyar dolarlık açık döviz pozisyonu ortaya çıktı. Dış borçları reddetmeyeceksiniz bunun çok ciddi bir yük olduğunun bilincinde olmak gerekir. 2001’de borç yapılandırmasına gitmediğimiz için dış borç yükünü yıllar boyunca çektik ve ödedik.

Dış borç yükünün zorunlu bir faturası olarak ortaya çıkan “faiz dışı fazlalar” verme yükümlülüğünün, kamu tüketimindeki azalmayla, sosyal yardımlarda, sosyal güvenlikte, sağlık, eğitim gibi alanlarda kısıntılarla görünür hale geldiğini, faturayı geniş toplum kesimlerinin ödediğini unutmamak gerekir. Sermayenin dış borç faturasının bu nedenle kesinlikle Hazine tarafından üstlenilmemesi gerekir. Bugün henüz böyle bir mali iflas tablosu ortada yokken bile, Yeni Ekonomi Programı denilen programda kamu harcamalarında yapılacak kesintilerin kamu yatırımlarını, sosyal güvenlik harcamalarını ve diğer sosyal harcamaları budamaya yöneleceğini görmekteyiz. Türkiye sosyal yardımlar ve genel olarak sosyal harcamalar bakımından OECD ülkeleri arasında en son sıralarda yer alırken yeni harcama tayınlamalarına şiddetle karşı çıkılması gerekeceği açıktır.

– Bunların hepsi işçi sınıfının reel gelirinde azalmayı temsil etmiyor mu? Devlet eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlarda yapması gerekenleri yapmayınca bizim gelirimiz aslında azalmıyor mu? Bizim gelirimize doğrudan bir saldırı değil mi?

Tabii tabii, satın alma gücünüzü azaltır, refahınızı azaltır.

– Kamunun yapmadığı yatırımdan dolayı ortaya çıkan eksikliği ben kendi cebimden harcama yaparak kapatmak zorunda kalıyorum değil mi?

Bugün mesela orta sınıf aileler daha iyi hizmet alabilmek için çocuklarını özel okula yolluyorlar, özel hastanelere gitmek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla devletin yapmadığını kendi cebinden karşılamak zorunda bırakılıyorlar. Devlet bir sosyal hizmeti karşılamıyorsa, kreşi karşılamıyorsa örneğin, bunu cebinden ödemek zorunda kalıyor. Yoksulluğun belinin de kırılamadığı bir dönemdir bu. Ücretlilerin milli gelirdeki payında bir hareket göremiyorsunuz, ama ücretlilerin ödediği gelir vergisinin payına baktığınızda katsayı sürekli yükseliyor. Ücretli emek kesimi milli gelir payının çok üzerinde gelir vergisi payına sahip. Milli gelirin dörtte birini alırken gelir vergisinin yüzde 60’ını ödüyor. Üzerindeki vergi baskısı, gelirininin iki katından fazla. Sermaye için bu vergi baskısı ücretlilerinkinin yarısından az. Üstelik bu hesaba, yükü ağırlıklı olarak geniş halk kesimleri üzerinde kalan dolaylı vergiler (ÖTV, KDV, vs.) dahil değil. Dolayısıyla burada çok ciddi bir kaybedenler kesimi var, bütün bu süreçte yoksullaşan kesimler var ama sermayenin büyük bölümü bu işten zararlı çıkmadı, küçük tarımsal üretici ve küçük esnaf dışında, onlar da bu maliyetlerle üretim/ticaret yapamaz duruma gelmiş durumdalar.

Mesela tarımı ele alalım. Tarımda, 2006 yılında çıkan bir AKP yasası var, “milli gelirin en az yüzde 1’i tarıma destek olarak aktarılır” deniliyor, ancak yıllık ortalamalar olarak yüzde yarım oranı bile tutturulamamış durumda. Kaldı ki, tarım kesiminin kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV toplamı, hemen hemen tarıma verilen bütün destekler boyutunda. Dolayısıyla tarıma gerçek anlamda bir destek verilmiyor, bu nedenle de tarımda dışa bağımlısınız. Tarım 2002 sonrası net ithalatçıdır; oysa eskiden net ihracatçı olunan alandı tarım. Bu çok ciddi bir yoksullaşmayı da beraberinde getiriyor. IMF programı 2008 yılında bitmiş olmasına rağmen, gerek tarımda gerekse tarım dışında geniş kitlelerin çıkarına düzeltmeler olmadı.

– Kur krizi vesilesiyle, ciddi bir devalüasyonla birlikte kriz görünür hale geldi. Aslında biz burada başka bir şey söylüyoruz, siz de krizin hali hazırda uzun süredir kendini hazırladığını belirttiniz. Sizin de dediğiniz gibi kriz bir tetikçiye ihtiyaç duyuyordu, kurun artması, TL’nin değer kaybetmesi tetikleyici oldu. Ama ondan sonra ilginç bir süreç izledik. AKP açıkça hareketsiz kaldı, çaresiz görüntü verdi. Berat Albayrak’ın patronlarla yaptığı çaresizlik toplantısı vardı hatırlarsanız. Acaba tablo sadece AKP’nin çaresizliği ile mi özetlenir yoksa daha makro ölçekte, yani genel olarak Türkiye kapitalizminin yapısal bir çaresizliği mi var?

İkisi de var. Bir kere IMF politikaları altında Türkiye’nin geldiği noktada uygulanabilecek iktisat politikası araçları çok kısıtlı. Yani burada, IMF olmadan IMF varmış gibi davranarak 2001’deki programın bazı kalıntılarıyla daha ne kadar devam edebilirsiniz sorusu vardır. Dış borçla, taşıma suyla ekonomiyi döndürmeye çalışıyorlar, başka bir şey yok ellerinde. Akıllarına gelen başka bir çözüm yok, bunlar çeşitli ülkelerle pazarlıklar üzerinden gemiyi yürütmeye çalışıyorlar.

Şimdi dolayısıyla bunun üzerine AKP’nin yaptığı bir takım dramatik hatalar da oldu. Dışa açık bir ekonomide, hem faizleri hem kuru birlikte ayarlayamıyorsunuz; dolayısıyla “ben faizleri de baskılarım, böylece kuru da baskılarım” türü bir söylem geliştirdiğinizde bunu size pahalıya ödetiyorlar. Bunun ilk denemesini Tansu Çiller yapmıştı, arkasından IMF ile 5 Nisan 1994 Kararlarını imzalamak zorunda kalmıştı. Eğer sistem içindeyseniz, sermaye hareketlerini kontrol etmiyorsanız, elinizdeki araçların sınırlı olduğunu bilecekseniz. Her şeyi yaparak/sınayarak öğrenme en pahalı öğrenme yöntemidir, ama AKP bunu yaptı ve 1994’teki “hata” bir kez daha tekrarlandı. Tayyip Erdoğan uzun süredir faizleri indirme adına konuşuyordu. Uluslararası sermaye bunu iç politikaya yönelik salvolar olarak değerlendirip çok ciddiye almadı, ama gidip de Londra’da finans çevrelerine ders vermeye kalkışınca “bu adam ciddi” dediler. Sonrasında çok sert bir döviz hareketlenmesi oldu. Bunu baskılamak için daha sonra Mehmet Şimşek ile Merkez Bankası Başkanı’nı bir kez daha Londra’ya yolladılar, üstelik bunlar seçimden önce oldu. Yine seçimden önce, Erdoğan’ın ağzından çıkan laf henüz kurumadan faizleri 3 puan arttırmak zorunda kaldılar. Yani meydan okumanın yerini, korkuyla, panikle girişilen bir ricat hareketi aldı. Daha sonra seçim sonrasında iki şey daha kur artışını tetikleyici oldu: Yönetim yapısını tek adamlığa daha çok vurgu yaparak dönüştürüp bir de aile üyelerini ekonominin başına geçirince artık her türlü esinti dövizi tetiklemeye başladı. Bir para politikası krizi, bir döviz krizi başladı. Korkut Hoca, mart ayından itibaren sermaye çıkışlarının başladığı bir döneme girildiğini ortaya koymuştu. Döviz krizinin böyle bir maddi zemini de vardı. Şimdi bundan sonraki aşamalarda krizin başka yerlere bulaşıp bulaşmayacağı, ne şiddette olacağı, bankalara ne kadar sıçrayacağı, şirketlerin daha ne kadar etkileneceği, büyüme oranlarına nasıl etki yapacağı üzerine tartışılıyor. Herkesin üzerinde uzlaştığı şey, üçüncü çeyrekte sıfır büyüme olgusunun ortaya çıkabileceği, son çeyrekte de ekonominin küçüleceğidir.

– Merkez Bankası da bunu kabul etmiş oldu aslında.

Hem öyle hem de Yeni Ekonomi Programı (YEP) dedikleri bu son Orta Vadeli Program da bunu zaten örtük olarak kabulleniyor. 2018 yılı gerçekleşme tahmininde ekonomik büyümeyi düşük göstermesinden anlaşılması gereken şey, aslında son çeyrekte küçülme olacağı imasıdır. 2019 yılı için yüzde 2,3’lük büyüme tahmini de yılın en az ilk yarısında küçülme olacağının öngörüldüğü şeklinde yorumlanmalıdır. Korkut Hoca’nın tespitiyle Türkiye’de krizlerde ekonomik küçülme ortalama 12-13 ay sürüyor; dolayısıyla önümüzdeki yıl bu yılı aratacak bir tablo ortaya çıkacak gibi görünüyor. YEP de zaten bize bunu söylüyor.

– Tam bu noktada AKP’nin rolü tartışılmaz dedik ama ben yapısal noktanın altını çizerek devam etmek istiyorum. Kriz patladıktan sonra muhalefet partileri CHP olsun, HDP olsun krize dair öneriler yapmaya başladı. Bu önerilerin ortak bir noktası vardı bana kalırsa. Her iki parti de dışarıdan bulunacak kaynağın devamlılığına ilişkin vurgular yaptı. Türkiye bu kaynağa muhtaç ama biz bu kaynağı AKP’den daha ucuza bulacağız diyorlardı. Ekonominin başına damat atamayacağız, Türkiye’de otoriter uygulamalara girmeyeceğiz, Batı’nın gözünü korkutacak işler yapmayacağız, HDP örneğinde barış sağlayacağız gibi cümleler söylendi… Özetlersek muhalefetin programı Türkiye’de normalleşme olacak, bu normalleşmeyle birlikte Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacını karşılayacağız şeklinde. Bu mudur Türkiye’nin çıkışı, krizin çözümü bu mudur?

Bunun çok aşındığını düşünüyorum.

– Bu noktayı çoktan geçtik herhalde değil mi?

Evet evet. Ortadaki kriz tablosunun kalıcı bir şekilde çözülmesi için siyaset ve hukuk alanında yapılacak iyileştirmeler, parlamenter sisteme dönmek bir çözüm unsuru olmaktan çok uzak. Hedefi orası olarak göstermek kadar da yanlış bir şey yok. Ülkede daha fazla demokrasi var diye yabancı sermaye akışının hızlanacağını düşünmek çok yanlış bir yerden bakmak olur. Biraz daha hukuk olmasını kendi mülkiyet güvencesi için isterler ama daha güçlü bir Danıştay istemezler örneğin, çünkü Danıştay, hele yerindelik denetimi yapan bir Danıştay onlara engeldir, istemezler. Ama mesela Anayasa’nın 90. Maddesini değiştirin, milletlerarası anlaşmalara öncelikle uymak maddesini değiştirin, ticari anlaşmazlık olduğunda üçüncü bir uluslararası mahkemeye gitmek hakkını alın yabancı sermayenin elinden, kıyameti koparırlar. Dolayısıyla yabancı sermaye hukuk meselelerinde kendisi için kısmen hassastır ama demokrasi konusunda en ufak bir hassasiyet aramamak gerekir. Daha fazla demokrasi var diye sermaye akışı olacak demek tam bir safdilliktir. Öyle olsa Çin en çok yabancı sermaye çeken ülke olmazdı. Böyle bir dertleri yok, ama Batılı ülke siyasetçileri kendi kamuoylarında zevahiri kurtarmak için bazen birtakım adımlar atarlar, demokrasi kriterlerini sıralarlar; bazen de Türkiye olan ilişkilerinde demokrasi açıkları AB ülkelerinin işine gelir, “tam üyelik” konusunu tıkamak açısından yeni bir gerekçe elde etmiş olurlar. Dolayısıyla krizden çıkış çözümleri içinde bunlardan başkasını görememek hakikaten ya naifliktir ya da politika üretememektir.

Bir de bu düşünce tarzı, gelişmiş ülkelerde yürüyen kriz koşullarını görememektedir. Uluslararası finans kuruluşlarının son tahminlerine bakın; gerek ABD, gerek diğer gelişmiş ülkeler, gerekse gelişmekte olan ülkeler grupları için büyüme tahminleri düşürüldü, dünya ekonomisinin ortalama büyüme oranı düşürüldü. Dünya ekonomisinin bir durgunluğa girebileceğinin işaretleri arasında ticaret savaşlarının, korumacı eğilimlerin, borç krizlerinin belirleyici önemi arttı. Neoliberal birikim modeli tıkanmaktadır dünyada. Türkiye’deki kriz bunun öncü krizlerinden biri dahi olabilir. İtalya’daki borç ve bütçe krizi büyürse, Türkiye ekonomisinin krizi ile birleşirse, Avrupa’yı da vurabilecek bir kriz haline dönüşebilir örneğin.

Şimdi dolayısıyla muhalefet partilerinin, hem Türkiye’ye özgü koşulların katkısını hem de uluslararası tıkanma koşullarını dikkate alarak, bu konuda politika üretememesi bence çok kritik bir siyaset zafiyetidir. Türkiye’nin önünde üç yol var aslında: -Ya bu politikaları IMF ile götürecek; -ya IMF’siz bir IMF programı uygulayacak (Yeni Ekonomi Programı esasen budur), ama bunun finansmanını IMF dışı kaynaklar bularak götürecek (yani Arabistan/Körfez sermayesinden, Rusya ve Çin’den, tekil Batı ülkelerinden destek alabilme arayışını/dolayısıyla yeni ekonomik siyasi ödünleri içerecek); -ya da, üçüncüsü, radikal bir kopuşla sonuçlanacak. Başka deyişle, bu üçüncü yolda, sermaye hareketlerini kontrol edersiniz ve dış borçları ya reddedersiniz ya da yeniden yapılandırırsınız. Dış borçların yeniden yapılandırılması söz konusu olursa, şunu kabul etmemek gerekir: Sermayenin borçlarını devletin üzerine almamak gerekir. Bu şirketler de yerlidir, batmasınlar diyerek bu borçları devletin, toplumun üzerine almanın hiçbir meşru zemini yoktur, bu halka ihanettir aslında.

– Hocam tam bu noktada çok önemli bir yere geldik. Krizden çıkışı konuşuyoruz. Düzen içinden muhalefet eden partiler de aslında AKP programının benzer bir alternatifini öneriyorlar. Özünde bu program aslında ekonominin motor gücü olarak sermayeyi merkeze koyan bir program. Kurtarma programları da yine onlar için devreye sokuluyor, kriz programında sermayeye merkezi rol verilerek çıkış planlanıyor. O zaman soru şu herhalde, sermayeyi merkezi rolden almak mümkün mü ve bunu aldığımızda ne olur?

O zaman sistem değişir. Sermayenin merkezde olmadığı bir sisteme kapitalist sistem diyemiyoruz, dolayısıyla oraya sosyalist bir program gerekir. Biz şu anda sermayenin merkezde olduğu sistemi yorumlamaya devam edersek, kriz süreçlerinde orada da çok ciddi sermaye, mülkiyet ve servet transferlerinin ortaya çıkacağını kaydetmemiz gerekir. Bu hem ülkeler arası sermaye transferleri olarak, hem ülke içinde sermaye transferleri olarak -gerek sermaye sınıfı içinde, gerekse sınıflar arasında- ortaya çıkar. Ne dedi Tayyip Erdoğan sermayeye? “Siz krizi fırsata çevirmeyi bilirsiniz” dedi; yani açıkça, “batan şirketleri süpürün, mülkiyetinize katın, emeğe karşı yasal yükümlülüklerinizi de merak etmeyin” demiş oldu. Öte yandan, Türkiye’de hisse senetlerinin (Borsa İstanbul’un) hem nominal hem reel olarak çok ucuzlamış olması, hem de dolar bazında adeta çökmüş olması, yabancı akbaba fonlar açısından Türkiye’yi adeta bir av alanına dönüştürmüş durumdadır. Bu nedenle bir yandan -daha çok devlet tahvilinden çıkış biçiminde- sermaye çıkışları olurken, öbür yandan borsaya yönelen bir yabancı sermaye girişi olmaktadır; gün, risk alma günüdür! Dolayısıyla müthiş bir çok yönlü servet transferi süreci başlamış durumdadır. İçeriden dışarıya, içeride sermayenin bir bölümünden diğerine -daha çok küçükten büyüğe- esas olarak da bütün bunların bedelini ödeyen emekçi kesimden sermayeye doğru… Buna bir dur demek lazım, bu sürekli yoksullaştırmadan faşizm çıkar, onun için de buna dur demek lazım. Kitleleri öbür dünyadan medet ummaya götürecek veya yanlış yerlerde, mesela “ah bu Suriyeliler olmasaydı” çıkışsızlığında, sorumlu aramaya yönlendirecek eğilimleri frenlemek gerek.

Öte yandan, sermayenin merkezinde olmadığı bir yolu anlatmanın aslında tam da şimdi geniş imkanları da var. Bunun şimdi kitlelerin gündemine getirilmesi, “bir de böyle bir yol var” denilmesi için de uygun koşullar oluşmuştur. Bir taraftan sağcı, milliyetçi güçlerin yükselme şansı var ama diğer yandan da böyle bir olanak da var. Bunun Türkiye’deki düzen partilerine, en azından ana muhalefet partisine bile çeki düzen vermeye itebileceğini düşünüyorum. Sosyalist hareketin güçlenmesi, ses getirmesi halinde Türkiye’de ana muhalefetin bile “programımızı çok mu sağa çektik” diyeceğini düşünüyorum. Buradan mutlaka bir şey çıkacağı için değil ama siyasi zeminin böylece sola kayacağını kastediyorum. Türkiye’de şu anda mevcut sistemden “başka bir alternatif yok” meselesine Meclis’teki siyasi partiler düzleminde ikna olunmuş durumda. Hepsi Türkiye’yi daha az yıpratacak bir model arayışında ama mevcut model tükenmiş durumda, buradan yürünemez. “Böyle bir alternatif yoktur, sistem tıkanmıştır” konusunu sadece iktidara değil muhalefete de göstermek gerekiyor. Dolayısıyla bugün çok ciddi bir sorumluluk var sosyalist solun üzerinde.

Re: Türkiye’yi sağmal bir ineğe çevirdiler - Ocak 2019

İletiGönderilme zamanı: Çrş Kas 24, 2021 16:43
gönderen Gönül Pınar Atacı
Tamamen GÜNCEL VE SOMUT sorular ve derin BİLİMSEL, gerçek YURTSEVER, son derece AYRINTILI VE MÜKEMMEL iktisadi, sınai, ticari, mali ve sosyal teşhislere, analizlere ve sentezlere dayanan yanıtlarla dolu MUHTEŞEM bir söyleşi. Sevgili İlteriş'ı ve çok değerli konuğu ünlü iktisatcı ve üstün yönetici sayın hocamız Dr. OYAN'ı en yürekten tebrikler, derin saygılar ve en iyi dilekler sunarak kutlamak gerek.