1. yüz (Toplam 1 yüz)

Nevzat Tarhan ve Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

İletiGönderilme zamanı: Prş May 19, 2022 22:05
gönderen İlteriş Kağan
Dördüncü nesil savaşta psikolojik faaliyetler çok önemli bir rol oynamaktadır. Bir devletin hasım devletlere karşı kendi çıkarları doğrultusunda siyasî, askerî, kültürel ve ekonomik yönlerden uyguladığı psikolojik harekâta “psikolojik harp” denir. Psikolojik harp istihbaratı ve psikolojik harp konusunda bilinçli olmak gerekiyor çünkü bu harp türü insanların beyninde kolaylıkla illüzyonlar yaratabilir, bireyin ve toplumun ruh yapısını baştan sona değiştirebilir.
Resim
Ülkemize karşı uygulanan psikolojik harbin en açık örneği Ergenekon ve Balyoz kumpaslarıdır. Bu satırları okuyanlar arasında FETÖ’den alınması gerekip de alınmayanların neler hissedeceğini şimdiden kestirebiliyorum. Önce yüzleri ekşiyecek, sonra kimseler duymasın diye içlerinden “Kumpas değil” diyeceklerdir. Bugüne kadarki görüş ve eylemlerine bakılacak olursa ordumuz başta olmak üzere TSK’ye karşı psikolojik harpte etkin rol aldığı görülecek Nevzat Tarhan da bu yazdıklarımdan rahatsız olacaktır. Normal bir ruh hâline sahip bir insanın zaten rahatsız olması gerekir. Olmazsa Tarhan’ın ruh sağlığı yerinde değil demektir.

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, aynı zamanda ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) başkanlığını yürütmektedir. Kendisinin “Psikolojik Savaş” isimli kitabı 2002’de yayımlandı ve birçok kez basıldı hatta Arnavutçaya çevrildi. Yayınevi ise AKP’li basın ve medya mensupları tarafından bile “FETÖ’nün hücresi”, “FETÖ’nün karargâhı” gibi sıfatlarla anılan TİMAŞ’tır.

Bu kitabın psikolojik harbi anlatmayıp psikolojik harp uyguladığını anladıysanız bu harp yöntemini öğrenmişsiniz demektir. Zira psikolojik harbe karşı uyanık bilinç ve güçlü bir hafıza en güçlü savunma araçlarındandır. Biraz da araştırma yapıyorsanız, eski ve yeni bilgilerinizi gözden geçiriyorsanız korkmanıza gerek yoktur.

Kitaptan birkaç örnekle ne demek istediğimi açıklayayım.

“Provokasyon Tipi Psikolojik Savaş” alt başlığında Tarhan; 1 Mayıs 1977, Sivas, Maraş, Çorum olaylarını terörle mücadele için ortaya çıkan ani görevler olarak nitelendiriyor. “Terörle mücadele için ortaya çıkan ani görevler” ile ne demek istediği aslında açık değildir. Onun bu konuda ne demek istediğini anlamak istiyorsanız, kitabın yazım tarihine ve birkaç yıl sonra gazetelerde, basında bol bol göreceğiniz “Gazi Olaylarını Ergenekon mu planladı” tarzında haberleri hatırlayınız.

Ergenekon kumpasında Silivri’de hapis yatan ve uzun süre savunma hakkı bile demokratik (!) şekilde alınan “Şifre Çözüldü” kitabının yazarı Ali Özoğlu’nun, kumpas yıllarında yazmış olduğu dilekçede Gazi Olaylarıyla ilgili şu çarpıcı talebi görüyoruz:

“…Zira Gazi Olaylarının kim tarafından nasıl başlatıldığı hususuyla olayların arkasında hangi gücün bulunduğu konusu İçişleri Bakanlığı’nın 15 Mart 1995 tarihinde Bakanlar Kurulu’na sunmuş olduğu gizli raporda kuşkuya yer bırakılmayacak şekilde açıklanmıştır.

ABD tarafından o dönemde Irak’ın lideri olan Saddam Hüseyin’e karşı ‘BOP’ kod adlı bir operasyon planlanmış, bu operasyona ABD tarafından 100 milyon dolar harcanmış ise de General Vefik Samarray tarafından yapılması planlanan bu operasyonun Irak yönetimi tarafından öğrenilmesi üzerine operasyon mecburen iptal edilmiştir.

4 Mart 1995 tarihinde Mesut Barzani, Silopi’de Türk askerî yetkililerle görüşmüş, neticede Mart 1995’te ABD’nin karşı çıkmasına rağmen Çelik Harekâtı ve BOP kod adlı operasyonun fiyaskoyla sonuçlanması nedeniyle Çekiç Güç Operasyonu sona erdirilmek zorunda kalınmış, ABD yüzlerce CIA ajanı ve peşmerge ile bölgeden kaçmak zorunda kalmıştır.

BOP Operasyonun Türkler tarafından Irak yönetimine sızdırıldığından şüphelenen ABD, Çekiç Güç Harekâtı’nın da Türkiye’nin engellemeleri sonucu başarıszlığa uğraması nedeniyle Türk ordusunu durdurmak için ‘Gazi Mahallesi Provokasyonu’nu devreye sahneye koymuş ve ‘Sen benim nüfuz alanıma girersen ben de senin içini karıştırırım’ mesajını vermiştir.

Bugün aslında Ergenekon Operasyonu ile yapılan da aynı amacın farklı bir şekilde gerçekleştirilmesidir.”

Özoğlu burada “hodri meydan” diyor ve Gazi Olaylarıyla ilgili gizli raporun dosyaya getirilmesini talep ediyor. O sıralarda atıp tutmaya devam eden basın ve medya ise bu talep karşısında sessiz kalmayı tercih etmiştir çünkü yalancılar meydana inemezler. Nevzat Tarhan da çok iyi biliyor ki sözde provokasyon yoluyla psikolojik harp örneklerini sunarken art niyetli olduğu açıktır.

“Psikolojik Savaş” kitabından devam edelim. “Bir BÇG (Batı Çalışma Grubu) Yanıltması” alt başlığında Emekli Hakim Binbaşı Yusuf Çağlayan, Nevzat Tarhan’a göre BÇG tarafından hazırlanan aldatıcı bir raporla “disiplinsiz ve ahlâki durum” nedeniyle uzaklaştırılmıştı. Evi bile roketlenmiş başarılı subay Çağlayan, kanser hastası eşiyle sokak ortasında bırakılmıştı.

Kuddusi Okkır ve daha niceleri aklınıza geldi mi? “Hafıza” demiştik. Hafıza çok önemlidir. Yukarıdaki paragrafı birkaç maddede inceleyelim:

-Bu kitabın bir psikolojik harp unsuru olduğu apaçık ortadadır çünkü teori değil propaganda söz konusudur. Yazılanlar objektif olmaktan çok uzaktır. Teori kitabı yazıp böyle objektif ifadeler kullanmak, sinsice propaganda yapmak ve profesör ünvanına sahip olmak…

-Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında Mustafa Kemal’in askerlerini Silivri ve Hasdal’a gönderen FETÖ’cü savcıların Tarhan’ın kitabını okumadıkları düşünülemez. Sayısız başarılı subay, kumpas davalarında neyin, kimin intikamı için içeri alındı?

-İrticadan atılan ama aslında zararsız bir dindar olduğu algısı yaratılmak istenen Yusuf Çağlayan’ın bütün kitapları onun bir siyasal İslamcı olduğunu gösteriyor. “Tahrif-i Tedrisat” kitabıyla tevhid-i tedrisata göndermeler yapılıyor, klasik FETÖ söylemleriyle resmî tarih vurguları yapılıyor ve açıkça “Türkiye’de vesayetin başında ordu ve yargı gelmektedir” deniyor. “Orduda, Yargıda Darbeci Kuşatma” kitabını ise Taraf gazetesi tanıtmıştır. Kitabı basan Nesil Yayınları, bizzat Yavuz Bahadıroğlu’nun yazdığı üzere Said-i Nursî’nin talimatıyla kurulmuştur.

Bir sonraki alt başlık: “Psikolojik Savaşta Bir Hedef: TSK”.

Bakın… Hedefin TSK olduğunu yazarak TSK’nin nasıl hedef alındığını göreceğiz. Bu başlıkta ilk olarak TSK’ye duyulan güvenin azaldığına dair vurgu yapılıyor ve deniliyor ki: “Orduya çok güvenenlerin oranı 1996-2001 yılları arasında %71’den %57’ye düştü.” Sonra buna dair nedensellik analizi yapılması gerektiği ifade ediliyor ve varılan sonuç dünden hazır: Ordu, siyasete çok karışıyor. Generallerin siyasete karışmaları halkın güvenini azaltıyor.

Bırakın %57’yi %71’in bile nasıl moral bozmaya yönelik bir psikolojik saldırı olduğunu gösteren bir araştırma var. Cahit Pehlivan tarafından hazırlanan “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Güvenilirliği Üzerine Bir Araştırma ve Ordu Millet Geleneği” isimli yüksek lisans tezinde KONDA Araştırma Şirketi’nin 1991-2002 yılları arasında yaptığı kurumlara güven araştırmasının verileri aktarılıyor.

Buna göre TSK’ye duyulan güven 1992’de %96, 1994’te %95, 1999’da %91,6, 2000’de %91,1, 2001’de %85’tir. Pehlivan ayrıca orduya duyulan güvenin 2001 ekonomik kriziyle azalmış olduğunu söylemek mümkündür, demektedir.

Bir psikolojik harekât işte böyle hazırlanır. Hayalî veriler, kara propaganda, çarpıtmalar, iftira ve hakaret dolu yayınlar, provokasyonlar ve daha birçok şey… Bir önceki başlıkta Maraş ve diğer kanlı olayları dolaylı yoldan Türk devletine bağla, sonra orduya güvenin azaldığını ve bunun nedeninin siyaset olduğunu yaz, sonraki süreçte ABD ve AB yetkililerinin açıkça rahatsız olduklarını ifade ettikleri ordu-siyaset ilişkisi gündeme geliversin. Sonra da gelsin kumpaslar… Değil mi?

Bakın, “Halk-ordu iş birliği” kısmında verilen örnek çok ilginçtir: “Güneydoğuda askerin ayakkabılarla evlere girmesi, sevilen kişilerin itilip kakılması gibi olayların yaşanması alt kültür grubunun güvenini kazanmayı engellediği bilinmektedir.”

Hem TSK’nin psikolojik harpte hedef olduğunu yazacaksın hem de sürekli bu tarz söylemlere yer vereceksin. Kitabında güya bir komutanın sahip olması gereken özelliklere dair bilgiç ifadeler kullanan Tarhan’a kendisinin de çok iyi bildiği bir şeyi hatırlatalım: Bir kere askerler asker botu giyerler, ayakkabı değil. İkincisi, sorgulanması gereken şey askerlerin olay mahallinde olmaları değil sözde sevilen ama itilip kakılan kişilerin olay mahallinde ne işleri olduğudur.

Lütfen hafızanızı tazeleyin. Gazete ve medya arşivlerine bakın. Tarhan’ın bu kitapta yazdığı ne varsa hepsinin kumpas davalarında temel söylemler olduğunu göreceksiniz. Bu da kendisinin kumpas davalarının teorisyenlerinden olup olmadığını sorgulatmaktadır. Üstelik Tarhan hâlâ ASDER başkanıdır ve bu sitede sürekli haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle tasfiye edilen askerlerle ilgili haberler yer almaktadır.

Tam bu noktada SADAT’a değinmek zorundayız ama önce ASDER’in sitesinde yer alan geçmiş tarihli haberlerden birkaç başlık aktarmak istiyorum:

“O Yasakçı Şimdi Eğitimci” (2013 yılında yayımlanmış. 2008’de Türk askerinin yemin töreninde başörtülülere yasak uyguladığını yazdıkları Naim Babüroğlu’na saldırmışlar. Tarhan hem TSK hedefte, diye yazıyor hem de psikolojik harp konusunda en ufak bir hassasiyet göstermiyor.)

“Balyozcuların Arka Bahçesi” (2011 yılından. FETÖ’cü savcılar için ASDER’den iyisi Şam’da kayısı. Şam’a zaten gidemiyorlar, artık Balyoz da yok. Ne olacak şimdi?)

“İnanç Orduda Erlere Mahsustur!” (2011 yılından. Asker-toplum arasında fitne yayma tekniği mi bu da?)

Bu arada… ASDER yazarlarından biri de Yusuf Çağlayan’dır. Beraber yürüdüler onlar bu yollarda…

SADAT’la da beraber yürüyorlar. İrtica mağdurları (!) hep bir araya geliyorlar. SADAT’ta İslamcının her türlüsü belki vardır ama insanın başka türlüsü yoktur. Kumpaslarda devletin şeffaf olması gerektiğini, Kozmik Oda’da neler yazdığının dünyaya demokrasi ve şeffaflık adına ifşa edilmesi gerektiğini söyleyip duran liboşlar, bu kurumun neden bu kadar gizemli kalmayı tercih ettiğini mantıklı bir gerekçeyle açıklayamazlar. SADAT’ın gizliliğine hak verip devletin gizliliğine saldırmayı asla aklayamazlar.

Tarhan’ın şu sözlerini hatırlayalım:

“O derneğin (ASDER) üyeleri bu süreçte (15 Temmuz), binin üzerinde subay, astsubay. Tankın paletini takozlamayı biliyorlardı. Periskopun üzerine çıkıp köreltmeyi biliyorlardı. Tankın mazot hortumunu kesmeyi biliyorlardı. Bunlar o gece hepsi sahaya çıktılar kendiliğinden çünkü geçmişin acısı ve güvensizlik var.”

Yani öyle demokrasi filan hikâye… Burada da söylemek istediğini açıktan söylemiyor ama dolaylı yoldan “intikam” vurgusu yapıyor. SADAT, irticadan atılanların intikam için toplandıkları gizli bir ordu mudur?

Nevzat Tarhan’ın SADAT’taki görevi TSK’ye karşı psikolojik harp yürütmek midir?

Çok açık ve net bir şekilde kumpas davalarını desteklemiş olan Nevzat Tarhan, FETÖ’nün bu kumpaslarında etkin rol almış mıdır? Bu konuda savcılar tarafından ifadeye çağrılmış mıdır? Çağrılmadıysa neden çağrılmamıştır? Kumpasları kuranlarla mücadele etmek için Nevzat Tarhan gibi, Mehmet Eymür gibi kilit isimleri sorgulamak gerekmiyor mu? Tarhan’ın yazan, Eymür’ün yöneten olduğu operasyonlar var mıdır?

Unutmayalım…

PKK, bölücü terör örgütüdür. Eylemlerinin odak noktası fiziksel terördür.

FETÖ ise tüm ülkeyi ele geçirmek, dönüştürmek, bölmek isteyen bir terör örgütüdür. Eylemlerinin odak noktası zihniyet terörüdür.

FETÖ’ye böyle bakınca aslında gerisi çorap söküğü gibi geliyor ama böyle bakmak pek çoklarının işine gelmiyor.

Not: Hiç ama hiç alakası olmadığı hâlde, “Psikolojik Savaş” isimli kitapta seçilen sivil itaatsizlik örneklerine bakın: Said-i Nursî ve Nurcular.

Tarhan, Gandhi ile Nursî’yi karşılaştırıyor. “İkisi de liderlik vasfını kabul etmiyor” diyor. Ne kadar güzel bir teori kitabı…

Kendime “bediüzzaman” desem ve bunu birçok kişiye kabul ettirsem ben de kendime lider demem. Daha ne diyeyim?

https://demiryolculuk.com/2022/05/16/ne ... T_ryTMuIXw

“Dindar Türk Neferleri Teslim Oluyorlar”

İletiGönderilme zamanı: Prş May 19, 2022 22:06
gönderen İlteriş Kağan
AKP’nin referandum zamanı “Her ‘evet’, Şeyh Sait ve arkadaşlarının ruhuna Fatiha’dır” diye oy istediği hâlâ akıllardadır. Doğuda her köşeye Şeyh Sait’in “cansız” hatırasını koymayı görev bilen AKP’li siyasîler, yalnızca referandum için mi Şeyh Sait’i anıyorlardı? Tek mesele referandumdan “evet” çıkarmak mıydı?
Resim
Onlar yüz yıldır Kürt-İslamcılarla beraber yürüyorlar. Bu konuya ayrıntılı şekilde önümüzdeki günlerde değineceğiz. Bu bir hatırlatma yazısıdır.

Özellikle 1920’li yıllardan itibaren doğu illerimiz kaynayan kazan gibidir. Memleketin işgal edilmesini, emperyalist devletlerin ülkeye ve komşu ülkelere gelişini fırsat bilen ne kadar bölücü varsa hemen harekete geçmiştir. Kurulan komiteler, silahlandırılan eşkiyalar devlete isyan etmişler, askerlerimizin ve Türk ahalinin kanı dökülmüştür. Bununla beraber Kürt ayrılıkçıların hâlâ hazmedemedikleri noktalardan biri ise bölgedeki etkili isimlerin pek çoğunun Ankara’ya destek vermeleridir.

Bugün güzellemeleri yapılan, idamına dair türlü efsaneler uydurulan Şeyh Sait’in mahkemedeki ifadeleriyle İmralı itinin mahkemedeki ifadeleri arasında bir fark yoktur. Behçet Cemal’in 1955’te yayımladığı “Şeyh Sait İsyanı” isimli kitaptaki ifadelerini özetliyorum:

-Bu işlerde ne öndeyim ne arkadayım. Belki ortada bulunmuştum. İsyanı bizzat yönetmedim. Harbi de uzaktan yakından görmedim. Aşiretler kendi akıllarıyla hareket ediyordu, kimse kimsenin sözüyle hareket etmiyordu. Şeriat için ayaklandık. Amacımız şeriat hükümlerinin uygulanmasını rica yoluyla hükümete bildirmekti. Öyle zannediyorduk. İnşallah kabul olunur.

Ve idam kürsüsüne çıkarken söylediği son sözü:

“Fena yaptık. İnşallah bundan sonra iyi olur.”

İdam kürsüsüne çıkmadan o akıllandı ama bölücülerin, şeriatçı bölücülerin hiçbiri akıllanmadı.

Tabi ki bu ifadeleri reddedecek ve demogoji yapacaklardır. “Bunlar yalan. Meclis tutanaklarına bakın, devlet yalan söylüyor” diyeceklerdir. Ben şahit oldum buna ve şöyle sordum: Devlet yalan söylüyorsa ve Meclis tutanaklarına bakmak gerekiyorsa bu hangi devletin meclisi olabilir?

Bölücünün her türlüsü hainliktir. Kişilerin şeyh, seyit, imam vb. unvanlara sahip olmaları bölücülük yapabilecekleri anlamına gelmez. Kim olursa olsun hain, haindir.

Günümüzün en sinsi tehlikesi Kürt-İslamcılıktır. Okuyan, düşünen, sorgulayan kafalar bu noktaya yönelmeliler. Devletimize sızan, devlette kadro verilen tarikatların hepsini sadece İslamcılık zemininde değerlendirmeyin. Bunların içinde Kürtçüler vardır. Hepsi Şeyh Sait’in devamıdır. Şeyh Saitler ise idam kürsüsünde olmalılar, devlet kurumlarında değil.

Bir insan “Türklük önemli değil” dedikten sonra, Mustafa Kemal’e ve onun ordusuna düşman olduktan sonra, hayatının merkezine dinciliği koyduktan sonra o insan gidip her toplumun bölücüsüne “din” bahanesiyle destek verir, veriyor da.

Konuyu ayrıntılı şekilde ele alacağımız günler gelecektir. Şimdilik Kürt İttihat ve İstihlas Komitesi’nin 1920’lerde yayımladığı bir bildiriden çok anlamlı bir cümleyle yazımı noktalıyorum:

“Dindar Türk neferleri din kardeşlerine kurşun atmıyor, teslim oluyorlar. Dindar Türk ahalisi fikren ve kalben sizinle beraberdir.”

Din(i)dar Türk ahalisi fikren ve kalben kiminle berabermiş?

Bölücü Kürt komiteleriyle… Açılım adı altındaki saçılıma bir de bu gözle bakın.

https://demiryolculuk.com/2022/05/15/di ... oluyorlar/

Mehdi’nin gelişine hazırlanmak ne demektir?

İletiGönderilme zamanı: Prş May 19, 2022 22:09
gönderen İlteriş Kağan
ABD yönetimleri özellikle Vietnam’da verilen kayıplardan sonra çok sorgulanmış, Amerikan halkının yoğun tepkisiyle karşılaşmıştır. ABD yine de dış politikada askerî güç kullanmaktan vazgeçmemiş, Afganistan ve Irak gibi ülkeleri işgal etmiştir. Ülkeye gelen her asker tabutu tepkiyi artırmaya devam etmiştir.

ABD bunların önü alınsın diye Blackwater Company’i kurmuştu. Eski özel kuvvet mensuplarından oluşan bu güvenlik şirketi dış operasyonlarda bir paravan görevi görmüştür. Kurucuları Eric Prince ve Al Clark’tır. 2014 yılında satıldıktan sonra “Academy” adıyla anılır olmuştur.

Irak’ta yapılan katliamların pek çoğunun arkasında Blackwater vardır. Suriye’deki PKK unsurlarının arasında da çok sayıda personeli vardır. Birkaç yıl önce bu konuda yazı yazmış olduğum için çok ayrıntıya girmeyeceğim ama ilerleyen zamanlarda bahsi geçen yazımı burada tekrar yayımlayabilirim.

İrticacıların Blackwater’ı ise SADAT’tır. Kurucusu 28 Şubat’ta kadrosuzluk nedeniyle tuğgeneral rütbesiyle emekli edilen Adnan Tanrıverdi’dir. Tanrıverdi, “Mehdi’nin gelişine hazırlık yapıyoruz” diyene kadar Erdoğan’ın danışmanlığını yürütmekteydi ki aynı zamanda Güvenlik ve Dış Politika Kurulu üyesiydi. Erdoğan’la tanışıklığı 90’lı yıllara dayanmaktadır.

SADAT’ın verdiği güvenlik hizmetleri şaşırtıcıdır. Israrla yurt içinde faaliyet göstermediklerini vurgulayan SADAT yetkilileri 15 Temmuz’da da sokağa inmediklerini, böyle bir misyonları olmadığını ifade etmişlerdi.

Öncelikle şu soruyu cevaplandıralım: Mehdi’nin gelişine hazırlanmak ne demektir?

Hem Hristiyanlıkta hem de Müslümanlıkta Mehdi ve Mesih’in geleceğine inanan dinî topluluklar vardır. Bu toplulukların bazıları Mehdi ve Mesih’in normal şartlarda geleceğine inanmamaktadır. Onlara göre kaosun dünyaya hakim olduğu bir dönemde bu insanlar kurtarıcı olarak geleceklerdir. Dünyanın gidişi göstermektedir ki kaos insan eliyle çıkarılmalıdır zira kaos oluşmadıkça Mehdi ve Mesih gelmeyecektir.

SADAT’ın resmî açıklamasına göre bireysel olarak eğitim vermesi mümkün değildir, sadece ülkelerin güvenlik kuvvetlerine eğitim vermektedir. Ne şekilde olursa olsun ortada bir tuhaflık vardır.

Birincisi, TSK ve Türk Emniyeti, SADAT’ın verdiği her türlü eğitimi fazlasıyla ve en kaliteli şekilde verebilir. Bunun için kendi etkin personeli dışında bir görevlendirme yapmak isterse gerekli gördüğü eski personellerine görev verebilir. Bunun için SADAT’a ihtiyaç duymaz.

İkincisi, bireysel eğitim verilmediği iddiası güvenilir değildir. SADAT’ın kurucusunun ideolojik yönelimi bellidir. Kendisi ve çevresindekiler irticacıdır. Mehdi’nin gelişine ortam hazırlayan, oğlunun adını bile Mehdi koyan birinin İslamcı kontrgerilla yetiştirmeyeceğini düşünmek fazla iyi niyetli olacaktır. Diyelim ki Mehdi’nin gelişine ortam hazırlanmıyor, o zaman Tanrıverdi’nin ağzından Mehdi’nin gelişine hazırlık yapıldığını duyduk.

TSK başta olmak üzere Türk güvenlik güçlerinin böyle ciddiyetsiz bir davranışa girmeyeceği açıktır. Öyleyse kimler, nerede ve nasıl Mehdi’nin gelişine hazırlanıyorlar?

Benim Mehdi, Moşiyah, Mesih, Krishna… bu inançların hiçbiriyle işim olmaz. Demek ki benim böyle bir şeye hazırlanmam da söz konusu değil.

TSK ve Türk Emniyeti’nin görev ve hedefleri arasında Mehdi’nin gelişine hazırlanmak olmadığına göre…

İslamcıların her biri tarikat, cemaatlerde Mehdileri beklediğine veya liderinin Mehdi olduğunu düşündüğüne göre…

Mehdi’yi dinciler beklediğine göre…

Tanrıverdi’nin SADAT’ı İslamcılarla kaynadığına göre…

Demek ki ortalıkta kirli işler dönüyor. Kimsenin Türkiye Cumhuriyeti’ni böyle bir güvenlik zaafiyetine düşürmeye hakkı yoktur. Laik Türkiye’nin Mehdi misyonu yoktur. Bu insanlar nasıl bu kadar rahat gezebiliyorlar?

Gayrinizamî harp sertifikası vermek ne demektir?

TSK, gayrinizamî harbin en başarılı uygulayıcılarındandır. Türk ordusu millî mücadeleyi düzenli savaş aşamasına kadar böyle sürdürmüştür. Terörle mücadeledeki başarısı ortadadır. Özel kuvvetlerinin saygınlığı, gücü, yetenekleri ortadadır.

SADAT daha ne eğitimi verecektir?

SADAT’ın kendi sitesinde “Gayri Nizami Harp Sertifikası” bölümünde yazanlara bakalım:

“SADAT Savunma hizmet verilen ülkelerin topyekün savunma organizasyonu ihtiyacı olarak ortaya çıkacak Gayri Nizami Harp teşkilatlanması ve bu teşkilat unsurlarının pusu, baskın, yol kapaması, tahrip, sabotaj ve kurtarma-kaçırma harekatları ile bu harekatlara karşı koyma faaliyetlerinin eğitimini verir.”

Gayrinizamî harbin olmazsa olmazlarından olan psikolojik harp ve istihbarat da bu sertifika programına dahildir.

Kendi ifadeleriyle emekli 1. sınıf emniyet müdürleri ve emekli askerler tarafından eğitim verilmektedir. Bu askerler, bu polisler kimlerdir? Hepsi Mehdi’nin gelişini mi bekliyor?

Şu iki noktayı unutmayalım.

Birincisi, bizim bu coğrafyadaki en büyük şansımız güvenlik kuvvetlerimizdir.

İkincisi, böyle bir coğrafya ve ülkenin millî güvenliği SADAT’ın varlığını kaldırmaz. SADAT tamamen masum olsa bile bu kuruluşun kurulmasına ve varlığını sürdürmesine izin verilmemeliydi.

Not ve Hatırlatma: Blackwater’ın kurucusu Eric Prince ve SADAT’ın kurucusu Adnan Tanrıverdi arasında ilginç bir benzerlik vardır. Prince, evanjelisttir. Mesih’in gelişini bekler. Onun inancına göre Mesih geldiği zaman evanjelist inançtaki Hristiyanlar ve Yahudiler birleşeceklerdir. Tanrıverdi ise Mehdi’nin gelişini bekliyor. İkisinin de savunma ve psikolojik harp eğitimi veren ve siyasîlerden destek gören şirketleri var.

Şöyle düşünelim…

Mesih’in gelişini bekleyenler Türkiye’de ve dünyanın her yerinde fink atarlarken Mehdi’yi bekleyen Tanrıverdi’nin yurt içinde hizmet vermediğini, tek bir ülkede hizmet verdiğini düşünmek saflık olmaz mı?

Olur…

O yüzden kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın.