DÜNYA tarihinde 14 Mayıs 1950 kadar avanta yemiş bir başka “tarih-gün” yoktur vallahi!
Aradan 60 yıl geçtiği için 14 Mayıs 1950 tarihinde ne olduğunu hatırlatmaktan çok bu konuda açıklama yapmam gerekecek.
14 Mayıs 1950 günü yapılan genel seçimlerin sonucu adı Demokrat Parti olan bir siyasal parti Türkiye’de iktidara geldi. Bu partinin iktidara gelişi “demirkıratlar” için bayramdır, ama bu partiyi kendi elleriyle iktidara getiren CHP nedense hor görülür. 14 Mayıs 1950 günü seçim kazanan Demokrat Parti iktidarında Refik Koraltan TBMM Başkanı, Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu. Birinci Adnan Menderes hükümeti 22 Mayıs 1950 tarihinde kuruldu.
Dünya tarihinde demokrat parti iktidarı kadar şımartılmış, pışpışlanmış bir başka iktidar yoktur, yoktu. Ama ve ancak AKP’nin iktidara gelmesiyle yerini bu partiye kaptırdı.
DEVR-İ DEMİRKIRAT
Türkiye tarihiyle yüzleşmeye meraklı tarihçiler (muhterem müverrihler) nedense 14 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 tarihleri arasında saltanat sürmüş “devr-i demirkırat” ile her nedense hiç ilgilenmezler. Sanki hiç yaşanmamış gibi. İsterseniz bu işe biz girişelim biraz:
Demokrat Parti’yi kuranlar gerçekten Demokrat bir parti mi kurmak istemişlerdi, yoksa bir başka dürtüleri mi vardı? Bunun yanıtını, daha sonra Demokrat Parti’nin ağır toplarından olacak olan CHP Eskişehir Milletvekili Emin Sazak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkarken veriyordu:
“Padişahı devirdik. Halifeyi kovduk, şapkayı giydik, Latin harflerini kabullendik, tekkeleri kapattık, bazı gerekçelerle varlık vergisini bile kabul ettik. Fakat bunu kabul edemiyorum” (Doğu Perinçek, “Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu”, Kaynak Yayınları, s. 158)
Emin Sazak dönemin en büyük toprak ağalarından biriydi. Toprak ağalığı düzeni onun ağzından, bütün devrimleri gönülsüz sineye çektiklerini, ama toprak düzeninin değişmesini kabul etmediğini itiraf ediyordu.
CHP tek parti döneminin diktatörlük olduğunu söylerler. Toprak devrimini bırakın, istediği halde toprak reformu yapamamış bir rejime nasıl diktatörlük denir?
EY NAYLON TARİHÇİLER
Demokrat Parti döneminin (1950-1960) karşı-devrimin semirdiği dönem olduğunu söyleyenlere, kimi uyanıklar demokrasi düşmanı faşist muamelesi yapar. 13 Haziran 1950 günü, 14 Mayıs’tan 30 gün sonra, “Millete mal olmuş inkılâpları mahfuz tutacağız demiştik. Millete mal olmamış, millet vicdanına bir değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız!” diyen kim? DP Başbakanı Adnan Menderes. Aynı Menderes, 1955 yılında, DP grubu kabinesini düşürdüğü halde, kendisini kurtarmak için, “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz. Kendime sabık başvekil dedirtmem!” diyecektir. Ey naylon tarihçiler, biraz da 1950-1960 dönemi ile yüzleşin de irşat olalım!
14.05.10
ÖZDEMİR İNCE
hurriyet.com.tr

Demokrasinin Yıldızları
"Demokrasi'nin kahramanları" demiştim, meğer "Demokrasi'nin yıldızları" imiş!
Bugünlerde tarih yazılıyor, tarih yapılıyor ya...
Üstüne üstlük tarihi fırsatlar da yakalanıyor ya!
Daha da ötesi "tarihe geçiliyor" ya.
Önceki gün "tarih"i şöyle bir eşelemiştim.
"Tarihi bir hesap yapalım" demiştim.
Sayın Erdoğan tarih düşmüştü ya:
"Bırakın bizi başka ülkelerle kıyaslamayı, 1945'ten 2002'ye kadar Türkiye'ye ne kazandırdınız? Kendi tarihinize bakın" diye.
1945'i "öğrenci", 2002'yi de "yazar" olarak yaşamış biri olarak, bu 57 yıllık süre gözümün önünden bir tarih şeridi olarak geçmişti!
O süreye bir 8 yılda ben eklemiştim.
2010 yılındaydık ya. Etti mi 65 yıl!
Önceki gün de yazdığım gibi, o süre içinde tam 17 Başbakan görmüştüm. 10'da Cumhurbaşkanı!
O 65 yılın 57 yılının faturası hep başkalarına kesilmişti.
"1945'ten 2002'ye kadar ne yaptınız?" diye soruluyordu ya.
57 yıl aynı sebete, aynı kefeye konulmuştu.
Ben de, "Sayın Erdoğan'ın bir bildiği olsa gerek" demiştim.
Yazıma da şöyle bir hesap pusulası iliştirmiştim:
"Bu 65 yılın 10 yılını merhum Adnan Menderes doldurmuş, 11 yılını da merhum Turgut Özal... Etti mi 21 yıl. Arada 2,5 yıllık bir NECMETTİN ERBAKAN dönemi bulunuyor. 23,5 yıla ulaştık mı? 7,5 yılda GÜL VE ERDOĞAN dönemi. Yani 31 (yazı ile otuz bir) yıl" demiştim.
O hesabı yaparken de, son seçimde Türkiye'nin dört bir duvarına yapıştırılan "3'lü posterler"i göz önüne almıştım.
O yazım, 10 Mayıs 2010 tarihli yazım, "TARİHİ BİR CUK OTURMAYA" tanık olmuştu.
O yazım da sözünü ettiğim,
"Demokrasinin kahramanları" posteri, gazeteleri de ilan olarak 10 Mayıs 2010 Pazartesi günü yayınlanmıştı.
Yazım ile aynı günde!
O poster, belleğimde, "demokrasinin kahramanları olarak kalmıştı. Meğer, DEMOKRASİNİN YILDIZLARI" imiş.
Gazete yayınlanan "üç yıldızlı" posterde Türkiye'yi yönetmiş ve yöneten üç kişinin, Adnan Menderes'in, Turgut Özal'ın ve R. Tayyip Erdoğan'ın fotoğrafının üstüne DEMOKRASİNİN YILDIZLARI başlığı atılmıştı.
Fotoğrafların altına da şu cümleler yazılmıştı:
"Onlar bu memleketin aklı, gönlü vicdanı oldu. Onlar (egemenlik kayıtsız şartsız milletindir) ilkesine inandı. Milletten aldığı emaneti baş tacı yaptı. Onlar sadece milleti ve memleketi için çalıştı.
Onlarla demokrasi yeniden doğdu.
Milli irade hakim oldu.
Onlar milletin adamları, demokrasinin yıldızları".
Evet, önceki günkü yazımda sorduğum soruya, yazımın mürekkebi kurumadan, aynı gün yanıt almıştım.
Yanıtı veren de SİVİL DAYANIŞMA PLATFORMU idi.
Anlayacağınız, 31.5 yılın hesabı "bir sayfalık ilan"la verilmişti.
Taçlı, başlı sözlerle!
Biliyorum, soracaksınız, "O sözlere ne diyeceksiniz?" diye.
Yazım ile o ilanın aynı güne denk düşmesi çok ilginç!
Sayın Erdoğan'ın tarihi sorusuna da yanıt verildi!
Herhalde Sayın Erdoğan o "kendi yaptırdığı, kendi çizdirdiği, kendi astırdığı" posteri unutmuştu.
Böylece, o posteri, hem benim yazımla, hem de o ilan ile anımsamış oldu!
"Üç yıldız"lı bir biçimde!
*Demokratik Nağmeler
Ağızlardan bugünlerde bal damlıyor, yağ damlıyor.
Ballı demokrasi, yağlı demokrasi dönemini yaşıyoruz.
Ama ağızlardan çıkanı kulaklar duymuyor galiba?
Oysa, Cumhurbaşkanı Gül, birilerini, daha doğrusu, herkesi uyarmıştı:
"Herkes, ağzından çıkan sözü bir kez daha kulağı ile işitsin" demiştim.
O sözün, Türkçesi biraz kulağı ters yönden gösterir nitelikteydi de!
Ama bugünlerde "Türkçe'den gayrı diller" üzerinde tartışıldığı, konuşulduğu için "doğru Türkçe"den söz etmek yersiz bir şeydi!
Ayrıca, "demokrasi"nin dili, dini, imanı yoktu ki.
"Demokrasi" sözcüğü Yunancadan geliyordu ya!
Bu arada, birileri birilerini de "faşistlik"le suçluyordu!
"Diktatörlük"le de.
Faşist, sözcüğü de Türkçe değildi!
Diktatör, sözcüğü idi.
Bu yüzden Türkçe bir tartışma yapmak anlamsızdı.
Bugün köşeme birkaç "demokratik güfte" aktarmakla yetineceğim.
Güfteyi "söz" anlamında kullandım.
Şarkılar da, türküler de eskiler söz yerine, "güfte" sözcüğü kullanırlardı ya!
O güfte üzerine ne nağmeler döktürüldü.
Bugünlerde de manşetlerden ne nağmeler süzülüyor, ne güfteler sızıyor.
Bir iki tanesini okuyalım mı?
"Başka bir soy değilse, bunu neye göre yazmışlar. Kendi aramızda samimi bir biçimde bakacağız. Kimse böyle yalakalıklar yapmaya çalışarak başkalarını karalamasın. Bakın bu tarz benim tarzım bu. Ne söylediysek onu yaparız. Eğer Başbakan uçurumdan atlıyorsa, bize yakışan onunla beraber atlamaktır. Biz bunu yaparız. Ama yanlıştır, ama doğrudur".
Bu sözün altındaki ıslak imza, AKP'li eski ve sayın bakan Kürşad Tüzmen'in!
Şimdi de bir başka bakanın, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün.
O sözleri de okuyalım:
"Görüşümü açıklayamam. Sayın Başbakan'ın konuştuğu yerde bizim konuşmamız olur mu? Yorum yok. No comment! Söz Başbakan'da o ne derse, o olur!"
Sayın Gönül, söz Başbakan da dedi ya, biz de sözü Sayın R. Tayyip Erdoğan'a bırakalım:
"Yetki artık senin, ister asarsın, ister kesersin. Her şey, her yetki sen de".
Sayın Erdoğan bu sözü ile, başbakanlık koltuğuna oturan bir öğrenciye "Başbakanlığın tanımı"nı yapmıştı da!
Bugün yalnızca kulağının işittiği sözleri aktardım!
Bir başka tanımla da, ağızlardan çıkan sözleri!
Sayın Vecdi Gönül'ün dediği gibi, "No comment", "yorum yok!"
Bize söyleyecek söz mü kaldı!
"Sözün bittiği yer" bu olsa gerek!
Orhan TAHSİN
Ortadoğu Gzt.






