A.K.P. ve Sosyal Politika

A.K.P. ve Sosyal Politika

İletigönderen Noyan Umruk » Cmt Oca 08, 2011 1:01

A.K.P. ve SOSYAL POLİTİKA

Dr. Noyan UMRUK

AKP, sosyal politika alanının etkin araçları olan çağdaş kurumları geliştirmek yerine,“herkese çapına göre” ihale, makam, iş, kömür, erzak, yeşil kart dağıtarak dünya görüşüne, “cemaat sosyolojisine” uygun düşen “sadaka devletine" geçişi sağladı.


SOSYAL POLİTİKA’NIN TARİHSEL SÜRECİ:

Büyük ölçüde,1929 iktisadi bunalımının yol açtığı II. Dünya Harbi sonrası dönem ve geçtiğimiz 20nci yüzyıl, tüm dünyada ve özellikle Avrupa’da “İnsan Hak ve Özgürlükleri” çağı olmuştur. ABD. de Keynesyen politikalar ve New Deal planı, Avrupa’da sosyal demokrasinin gelişmesi ile Evrensel İnsan Hakları Bildirileri, Avrupa İnsan Hakları Belgeleri, ILO.(U.arası Çalışma Örgütü) Sözleşmeleri, Avrupa Sosyal Şartı vb. düzenlemeler at başı gitmiştir. Bu gelişme sürecinde, bu belgeler “Siyasi ve Medeni Haklar” yanında “Ekonomik ve Sosyal Haklar”a önem ve yer vermeye başlamıştır. Sosyal politika alanına birazcık ilgi duyanlar bilirler ki; ekonomik ve sosyal haklar, çalışanlara, “insan onuruna yaraşır yaşama düzeyi” sağlayarak, medeni ve siyasi haklara ve de demokrasiye anlam ve içerik kazandırır, iktisaden güçsüz tarafın korunmasını sağlar.

    - Eğitim ve öğrenimden adil olarak yararlanma hakkı,

    - Sağlık ve sosyal güvenlik hakkı,

    - Çalışanların örgütlenme ve sendikalaşma hakkı,

    - Çalışma hakkı,

    - Ve bütün bunlardan yararlanarak, adil gelir bölüşümü mekanizmaları ve emek piyasasında örgütlü mücadele olanağı ile insan onuruna yaraşır ücret edinme hakkı,
bu alandaki temel haklardır. 1950-1970 dönemi tüm dünya için, 1961 anayasası ile başlayan ve 1980’lere kadar süren dönem ise Türkiye için sosyal politika’nın altın çağı olmuştur.

Petrol krizi olarak adlandırılan 1970'li yılların ilk yarısındaki iktisadi bunalımın ardından, uluslararası sermaye'nin kar hadleri ciddi ölçüde gerileyince, Milton Friedman ile kuramsal temelleri [1] ) inşa edilen neo-liberal rüzgarlar yeniden ve daha güçlü biçimde estirilmeye başlanıldı. Toplumsal alanda, başlangıçta Reaganizm ve Thathcerizm ile ağırlığını hissettiren bu akım tüm gelişmiş ülkelerde ve özellikle, henüz, sosyal politika gelişmelerinin ilk basamaklarını tırmanmaya çalışan gelişmekte olan ülkelerde etkili oldu. ''Eşitsiz Mübadele''  [2] , ''Eşitsiz Gelişim'' [3]  imkanlarının bir ölçüde daraldığını düşünerek, küresel sermaye, kar hadlerindeki düşüşü, içe dönerek gidermeye girişti. Sosyal Güvenlik sistemleri, bu sistemlerin sağladığı imkan ve hizmetler saldırıya uğradı; kaliteleri düşürüldü; içerikleri zayıflatıldı. Grevli toplu sözleşme hakkı başta olmak üzere , sendikal hak ve özgürlükler tırpanlandı. Bu sürece karşı, ancak, sosyo-ekonomik çıkarlarına sımsıkı sarılabilen, kısa vadeli sınıfsal bilinci ve yapılanma düzeyi yüksek A.B.ülkeleri emekçileri bir ölçüde direnebildi ve direnmekte... Sosyal ve ekonomik haklara önemli ölçüde kısıtlamalar getiren Avrupa anayasasının, başta Fransa olmak üzere birçok ülkede, referandum sonucu red edilmesi, bu açıdan anlamlı bir örnek... Ancak, bu gidişat ,Türkiye’deki sosyal politika yaklaşımlarını da derinden etkiledi. Evrensel düzeyde ,döneminin en ileri sosyal devlet anayasalarından biri olan 1961 anayasası, topluma geniş geldiği ileri sürülerek rafa kaldırıldı. Bu da kesmedi. Bu anayasanın yerini alan 1980 anayasası da onlarca kez değiştirildi .Bu değişikliklere paralel yasal düzenlemeler ile, özellikle 1980'li yıllardan itibaren, zaman zaman, seçimlere yakın dönemlerdeki popülist iyileştirmelere karşın, genel olarak geniş halk kesimlerini, sistematik olarak yoksullaştırma sürecine girildi.

AKP NASIL BİR YOL İZLEDİ ?

AKP, 2001 krizinin parasal önlemlerle giderilmesine yönelik geçiçi-antikriz politikaları aynen sürdürerek iyice büyüttüğü işsizlik ve ''Yedek Sanayi Ordusu” (atıl nüfus ,iş bulmaktan umudunu kesenler dahil) çalışabilir nüfusun % 20'lerini aşmaya başladı; böylece reel ücretlerin düşürülmesine imkan sağlanmış oldu. Kayıt dışı ve asgari ücretle çalıştırmaya kayıtsız kalındı; kalınmakta...

Bu gidişat ''memurlaştırma'',''sözleşmeli''çalıştırma,”taşeronlaştırma” yöntemleri ile desteklendi, desteklenmekte… (Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ikinci ordusunu oluşturan geleneksel olarak toplumun saygı duyduğu ve büyük değer verdiği öğretmenlik kurumu dahi , ''sözleşmeli çalışma'' girdabına sokuldu; milli eğitim kökünden sallanıyor.)

Zaten,yarattığı işten çıkarma dalgası ile 2001 krizi, işsizliği, ülke gündeminin en temel sorunu haline getirmişti. Bu dalga, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş oran da ''Beyaz Yakalıları'' da vurdu. Bir türlü önem ve anlamı anlaşılamayan ''Mesleki ve Teknik Öğretim'' de, ''İmam-Hatip Liseleri'' tartışmasına kurban edilince, bu ortamda ''Genç İşsizliği'' de dramatik boyutlara ulaştı. Nitekim, 2002-2003’lere gelindiğinde Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TİK) verilerine göre [4]  açık resmi işsizlik oranı %9 lar civarında iken, bu oran içinde ülkenin geleceğini simgeleyen beyaz yakalı ve genç işsizlerin payı hızla artmaya başladı.

Öte yandan, I.M.F.e ihale edilen ekonomide, izlenen düşük kur -yüksek faiz politikası ile ''İhracata Yönelik Sanayileşme Modeli'' can çekişmeye başlamış, ithalat ucuzlamış ve özendirilmiş, yan sanayiler-KOBİ'ler rekabete dayanamayarak çökertilmiş, istihdam sağlayacak doğrudan-yeni yatırımlar iyice yavaşlamış, önemli ölçüde Çin , Avrasya ve Balkan ülkelerine kaymıştır. Pek tabii ki; bu çerçevede bu devasa soruna çözüm bulmak mümkün değildir. A.K.P. iktidarı da bu soruna çözüm bulmaktan vaz geçtiğini açıkladı. Bu ''Vaz Geçme'' pek tabiidir ki; hazindir. Ancak ,hazin olmanın da ötesinde , ''çalışma,herkesin hakkı ve ödevidir'' diyen ve ''Devlet...çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır...''vurgulamasını yapan mevcut anayasanın 49 ncu maddesi karşısında,söz konusu ''vaz geçme'' ile ''anayasayı tağyir, tebdil ve ilga'' kavramı arasındaki hukuki neden-sonuç ilişkisi ile hukukçular, yakından ilgilenmelidirler.

AKP, sosyal politika alanının etkin araçları olan çağdaş kurum ve yapıları geliştirmek yerine,“sadaka demokrasisi” yaklaşımı ile siyaset ve oy mekanizması ile doğrudan bağlantılı olarak, “herkese çapına göre” ihale, makam, iş, para, kömür, erzak, yeşil kart vb. dağıtarak kendi dünya görüşüne, “cemaat sosyolojisine” uygun düşen “sadaka devletine” geçiş sürecini hızlandırdı. [5]  Oysa, Çin atasözünün anımsattığı gibi, balık dağıtmanın anlamı yok, balık tutmayı öğretmek, kitlelerin üretime yönelmesini sağlamak gerek.

AKP nin sosyal politika felsefesi üzerine genel bir değerlendirmeden sonra, artık, toplumu derinden etkileyen sosyal politika sorunları ve iktidarın izlediği yöntemler tek tek ele alınabilir:

A.K.P ve GELİR DAĞILIMI:

Gelir dağılımı adaletini ölçmek için kullanılan araçlardan en çok kullanılanı Gini

katsayısıdır. Sıfır ile bir arasında değişen katsayı, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımı eşitliği, bire yaklaştıkça gelir dağılımı eşitsizliği artar. Dünya ülkeleri üzerinde yapılan gelir dağılımı araştırmaları Gini katsayısının 0.25 ile 0.50 arasında yaygınlaştığını gösteriyor. Bu açıdan Türkiye’nin izlediği trend 2002-2010 arasında %41-44. ( *Mahfi Eğilmez, Türkiye’de Gelir Dağılımı, Radikal, 01.08.2010)

Görülüyor ki; bırakınız sıfıra yaklaşmayı gelir dağılımında makul bir adaleti ifade eden %25’e bile yaklaşamıyoruz. Toplumun en üst %20’lik gelir grubunun payına gayrisafi milli hasılanın %47-51ini, geriye kalan tüm çalışanlar %49- 53’ünü aldığı bir ülkede fazla söze ne hacet… (*T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, Haber Bülteni, Sayı:221, 17 Aralık 2009)

Öte yandan, çalışanlar söz konusu olunca akla gelen '' Kemer Sıkma '' adı altında uygulanan ücret politikaları ile gelir dağılımındaki bu uçurumun küçültülmesi mümkün değil. Böylece, bir yandan işsizlik, öte yandan uçurumlaşan gelir dağılımı emekçi ve emekli kesimleri geçimlerinden başka bir şeyi düşünemeyecek duruma getirdi. Etik çürüme yaygınlaştı. Geniş kitleler gündelik çıkarları ile hemhal; “Kumarhane Kapitalizmi” de ülkeye egemen oldu. [6] 

Böylesine uygun bir ortamda ortaya çıkarak, geniş halk kesimleri ile bütünleşmesi gereken sol hareket, sadece “sosyal kulüp” hüviyetinde kalınca, varoşlara, fabrikalara, kahvehanelere inerek halkla bütünleşme sürecine giremeyince “sadaka demokrasisi”, sosyal devletten sadaka devletine geciş süreci, kendisine en verimli tarlayı bulmuş oldu.

İŞSİZLİK ve A.K.P. :

T.İ.K, siyasal iktidar ve medyaya göre son 10 yıldır resmi açık işsizliğin seyri şöyle:

    Aralık 2000, Hürriyet-İşsizlik yüzde 5.6
    Ekim 2001, NTV-İşsizlik geriledi, yüzde 8.5'a düştü.
    Aralık 2002, Takvim-İşsizlik geriledi, yüzde 9'a düştü.
    Eylül 2004, Milliyet-İşsizlik geriledi, yüzde 9.3'e düştü.
    Mayıs 2005, Vatan-İşsizlik geriledi, yüzde 9.5'a düştü.
    Temmuz 2005, Radikal-İşsizlik geriledi, yüzde 10'a düştü.
    Aralık 2005, Zaman-İşsizlik geriledi, yüzde 10.3'e düştü.
    Aralık 2006, Sabah-İşsizlik geriledi, yüzde 10.4'e düştü.
    Mart 2007, Referans- İşsizlik geriledi, yüzde 10.5'a düştü.
    Nisan 2007, Yeni Şafak-İşsizlik geriledi, yüzde 11'e düştü.
    Mayıs 2007, CNNTÜRK-İşsizlik geriledi, yüzde 11.4'e düştü.
Ve krizden sonra, Mayıs 2008 %11.8, 2009 %13, 2010 başı %14.5, Eylül 2010 % 11.4. Ancak bu son oran, TİK tarafından, mevsimlik etkilerin ve geçici olarak çalışanların “tam anlamı ile çalışıyor” sayılması ile malul. 2010 Mart verilerine göre ise, krizden en çok etkilenen ülkelerde işsizlik oranları A.B.D. de %9.7, İngiltere’de %7.9, Almanya’da %7.7, İtalya’da %8.5, İspanya , Yunanistan, Portekiz, Macaristan, İrlanda vb. ülkelerin etkisiyle euro bölgesinde %10.1. Türkiye’de ise %13.7. İşsizler liginde Türkiye, G.Afrika ve İspanya’dan sonra üçüncü. [7]  Ülkede resmi açık işsiz sayısı 3.592.000.

Ancak daha vahimi iş aramaktan vaz geçenlerde dahil edildiğinde oran %18’lere, rakam 5.000.000’u aşıyor ve de genç işsizliğinde bu oran %25. Diğer bir deyişle her dört gençten biri işsiz, toplumun geleceği ciddi bir tehdit altında…Her ne kadar siyasal iktidar “ ben herkese iş bulmaya mecbur değilim” diyerek, sorunu üstlenmeye niyetli görünmese de, açılan onlarca "İstihdam ve Teşvik Paketi" var. Sanılıyor ki; sosyal sigorta primleri ile oynanarak, genç işsizlere birden bire geniş istihdam alanları açılacak. Zaten, daha önceleri de, ülkenin "Gerice Kalmış Yöreleri" için de bu anlayışla açıklanmış olan bilmem kaç sayıdaki paket de "kabak tadı vermiş", yeni istihdam alanları yaratılamamış, bu paketlerden de kimsecikler bir şey anlayamamıştı.

Oysa, dünyayı yeniden keşfetmenin gereği yok. Keynes' ten beri herkes bilir ki; kitlelere yeni ve ciddi istihdam alanları yaratmanın yolu, ciddi, planlı ve eşgüdümlenmiş kamu yatırımlarından ya da seçilerek özendirilmiş özel kesim yatırımlarından geçer. Ama, tabii, bu tür yatırımlar, son 10 yıl içinde, ulusal bütçe içindeki payı %20'lerden %8-9 lara düşmüş bir yatırım bütçesi ile yapılamaz.

SOSYAL GÜVENLİK ve A.K.P. :

Sosyal Güvenlik Sistemine gelince , sistemin ''kayıt dışı'' ve ''asgari ücretle'' çalıştırma'dan doğan devasa kaynak kaybına karşı hiç bir önlem getirilmeden, sistemin mevcut kaynaklarının , sermaye birikimini hızlandırmak için nerelerde kullanıldığı düşünülmeden, irdelenmeden ve sürekli prim ve ceza afları ile gelir disiplinini bozup, sistemi bir kara delik, bir dipsiz kuyu olarak tanımlayıp(Oysa bu kara delik örnek alınan bir çok Avrupa ülkesinde çok daha büyük), sosyal güvenlik kurumlarının imkanları daraltılıp, hizmet kalitesi düşürülürken, özel sigortacılık ve sağlık kurumları özendirildi; özendirilmekte…

A.K.P. döneminin bu alandaki en önemli girişimi olarak, TBMM’de 31 Mayıs 2006 tarihinde kabul edilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu’nun birçok maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yasanın yürürlük tarihini 2 kez erteleyen hükümet, IMF zorlamasıyla 1 Ocak 2008 tarihine yetiştirmek için tüm güçlerini seferber etti. Yasa ilk kabul edildiğinde her bir madde için Meclis’te 4 dakika süre ayrıldı; ilgili taraflar, kamuoyu ve parlamento hiçe sayıldı, AKP milletvekilleri adeta noterlik işlevi üstlenerek yapılan hazırlığı yorumsuz-tartışmasız kabul etti.

Yasa ile ilgili hükümetin izlediği yol ve yöntem iki açıdan önemlidir. Birincisi; hükümet, stand-by anlaşmasında yapısal performans kriteri olarak dayatılan “sosyal güvenlik reformu” hedefini tutturdu ve niyet mektubunda da belirttiği gibi, IMF’nin direktiflerine uygun olarak yeni bir yasa çıkarttı. İkincisi; yasanın çıkışından sonraki 17 aylık süre içerisinde kamuoyu tepkisi ölçüldü; gözlenen tepkisizlik nedeniyle , 25 Ekim 2007 tarihinde meclisde tartışmaya açıldı. Hükümetin acelesi vardı; yılbaşına kadar işi bitirme telaşı ile yasa bir kez daha süratle “düzeltilerek” Başbakan’ın imzası ile 27 Kasım 2007 tarihinde TBMM Başkanlığı’na gönderildi. Bir önceki taslak ile çok kısa bir sürede hazırlanan son taslak arasında bile inanılmaz hak kayıpları ve sayılamayacak kadar çok düzeltme/değişiklik vardı. Değişiklikler, çalışanlar için hiçbir yeni bir hak içermediği halde, sosyal sigortalıların ödentilerini artırarak faturayı çalışanlara kesti.

Öte yandan, ciddi eşitsizlikler içeren çok başlı sistem nedeniyle, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu, 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu, 1479 sayılı Esnaf, Sanatkâr, Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu, 2925 ve 2926 sayılı Tarım İşçileri / Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu ve 3816 sayılı Tedavi Giderinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hk. Kanun kapsamındaki sigortalıları, 4975 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Teşkilatı Kanunu ile “Sosyal Güvenlik Kurumu” adıyla tek çatı altında toplayarak “norm ve standart birliği” sağlamaya yönelik düzenlemeler başlatıldı.

Türkiye’de sosyal güvenlik kavramı 60 yıldır tartışılıyor olmasına rağmen,sosyal güvenlik kurumları “tek çatı” altında birleştirilecekse, tüm çalışanlar için “norm standart birliği”, mevcut sistemler içerisinde var olan en üst düzey haklar esas alınarak sağlanmalıydı. SSGSS Kanunu ilk kabul edilen haliyle, kurumlar içerisinde en az hak veya en fazla yük/ödenti getiren halkalardan “norm ve standart birliği” sağlanması yoluna gidildi. [8]  Bu duruma karşı, ilk tepkiler ana muhalefet partisi ve Cumhurbaşkanından geldi. Anayasa Mahkemesi’nin bu tür davada gelenekselleşen tavrı ile hükümeti uyardı. Ancak, Anayasa Mahkemesi bu tür davalarda daha önce “sosyal hukuk devleti” ilkesini temel alarak karar verdiği halde, bu kez Emekli Sandığı düzeyinde sağlanan normlarda diğer çalışanların hak kayıplarını görmezden gelirken, SSK ve Bağ-Kur düzeyi esas alınan normlarda memurları hak kayıplarından dolayı korudu ve bu tür maddeleri memurlar lehine bozdu. Anayasa Mahkemesi ‘genel’ değerlendirmede; sosyal hukuk devletinin “milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlet” olduğuna dikkat çekti. Ancak, karar aşamasına geçtiğinde, “Aynı hukuksal durumlar aynı ve ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez” saptaması ile “Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez” yorumunu yaparak anayasal hak ve hukuku eşit olan çalışanların, farklı sosyal normlara tabi olabileceklerini savundu ve tek çatı anlayışını memurlar yönünden bozdu. Mahkeme, yasa koyucu tarafından “kamu görevlileri için statülerine, yaptıkları görevin gereklerine uygun, emeklileri için de önceki statüleri ile uyumlu ayrı yasal düzenleme yapılmasını” isteyerek, “Düzenlemenin aynı veya başka bir yasa içinde yapılması hususu kuşkusuz yasa koyucunun takdiri içindedir” dedi ve topu hükümete attı. Bu karara uygun olarak; tüm çalışanlar için en üst düzey haklar verilebilir düzenlemeler getirilerek ekonomik ve mali haklar yönünden eşitlik sağlanabilirdi. . Ancak iktidar, bu durumu, her zamanki gibi “mümkün olan en azını verme” yaklaşımı ile kanunun yürürlük tarihinden sonra göreve başlayacak memurları yeni yasa kapsamına alırken, yasanın yürürlük tarihinde çalışanları ise “nesli bitene kadar” eski yasa kapsamında tuttu, işi bağladı.Yeni yasa ile işçi primleri yükseltilip, işveren primleri düşürülürken, prim karşılığı olmayan sigorta hizmetleri kaldırılıyor. Örneğin, eski ve yeni yasalar önemli primler açısından karşılaştırıldığında 506 sayılı Yasa kapsamındakiler için hastalık primi oranları; yüzde 11’den yüzde 12.5’e çıkarılmıştır (sigortalı hissesinde yüzde 20, işveren hissesinde yüzde 16.6 artış). İş kazası ve meslek hastalığı sigortası primi işveren lehine değişmiştir. Uzun vadeli sigorta kolları(yaşlılık, malullük) için ödenen prim oranları çalışanlar için aynı kalırken, işveren lehine yüzde 2 düşürülmüştür.

“En yaygın finansman modeli, özünde tahsis edilmiş vasıtalı vergi niteliğindeki sigorta primleri ile karşılanan sosyal sigorta sistemidir” vurgusunu yapan yasa gerekçesinden de anlaşılacağı gibi, siyasi iktidar, sosyal güvenlik hizmetinin maliyetini üzerinden atıp, sistemin finansmanını kişilere yükleyerek, toplanan primlere (ek vergiler) karşılık sosyal güvenlikten yararlanma hakkı getirecek ve dolayısı ile çalışanların özel sigortalara, sağlık kurumlarına yönelmesini sağlayacak yeni bir sistem kurguluyor. Nitekim, büyük ölçekli firmaların görece yüksek gelir grubuna giren çalışanları için bu şekilde “grup sosyal güvenlik sistemleri” özel sigortalarca geliştirilmiştir.

Öte yandan, siyasi iktidarın "Herkes sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmıştır" söylemi de doğru değildir. Kapsam, kapsam dışı kişilere her durumda genel sağlık sigortası zorunlu olmak koşulu ile prim miktarı isteğe bağlı kısa ve uzun vadeli sigorta yolu açık olmak üzere genişletilmiştir.Ancak, söylemlerin aksine, prim ödeme gücü olmayan yoksul kesimler yine kapsam dışı bırakılmıştır.

Yeni yasa çıkana değin sosyal güvenlik kurumlarının finansman açıkları sosyal güvenlik sistemine devlet katkısı ile, bütçe transferleri ile gideriliyordu.Yeni yasaya göre devlet katkısı; kurumun ay itibariyle tahsil ettiği toplam primlerin dörtte biri kadar olacak. Katkı, Hazine’den kurumca talep tarihinden sonra 15 gün içinde ödenecek.

Tahsil edemeyen devlet, doğal olarak katkı payını kısıtlıyor. Tahakkuk üzerinden değil, tahsilat üzerinden yardım yapılması, finansal sorunu daha da derinleştirecek.

Film, asıl, yaşlılık sigortası ve yaşlılık aylığı konusunda yeni yasanın getirdiklerinde kopuyor. 506 sayılı Yasa’ya göre 58/60 yaş doldurulmuş ve en az 7 bin gün veya 25 yıl ve en az 4 bin 500 gün prim ödenmişse (ortalama kazanç ile aylık bağlama oranının çarpımı sonucu hesaplanan) yaşlılık aylığı bağlanıyordu; aylık bağlama oranı; ilk 10 yılda her yıl için yüzde 3.5, sonraki 15 yılda her yıl için yüzde 2 ve daha sonraki her yıl için yüzde 1.5 oranlarının toplamı olup, yüzde 60’dan az olamaz ve yüzde 85’i geçemezdi.

Yeni yasaya göre yaşlılık aylığı, 65 yaşını doldurmuş (2048 yılı hedefi) ve 9 bin gün prim ödemiş olmak şartıyla bağlanacak. Kademeli geçişe göre yaş sınırı; 2036 yılı başından itibaren 59/61, 2038 yılı başından itibaren 60/62, 2040 yılı başından itibaren 61/63, 2042 yılı başından itibaren 62/64, 2044 yılı başından itibaren 63/65, 2046 yılı başından itibaren 64/65, 2048 yılı başından itibaren ise kadın ve erkek için 65 olarak uygulanacak. Aylık bağlama oranı; malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına tâbi geçen her yıl için yüzde 2, emeklilik hak edildikten sonra yüzde 3 kadar olup, bu oran yüzde 90’ı geçemeyecek.

Yeni yasanın en düşündürücü halkası, işte bu noktada. Esnek çalışma, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma, kayıt dışı istihdam ve yoğun işsizlik nedeniyle yaşlılık aylığına hak kazanamama olasılığı var. Örneğin, kısmi zamanlı olarak yarım gün çalışan bir sigortalı, 18 yaşında çalışmaya başlayarak, hiç işsiz kalmasa dahi ancak 74 yaşında (ortalama yaşam süresinin 68 yıl olduğu bir ülkede) emekli olabilecek.

Tam gün çalışmaya başlayarak 18 yaşından itibaren hiç işsiz kalmayan sigortalı, 9 bin işgününü 43 yaşında tamamlayarak emeklilik hakkını kazanacak, ancak yaşlılık aylığı alabilmek için 22 yıl (yaşayabilirse) bekleyecek.

Öte yandan, bazı ek ödemeler dahil edilerek prime esas kazanç yükselirken, yaşlılık aylığı oranları (SSK’da yüzde 20, Emekli Sandığı’nda yüzde 33) düşecek. Yıllık artışlara gelince tanımda yapılan değişiklikle “gayri safi yurtiçi hâsıla gelişme hızı kadar” yapılması gereken artış, “gelişme hızının yüzde 25’i kadar artış” şekline dönüştürüldü. Gerçeği yansıtmayan enflasyon hesaplarıyla oluşan reel kayıplar nedeniyle düşen yaşlılık aylığı, yüzde 75 eksik güncelleme ile daha da düşecek .
Böylece, emeklilik yaşı ve geliri açısından toplumun geleceği kurutuluyor.

Sağlık hizmetlerinde nahoş sürprizler… Sağlıkta Dönüşüm Projesi ilk ortaya çıktığında, sağlık hizmetinin kapsamı, büyük bir yenilik olarak ortaya atılan “Temel Teminat Paketi” (TTP) çerçevesinde verilecekti. Ancak paketle ilgili Türk Tabipleri Birliği’nin yoğun teşhir faaliyeti geri adımı beraberinde getirdi. 5510 sayılı Yasa’ya göre kurum, finansmanı sağlanacak sağlık hizmetlerinin teşhis ve tedavi yöntemleri ile türleri, miktarları ve kullanım sürelerini belirlemeye komisyon yetkili kılındı. Durum, gizlenemeyecek kadar açık olarak kendini gösteriyor; göstermekte… Bazı hastalıklar (ağız-diş sağlığında, muhtelif protez gibi) kişinin sorunu olarak yorumlanarak ve kapsamdan çıkarılmakta; maliyeti yüksek sağlık hizmetleri, özel sağlık kuruluşları tarafından cepten ve/veya ek sigorta ile karşılanacak duruma getirildi.

Ayrıca, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinde diğer bir tuzak: katılım payları. Kamu hizmetlerinde katılım payı Dünya Bankası tarafından 1987’de önerildi ve Türkiye’de ayaktan tedavide eşanlı uygulama Turgut Özal tarafından başlatıldı. Bugünkü durumda uygulama bir üst basamağa çıkartılarak tüm sağlık hizmetlerinden katılım payı ve özel sektörde ek ücret alımına dönüştürüldü. Sağlık hizmetleri, kurumun, sözleşmeli sağlık hizmet sunucularından satın aldıkları hizmet giderlerinin ödenmesiyle sağlanacak. Sözleşmeli sağlık hizmet sunucuları, Sağlık Hizmetler Fiyatlandırma Komisyonu tarafından belirlenen bedelin yüzde 20’sine kadar fazlasını sigortalıdan katılım payı olarak isteyebilmekte. Ayrıca, sağlık hizmet sunucuları “istisnai hizmetler” olarak kabul edilen; otelcilik ve öğretim üyesi hizmetleri ile birlikte bazı “alternatif tedaviler” için Kurum’ca belirlenen fiyatla, tavan fiyat (fiyatların 3 katına kadar) arasındaki farkı sigortalının yazılı olurunu alarak talep edebilmekte.

Sonuç olarak; mali külfetini kabul ettiğinde isteyen istediği yerden hizmet alabilmekte. Kurgulanan sistem, özünde “paran kadar” sağlık hizmetini öngörmekte ve böylece, başlangıçta halkta büyük sevinç uyandıran Sağlıkta Dönüşüm Projesinin foyası zaman içinde meydana çıkmakta…

AKP, SENDİKAL HAREKET VE EMEKÇİLERE NASIL BAKIYOR?

A.K.P.nin kültürel birikimi, sosyolojik anlayışı, sosyal politika biliminin öngördüğü kurumlaşma ve yapılaşmalara son derece yabancı; çalışanların, içerisinde özgürce örgütlenerek hak mücadelesine girişecekleri sendikal hareket yerine “cemaat”ler içerisinde yer alıp, kendilerini korumalarını öngörüyor ve tercih ediyor. Bu yaklaşımı ile sendikal hareketi, elinden geldiğince güçten düşürerek, küresel sermaye merkezlerinin ve işbirlikçilerinin karlarını ençoklaştırma amacına hem hizmet ediyor; hem de onlarla bütünleşiyor. Bu arada, görünümü kurtarmak için, her yaptığını olumlu bulup, alkışlayan sarı sendikalar yaratıp destekleyerek“vaziyeti idare ettiğini” sanıyor. Çalışanların birden fazla sendikaya üye olmasını sağlayan yeni anayasal düzenlemenin bir amacı da budur. Ancak, sağlıklı bir sendikal hareket de bu aşamada çok daha etkin olmak sorumluluğu ile karşı karşıyadır. [9] 

A.K.P. nin çalışanlara nasıl baktığına gelince, onları birey olarak değil, “kul” olarak görüyor. Bu anlayışın, en tipik örneği, sendikaları ile birlikte kazanılmış haklarına sahip çıkmaya çalışan TEKEL İŞÇİLERİNE karşı alınan tavır. 12000 Urfalı, Amasyalı, Bitlisli, İstanbullu, Diyarbakırlı Tekel işçisinden 7000’i, kendilerine, bu çağ dışı “kul” statüsünü öngören A.K.P. binası önünde toplanıp, demokratik tepkilerini göstermek istiyorlar. Ne mümkün, önce Abdi İpekçi parkına sürülüyorlar; sonra da siyasal iktidarın bütün örgütlü demokratik arayışlara gösterdiği tepki gibi, sırası ile( bu sırayı sayın İçişleri bakanı belirliyor) cop, basınçlı su ve biber gazı hücumu ile Sakarya caddesindeki Türk-İş genel merkezine püskürtülüyorlar. Bu arada, ülkeye yakın ilgisini hiçbir zaman esirgemeyen AB sözcüleri, demokratlığı kimseciklere bırakmayan liberallerden çıt yok…Oysa, esnek istihdam ucubesi ya da statüsünde, ülkede 80000’İ aşkın emekçi çalışıyor. Bu direniş, onları da kapsıyor. Bu mücadele sendikasızlaştırmaya, toplu sözleşmesiz, grevsiz çalışma rejimine karşı da bir direniş. Kıdem tazminatlarını fona devredilmesi, işsizlik fonunun amacı dışında kullanılması, “kiralık işçi” uygulamasını öngören özel istihdam bürolarına da karşı. Unutmadan, arkadan şeker ve enerji özelleştirmeleri gelmekte…

Ancak, bireyi “kul” olarak görme anlayışının, çalışma alanına en trajik yansıması işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında…

A.K.P. ve İŞÇİ SAĞLIĞI-İŞ GÜVENLİĞİ

    “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi …“
Kanuni’nin bu dizeleri, toplumsal sağlığa, insana ve bu alanda devletin işlevine ne denli önem verilen bir edep ve kültürden gelindiğini gösteriyor.

1930 yılında yürürlüğe giren“Umumi Hıfzısıhha Kanunu” ve “ Ereğli Havza-i Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun” düzenleme ve uygulamaları da, Atatürk döneminin konuya duyarlı yaklaşımının belirgin örnekleri ve sosyal politika belgeleridir. Ereğli maden işçileri ile ilgili yasa, özellikle işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından, zamanın İktisat Vekaleti denetiminde, dikkat çekici hükümle taşımaktadır: [10] 

    - “Amelenin (işçinin) temini istirahatları için amele koğuşu, hamam inşa’ına ocak amilleri (sorumluları) mecburdur.”

    - “ Cebren istihdam (zorla çalıştırma), rıza dışı 8 saatten fazla çalıştırma, 18 yaşından dun (aşağıda) olanların istihdamı memnudur.

    - “ Bilumum madenciler, hasta ve kazazede olan madenciyi meccanen (parasız)tedavi etmeye, bunu teminen maden civarında hastane, eczane ve şahadetnameli etıbba (hekimler) bulundurmaya mecburdurlar.”

    -Ocak amilleri bir mescit ve genç ameleye gece dersleri vermek üzere mektep yapmaya ve bir muallim bulundurmaya mecburdurlar.”

    - “ Amelenin ahvali sıhhıye (sağlık durumu) ve hayatiyetiyle hukuku umumiyelerine müteallik işbu mevadı (kanunu,yönetmeliği) – diğer kanuni ve cezai müeyyideler hariç olmak üzere ifa etmeyen madenci ve mültezimlerin ruhsatname ve imtiyazları fesh olunur .”
80 senede nereden nereye geldi Türkiye? ILO verilerine göre her 100.000 çalışan başına, 20.5 ölümcül kaza oranı ile dünya klasmanında üçüncü, Avrupada ise birinci. Ne onur, ama … İsviçre’de bu rakam 1.3 , AB ortalaması ise 4 . 1946 dan bu yana Türkiye’de iş kazaları 60.000 can almış. [11]  Ortalama her 6 dakikada bir iş kazası oluyor, her 5 saate bir ya da her gün 4 emekçi ölüyor. Bu aymazlığın maliyetinin, GSMH ‘nın yüzde 3 üne , 4 Milyar TL.ına ulaştığı söyleniyor.

Bu durum karşısında, o dönemdeki ilgili bakanın yolunu bulmakta güçlük çektiği Tuzla tersaneleri, ölüm tersanelerine dönüşürken, tersane emekçileri serçeler gibi birer birer can verip düşerken, bir ilgilinin “Abartmayın, madenlerde onlarca, yüzlerce kişi ölüyor..” diyebilmesi, 2008 yılında grizu patlamasından 43, 2009 yılında 92, 2010 yılında 17 mayısa değin 37 maden emekçisine, Karadonda ölenlerle birlikte, bu rakamın 67’e ulaşması, kravatlı, “gran tuvalet” bakanların, “taşeronlaşmayı” ”onlar sadece galerileri inşa ediyorlar…” diye savunabilmeleri, 44.000 ruhsatlı maden ocağının sadece 250 denetçi ile nasıl etkin olarak denetlenebileceğini, özelleştirmenin, iş güvenliği riski çok yüksek olan maden ocaklarında yol açtığı bu korkunç sonuçları önceden algılayamama aymazlığını, Başbakanın “Sizler bu duruma alışıksınız…Babası ölüyor, oğlu giriyor…Provakatörlere kapılmayın… (sanki bu trajik durumda provokasyona ihtiyaç varmış gibi)” diyebilmesini, diğer bazı ilgililerin bu faciaları sadece,” işçilerin eğitimsizliğine” (işçilerin eğitiminden kim sorumluysa) bağlayabilmesi, yaşamın diğer alanları yanında, bu alanda da Türkiye’nin ne denli bir edep, anlayış ve kültür değişimine uğradığını, toplumsal, insani ve de geleneksel değerlerinin ne denli çürütüldüğünü göstermiyor mu?

Bu insafsız değişime, bu ilkel dönüşüme direnmek gerekiyor. Hem zaten, siz kendi insanınıza değer vermezseniz, başkaları hiç vermez…

Toplum, büyük bir keder içinde bu derin acıları paylaşırken, işsizlik ve yoksullukla boğuşurken, canlarını yitiren tüm emek “şehitlerinin” aziz hatıraları önünde saygı ve tazimle eğiliyor.

Işıklar içinde yatsınlar…



DİP NOTLAR:

 [1]  Friedman, Milton, Free to chose, 1980
 [2]  Emmanuel, Arghiri, A Study of İmperialism:Unegual Exchange,1972
 [3]  Amin, Samir, Le developpement İnegal, Maspero-Paris,1973
 [4]  Aylık İstatistik Bülteni, T.İ.K, Ekim 2007
 [5]  Umruk,Noyan,”Sadaka Demokrasisi”, Cumhuriyet G.,2008
 [6]  Işıklı, Alpaslan, Kumarhane Kapitalizmi,Otopsi Yay.,2002
 [7] The Economist, 9 Temmuz 2010 sayısı
 [8]  Emiroğlu, Cemal, “En Fazla Yük, En Az Hak”, Evrensel G., Aralık 2010
 [9]  Umruk,Noyan,”Türkiye’de Sendikal Hareket Ne Yaptı? Ne Yapıyor? Ne Yapmalı?”, Teori Dergisi Mart 2010 Sayısı, Sahife:58-70
 [10]  TALAS, Cahit; Sosyal Politika, A.Ü.S.B.F. yayını, 1967,s:182-184
 [11] Les statistiques du BIT(ILO) des accidents du travail, pour 2009-2010

Dr. Noyan UMRUK, 8 Ocak 2011
Kullanıcı küçük betizi
Noyan Umruk
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1067
Kayıt: Pzr Mar 08, 2009 13:39

Şu dizine dön: Dr. Noyan UMRUK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x