
Fethullah Gülen'in gerek yazdıklarından ve gerekse görüntülü konuşmalarından, müritlerine "Adliye"de kadrolaşmayı hedef gösterdiği bilinmektedir. Fethullahçıların "Adliye"ye ilk sızma girişimleri, CHP-MSP koalisyonu dönemine kadar gitmektedir. 12 Eylül sonrasında, "Adliye"deki kadrolaşma çabaları sonucunda, yargı mensupları arasında "gümüş yüzüklü" olarak adlandırılan bir grubun giderek güç kazandığı kaydedilmektedir. Örneğin, istihbarat birimlerince hazırlanan ve Basına da yansıyan bir raporda, "ADALET Bakanlığı'nda 250 kadar irticacı ve bölücü personel bulunduğu" örneklendirilerek belirtilmiştir (128). Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ise, Fethullah Gülen cemaatinin devletin bütün kurumlarına olduğu gibi yargıya da sızdığını vurgularken, T.S.K.'nin geçen Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ) 11 Fethullahçıyı ordudan attığına dikkat çekmiştir. Kıvrıkoğlu'nun ardından, dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman'ın aynı konudaki açıklamaları, kamuoyunda şok etkisi yaratmıştır:
"Yargının içinde de Fethullahçılar var. Bu konuda duyumlar var. Bir dönem hâkim ve savcı alımında tarikatların etkili olduğu söyleniyor. İdari yargıda da Fethullahçıların olduğu yönünde duyumlar var. Yine bir dönem hâkimlik ve savcılık mesleği istihdam alanı olarak kullanıldı. Söylediğim gibi 100 hâkim alınacak, dendi, sonradan bu sayı 350'ye çıkarıldı. Bir dönem mülkiye ve hukuk mezunu imam hatip lisesi kökenliler, kaymakam ve hâkim oldu. Bunlardan hâlâ görevde olanlar var. Hâkim ve savcı alımında çok titiz davranmak gerekir. Yargıya kaliteli, bilgili, yetişmiş kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler alınamaz. İdeal hâkimler ancak parlak insanlardan oluşabilir. Belli görüşe angaje olmuş kişiler, hâkim ve savcı alınamaz. İmam hatipte verilen bilgiler İslam Dini'ne ilişkindir. Din dogmalara dayanır. Oysa yargı dogmalara değil, normlara dayanır. Hâkim ve savcı olmak için demokratik ve açık fikirli olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı zayıflatır.
Ben kendim değil, çocuklarımız için endişe ediyorum. İrtica yargıda en hafif şekliyle var. Ağır şekli bürokraside var. İrtica ile mücadele yasalarını bir an önce çıkartmak şart. Bu konu Türkiye'nin meselesi. Sadece yargının meselesi değil. Elbirliği ile herkes birşey yapacak. Yargı mensupları daha çok şey yapacak. Türkiye yargısına olan güveni bu şekilde zedelemek doğru değil ama olanları saklamak daha tehlikeli.
Bu gruplar planlı ve programlı hareket ettiler. En parlak, seçkin ve çalışkan öğrencileri Mülkiye'ye, Hukuk'a gönderdiler. Bunlar hâkim, savcı, kaymakam oldular. Polis oldular. Hatta en dirençli yer olan askerlerin arasına bile sızdılar. Nasıl RP'li birinin Adalet Bakanı olduğu yere sızmasınlar. En güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hâkime bir dokunulmazlık tanımışızdır ki; somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz. Ancak, bir kaymakam hakkında eşi türbanlı diye işlem yapılabilir. Atatürk, Cumhuriyet'in hâkimlerini yetiştirmek için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni kurdu. Cumhuriyet'in kanunlarını uygulamaları için yetiştirildiler. O zaman Türkiye geçiş dönemindeydi ve şeriata şartlanmış kafalarla hukuk egemen kılınamazdı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Avrupa'nın laik yapısını benimsemiş, hukuk sistemini de buna göre kurmuştur. Laik sistem, aklın hâkim olduğu bir sistemdir. Düşün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hâkim... Düşüncesi bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok zor. Son çıkarılmak istenen kanun hükmünde kararname ile bile zor. Çünkü müfettişler, iddialar ve duyumlar üzerine harekete geçecek. Konuyu, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun önüne götürecek. Kurul, maddi delillere bakacak. Yeterli görecek mi? O kadar kolay değil" (129).
Çırakman'ın açıklamalarına en önemli destek, dönemin Barolar Birliği Başkanı Prof.Dr. Eralp Özgen'den gelmiştir:
"Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, 312'nci maddenin kaldırılmasını isteyenleri, 'Demokrasiye değil, şeriatçı diktatörlüğe hizmet etmekle' suçladı. Özgen, 'ülkemizde irtica tehlikesi hâlâ sürmektedir' dedi.
Adli Yıl açılışında Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'tan sonra kürsüye gelen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, irticaya değinilmemesini çok sert ifadelerle eleştirdi. Özgen, Başkan selçuk'un geçen yıl 'meşruiyetini kaybettiğini' ileri sürdüğü 1982 Anayasası'nı bu yıl da hedef alması ve irtica propagandası yapanların cezalandırıldığı TCK'nın 312. maddesinin kaldırılmasını istemesi üzerine patladı. Özgen isim vermeden Selçuk'u kastederek, 'Bu düşünceleri ileri sürenler bilmelidirler ki; demokrasiye değil, şeriatçı bir diktatörlüğe hizmet etmektedirler. Demokrasi, demokrasiyi yok etme özgürlüğünü içermez' dedi.
... Özgen, Fethullah Gülen'in tutuklanmasına üzüldüğünü söyleyen Ecevit'i ise eleştirdi. Özgen, Ecevit'in, 'Yargıda aklanacağını umuyorum' sözleri için, 'İrtica ile mücadelede siyasi iradenin yetersizliğinin belirtmesi yanında Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olarak yargıya etki olasılığını da içinde taşımaktadır' yorumunda bulundu. Salonda bir yargı mensubu, 'Çok doğru' diye seslenirken, Özgen'in sert konuşmasını törene katılan askeri hâkimler de alkışladı. Özgen, konuşmasında Ecevit'in yanısıra hükûmeti de eleştirdi. Özgen, 'Koalisyon hükûmetinin, parlamentoda gerekli çoğunluğa sahip olmasına rağmen, irtica ile mücadeleyi öngören yasa tasarılarını komisyonlarda görüşülmeden bekletilmesi, irtica ile mücadele için gerekli siyasi iradenin yeterli olmadığını göstermektedir' dedi" (130).
Yargıya sızan fethullahçı-şeriatçı kadrolar konusunda başlayan tartışmalara, dönemin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkanvekili Ergül Güryel de katılmıştır:
"Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Ergül Güryel, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun 'irticacılar yargıya da sızdı' suçlamasına yanıt verdi ve 'Hakimler arasından irticacı da çıkar, bölücü de' dedi. Hakimlik ve savcılık mesleğine seçilecek adayların mülakat sınavının, Adalet Bakanı'nın emrinde çalışan bürokratlardan oluşan bir heyet tarafından yapıldığını belirten Güryel, 'Bunun sonucunda yargı siyasallaşıyor. Bakan hangi siyasi görüşteyse sınavı o görüşe sahip adaylar kazanıyor' dedi. Mülakat sınavlarının bir çoğunda hangi adayın sınavı kazanacağının önceden belirlendiğini de ifade eden Güryel, SABAH'a yaptığı açıklamada şunları söyledi: 'Sınavı kazanmanın kriteri başarı olmadığı için mesleği gerçekten hak eden bir çok aday mülakat sınavında eleniyor. Siyasi görüşleri sayesinde sınavı kazanan kişilerin bir çoğunun güvenlik soruşturmaları ise sağlıklı yapılmıyor. Bunun sonucu yaşam tarzını tanımadığımız, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılığı ve ülkenin bölünmez bütünlüğü konusundaki düşüncelerini bilmediğimiz kişiler, hakim ve savcı cüppesi giyerek kürsüye çıkıyorlar. Bu yöntemle mesleğe kabul edilen hakim ve savcılar arasında irticacı da çıkar, bölücü de" (131).
Bu tartışmaların gündemde olduğu dönemde, "T.B.M.M.'nde 107 Fethullahçı milletvekili" olduğu önesürülürken (132), Cumhurbaşkanı Sezer'in, Valiler Kararnamesi hakkında dönemin Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'a, "Eğer irtica ile mücadele bu kadar önemliyse, siz de irticaya bu kadar karşıysanız, o zaman valiler kararnamesini bana getirmemeniz gerekirdi. Çünkü bu valiler arasında Fethullahçılar var" dediği, Basında yer bulmuştur (133).
Fethullahçıların yargıdaki en önemli stratejik hedefi, "hasım"larını susturmada, caydırmada, maddi anlamda korkutup köşeye sıkıştırmada, çok yönlü etkisizleştirmede kilit olarak değerlendirdikleri ve bu anlamda en çok işlerinin düştüğü Yargıtay 4. Hukuk Dairesi olmuştur. Gerek 4. Hukuk Dairesi'nde ve gerekse Hukuk Genel Kurulu'nda yer alan üyelerin laik hukuk sisteminden yana çoğunluğu oluşturmaları, fethullahçılar için bir talihsizlik olduğu kadar, Cumhuriyet rejimi açısından da bir şans olarak nitelendirilmelidir. Normali de budur. Zira, hiçbir onurlu hakim ve savcı, fethullahçılarla, fethullahçılara karşı mücadele verenler arasında "tarafsız" konumunda yer alamaz. Nedenine gelince, hakim ve savcılar, laik hukuk sisteminden, kamu düzeninin korunmasından, Atatürk ilke ve devrimlerinin sürekliliğinden taraftır. Hatırlanacağı üzere, şeriatçı TV kanalları dışında hemen tüm TV kanallarında teşhir edilen bir kasedinde, müritlerine hitaben tavsiyelerde bulunan Fethullah Gülen, Türkiye'deki tüm yargı mensuplarına yapılabilecek en ağır hakaret suçunu işlemiştir:
"... Belki bizim aczimiz bu yani orada icabında Mahkemenin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın, arkadaşlara diyorum ki ben bin döktürecektim, belki geriye biri dönecek. Bu dershaneleri üstad destekleriz yani, bir milyar vereceksiniz, 10 milyon tazminat davası alacaksınız. Önemli olan mahkûm ettirmektir yani, Avukat da kiralayacaksınız, HÂKİM DE KİRALAYACAKSINIZ..." (134).
Türkiye'de hâlâ "kadı"lık sisteminin özlemini çeken, hâkimleri "kiralanacak bir meta" olarak gören ve nitelendiren benzeri şeriatçı sapkınlara karşı, Büyük Atatürk, 9 Ekim 1925'de, sanki bugünü görerek, Cumhuriyet Savcılarına şöyle sesleniyordu:
"Her uygar ve çağdaş devlette olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Adliyesi'nde de, Cumhuriyet Savcılarını yüksek ve son derece önemli bir görev ve makamın temsilcileri olmak üzere tanırım. Devrim savcılarının, kendilerine verilen bu büyük görevin önemine uygun olarak gayretli ve çalışkan olmaları konusunu, adliyemizin başarı ve üstünlüğünün en önemli etkenlerinden sayarım. Laik Türk Devrimi, çağımızın uluslara yaşama ve yükselme yeteneği veren en son ve en uygar ilkelerin bir ifadesi ve Türk Ulusu'nun büyük fedakârlıklarıyla sürdürülen ve kazanılan büyük mücadelenin eseridir. Devrimlerin gerçekleşmesi, kararları ve kanunlarıyla, ulusal irade ve ulusal egemenliğin bir görünümü; bütünü itibarıyla da Türk Ulusu'nun bütün haklarıdır. Devrimlerin her biri, ulusun emeği ve hakkı ile gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Savcılarımızın, DEVRİM GEREKLERİ ETRAFINDA, EN KISKANÇ VE UZAKLARI GÖREN HASSAS NÖBETÇİLER OLMALARINI, ASIL GÖREVLERİNDEN SAYARIM.... YÜKSEK AMACA YÖNELİK HERHANGİ BİR SUİKAST FAİLİNİN DURMAKSIZIN KOVUŞTURULMASI VE KOVUŞTURMANIN, ULUSUN BÜTÜN HAKLARI TATMİN VE TAZMİN EDİLİNCEYE KADAR, HAKİM ÖNÜNDE DE KAYGI VE ISRARLA SÜRDÜRÜLMESİNİ VE SONUÇLANDIRILMASINI İSTERİM.... YAKIN TARİHİMİZDE VE ESKİ ZAMANLARDA, DİNLERİN; ZORBA HÜKÜMDARLARIN, RAHİPLER VE ÇIKAR SAĞLIYANLARIN ELİNDE BİR BASKI ARACI OLMASI GİBİ, ÇAĞIMIZDA KESİNLİKLE İZİN VERİLEMEZ VE HOŞ GÖRÜLEMEZ. DEVRİME KARŞI KOYAN MUHALEFETİN ÖZGÜRLÜKTEN VE YASADAN YARARLANMAYA HAKKI YOKTUR. BİREYİN DEĞİL, BİREYLERİN TAMAMINI İFADE EDEN TOPLUMUN VE DEVLETİN YARARI, HER DÜŞÜNCE VE KAYGIDAN ÖNCE GELMELİDİR. SINIRSIZ BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE KİŞİSEL ÇIKAR PEŞİNDE OLANLAR, KENDİ EMELLERİNİ, ÇIKARLARINI ULUSUN YÜKSEK ÇIKARLARI VE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ÜSTÜN TUTANLARDIR. SINIRSIZ KİŞİSEL ÖZGÜRLÜKLER, KİŞİSEL ÇIKARLAR, UYGAR VE DÜZENLİ TOPLUMLARI, DEVLETLERİ YIKARAK ANARŞİYİ VE ÇOĞUNLUKLA DA ZORBALIĞI YARATIR..."
İnsanın aklına ister istemez gelir, Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olma özelliğine, cesaretine, iradesine, kararlılığına, aydınlığına sahip kaç hukukçu var, ülkemizde?!. İşte bunun için Fethullah Gülen, müritlerine hedef gösteriyor: "Mülkiyede ve Adliyede kadrolaşın!.." Cumhuriyet Savcıları'nın büyüteç altına alınması; sadece müritlerin değil, tarafsızlık (!) adına görevini yapmayarak sessiz kalanların, Cumhuriyete ihanete sırtını dönenlerin de ayıklanmasını gerekli ve öncelikli kılmaktadır. Diğer taraftan, Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olma onurunu üzerinde taşımak, günümüzde çok yönlü saldırı ve iftiraya maruz kalma riskini de beraberinde getirmektedir. Örneğin, Yargıtay'ın son iki dönemdeki Cumhuriyet Başsavcıları Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu, özellikle şeriatçı, ikinci cumhuriyetçi ve bölücü odakların boy hedefi olma onurunu ve kaderini paylaşmışlardır. Aynı şekilde, Adli yılın açılışı sırasında, "Bugün bir tarikat lideri, hayali ihracatçılar, banka soyguncuları gibi Amerika'da yaşıyor. Bu, geçmişte Humeyni olayında görüldüğü gibi, ABD'nin çıkarları doğrultusunda yönlendirilip Türkiye'ye gönderilirse bunun hesabını kim verecek? Bunun Humeyni gibi geri gönderilmeyeceğini kim kestirebilir? Bir tarikat lideri için bu bir açılımdır, diyerek hoşgörüye sığınılmasından endişe ediyorum" diyen Zonguldak Cumhuriyet Başsavcısı Hayati Önder, dünyanın hemen her yerine dağılmış örgütlü fethullahçı müritlerin çirkin protestolarına maruz kalmıştır.
Cumhuriyet Tarihimizde, hırsızların, hortumcuların, rüşvetçilerin, bölücülerin, Batı destekli terör örgütlerinin, işbirlikçi politikacıların ama en çok da fethullahçıların hedefi konumundaki isim, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel olmuştur. Yüksel, özellikle son dönemde, halk deyimi ile "kifayetsiz-muhteris" kimi siyasilerin marifetiyle Adalet Bakanlığı'nca en çok soruşturma açtırılan, şeriatçı basında adından en çok bahsedilen Cumhuriyet Savcısı olmuştur. Atatürk'ün Cumhuriyet Savcısı olmanın çok zor olduğu, zaten bilenlerce takdir edilmektedir. Nuh Mete Yüksel aleyhine yürütülen kampanyalar, O'nun mesleki gurur ve onuruna, kişilik haklarına, hatta ailesine yönelmiştir. Bu kampanyalara, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de, dolaylı destek verme konumuna düşürülmüştür. Nasıl mı? İşte, bu konuda kanaat oluşturmaya yetecek sadece bir tek örnek!..
Aynı zamanda Ankara 2 Nolu DGM'de görülen Fethullah Gülen davasının da savcılığını yürüten Nuh Mete Yüksel'i korkutma ve yıldırma girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine, fethullahçı istihbaratçılar, Cumhuriyet Tarihimizde ilk defa bir hukuk adamına yönelik planlı operasyon gerçekleştirmişlerdir. Bu operasyonun ilk adımında, Yeni Şafak gazetesinde, Nuh Mete Yüksel'e ait olduğu iddia edilen meçhul bir kasetten söz edilmiştir. Ardından, aynı gazetenin yazarlarından Fehmi Koru, sakil bir pişkinlikle, "Böyle bir kargaşada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in örgüte -fethullahçılara (N.H.)- hiç bulaşmadığına inanmak çok güç; hem de malûm, yarın öbürgün , biri çıkar da, 'Nuh Mete de...' derse, inanın hiç şaşırmayacağım" mesajını vermiştir (135). Daha sonra da, bu kaset. Nuh Mete Yüksel'e kargo yoluyla gönderilerek, telefonla da şantaj girişiminde bulunulmuştur. Şantaj haberi, ilk kez Star gazetesinde, Saygı Öztürk tarafından köşeyazısında -isim vermeksizin- kamuoyuna duyurulmuştur. İşte, malûm kasedin, kimi polis memurları tarafından Çağdaş Eğitim Vakfı'nın kasasından "elleriyle koymuş gibi" bulunuvermesiyle, şantaj aşamasından, "tasfiye" aşamasına geçilmiştir. "Tasfiye" aşamasında devreye dolaylı sokulan, yönlendirilen isim, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmuştur. Türkiye'de "şartlı salıverme" kapsamında onbinlerce kaatilin, gaspçının, saldırganın, tecavüzcünün, sahtekârın aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşmasının siyasal ve bürokratik müsebbiblerinden biri olan Adalet Bakanı, suçlulara gösterdiği "hamilik" yaklaşımını, Nuh Mete Yüksel için göstermekten kesin bir biçimde kaçınmıştır. İşte, Milliyet yazarı Tuncay Özkan'ın bu çifte standarda haklı tepkisi:
"... Şimdi Nuh Mete Yüksel ile ilgili açıklamasını hayretle okudum. Keşke susmayı başarsaymış. O şantaj amaçlı kaset kendilerine de ulaşmış. Ne yapmış kendileri, işi hemen Teftiş Kurulu'na havale etmişler. Ben onun yerinde olsam, ikide bir açtığı soruşturmalarda makamıma çağırıp öyle değil böyle olmalı diye fikir beyan ettiğim savcıyı arar, 'Biz hukukçumuzu şantaja, montaja, konploya, kumpasa, ayak oyunlarına yedirmeyiz. Gerçeği buluruz, çıkartırız. Siz adil yargılama görevinize devam edin. Özel yaşamları bu kadar ucuz harcanacak duruma düşürmeyiz' derdim. Kumpasın arkasını arardım.
Bakan Bey ne yapmış? Kasedi almış. Büyük olasılıkla izlemiş (çünkü bir yargı beyanı var) ve diyor ki: 'Kaset bize de iletildi. İddiaların incelenmesi için Teftiş Kurulu Başkanlığı'na havale ettik. Biz de gerçeklerin ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. Diliyorum ki montaj olsun'.
İyi de Sayın Bakan, tutun ki bu kaset montaj ya da değil! Ne olacak yani? Ne fark eder?
Bir savcının veya siyasetçinin veya herhangi bir bürokratın şantaj amaçlı böylesi bir olayda harcanması mı gerekiyor? Şantajı yapanlar değil de özel yaşamının gizi şantajla, montajla ortaya dökülmek istenen savcı veya herhangi biri mi suçlu olacak? Yazıktır... Bu anlayış Türkiye'yi bitirir. Buna Adalet Bakanı veya adalet mekanizması, hukukçular prim verirse, hepimizin evlerine gizli kamera koyar bu şantaj çeteleri, yatak odalarımızı teşhire başlar. Bu alçaklığı, pespayeliği, belden aşağı vurmayı haklı çıkartacak bir tek sözü dahi hiçbir hukukçu veya siyasetçiye yakıştıramam.
'Diliyorum ki kaset montaj olsun' ne demek Sayın Türk? Kasedi izleyince başka bir kanıya mı kapıldınız? Size başka bir bilgi mi ulaştı? Size bu kaset nasıl geldi? Kimler getirdi? Bu kasedi kim çekmiş?Nasıl çekmiş? Nasıl üretmiş? Niye üretmiş? Niye Nuh Mete Yüksel? Neden şantaj? Niye size yollanmış?Neden bu kadar oyun? Nedir bunca komplonun sebebi? Bunları hiç düşündünüz mü?
... Size, tanıdığım Hikmet Sami Türk'e bu açıklamaları, tavrı, tutumu hiç yakıştıramadım. Ben sizin hukukçu kimliğinizi, insan özelliğinizi kinden, intikamdan, hırstan arınmış bulurdum. Yanıldım mı yoksa Sayın Türk? Yoksa siz hâlâ o eski fezlekenin (Sayın Hüsamettin Özkan ile ilgili Halk Bankası fezlekesi) intikamını alma umudunda mısınız? Şantajcılar bunu bildikleri için mi kaset size iletildi yoksa? Bakanlığınızın verdiği kınama cezası yetmez mi sizce?
... Türkiye'deki bütün savcıları. Yargıçları, avukatları, baroları, hukukçuları, adalet adamlarını, sivil toplum örgütlerini, siyasetçileri özel yaşam teşhirine, şantaja karşı durmaya çağırıyorum. Gizli kaydedilen ses kasetleri orda burda yayımlanan herkes buna karşı sesini yükseltmeli. Nuh Mete Yüksel'i sevsin sevmesin, yaptıklarını beğensin beğenmesin özel yaşama saygı gereği, şantaja, montaja, tehdide hukuku etkileme çabasına karşı olma inancıyla insanların bu olayda şantajcılara karşı saf tutmaları gerekiyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Nuh Mete Yüksel'e karşı girişilen bu alçak saldırıyı kendisine yapılmış saymalıdır. Bu tuzak ve şantaj ters çevrilip hazırlayanların suratına bir tokat gibi, bir boş eldiven gibi vurulmalıdır. Bu yapılırsa Türkiye'de bundan sonra hiç kimse şantajcılıkla hukuku veya bir başka kurumu ve kişiyi etkisizleştirme acizliğini göstermeye kalkamayacaktır.
Şimdi bir Türkiye Cumhuriyet Başsavcılığı Kurumu olsaydı, bu şantajı yapanlar saklanacak delik arardı. Ama ne yazık ki, hâlâ bu kurum yok ve savcılar sahipsiz" (136).
Tuncay Özkan, tespitleri ile, Türk Hukuk sisteminin en önemli zaafına işaret etmiştir. Gerçekten de, kimi siyasiler ve de bürokratlar, "emir kulu" gibi gördükleri Cumhuriyet Savcıları'na karşı, işlerine gelmediğinde yaptırım uygulamayı, cezalandırmayı, bir "güç gösterisi" olarak değerlendirmektedirler. Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun yargıya sızan fetuhullahçılarla ilgili değerlendirmeleri sonrasında, bu konuda tipik bir örnek yaşanmıştır. İçişleri Bakanlığı genelgesi çerçevesinde Ankara Valiliği, Vural Savaş'ın yanısıra, Fethullah Gülen davasının görüldüğü Ankara 2 Nolu DGM Başkanı Hüseyin Eken'in, aynı Mahkemenin üyesi Mehmet Maraş'ın ve Savcı Nuh Mete Yüksel'in koruma amaçlı araçlarını geri istemiştir. Oysa, 1999'da toplam 406.260 litre yakıt tüketen araçlardan Turgut Yılmaz, Özer Çiller, Semra Özal ve daha nicelerine tahsis edilmiş olanlar için geri isteme sözkonusu olmuş mudur? Örneğin, Mehmet Ağar'a 6, Tansu Çiller'e 5, Ünal Erkan'a 4, Abdülkadir Aksu ile Murat Başesgioğlu'na 3'er araç tahsis edilmiştir. Bu kişilere, size 1 araç da çok, denilmiş midir?
Saygı Öztürk, Nuh Mete Yüksel'e de gönderilen şantaj kasedi ile ilgili gelişmeleri Star gazetesindeki köşe yazısında ele alırken, konu ile ilgili yargı kararıyla birlikte, Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı'nın raporuna da yer vermiştir:
"Savcılara yönelik şantajın boyutlarının nerelere kadar vardığı dün mahkeme kararıyla da ortaya çıktı. Demek ki bir yandan savcıların telefonları dinleniyor, bir yandan şantaj kasetleri açıklanıyor. Şantajla karşı karşıya olan isimlerden birisi de Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel. Dün Yüksel'le sohbet ediyor, kasedin içeriğini konuşuyorduk. Neden kendisine böyle bir şantaj yapılmak istendiğini de Nuh Mete Yüksel Star'a şöyle açıklıyor:
'İrticaya karşı yürüttüğüm inceleme ve soruşturmalar, beni onlara hedef yaptı. Ama bunları da aşacağım. Beni montaj seks kasetiyle vurmaya çalıştılar. Bunların hesabı da, yapanlardan sorulacak'.
Şantaj kaseti Nuh Mete Yüksel'e geçen hafta kargoyla gönderildi. Nuh Mete Yüksel'e kaset ulaştığı sırada, kaseti gönderenlerden birisi telefonla aradı. Kasetin, içeriğini belirtti ve izledikten sonra kendisini bir daha arayacaklarını söyledi. Savcı Yüksel, telefonla konuştuğu kişiye, yaptıklarının hesabının adalet önünde mutlaka sorulacağını belirtti. 'Beni yolumdan kimse çeviremez' diye bağırdı. Diğer savcılar, Yüksel'in bu kadar sinirlendiğine bu güne kadar tanık olmamışlardı. Savcılar, Yüksel'in odasına gidip onu yatıştırdılar. Kaset, izleme gereği bile duyulmadan, incelenmesi için Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı'na gönderildi.
... İşte Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'e 'kasetli şantaj' yapıldığı mahkeme kararıyla da belgelendi. İşte o karar:
'Ankara DGM Başsavcılığı'nın 6.6.2002 tarih 6.6.2002 tarih ve 2002/3644 Muh. Sayılı yazısında DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel'in görevi nedeni ile yürütmekte olduğu soruşturmada şantaj aracı olarak kullanılmak istenen video kasetinin posta ile kendisine gönderildiği, bu kaset aracılığı ile yürütmekte olduğu soruşturmaların engellenmeye çalışıldığı belirtilerek, dosya içerisinde bulunan kasetin montaj olduğunun Jandarma Genel Komutanlığı'nın Kriminal Daire Başkanlığı raporunda belirlenmiş olduğundan ...CMUK'un ekli evrakı tetkik edildi.
Gereği düşünüldü.
Ankara DGM C. Savcısı Nuh Mete Yüksel'e gönderildiği belirtilen ve yaptığı soruşturmalarla ilgili olarak şantaj aracı olarak kullanılmaya çalışıldığı anlaşılan dosyada mevcut 1 adet Raks VHS tip (Seri No: 21032P13E-30) video kaset üzerinde Jandarma Genel komutanlığı tarafından düzenlenen Ekspertiz raporunda oda içerisine yerleştirilen gizli bir kamera vasıtasıyla çekilen video görüntülerinin toplam uzunluğunun 4 dakika 52 saniye olarak tespit edildiği ve görüntülenen her karesinin montaj olduğu belirtilmiştir.
DGM C. Savcısı olarak görevli olan Nuh Mete Yüksel ile ilgili olarak montaj görüntüler ile düzenlendiği belirtilen video kasetinin yayını halinde terör suçları ile ilgili olarak yapılan soruşturmalara etki edeceği anlaşıldığından ilgili kasetin ulusal ve mahalli televizyon ve yazılı basında yayınlanmasının CMUK'un 86. maddesi gereğince yasaklanmasına, sözkonusu kasete soruşturma sonucuna kadar el konulmasına, karar ve ekli evrakın DGM C. Başsavcılığı'na iadesine, itirazı kabil olmak üzere karar verildi. 7.6.2002" (137).
Yukarıdaki yargı kararı, fethullahçı istihbaratçıların planlı operasyonuna ciddi bir darbe vurmuştur. Yayın yasağı kararı, Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Gülseven Yaşer'le ilgili montaj kaseti yayınlayan şeriatçı kanalların heveslerini sonuçsuz bırakmıştır. Üstelik Mahkemenin, sözkonusu kaseti, fethullahçıların var olduğu kuşkusunu uyandıran Emniyete ait Kriminoloji birimine değil de, bilimsel ve objektifliğinden kuşku duyulmayan Jandarma Kriminoloji Laboratuvarına göndermesi, fethullahçı istihbaratçıların başka bir hayal kırıklığı uğramalarına neden olmuştur.
Bu ülkede, bir Cumhuriyet Savcısı'na böylebine iftira, tehdit ve şantaj gerçekleştirilebiliyor ve bu yasadışı operasyon, kimi medya marifetiyle geniş kitlelere ulaştırılabiliyorsa; Adalet Bakanı "seyirci"yi oynamanın da ötesinde, mağdur Cumhuriyet Savcısı için soruşturma açtırıyorsa; bu montaj kasetin, İstanbul'da cemaatin eğitim faaliyetlerinden sorumlu M.Ö. adlı Fethullah Gülen'in manevi varisi marifetiyle hazırlandığı, çoğaltıldığı ve dağıtıldığı duyumlarının üzerine gidilmiyorsa, hatta hiçbir şey yapılmıyorsa -ki mutlaka yapılacaktır- bu geçici başarı, tamamiyle fethullahçı istihbaratçıların operasyonel gücünden, cemaatin ekonomik ve siyasal gücünden ve de devlet içine sızmış kadrolarının gücünden kaynaklanmaktadır.
Kaynak: Hablemitoğlu Web Sitesi Yazıları Bölümü / Köstebek