AĞLA
İlk gençliğimizde, “Ağla gitar çal gitar!” şarkısı çok ünlüydü. Ümit Yaşar’ın sözlerini yazdığı, Avni Anıl’ın bestelediği: “İçimde nice uzun yılların özlemi var.” diye başlayan. “Bu gece efkârlıyım, ağla gitar, çal gitar…”
O kadar sevilirdi bu şarkı, her yanda çalardı. Gençlerin her müzikli toplantısında dinletilirdi, bu şarkıyı bilmeyen yoktu. Orhan Veli’nin “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda?” dizelerini de yine o dönemde bir kişi söylemeye başlar, diğerleri aynı anda gerisini okurdu: “Dokunabilir misiniz, gözyaşlarıma ellerinizle? ” Toplumun ortak değerleriydi bazı şiirler, şarkılar, ozanlar, duygular… “Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülümserken, insan ağlayamaz mı?” Viktor Hügo’nun dilimize güzel çevrilmiş bir şiiriydi bu, yine ezbere bilinirdi.
Durduk yerde hüzünlenirdik, ağlamaya bayılırdık, dert bende derman sende derdik… Bebecikken aşk şarkıları söyletilen Küçük Emrahlar, Küçük Ceylanlar, vurularak öldürülen Esengüller, yüzüne kezzap atılan kadın şarkıcılar, ayağı kurşunlananlar daha sonraları çıktı ortaya. Şimdinin iktidar yanlısı, bölücü sevicisi, Atatürk düşmanı Arabeskçileri, dönme- oğlancı şarkıcıları, Türk düşmanı peşmergelerle böğürtülü bet sesleriyle sahnede düet yapmaya kalkışanlar, yurtdışında sahnelerde “Apo’yu özledim!” diyen terör örgütü yanlıları o dönemlerde ünlü oldulardı. Kimisi de acıların çocuğu pozlarında, çok bilmiş, gün görmüş “ağır ağbi” havalarında, batsın bu dünya diye ağlamaklı seslerle sözde şarkı okurlar, kendileri günlerini gün ederken milleti kandırıp ağlatırlardı. Kimi kadın şarkıcı da, şimdinin açılımcısı, ağız ishali olmuşçasına ha bire beste yapardı, her tür müziğe el atar, öz müziğimizi yozlaştırırdı, meydan boş diye her dala konardı: “Sen ağlama dayanamam, sen ağlama, sana kıyamam.” Bu şarkıyı dinleyen bir şey olmuş gibi gözlerini kırpıştırırdı, garibim, ağladı ağlayacak…
Ülkemizi içte, dışta düşmanlarımız sararken, bizi de ağlamakla uyuşturdular. Ağlamaya odaklandırdılar… Ağlamalı şarkılar, türküler, filmler ortalığı kasıp kavururdu. Sinemaya elde mendil gidilirdi. Ne kadar çok ağlarsan o film o kadar iyi, başarılı sayılırdı. İftira atılan kadınlar, anasız, babasız büyüyen çocuklar, yıkılan yuvalar, cadı kaynanalar, afet, yuva yıkan kadınlar, tecavüzcü Coşkunlar…
Olmazsa olmazıydı bunlar her tür filmin. Sesi olmayan, süslenmese güzelliği bile olmayan süs kuşları, ünlü film artistleri sahnelere çıkarılırdı. Filiz Akınlar, milleti ağlatma ustası şimdinin açılımcısı (bölücü destekçisi) Hülya Koçyiğitler… İyi para kazanırdı o zamanlar milleti durduk yerde ağlatanlar. Sinemada kürtçüğü başlatan, Türk-Cumhuriyet- Atatürk düşmanlığını gizlice yapan, kapalı kapılar ardında Türk ulusuna kin kusan ”Çirkin Kral” tiplemesinin aktörü, hakim katili Yılmaz Güney de o dönemin ürünüydü. Uyuşturulmuş beyinler düzenin gerisindekileri göremiyordu. İpleri oynatanlar halka gösterilmiyordu. Kızlarımız ayılıp bayılıyordu bu kişilere ne yakışıklı diye. Ahmet Kaya dinledi yıllar yılı saftorik zavallılar… Ne denildiğini, ne yapılmak istendiğini anlamadan… Öyle ki geçen gün bile Yılmaz Güney filmi göstermişler İstanbul’da bir belediyede (Maltepe). Sinema Günleri adlı etkinlikte “Sevgi-emek” ödülü verilmiş bu filmin başoyuncularına. Atatürkçülüğü söze gelince kimselere bırakmayan Tarık Akan, orada çıkmış, başrolünü oynadığı bu ihanet filmi üzerine açıklama yapmış, eski anıları canlandırmış, duygulanmış, duygulandırmış…
Ağlama, gözyaşı dökmek demek. Bir derdin olunca, ya gözyaşını içine akıtırsın, derdini belli etmezsin, ya da salıverirsin gözyaşlarını… Katıla katıla ağlarsın…
Bize dayatılan dertler, hep kafa karıştırıcı, sahte, aslında var olmayan dertlerdi. Ülkemizin dertlerinden bizi uzaklaştıran, yapay dertler, üretilmiş dertler… Biz bu olmayan dertlere gözyaşı dökerken, vatanımızı, çağdaş ulus devletimizi ayağımızın altından yavaşça çekiyorlardı. Devlet dönüştürülüyor, yobazlar ve bölücüler işbirliği ediyorlardı yer altında, kapalı kapılar ardında. Bizlerse bayramdan bayrama vatan millet şiirleri okuyor, Türk olduğumuzu belli günlerde anımsıyor, bol bol da ağlıyorduk, ota böceğe, boka, pisliğe… Aşkına kavuşamayanlara ağla, gizli kürtçülük yapan Eşkıya filmine ağla, Sürü’ye ağla, televizyon dizilerine, Yaprak Dökümü’ne ağla… Baba Evi’ne, nedense hem kızın, hem oğlanın sevgilisinin Rum olduğu sözüm ona Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatan, ama aslında seni devşirmeyi amaçlayan, Türk düşmanını, açılımcıyı efe rolünde oynatan Kurşun Yarası’na ağla… Kavuşamayana ağla… Aldatılana ağla… “Bu gece ölürüm” diyene ağla… “Dil yarası” diyene hıçkır… “Nikah Masası” diyene ağıt yak…
Yunan tanrılarını bilmeyi marifet sayıyor, ülkemizin yer adlarını bu adlardan arındırmıyor, kendi masallarımızı- destanlarımızı bırakıp, Yunan’nın uyduruk saçma öyküleriyle tiyatrolar oynuyor, bu saçmalardan kitaplar yazıyor, çeviriler yapıyorduk.
O salya sümük okuduğumuz, okurken hıçkırıklarımızı tutamadığımız öksüz çocuk romanlarının yazarı Kemalettin Tuğcu bile, romanlarının tek bir yerinde olsun, ulusalcı bir söz etmiyor, yeri geldiğinde 19 Mayıs’ı idman bayramı diye çocuklara aktarıyor, bu günlerin hazırlanmasına bilerek bilmeyerek katkı sağlıyordu…
Ağlamak insanı rahatlatırmış. Yıllarca bizi rahatlattılar. Süt bebesi gibi gülücükler saçarak, ahmakça, salakça devleti Atatürk karşıtlarına elimizle teslim ettik. Yapılan oyunlara seçim dedik. Eğitimsiz bırakılan, aldatılan topluma yaptırılan, içine hile karıştırılan seçimlerdeki sayılan oylara, halkın iradesi adını verdik. Başımıza geçenlere, bir, “şahım, padişahım” demediğimiz kaldı. Cumhuriyetimize bekçilik edemedik.
Ağlamayan çocuğa meme vermezler, denir. Biz ağladık, süt değil, zehir verdiler. Ağlaya ağlaya, bizi ağlatanlara ün, şan, şeref verdik. Bunların servetlerine servet kattık.
Geldik günümüze. Geçen Salı, öyle bir ağlayan, oturaklı, tumturaklı kadınlar, erkekler, okumuş vekiller, koca Türkiye’nin başına geçen, ülkeyi yöneten öyle gözü yaşlı insanlar gördük ki, gözlerimize inanamadık.
Kuzey Kore devlet başkanı ölünce, bütün dünya şaşırmıştı üç yıl önce ağlayanlarına. Ardından böyle ağlayanlara akıl sır erdirememiştik. Anasını babasını yitiren ancak öyle ağlar, yoksa bunlar ölü evi ağlayıcıları mı diye ruh doktorlarına durumu danışan gazeteciyi bile duymuştuk.
Aynısı bizde yaşandı. Daha başkanları, Yaradan’a can teslim etmeden, sağlıklıyken, daha daha üst katlara tırmanmaya talipken, kendini kimlerle yarıştırdıklarına bakıp sevincine sevinç katarken, önceki gün yaşandı. Yalnızca, “Bu salonda, bu kürsüde bu son konuşmam!” denmiş kendini dinleyen partililerine, erkek – kadın vekillerine.
Sen misin bunu diyen. Sen misin veda konuşması yapan. Dinleyenleri gözyaşına boğulmuş: “Bu kürsüden kimi zaman acı hadiseler paylaştık, kimi zaman güldük kimi zaman gözyaşlarına hâkim olamadık.” demekte ne var?
Koskoca kadınlar ağlamış. Erkekler ağlamış. Elleriyle başını yüzünü tutmuş bazıları Meclis AKP grup salonunda, insan öz cenazesi kalksa bu kadar acılı bakar. Burnunu çeken, gözünü silen, yüzünü indiren, gözünü acıdan şaşılatan…
Türk masallarında, Dede Korkut’ta anlatılan, ağlayan analar canlandı gözümüzde. Son iki gün içinde aldığımız üç şehit haberini anımsadık. Sınırımızda vatanı koruyan vatan evlatlarına saldıran PKK’lı teröristleri, vatan hainlerini düşündük. Sonra, bu kadar kolay ağlayan, sebepsiz ağlayan, yalancıktan ağlayan insanların resimlerine baktık. Uzun uzun düşündük:
Şehit yavrularımıza böyle gözyaşı dökmemişlerdir, şehit cenazelerinde, bu ağlayıcılar, değil böyle saç baş yolmak, tek gözyaşı akıtmamışlardır…Yoksa şehitlerimiz böyle unutulur muydu? Katiller cezasız kalır mıydı?
Dede Korkut, ağlayan hatunları bir öyküde şu sözlerle anlatır:
“Buldur buldur gözünün yaşı aktı. Güz elması gibi al yanağını çekti yırttı; kargı gibi kara saçını yoldu; “Oğul oğul!” deyip inledi ağladı…”
Bu öyküde, Uruz ağlayan anasına:
“Ağzın kurusun ana! Dilin çürüsün ana!” der. “Sakın kadın ana beni düşünme, benim için ağlama. Ko beni, kadın ana, çengele assınlar; ko etimden koparsınlar, kara kavurma yapsınlar, kırk bey kızının önüne götürsünler!” diye seslenir. Kendisine ağlayan anasına kızar:
“Kadın ana, karşıma geçip ne böğürüyorsun? Ne bağırıyorsun, ne ağlıyorsun? Bağrımla yüreğimi ne dağlıyorsun? Geçmiş benim günümü ne andırıyorsun?”
Sonra anaya sorar:
“Arap atlarının öldüğü yerde bir tay ölemez mi?/ Kızıl develerin öldüğü yerde bir deve yavrusu ölemez mi?/ Akça koyunların öldüğü yerde bir kuzucuk ölemez mi?”
Sonra “Sen sağ ol kadın ana, babam sağ olsun, / Bir benim gibi oğul bulunmaz mı?” sözleriyle anasının yüreğini dağlar. Anası düşman üstüne yürür gider…
Sen sağ ol, Türkiye’m diye seslenmiştir o asker çocuklarımız şehit olurken. Adem, Berat, Yiğit… Üç vatan evladı, kim vurduya giden gençlerimiz. Ne vuranı yakalanacak onların, ne terör örgütüne bunun hesabı sorulacak! Bundan önceki şehitlerimiz gibi yalnızca yurtsever yüreklerde yaşayacaklar…
Dün 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasının yıldönümüydü. Türk devletinin tapusunun alındığı gün. Çok değil iki hafta sonra da 10 Ağustos 1920 Sevr’in yıldönümü. Bu günde, ne rastlantıdır ki, ülkemizde bir ilk yaşanacak. Meclis sanki birini cumhurbaşkanı seçemezmiş gibi, Meclis’te çözümlenecek bir işi, onca masrafa, böyle bir seçimin getireceği tehlikelere aldırmadan halka bıraktılar. Üstüne üstlük yalnızca üç de aday gösterdiler.
Birinci adayı herkes biliyor. Her şey gözler önünde. İkincisi bilmeceydi, adım adım çözüldü. Hele üçüncü aday diye söz edilen, bölücü terör örgütünün, daha dün en son üç evladımıza kıyan, evet kıyımı ben yaptım diyen terör örgütünün aday olan temsilcisine ne demeli?
1938 yılından beri bizi ağlata ağlata bitiremediler. Beynimiz, gönlümüz teslim alınamadı. Şarkıyla- türküyle, filmlerle ağlattılar, olmadı. Yoksullukla korkuttular, yılmadık. Terörle, başaramadılar. Kendileri numaradan ağladılar, yine olmadı.
Şimdi anamızı ağlatacaklar. Düzen, dümen bu kez çok büyük! Görün yine olmayacak!
Herkes kendi ölüsü için ağlarmış…
Ağlama sırasını savalım. Bırakalım da biraz bizi ağlatanlar ağlasın. Hem, unutmayın, “El için ağlayan gözden olurmuş…”
Bir söz vardır, en kötü durumdakine, umutsuza söylenir: “ Bu durumda ölüye ne gerek, ölü evinde işin ne, yat ağla, kalk ağla!”
Ağla!
Feza Tiryaki, 25 Temmuz 2014