ANKARALI ŞERİFE

ANKARALI ŞERİFE

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzr Tem 06, 2014 12:56

ANKARALI ŞERİFE



Gurbetlik zordur. Yaşayan bilir.

Gurbette dil kimliktir. Birbirini dilinle bulur, dilinle sever, dilinle kucaklaşırsın, vatan özlemini giderirsin…

Yerleşim yerlerinden epeyce uzak, bisikletlerimizle geldiğimiz küçük bir alışveriş merkezindeyiz. Bir şey bakıp gideceğiz. Arabaların, bisikletlerin duracakları bir beton meydan, buraya açılan dört değişik mağaza. Yolun aşağısında da böyle iki mağaza daha var.

Hava Nisan ayı gibi. Bir açıyor bir kapıyor. Yağmur bir yağıyor, bir duruyor. Bisikletlerimizin kilidini de unutmuşuz. Çalınmaz, kimse ellemez ama yine de birimiz başını bekleyesin, ikimiz bir içeri girmeyelim diye konuşuyoruz oğlumla aramızda.

Buralarda, biz Türklerin diğer uluslardan ayrılan bir özelliği, bağıra çağıra konuşmamız. Bunu hep söylüyorlar bizim toplumumuzu yakından tanıyanlar. Tezcanlıyız, atılganız, sıcakkanlıyız, duygularımızı saklayamıyoruz. O gün de aramızda bağırarak konuşmuş olmayız ki, meydanda kurulu küçücük tavuk büfesinden çıkan genç bir kadın gülerek bize sordu: “ A… siz Türk müsünüz?”

Karşıdan bize bakıyor, el ediyor, gülümsüyor.

Yanına gittik:

“ Neden sordunuz? Belli değil mi Türk olduğumuz?”

Artık kim Türk, kim değil bilinmiyor buralarda eğer konuşmuyorlarsa. Türbanlıya bile hemen Türk diyemiyoruz. Konuşuyorsun, Arap. Konuşuyorsun, Türkçe bildiği halde anlamazdan gelen, sana düşmanca bakan, kafası yıkanmış bir Kürt vatandaşımız.

Güleç yüzlü genç hanımla bunları konuşuyor, ayaküstü sohbete dalıyoruz.

“Birini Türk’e benzetsem de konuşmaya çekiniyorum, ya değilse diye. Siz ne güzel bir Türkçeyle konuşuyorsunuz,” diyor.

Sözün burasında oğlum, karışıyor: “ Annem öğretmen. Türkçe öğretmeni.”

Sıra geliyor ilk tanışmalarda hep sorulan o bilindik soruya. Güleç yüzlü hanımdan geliyor bu soru:

“Nerelisiniz?”

“Samsun.” Bilinçsiz olarak ağzımdan Samsun çıkıyor. Bu günlerde aklım Samsun’da. 19 Mayıs’ı, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a çıktığı o kutlu günü, ulusça yine kutlatmadılar biliyorsunuz. Buna karşın, Atatürk adını bir kez bile ağzına almayan, dolayısıyla Türk’ün atasını tanımayan AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı kişi, seçim gezilerini Samsun’dan başlatacakmış. Bunu duyduğumdan beri Samsun aklımdan çıkmıyor. Öğretmen Okulu’nu okuduğum Atatürk’ün kenti. Şaha kalkan atın üstünde görkemli Atatürk heykeliyle ünlü güzel kentimiz… İlk gençliğimi geçirdiğim yer. Baba ocağından ayrı düştüğüm, iki saat ötede de olsa, o zamanki şartlarda doğduğum ilçeden gelip gidilmesi güç olan Samsun. Dağları aşıp ulaştığımız büyük kent, denizi Atatürk parkıyla birleşen, şimdiki gibi bozulmamış, betona henüz teslim olmamış, kendini korumuş yeşil cennet. İlk kez gurbeti yaşadığım, doğduğum büyüdüğüm yerden ayrı düştüğüm yer. Yatılı okulunda okuduğum, Karadeniz yöresinin değişik kentlerinden gelen öğrencilerden yurdumuzun insanlarını ilk kez tanıdığım yer…

Genç Hanım, Ankaralı’ymış. Ankara’yı anlatıyor. Başkentli olmaktan onurlu. Gülen yüzü Ankara derken daha bir aydınlanıyor.

Bizi ısrarla küçücük işyerine davet ediyor:

“Buyurun gelin, bir şey ikram edeyim. Sohbet edelim.”

“ Yağmur gelmeden kaçalım, başka zaman.”

O kadar ısrar ediyor ki, giriyoruz. Penceresiz, bir küçük dar kapıyla girilen tahta tabanlı bir dükkâncık. İçerde iki sandalye bir küçük masa var. Yanda tavuk kızartılan fırın bölümü. Vitrinde, camın arkasında içecekler… Üç yıldır işletiyormuş burayı, tek başına. Arada yardımcı çalıştırırmış, başa çıkamayınca, işler çok olunca. Kumral, uzun saçlı, güzel yüzlü, güzel görünüşlü, güzel giyimli bir hanım. Hemen tezgâhın ardına geçiyor. Kola, meyve suyu, çay kahve, her şey her şey var… Su istiyoruz, masraf olmasın bir bardak içelim diye. Nerede, elimize hemen birer küçük şişe Hayat suyu uzatıyor.

Karşıda bu işyerine benzer bir seyyar arabadan oluşan bir yer daha var. Zeytin, turşu, sucuk, beyaz peynir gibi Akdeniz’in yiyeceklerini satıyormuş. Sahibi Yunan değilmiş ama işyerinin adı Yunanca’ymış. Bir Yunan gelip kendisiyle Yunanca konuşunca yalanı ortaya çıkmış.

Bu işyerinin önceki sahibi de Türk’müş. O da bu modaya uymuş. Bu işyerine Efessus adını takmış. “Ne demek anlamamıştım.” diyor hanım, “Sordum öğrendim, meğer ülkemizdeki Efes’in Yunancasıymış bu ad. Yunan gibi göstermiş kendini adam. Ben bu adı sildirdim. Bakın Ankara’nın plaka numarası bizim adımız.”

Gurbette, bunca yozlaşmanın içinde, sılada bile, dile ulu orta ihanet edenleri görüp dururken, böyle biriyle tanışmak insanı canlandırmaz mı, heyecanlandırmaz mı? Arapçayla yetişen, Atatürk’ü sevmeyen, kurduğu ulus devlete karşı olan, bölücülüğe hak veren birini devlete baş seç, ya da Atatürk demeyeni, bölücülerle birleşeni, diğer işbirlikçiyi seç dedikleri bir dönemdeyiz. Araya bir de çerezlik katmışlar. Terör örgütünün kendisini temsil eden, bunu saklamayan, bölücülüğünü, terör örgütüyle gönül ilişkisini her yerde, her zaman duyuran şaklabanı. Bir taşla iki kuş vurulacak bu terör örgütünün asıl temsilcisiyle, bunun, bu seçim olmayan seçime kuyruktan eklenmesiyle. Kapısından bakamadığı, içerisine giremediği kovulduğu Sinop’a, Samsun’a bile girecek ben de cumhurbaşkanı adayıyım, ben de varım diye. Bölücülüğü normal karşılatacak, alışmayanı bile alıştıracaklar… Bu sıkıntılı günlerde dilini bu kadar akıcı konuşan birini, üstelik milliyetçi, dilini, seven koruyan birini bulur da birbirine ısınmaz mı insan?

Sonra kısa bir süre alışverişe gittik, kilitsiz bisikletlerimizi gözlemlemesini ona rica ederek…

Bu tanışmamız için işyerine bir çiçek almayı düşündük. Sevimli, mini mini, katmerli mor pembe çiçekli bir menekşe seçtik, saksıda.

İçeri girdiğimizde bir Alman karı koca alışveriş yapıyordu “Sıfır Altı (Ankara) adlı bu işyerinde. Hem onların dediklerini yapıyor, ateşten et parçası alıyor, ekmek arasına yerleştiriyor, hem de bizimle bağıra bağıra yüksek sesle Türkçe konuşuyor. Dilini, hem de böyle yüksek sesle, güldür güldür gürüldeyerek konuşuyor... Gurbette işyeri olanlar genellikle, tavşan pisliği gibi olmayı seçerler, aman ekmek tekneme zarar veririm, müşterim olan bir Alman’ı, Yunan’ı şunu bunu rahatsız ederim düşüncesiyle kesinlikle Türkçe konuşmazlar. Yüksek sesle, asla!

Hanımın yürekliliğine, kendine güvenine, diline sevgisine hayran kaldık… Kucaklaştık, sarıldık, görüşme dilekleriyle ayrıldık.

Tam bisikletlerimize bindik gideceğiz, büfenin arka kapısından bize doğru koşuyor, eliyle durun işareti yapıyor Ankaralı genç hanım. Elinde bir paket. Koşarak yanımıza geldi, bisikletin sepetine elindeki paketi bıraktı, döndü, gitti…

Dumanı tüten, sıcacık bir paket. Belli, bize ızgarada dönüp duran kızartılmış tavuklardan vermiş armağan olarak.

Tavuk öykülerimi, Akhoroz öykümü okuyanlar bilir, benim bu konudaki düşüncelerimi ama olsun, burada durum başka.

Türk olmanın üstünlüğünü, Türk’ün yüce gönüllülüğünü yaşayarak görüyoruz bir kez daha. Dilin mucizesini… Türk olmanın güzelliğini… Bizi bağlayan bağlardan ilkini…

Birden hanımın adını sormadığımız geliyor aklıma. Sesleniyorum arkasından: “Adınız neydi?”

“Şerife!”

Ankaralı Şerife! Sen o kadar çoksun ki, sanıldığının tersine senin gibi yüce gönüllü Türkler o kadar sayıca çok ki, dilimizi o kadar çok seviyoruz ki, bizi ayıramazlar, dimdik ayaktayız, yıkamazlar…

Yurdumuzda neden dilimize saldırılıyor belli değil mi?

Dili bölersen, dili aşağılarsan, dili güçsüzleştirirsen o ulusa istediklerini dayatabilirsin…

“Ankaralı Şerifeler oldukça, yeni kuşaklar böyle yetiştikçe bize kimse bir şey yapamaz!” derken, gözlerim ister istemez doluyor, hem de içten içe gülümsüyorum…


Feza Tiryaki, 6 Temmuz 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x