ANLADIĞIM, ANLADIĞIN

ANLADIĞIM, ANLADIĞIN

İletigönderen Feza Tiryaki » Cmt Kas 18, 2017 22:08

ANLADIĞIM, ANLADIĞIN


Aldım mı, günlük, dört beş gazete birden alırım. Aklı başında gazete sayısı taş çatlasa beşi altıyı geçmiyor; gazeteleri yeri gelir, ilanlarına kadar okurum.

Aynı haberi, her birinde ayrı büyüklükte, ayrı önemde, ayrı yorumlarla görürüm. Sonuçta en yandaşı bile okusanız, bir süzgeçten geçirebiliyorsunuz yazılanları, gözünüz kapalı kanmıyorsanız her duyduğunuza, aynanın arkasını görmeyi biliyorsanız, aşağı yukarı ülkemizde neler olup bitiyor, anlarsınız...

Gazete okumak, televizyonda haber dinlemeye benzemez. Algını korursun, kendini kapıp koyvermez, yalanlarla mayışmazsın... Haberler, görüntüler uçup gitmezler gözünün önünden, dönüp dönüp bakarsın, gösterilmeyeni görürsün...

Geçen gün bir gazetenin her yanını bitirdim, sıkıntıdan, normalde yok saydığım bir an resimlerine bile bakmadığım spor haberlerine kadar düştüm.

Afrika’dan, Togo’dan mı ne, Başakşehir adlı bir takım, futbolcu almış. Futbolcu (Adebayor) ise müslüman mahallesinde salyongoz satan tiplerden, bu kişiye resmen misyonerlik ettiriyorlar. Çıkarıp televizyonda konuşturmuşlar, bu kara tenli Afrikalı da kilisenin mucizesini paylaşmış Türk toplumuyla. Adamdaki ve bunu kullanandaki cürete bakınız! Önce yoksulluk edebiyatı yapıyor, çok yoksullarmış, üç dört yaşına kadar da ayakları hissizmiş, üstüne basamazmış. Sonra kilisede bunun için tören yapılıyor, toplu dua ediliyor ve bir mucize gerçekleşiyor, bu vatandaş yürüyor ve de futbolcu oluyor. Bu aptalca masalına da inanmayan olmasın diye ekliyor: “Bu yürüme olayım şehir efsanesi değil ha, gerçek,” diyor. Bir defasında da Tanrısı (İsa) onu kutsamış, hissetmiş...

Küresel çete, herkesi hıristiyan yapacak. Boşuna mı müzelik İsa tablosu açık artırmada 450 milyon dolara satılmış. Dünyada bunu duymayan, İsa’nın bu resmini öğrenmeyen kalmayacak sayelerinde...

Karşımda, üstünde çok konuşulan geçen 10 Kasım’ın gazeteleri. Büyük gazetelerde tam sayfa Atatürklü ilanların yanında aynı boy, aynı gösterişte Şener Şen afişleri. Yalnızca kafası, sayfanın dörtte birinde. Yüzünü yukarı çevirmiş, gülümsüyor, aman ne hoş!.. Altta da bisiklete binmiş, kızıl ışıklar, köpeği yanında koşuyor, ne romantik! Bir zamanlar, o çirkin, ne anlattığını çok sonra anladığımız, yurtdışında her yerde oynattıkları, acayip paralar döktükleri, “Eşkiya” filmiyle iyi reklam edilen, bir ara adı Kemal Sunal’la yarıştırılan, bunun olmayacağı görülünce de belli etmeden yarıştan geri çektikleri ünlümüz! Yeni filmini tanıtmaya da bu günü bulmuşlar. Reklam, tanıtım aylardır tam gaz. Yılın başlarında, yok film çeviriyor, çevirdi, çevirecek, büyük kadro, büyük oyuncu, şu kadar yıl aradan sonra... “İple çekiyoruz! Şener Şen ve Yavuz Turgul'dan yine kalite kokan bir...” Boş boş kunuşulmuş. Başka gün kalmamış gibi de 10 Kasım’da Atatürk’ün resimleriyle yarışan bir tanıtımla, “Sinemalarda” diyorlar bu filme. İyice biliyorlar bu tanıtımcılar, reklama böyle para saçanlar, Türk toplumu unutkandır, unutmaya bayılır, birazcık bölücü olmayı, birazcık şuncu buncu olmayı önemsemez. Birini, vaktiyle nasıl benimsemişse, benimsetmişlerse, o kişi öyle kalır. HDP’nin, yani, en üst mahkemece Pkk’nın siyasi kolu olduğu belirtilen partinin övücüsünü, destekçisini eleştirme, buna tavır koyma kimsenin aklına gelmez.

(Gazetelerde görürsünüz, hep, “Pkk'nın siyasi kolu HDP” diye başlanır bu partinin haberlerine.)

Bu yüzden Hülya Koçyiğit’i ve benzerlerini, akiller listesine giren, açılımı destekleyen yılların artistlerini yeni durumlarıyla görmez Türk halkı; örneğin bu kadın artisti, hâlâ eskinin, filmlerde oynadığı rollerin kadını, filmlerin terkedilmiş, gözü yaşlı annesi sanmaya devam eder, o günleri anınca burnunun direği sızlar.

Ha şunu da anımsatalım, duymayan çoktur: Bu filmin yönetmeni, yani tüm fimlerini Şener Şen’e çevirten, bu ikilinin film çekeni, 29 Ekim’de “Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülü” almış.

Dün, TRT televizyonu da akillerin görevini üstlendi, Pkk’nın eli kanlı başını, baş caniyi özleyen Ahmet Kaya’yı ölüm yıldönümünde anacaklardı geçen akşam, anmışlardır, gazetede duyurusu vardı.

Yine geçen günkü gazetelerde, kızı “Roza” ile gezerken eskinin ünlüsü bir taverna şarkıcımızı gördük, bu vesile ile de öğrendik: Şu an boşanmışlar ama kızlarının annesi adı soyadıyla Türk olduğu halde, çocukları, “Roza ile Helen.” Şarkıcımız Yunan asıllı olsa duyardık, bu durum kimseyi de ilgilendirmezdi. Şimdi soralım: Yunan’ın bir ünlüsü, çocuğuna, Türk destanından bir ad, örneğin “Türkân” adını katar mı? Duyanınız var mı? Sasha, Maya, Arya, Alya, Azur, Anjelik, Ada, Aren, Leon... daha böyle ne çok ad var ünlülerimizin çocuklarına kattığı... Öncülük ediyorlar Türkçe ad katmamaya, adlarımızın yabancı adlarla karışmasına... Hayran kitleleri de arkalarından geliyordur.

Ülkemizde bir de yer adları sorunu var, ona girersek çıkamayız, İngiltere’den değil, bu, Antalya’dan bir konser haberi:

“Gökhan Tepe Konseri 18 Kasım'da Jolly Joker Antalya'da.”

Bazı magazin ünlüleri de her yaptıkları utanmazlıkla, saçmalıkla gazetelere geçerlerken, çocuklarının yabancı adlarını iyi belleklere kazıyorlar, örnek oluyorlar. Hayranları mest... Takipçileri sayısız, sürüsüyle... Bu ünlüler(?) gazetelere geçtikçe (tabii aynı anda televizyonlara çıktıkça bunlar, haberleri oralarda dönüp durdukça) ünlerine ün katılıyor, konserlerine koşan koşana, emzikli çocuğu olan bir şarkıcı, kucağında çocukla aylardır sahnede, bir orada bir burada, sabahlıkla uçak yolculuğu yapanı mı sayalım, bunları dinlemeye koşana mı söz edelim? Avuç avuç para saçıyoruz bizi eğlendirenlere. “Vur patlasın, çal oynasın!” Toplumumuzun neresini düzeltelim?

O, üstündekilerle otomobil alabiliyor, ay başını zor getiren dar gelirli ona para yağdırıyor, konserini kaçırmıyor. Hürriyet’te bir haber:

“Demet Akalın'ın lüks tutkusu! Üzerindekilerle İstanbul'da bir daire ve otomobil alınıyor!” Bu ünlü (?) nün, bir de sevdiği ünlülere pahalı hediye, (yirmi yirmi beş binlik marka çanta, elbise) verme adeti varmış, gazetelerin yalancısıyız...

Eskiden gurbette görürdük böyle adları, gurbetçinin gurbette erimiş çocuklarında, yabancı kadınlarla evlenen, zayıf, “kadınköylü” Türk erkeklerinde... Bir de şu dikkat çekerdi. Nerede okumuş, geleceği parlak genç var, gözlerini açamadan yakalanırlardı tek tek yabancı kadınlara... Okuyup meslek edinen, işyeri açan, iyi para kazanan Türklerin eşleri nasıl bir rastlantıysa hep Alman olurdu... Annelerin adı Türkçeyse, kısaca, Türk’se anne, çocuklar hıristiyan adlı olamazdı. Babalar zaten en başta yitirirlerdi bu adsız savaşı. Yabancı kadın, dinini, dilini, töresini hem de kendi ülkesinde veya bir Avrupa ülkesinde yaşıyorken neden bıraksın? Bazı şeyler demeyle olmuyor, kafayı taşa vurmadan gözler açılmıyor!

Son seçimde Alman meclisine on dört Türk seçilmişti, adlarını duydunuz mu hiç? “ Ekin, Aydan, Mahmut, Cansel, Metin, Gülistan, Evrim, Sevinç, Filiz, Elvan, Gökay... Çoğu Almanya’da doğmuş, büyümüş, adlarını aileler özenle korumuşlar. Gurbetçi böyleyken, ad bu kadar önemliyken, ülkemizde adlar üzerinde cadı kazanı kaynatılıyor. Misyonerlik her yerde...

İstanbul Kitap Fuarı’nda, geçen hafta, kitabını (?) imzalatmak için sekiz saat Cem Yılmaz’ın önünde kuyruğa girenlere, oluşturdukları uzun kuyrukla rekor kıranlara ne demeli? Üstelik adı geçen kişinin kitabı bile yokmuş. Yazdığı, çevirdiği izleyeni boş boş güldüren film senaryolarını bir araya getirmişler, olmuş kitap.

Böyle bir dünyada, akılların yitip gittiği, insanların sürü gibi güdüldüğü çağımızda, olan bitene şaşmamalı.

Yıllar önce Amerikadan gelen filmcilerin film için yaptırdıkları o kocaman, üstü tahta yığıntısı görünümlü, yerden yüksekliği on iki metreden biraz büyük at (Truva atı) o gün bu gün bir matahmışçasına, filmci artığı, atık malzeme, eski Yunan kültürü hayranlığı adına, Çanakkale’de sergileniyormuş, biliyor muydunuz? Hem de sahilde, isteyenin üstüne çıkabileceği, oynayacağı gibi... Sonra, iki yıl önce bu garip boyutlu, görünüşlü atın üstüne çıkan bir mecnun, geçenlerde de aynı şeyi yeniden yapmak istemiş, düşersin diyenlere, uyaranlara ”Bana bir şey olmaz” demiş ve kayarak yere düşmüş ölmüş.

“Na’ptın Mestan?” yazdı gazeteler, akıl yoksunu bu zavallı için. Kimse kendi zavallılığını göremiyor çünkü...

Şu haber, tam anlamıyla geldiğimiz yeri gösteriyor bize:

“Mısırcıyla kestaneci kapıştı, Mısırcı kestaneciyi öldürdü.” Mısırcı Veysel 31, kestaneci Yavuz 23 yaşındaymış. Kavgaları, yer kavgası. Sen git burada ben satayım, birimizden biri fazla, kavgası.

Gençleri görün, taşı sıksalar eritecekler, boy bos yakışıklılık... Oysa yapabildikleri iş, bir kocamış, engelli, düşkün kişinin yapabileceği bir iş. Gizli işsizler, genç iş gücünün boşa gitmesi, harcanması, ülkemizin büyük kaybı, ayıbı... Bu yaştaki gençleri kestane, mısır satan kişiler durumunda bırakmak. Buna karşın gençler ne yapıyor? Yer kavgası. Sonuç, birinin (Yavuz) bıçaklanarak ölümü.

Böyle oku oku bitmez şaşkınlık öyküleri... Hangi birini anlatmalı...

Bu da muştumuz olsun. Artık bizim de bir iyilik elçimiz var. Nurtopu gibi bir Angelina Jolie’miz doğmuş da geçen yıl, haberimiz olmamış. Tam küçük Amerika olduk. Kilis’te Suriyeli sığınmacılara okul açılışı yapılmış, AB’nin görevlisi tarafından. Büyükelçi Christian Berger’in yanında bizden bir kadın artist varmış, Unesco’nun iyiniyet elçisi olarak: “Tuba Büyüküstün.” Hani diziler çevirirken, köpeğini kabul etmeyen otele kızıp köpeği için yapımcı firmaya korumalı villa tutturan, tuttuğu silahlı adamlarla gazeteci korkutan, kaprisleriyle ünlü oyuncu. Bir hafta önce de ABD’de Angelia ile tanıştırılmış, bir gösteride buluşmuşlar. Angelina nereye gitse oraya işgal, kan, gözyaşı gelir, denenmiştir. Aynı görevi yaptığına göre bizdeki Tuba, elçilerle melçilerle ziyaret ettikleri Kilis yeni hedefleri mi artisçilerin? Bölgeyi dolduran bunca Suriyeli ile, “iyiniyet elçiliği” ayağına çok yakında Kilis’imizin başını mı yakacaklar?

Ne dolaplar döndürüyorlar oralarda, bu, kaç milyonu aşan Suriyeli sığınmacı sorunu elimizde nasıl patlayacak bilemiyoruz ama şunu bildiğimiz kesin:

Artık “Hüsne Nine”, bu kış bedava kömürünü yakacak, sosyal devletin görevlerinden birini yapan görevliye, dilenci duası ederek, devletine güveneceğine, Cumhuriyetim “Sonsuza dek yaşasın” diyeceğine, karşısındaki kişiye, “Allah razı olsun” deyip boyun bükerek, kışı sıcak geçirecek. Hem niye yakacak yardımı, bankayla, para olarak değil de, doğrudan kömürle? Dilenmenin karşılığı şip şak alınmış. Bunun yazışması çizişmesi, onayı, yardımların birlikte dağıtımı, yasası neyi yok mu? Ya kapıya gelmeyenler, ayakkabı çıkararak, kendini aşağılatarak dikkat çekmeyenler? Onlara da gitmiş midir ikişer ton kömür?

Bu haberi, 17 Kasım’da her gazete yazdı. Senaryo iyi, resimleri usta işi, Hüsne Keser de oyuna bilmeden katılan figüran:

“Kırıkkale’de 82 yaşındaki Hüsne Nine (nasıl nineleri oluveriyorsa) kömür yardımı istemek için gittiği valilikte, vali yardımcısının odasına halıları kirlenmesin diye ayakkabılarını çıkararak girmişti. Dün de isteği gerçekleşti. Valilik nineye iki ton kömür yolladı.”

Magazin basını nineleri bile takip ediyor anlaşılan. Anında valilik kapısındalar, dakikasında ninenin kömür çuvallarının yanındalar veya herkes magazinci, akıllar başta değil, cepte! Görsellikle yatıp kalkılınıyor... Bunca para akıtılan, yemeden içmeden alınan “akıllı cepler” ne güne duruyor, çek çek yolla!

Oh ne âlâ!

Feza Tiryaki, 17 Kasım 2017
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x