Artık Korkacak Ne Var? / Feza TİRYAKİ

Artık Korkacak Ne Var? / Feza TİRYAKİ

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt Ara 31, 2012 19:42

Artık Korkacak Ne Var?

(Yeni Yıla Girerken Hoca’nın Gülmeceleriyle Gülümseyelim mi?)

Nasrettin Hoca, her ölümlü gibi ölümden çok korkarmış. Yanında ölümden söz edilsin, bir gün öleceğimiz anımsatılsın istemezmiş.

Komşuları Hoca’nın bu huyuyla eğlenir, onu kızdırmak istediklerinde ölümden anlatırlar, Hoca’yı tir tir titretirlermiş…

Gel zaman git zaman Hoca yaşlanmış, elden ayaktan düşmüş.

Ölümünü, ölüme hazırlık yaparak, güle oynaya beklemeye başlamış.
Resim

Bunu gören komşuları şaşırmışlar:

“Hoca, ne oldu sana böyle? Hani ölümden çok korkardın? Şimdi her gün ağzında bir ölüm lafıdır gidiyor. Hem de gülerek, eğlenerek sözünü ediyorsun ölümün. Ne bu sevinç, ne bu korkusuzluk?”

Hoca:

“Komşular, o zamanlar ölüm çok uzaktaydı. Birden, belli etmeden geliverirse diye ödüm kopardı. Şimdi ise görüyorum, biliyorum ölümü, çünkü ölüm kapıya dayandı.

Korkunun ecele yararı yok! Korksam da kapıyı çalacak, korkmasam da. En iyisi bilinçli olayım, korkmadan, hazırlıklı bekleyeyim ölümü. “


( Dur bakalım n’olacak diye bekleyenlere, ülkemizin yönünü değiştirmesini, işgalini anlamazdan gelerek olan biteni film gibi seyredenlere, bu duruma karşı çıkmayıp sıra bana gelirse, beni de alıp götürürlerse diye korkanlara bu öykü. Oysa artık sıra falan kalmadı. Ölüm kapıda. )


Hakkını Ondan Al


Hoca pazar yerinde gezinirken, tanımadığı bir kişi, ensesine durduk yerde bir tokat atmış. Hoca sersemlemiş, tokadın şiddetinden feleğini şaşırmış. Ardından, kendisine tokat atan adamı koşup yolda yakalamış. Sürüye sürüye zorla kadıya götürmüş. Şikayetçi olmuş.

Kadı, Hoca’yı önemsememiş, ne var bunda, sen de ona bir tokat at, olsun bitsin, işi uzatma, demeye getirmiş. Hoca direnmiş: “Yok, cezası neyse verilsin, şikayetçiyim.”

Kadı bakmış, Hoca susmayacak: “ Tokat atan bu adama on akçe ceza verdim. Gitsin hemen parayı getirsin!” diyerek adamı savmış.
Resim

Hoca beklemiş, beklemiş, adamın geleceği, parayı getireceği falan yok. Anlamış ki, işin içinde bir dümen var. Kendisini kandırdılar. Yavaşça kadının yanına yaklaşmış. Kadının arkasına doğru geçerek Allah yarattı demeden ensesine okkalı bir tokat atmış. Kadı sersemlemiş. Kızmış:

“Ne yapıyorsun be Hoca? Hiç kadıya el kalkar mı? Durduk yere enseye tokat atılır mı?”

Hoca’da cevap hazır:

“ Enseye tokadın cezası on akçe değil miydi? Bana vuranın getireceği parayı sen al, ödeşmiş oluruz fena mı?


(Silivri, Hasdal tutsaklarını eninde sonunda salıverecekler, bunca yıl boşu boşuna çile çeken, dört duvar arasına hapsedilen yürekli, güzel canları, belki yalnızca özür dileyerek oradan gönderecekler. Yurtsever aydınlar, kahraman askerler çektikleriyle kalacaklar. Haksızlık yapanlara Hoca’nın yaptığının aynısını kim yapmak istemez?)




Zaman Ne Zaman?


Bir gün Hoca’nın canı çok sıkkınmış. Kafası dalgın, canı ölesiye sıkkın, yol kenarındaki bir ağacın altına oturmuş, ne yapacağını düşünür dururmuş…
O sırada yoldan geçen bir densiz, güneş tepedeyken, vaktin tam öğle olduğu belliyken, Hoca’ya laf olsun diye sormuş:

“Hoca saat kaç?” Hoca anlamazlığa gelmiş:

“Babamdan kalma tek bir köstekli saatim var.”

“Onu sormadım Hoca. Saat kaça geldi, bir deyiver hele.”

“Babama da bu saat dedemden kalmış. Dedem, zamanında buna epey para dökmüş. Dediğine göre birkaç yüz akçe ödenmiş.”

“Hoca, anlamadın mı, sana ne soruyorum, akşama ne var, deyiver de bileyim.”

“Akşama bizde çoğu kez tarhana çorbası, yanında bulgur pilavı olur.”

“Onu sormadım be Hoca, akşama ne kaldı?”

“Dünkü tavuk çorbasından sanırım biraz kaldı.”

Aşk olsun Hoca, ben ne soruyorum sen ne diyorsun! Ben sana, zamanı sordum zamanı! “

Hoca durur mu yanıtı hazır:

“Bu da sorulur mu hiç evladım! Zaman, ahir zaman (son zaman). Ahir zamandayız, bilmez misin? Kıyamete az kaldı!”


( Zaman ne zaman diye sormayın. Zaman, yüzyıl önceki zaman, yayılmacı yedi düvelin bizi yok etmek istedikleri zaman, öyle değil mi?)



Zalim Olan Biziz


Timur bir zamanlar, askeriyle, adamlarıyla, filleriyle Anadolu’da dehşet saçıyormuş. Halkı canından bezdiriyor, korkutuyor, önüne geleni kesip biçiyormuş…

Bir ara, insanları, “ Ben nasıl biriyim?” sorusuyla sınamaya başlamış.

“ Sen bize gönderilmiş bir meleksin, adaletin kılıcısın, hep başımızda olasın!” diyenleri de, “ Sen bize ceza olarak gönderilen bir zalimsin, adalet bilmeyen birisin, Allah belasını vermeyesice, hain! diyenleri de öldürtmüş. “Sorusuna ne yanıt alırsa alsın sonuç değişmiyormuş. Kimse kılıcından kurtulamıyormuş…

Halk bunalmış, umarsız kalmış. Ne yapalım, ne edelim, bu beladan nasıl kurtulalım derken, akıllarına , Akşehir’e gidip, Nasrettin Hoca’dan yardım istemek gelmiş. Hoca hazır cevaplığıyla, sorunları akılllıca çözmesiyle ünlüymüş.

Hoca’yı koltuklayıp Timur’un huzuruna getirmişler.

Timur ona da sormuş: ”Ben nasıl biriyim?”
Resim

Hoca:

“Siz adalet dağıtan, halkına adaletli davranan bir melek değilsiniz. Siz zalim, hain, adalet bilmeyen bir zalim de değilsiniz.

Zalim olan, kötü olan, hain olan biziz! Allah bizi sizinle sınıyor. Cezamızı sizin elinizle veriyor! Her toplum layık olduğu şekilde yönetilirmiş… Biz bu cezayı çoktan hak ettik…” deyince, oradaki herkes suspus olmuş.


( Şairin dediği gibi : “ Tarihi tekerrür ( yinelenme) diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” )




Vermeyi Bilmez!


Hoca bir yaz günü, kır gezisine çıkar. Mahallesindeki komşularıyla ırmak kıyısına gezmeye giderler. Mahallenin imamı da onlarla birlikteymiş. Hep birlikte yer içer, söyleşirler. Yemekten sonra akarsuda ellerini, yüzlerini yıkarlar, serinlerler… Tam dönecekleri sıra nasıl olduysa olmuş bastığı taş kayan imam ırmağa düşüvermiş. Su imamı almış götürüyormuş. Komşuları hemen su boyunca koşuşturmuşlar, imama ellerini uzatmışlar:

“ Ver elini ver elini!” diye bağırırlarmış. İmam nedense elini uzatmaz, kendi kendine taşlara, çalılara tutunmaya, sudan kurtulmaya çalışırmış.

Sonunda imamın gücü tükenmiş, suya batıp çıkmaya başlamış. Neredeyse boğulayazmış…

Nasrettin Hoca bunu görünce komşularını uyarmış:

“ Ne yapıyorsunuz dostlar, ona öyle seslenilmez! Ben bu adamı iyi tanırım. Vermekten ödü kopar, yalnızca almayı bilir. Boşuna elini tutmaya çalışıyor, ver elini diyorsunuz. Öleceğini bilse elini vermez. Bazısı vermeyi bilmez. Vermeyi sevmez. Bunun gibiler ancak almayı bilirler…
Resim
Sonra Hoca hemen koşmuş, suda yuvarlanarak giden imama yetişmiş, suya uzanmış, imama:

“Al elimi, al elimi!” diye bağırmış.

İmam ikiletmemiş, Hoca’nın elini tutmuş, kıyıya çıkmış, kurtulmuş…


(Çevremizde ne çok vermeyi bilmeyen insan var değil mi? Ne elleri, ne dilleri bir şey verir bunların. Almayı ise pek bir severler. Bunlara vermeyi bıraksak, elleri öyle açık kalsa, aç gözleri, doymayan gözleri boşuna verecek el arasa güzel olmaz mıydı? )



Sözünün Eridir


Nasrettin Hoca, gençliğinde memleket memleket gezerken bir toplantıda oranın ileri gelenlerinden biriyle tanışmış. Adam, Hoca’yı ertesi akşam evinde yemeğe çağırmış. Çağırırken şöyle demiş:

“Yarın akşam sizi konağıma beklerim. Soğan ekmek yeriz, tatlı tatlı sohbet ederiz…”

Neyse, akşam olmuş. Hoca tam yemek vaktinde konağın kapısını çalmış. Uşaklar onu içeri almış, sofaya çıkarmışlar. Ev sahibiyle biraz hoşbeşten sonra da sofraya buyur edilmiş. Hocanın karnı açlıktan gurulduyormuş. Yiyeceği yemekleri hayal edip dururmuş. Yemekleri beklerken gözü hep kapıdaymış. Acaba neler neler gelecek, tepsi tepsi neler taşınacak diye…

Derken, sofraya yalnızca soğan ekmek gelmez mi? Uşaklar birkaç baş soğanla, birkaç dilim ekmeği sofraya bırakıp çekilmişler. Hoca ne yapsın? Karnı aç. Soğanı tuza banıp kuru ekmekle kemirmeye başlamış.

Bu sırada, kapıya güm güm vurulmuş. Dışardan bir dilenci bağırıyor:

“Allah rızası için bir sadaka!”

Ev sahibi oturduğu yerden seslenmiş:

“ Kovun kapıdan şu adamı. Bu gün bu kaçıncı dilenci! Bir inersem aşağıya, senin kemiklerini kırar, seni, eşek sudan gelene kadar döverim!”
Resim

Bunu duyan Hoca, hemen cama koşmuş, yarı beline kadar aşağıya eğilerek dilenciyi uyarmış:

“ Arkadaş, işin şakası yok. Bu adam dediğini yapar mı yapar. Beni laf arasında soğan ekmek yemeye çağırdı, gerçekten de evinde bana soğan ekmek yediriyor. Sana da, demin kemiklerini kırarım dedi, hemen kaç, bu adam sözünün eridir, dediğini yapar! “


(On yıl önce bu iktidar başa gelince, bugünleri, çoğu aydın, bilgili kişi görmüş, çevresini uyarmıştı. Zaten iktidar ne yapacağını saklamıyordu. Bindikleri bu tramvaydan günü geldiğinde ineceklerini, bu Cumhuriyetin sonunun geldiğini, “Ne Mutlu Türküm Diyene” demenin ilkellik(?) olduğunu, kendilerinin bir görevi olduğunu, BOP eşbaşkanı olduklarını, Diyarbakır’ı bir merkez, yıldız yapacaklarını, Anıtkabir’de sap gibi durmayı istemediklerini, bu törenleri kaldıracaklarını, babalar gibi memleketi satacaklarını… söylüyorlardı. Sözlerinin eri olduklarını hep birlikte görüyoruz, yalan mı?)



Tanrı Böyle Bölüştürür


Mahallenin çocuklarına bir komşu, bir dağarcık ceviz vermiş, paylaşın demiş. Çocuklar aralarında bunu paylaşamamışlar. Kimi, benim cevizlerim niye küçük, kimi, benimkinin çoğu çürük, kimi, benimki daha az görünüyor, dermiş, kavga ederlermiş…

Çocuklar Hoca’ya koşmuşlar, yardım istemişler:

“Hoca Efendi, bize şu cevizleri bir üleştiriver!” demişler.

Hoca sormuş:

“Kul bölüştürmesi mi gibi mi, Tanrı bölüştürmesi mi gibi mi olsun?”

Çocuklar hep bir ağızdan:

“Tanrı bölüştürmesi isteriz!” demişler.

Hoca bunun üzerine eline ceviz torbacığını almış, çocuklara, avucunuzu açın demiş. Kiminin avucuna bir ceviz, kimininkine iki ceviz, üç ceviz koymuş. Kiminin avucunu doldurmuş, yerlere döktürmüş cevizleri, kimine ise hiç ceviz vermemiş…

Çocuklar bir ağızdan bağrışmışlar:

“Hocaefendi, bu ne, hiç böyle bölüştürme olur mu? Hani Tanrı bölüştürmesi yapacaktın?”

Hoca altta kalır mı?

“Eh be çocuklar, bunu siz istediniz. Uzağa gitmeyin, birbirinize, çevrenize bir bakın. Kiminiz güzel, sağlıklı, kiminiz çirkin, marazlı… Kiminin babası doğuştan varsıl, çalışmasına gerek yok, parası parayı çekiyor. Kimi yoksulluktan iki büklüm, yedi sülalesi namerde muhtaç, gece gündüz çalıştığı halde ailesinden kimse belini doğrultamıyor. Hem beş parmağın beşi bir mi? Hepsi başka boy!”


( Bu iktidar da böyle “Tanrı bölüştürmesi” yapıyor. Partiden değilsen ağzınla kuş tutsan para etmez! Yandaşsan, yaşadın. Sade sen değil yedi sülalen yaşadı. Hele hele doğuştan paralıysan, bir de bu iktidara destek çıktıysan kimse tutmasın sizi… Paraya para demezsiniz. Tuttuğunuz altın olur. Para muslukları size açılır. Bütün devlet işleri size verilir, yolları bozup bozup yeniden yaparsınız, yaptıklarınız bir yağmurla bozulur, yeniden tamire girişirsiniz, yama yama üstüne koyarsınız… Gözünüze kestirdiğiniz semtlerdeki para getirecek, kazanç sağlayacak arsaları bulup mal sahiplerinin elinden ucuz pahalı koparırsınız, üçte iki kararıyla da bina sahiplerinden imza alır, hasarlı olsun olmasın istediğiniz evleri yıkıp yıkıp yeniden yaparsınız. Üst üste konulan tabutluk gibi katlardan oluşan yapıları işte böyle ev niyetine bir araya yığarsınız… Bir de muştularsınız TOKİ artık tek tip konut yapmayacak,2013’te konsept(!) Osmanlı mimarisi diye.
Dilimizi bu yabancı sözle bir güzel kanatırlar. Görüş, anlayış, biçim, yol deseler dilleri kopacak. Sonra Osmanlı mimarisiyle o devirde, sanki sıradan vatandaşa ev yapılmışmış, toplum düşünülmüşmüş gibi… Cumhuriyet döneminde insanımız birey olmamış, Cumhuriyetle insan sayılmamış, kendi evini ancak o zaman yapmamış gibi… Geçmişimiz bir kez daha beyinlerden silinmek isteniyor…)


Pekmez Küpü


Hocanın yargıya işi düşmüş. Memleketteki dededen kalma bir tarlayla ilgili yasa duyurusunu kadı onaylayacakmış.

Her gün kadının kapısına uğrar, yargı kararının onaylanıp eline verilmesini beklermiş. Her gidişinde kapıda şunu derlermiş:

“Daha kâğıtların gelmedi. Konya’dan istedik, bekliyoruz.”

Hoca bakmış ki, işinin olacağı yok, bir sabah, koca bir küp üzüm pekmezi yüklenip kadıya götürmüş. Hocada bir küp pekmez alacak, alacak da kadıya armağan olarak verecek güç nerde… Zar zor geçinen bir garip kişi… Küpü ağzına kadar killi çamurla doldurmuş, üstüne de bir iki parmak pekmez koymuşmuş…

Kadı, bir küp pekmez hediyesini görünce çözülmüş, Hoca’nın kâğıtlarına oracıkta mührü basıvermiş… Sonra da keyifle parmağını daldırmış küpe, ağzına bir parmak pekmez çalmış. Mım… tadı da pek güzelmiş mis kokulu has üzüm pekmezinin… Kadı bir parmak daha almış, bir parmak daha… derken ağzına çamur tadı gelmesin mi?
Resim
Kadı kızgınlıktan küplere binmiş, aklı başından gideyazmış! Hemen adamını Hoca’nın arkasından koşturmuş:

“Hoca Efendi, dur bir dakika, sana diyeceklerim var.” diye Hoca’nın yolunu kesmiş adam.

“ Bir yanlışlık olmuş sana verilen evrakta. Geri ver de düzelttireyim, alıp sana getireyim.”

Hoca kıs kıs gülmüş:

“Yanlışlık bizim evrakta değil, pekmez küpünde a efendi! Boşuna ardım sıra gelme. Kadı kafasındaki yanlışlığı düzeltsin önce, yanlışlık onun yüreğinde!”


(Yayılmacı ülkeler kullandıkları kişileri önce bir iyice beslerler, zamanı gelince de böyle içi balçık dolu küplerle başbaşa bırakırlarmış. Bir damla pekmez koklatmazlarmış işleri bitince… Ne dersiniz görecek miyiz o günleri?)



Feza TİRYAKİ, 31 Aralık 2012
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x