Aşure Olmak
Dün köyde aşure pişirildi, dağıtıldı, hemen öncesinde de köy camisinde aşure mevlidi okutuldu.
Bütün ülkemiz de aşure törenlerine kitlendi, aşure haberleri verildi.
Bütün bu yapılanları, gazetelerde okuduklarımızı ve duyduklarımızı şaşkınlıkla karşılıyorum.
Kantarın topuzu kaçmış ama ne zaman, nasıl kaçmış, bulamıyorum…
Bir ara kısa bir süre televizyon haberlerine baktım, TRT’de ve Ulusal Kanal’da.
Tarikat üyeleri bu kez kendilerini çizmemiş, kesmemişler ama on binlercesi karalar giyinip kara çarşaflara bürünüp, başka renkli bağcıklarla başlarını sarıp ağlamışlar, inlemişler, dövünmüşler. Hem bu kez anamuhalefet arkalarında. CHP’yi bitiren Kılıçdaroğlu ve DP’yi silen süpüren Zeybek orada çıkıp bir de konuşma yapmışlar. Sanmayın bu görüntüleri birileri eleştiriyor! Ulusal Kanal’a da ilgilerinden dolayı bunlar teşekkür ediyor.
Halk dalkavukluğu tavan yapmış…
Eskiden milleti bütünleştiren gelenekler şimdi bölücülüğü körükleyen inanışlar…
Cem evlerindeki Atatürk resimleri bile tartışılır oldu, başka söze gerek var mı?
29 Ekim’de, ülkemizin en büyük gününde tek bir bayrak asmayan, hiçbir kutlama yapmayan köylümüz aşure gününü kutluyor.
10 Kasım’da, Atatürk’ün sonsuzluğa göçüş saatinde onlarca geminin demirli olduğu limanında tek bir geminin sirenini bile çalmayan, okul bahçesindeki törene katılmayı, uzaktan da olsa izlemeyi, kalben bu anı yaşamayı akıl edemeyen köylümüz camiden yapılan her duyurunun arkasında.
Madem mevlid okutabiliyorsunuz, bunun için cemaatiniz var niye Atatürk’e okutmadınız?
Aşure günü yapıyorsunuz , peki niye bu günü yaptığınızı biliyor musunuz? Hayır.
Size öyle dediler, geldiniz…
Soruyorum, “Ne için kutluyorsunuz Aşure gününü? Neye? “
Önce, bilmem diyorlar, sonra anlatıyorlar:
“Biri hacca gitmiş vaktiyle. Yiyeceği bitmiş. Apçık apçık kalanları koymuş bir araya kaynatmış, pişirmiş. Olmuş aşure. “
Burada biri itiraz ediyor: “Hayır gemiyle gittiğinde yiyeceği bitmiş.”
Öyküyü ilk anlatan düzeltiyor: “Evet,evet, doğru gemiyle gitmiş. Gemiyle hacca gitmiş… yiyeceği bitmiş…”
“Peki niye bu gün? Başka bir gün değil de? Bu gün bir şey mi olmuş?”
“Yok, o zaman bu güne denk gelmiş.”
Bu dediklerine ciddi ciddi inanan, bunları inanarak gözüme baka baka anlatan yaş yaşamışlarımıza ben şimdi ne diyeyim?
Hem bunları anlatıyor hem de harıl harıl aşurenin narlarını kabuğundan çıkarıyorlar. Bir işbirliği, bir hamaratlık almış başını gidiyor.
Kimi meyveleri doğruyor, küçük küçük kesiyor. Kimi kazanların başında kaynayan buğdayı karıştırıyor. Kimi bir köşede şerbete portakal, limon suyu sıkıyor, şekerini karıyor.
Kimi tepsilere önceden haşladığı kuru baklagilleri doldurmuş, kazanlara boşaltıyor. Dağdan gelip bağdakini kovan misali, çok uzak başka bir ülke vatandaşlığından gelip evlenen biri buraları yönetiyor. Başını tepelikli bir şekilde örtmüş. Her şeyi biliyor(!) Her şey ondan soruluyor. Bir üniversite bitirmiş iş güç sahibi, tekne sahibi genç, “yerleşen İngilizlerden niye rahatsız oluyorsunuz?” demişti geçen yıllarda bize. “Gelsinler, bizi yönetsinler, belki daha iyi olur, düzeltirler bizi!”
İnsanlarımız biri onları yönetsin, ne yapacaklarını anlatsın, razılar… Bunun kim olduğu önemli değil. Millet olma, Türk milletinin bir bireyi olma onlara unutturulmuş sanki… Söz dinlemeyi pek bir seviyorlar ve de düşünmemeyi…
Konuları yalnızca ağrıları, sızıları, çocukları, torunları… Diziler, filmler…
Hava şöyleymiş, böyleymiş… Sobalar, odunlar, ağrılar, sızılar…
Seksen altı yaşındaki bir yaşayan çınara soruyorum:
“Köylü niye aşure pişirdi bu gün bilmiyor. Siz ne dersiniz?” Güngörmüş, yaş yaşamış, bilinci ve aklı başında olan anamız tersliyor beni:
“Git işine Allasen… Böyle aşure günü mü olur? Biz eskiden aşureyi evlerde pişirir, komşularımıza dağıtırdık. Ne bu meydanlarda kazanlarla pişirme falan?..”
Kimsenin ne Kerbelâ’dan haberi var, ne aşurenin dini öyküsünden.
Bütün bu zahmetlere seve seve girmişler, önceden malzemelerin parası toplanmış. Herkes katkısını hayırdan sayıyor. Allah kabul etsin deniyor.
Dilsiz değil ama hiç konuşmayan, yaşı biraz geçkince bir yarı deli kadıncağız var. Kimseye zararı yok, bir köşede tezgâhını kurmuş ıvır zıvır satıyor, incik boncuk satıyor. Elinde dürülü bir on lirayla geldi “başhanımın” yanına:
“Aşure yapılıyormuş, annem bunu gönderdi.”
“Yapıldı çoktan. Al götür annene geri sen bunu. “
Hiç duraksamadan kadın tekrar söylüyor:
“Aşure varmış, annem bunu gönderdi.”
“Bunu bana değil, karşıda Hoca var, ona götür.”
“Annem gönderdi. Aşure…”
“O zaman git bakkaldan kola, fanta falan al getir bu parayla.”
Kadının bakışları hiç değişmiyor, yine aynı sözleri tekrarlıyor:
“Aşure için annem bunu gönderdi.”
“Of, peki ver bakalım…”
Masanın birinde bir yabancı aile var. Geçerken uğramışlar. Üç kadın, bir erkek. Kadının biri çok yaşlı. Aşureyi yerken tıkanmış. Benim gömleğimin ucunu çekti, zorlukla, su dedi.
Koştum bardak bulmaya. “Gençler bana bir bardak verin, su getireceğim, bir konuğumuz tıkanmış, işim acele.”
Ses yok. Plastik bardak ve tabak paketlerinin başındaki, bu bölümle ilgilenen genç kadına sesleniyorum:
“Bardaklar nerede? Bana bir bardak.”
“İşte orada! Al!”
Bakıyorum hepsi tabak. Hepsi yassı kaplar.
“Bulamadım, bardak yok mu?”
Aynı genç kadın, bu defa tersliyor beni. Öyle bir tersliyor ki ben bu tonla bir öğrencimle konuşamadım meslek yaşamım boyunca:
“Gösterdim ya demin, bardak orda dedim, duymadın mı?”
Daha otuzlu yaşlara gelmemiş bir genç kadın. Köyün tuvaletini işletiyor, işleri yolunda deniyor yani. Yabancılar doları, avroyu bastırıp bastırıp içeri giriyorlarmış…
Ah para para sen nelere kâdirsin, diyorum içimden.
Neyse oradan tıkanan annemizin yanına geliyorum elimde zar zor bulup doldurduğum bir bardak su.
Kadıncağıza çoktan su verilmiş, sarı renkli bir hazır meyve suyu.
Suyu uzatıyorum, bir yudum alıyor. Boğazını işaret ediyor, hep tıkalıymış.
Bir ara başı geriye düşüyor, nefesi tıkanacak.
Yanındaki genç adama sesleniyorum. Arkadan kollarına girin, onu sarsın. Önce:
“Anne naz yapma anne!” diye azarlıyor kadıncağızı. Arkasından durumun değişmediğini görünce dediğimi yapıyor. Kadıncağız bir iki öksürüp, ağzından bir şeyler çıkarıp rahatlıyor.
Ben bir genç köylü kadın tarafından azarlanıyorum. Zılgıtı yiyorum.
Bir çok yaşlı anne oğlu, kızı tarafından çocuk gibi azarlanıyor. Naz yapma diye.
Bir dilli ama dilsiz mecnun aynı sözleri tekrarlayarak annesinin dediğini yapıyor. Beyni devre dışı… Şu andaki durumumuz gibi…
Yaş yaşamış kadınlarımız, neyi niçin neden yapıyorlar bunu bilmeden imeceye katılmışlar.
Bu günü yöneten hanım köyün yabancısı. Üç beş sene önce evlilik yoluyla Rusya’dan gelmiş. Yılların kadın anasına, bu tür işlerin başını çeken köyün yaşlı kadınlarına bile emir veriyor, onları yönetiyor.
Köyün öğretmeni hem var hem yok…
Öğretmen üçüncü sınıfa kadar giden beş altı çocuğun öğretmeni.
Bize öğretilen köyün öğretmeni olmak kavramı kalkmış çoktan.
Öğretmenler çoktan imamlara yenilmişler…
Bilgi imam bilgisi, töre, gelenek imamların öğrettiği kadar bundan böyle.
İlkokulda da Arapça dersine başladı mı çocuklarımız gelecek sene, dördüncü sınıftan itibaren, bunların keyfine değmeyin gitsin…
Keyifler tam olacak… Üniversiteler de duayla açılıyormuş artık, bu sabah böyle bir yazıya rastladım gazetelerin birinde.
En iyi Atatürkçü bildiğim kişiler bile Fethullah’ın tutsağı olmuşlar. Çocukları bunların okullarında, dersanelerinde kendilerine gelecek kuracaklar…
İmparator takma adlı, silahlı bir saldırıyla yaralanan, altmışlı yaşlarını yaşayan bir erkek şarkıcı gündemi meşgul ediyor dünden beri… Kendinden otuz yaş küçük bir kadına nikah kıymışmış da bir de düğün yapacakmış. Ne bir ayıplayan, ne bundan utanan var. Adam çocuk ısmarlıyor altmışından sonra: “Mavi gözlü, esmer olsun!” diyor.
Emriniz olur imparator hazretleri. Torunlarınızın yanına salarsınız…
Bütün sanatçı denilen şarkıcılarımız, oyuncularımız dökülüyor… Al birini vur ötekine… Bir ikisini ayırıp hepsine seslenelim:
Böyle başa böyle taraksınız, yakıştınız …
Erkekken sözüm ona kadın olan yine altmışına merdiven dayamış bir ünlü şarkıcı kişi de genç oğlanlarla gününü gün ediyor. Divaymış bu, ne demekse diva. Hangi dilin lâfıysa? En üst düzeyde iltifat görüyor, ikram izzet görüyor. Ayıp mı yaptığı? O da nereden çıktı? Para ve gücün konuştuğu bir ülkede bunlar dert olur mu?
Otelden pis bir şekilde karakola düşenler bir saat önce bakan çocuğu düğünlerinde sahne almadılar mıydı yoksa, devlet uçaklarında uçmamışlar mıydı, birileri mi uydurmuştu bunu?
ABD’nin ikinci adamı dara düşmüş, yumurta kapıya dayanmış ki, hasta yatağı falan dinlemeden evlerde toplantılar yapıyor, bastırdıkça bastırıyor da ülkemize, basın yayınımız adamın ayağına geçirdiği terlikle uğraşıyor. Sanki bir gururlanıyor! Beyinler ne için var ki? Düşünmeyi bıraktıktan sonra…
Bu sabah Rıza Zelyut, Aşura Orucu diye bir yazı yazmış. (Tarihsel bilgileri veriyor) Haberlerde de Aşura dediler sunucular. Haydi oldu mu size kırk yıllık aşurenin adı Aşura.
Tıpkı Emine’nin Emina, Hasan’ın Hassan, Hakan’ın Haakan olması gibi… Arapça ve İngilizceye dönmesi gibi pek çok sözümüzün…
Güneş gazetesi manşet atmış:
Shaqa değil, gerçek.
Gila Benmayer Hürriyet’te yazmış:
Memet Güreli adlı bir girişimcinin Kapalıçarşı’da iki Dhoku ve iki Enthnicon dükkânı varmış. “Türk halısı şaşırdı” yazının başlığı. El halıları “yepat de work’e” dönüşüyormuş. Gördünüz mü nasıl bir dille yazı yazıyoruz ve konuşuyoruz biz?
TRT, “ Okul” adlı kanalında İngilizce derslerine başlıyormuş. Bütün devletteki iktidar kadroları bunun reklamını yapıyor, kahkahaları patlatıyorlar, aşağılık kompleksine düşmemek için onlar bile öğrenecekmiş bu dili, dersleri takip edeceklermiş… İngiliz anne babadan doğmayanın, İngiltere’de doğup büyümeyenin İngilizce öğrenmesi çok zormuş Türkiye’nin bir bakanına göre. Onların deyimiyle İngilizce öğrenenler partnerlerine -neyse bu partner- yetişecekmiş, bilgi denilen silahı ellerine almak için… Bilgi silahı dediklerini de Türkçe, Matematik, Fen falan sanmayınız ha! Bilgi eloğlunun dili olan, bizim dilimize, ağzımıza, gönlümüze hiç mi hiç uymayan İngilizce…
Meclis Başkanı da atıp savurmuş:
"Yeni Anayasa ile Türkiye dış piyasada başka bir değer kazanacak!"
Aslında bizim aşure pişirmemize gerek yok. Hepimiz aşure olmuşuz çoktan…
Feza Tiryaki, 6 Aralık