At dâ!
Büyük resmi iyi görmek için, küçük küçük resimleri de görmeliyiz. İktidarın elindeki TRT yayınları, sayıları tam on beşe çıkmış bunların, bize aslında tüm ipuçlarını veriyorlar. Ne olduğumuzun, ne olacağımızın…
“Neydi ne oldu! Neydik ne olduk! “ derler ya, aynen öyle…
Eskinin, Türkçeyi en güzel kullanan, en değerli, en yüksek seviyeli, Türk kültürüne, Türk diline, ülkeye, ülke çıkarlarına hizmet eden yayınları yapan bu kurumu, şimdilerde tam tersini yapıyor.
İlk bölücü yayını 2009’da başlattılardı. Bu yayının adını koyamamışlar. Adsız. Ne desin zavallılar? İki değişik lehçeyle (Kırmanço, Zaza) yayın yapan bu yayına ad yazamamışlar. Kafadan Kürtçe diyorlar ama yazıda böyle bir ad yok. Bir dil adı yok. Zaten bir üçüncü lehçe de (Soranice) geçen hafta Dağlıca’da sekiz şehit verdiğimiz gün, Barzani’nin hatırına, yayına girdi. Sayıyla yazılıyor adı buranın şimdilik, kargaları ürkütmemek için olmalı... TRT 6. İstediğin gibi oku. İster şeş de ister beş, isterse Türkçe, altı…
İkinci bölücünün adı, TRT Arapça. Sanırsınız ülkenin yarısı Arap. Neye Arapça yayın başlattılar anlayan beri gelsin!.. Arap ülkeleri de aynı böyle, bizim gibi devletlerinin eliyle Türkçe yayın yaparlar mı dersiniz? Olur mu hiç böylesi?
Yazarken bunun adını, tersten yazmışlar. Arapçayı Türk harfleriyle falan değil, doğrudan Arap harfleriyle Arapça yazmışlar TRT simgesinin önüne, turuncu renkle. Arapların bir televizyon kanallarına Türkçe harflerle Türkçe yazdıklarını düşünün ne yapıldığını anlamak için. Yapılanın boyutunu kavramak için. Türkçe dili böylece devlet tarafından değiştirilmiş. TRT 6’da buna cesaret edememişler, beklemedeler… Harfe dökemeden ad işini sayıyla halletmişler…
Sonra bunlar da yetmemiş. Türk dilini bölmek, önemsizleştirmek için bu adımlar yeter mi? Yetmez! Sömürge dili araya girmeden olur mu? Dünya sömürge dili, bu arada, ne zaman nasıl bilmiyorum, atlamış ortaya. Yazılışından anlaşılmıyor ama okuyarak, yapılanı bir güzel belletiyorlar bize…
İki günden beri de futbol maçı yayınlarının tanıtımlarında şunu duyuyorum. Sizi bilemem. Ben ilk kez duyuyorum: “ … canlı yayında TRT1 ve TRT “Eyç Di” de…” “ Eyç di” kalitesiyle TRT ekranlarında !” “TRT Eyç di” ve TRT Belgesel’de…”
TRT “Eyç di.” Hay Allah, ne ki bu? TRT’yi anladık da bu arkadan dedikleri “eyç di” ne? Bir anlamı olmayan iki hece. Birden ayınıyorum: Bu anlamsız iki söz, “İngilizce harf adı” olmasın?
“Di” “D (de) ” demek olsa, “Eyç” ne ki? Sonra TRT kanallarını arıyorum, bakıyorum. Eyç’li bir ad var mı diye? Hepsi bilindik kanallar. Bir ikisi yeni. Bu iktidarın kapattığı, kaldırdığı, değiştirdiği, dönüştürdüğü, pıtırak gibi açı açıverdiği kanallar :
TRT1, TRT Haber, TRT3-Spor, TRT 4 , TRT Gap, TRT Çocuk, TRT 6, TRT Avaz, TRT Türk, TRT Belgesel, TRT Müzik, TRT Arapça, TRT HD, TRT Anadolu, TRT Okul.
Sonra kafama dank ediyor birden. Doğru ya, bir zamanlar adı “Eyç bi bi” diye söylenen bir garip televizyon kanalı vardı. HBB yazılır, nedense “Eyç bi bi” diye okunurdu. Doğru ya, bu Eyç, H(he) harfimizin İngilizcede okunuşu. “”Di “ de “D” (okunuşuyla, de) harfi olmalı. “Eyç di “ de o zaman burada yazdıkları HD demektir. TRT “Eyç di” derlerken demek ki TRT HD (he de) diyorlar.
Yoksa bu kanal İngilizce mi yayın yapıyor? Aşka gelip, ad diye koydukları bu H ve D seslerini bu nedenle İngilizce okuyor olmasınlar?
Arıyorum. İzlencelerinin adlarını sayfalarında, tanıtımı Türkçe ve İngilizce yazmışlar. Tırnak imi açılıp içersine İngilizcesi yazılmış. Bakın bir örnek: Sıradışı Mekanlar “ İnterieurs” Tekne dünyası “ Boat Show.”
Meğer bu harfler, Türkçeye çevirirsek İngilizce adını, “yüksek çözünürlük” anlamına geliyormuş.
Hem bir kanala, İngilizce adını, İngilizce simgesiyle koyuyorlar, hem de bu yetmezmiş gibi bu simge harfleri İngilizce okuyorlar…
Kim yapıyor bunu? Devletin kurumu. Türk ulusunun vergileriyle beslediği, Türk ulusuna hizmet eden radyo ve televizyon kurumu. Kısa adıyla “ TRT” Türkçe okunuşuyla ,“Te re te .”
Bu yapılanın farkı var mı şunlardan?
TRT’de gösterilen reklâmlardan biri: “Cam silmekten bıkmadınız mı? Öyleyse stop! “ (Niye dur değil de stop?)
Bu da her gün gösteriliyormuş:
“Buzdolabı dediğin böyle olur işte! Vauv! Vauv! ( Niye vay değil? Kırk yıllık “vay” nasıl böyle “vauv” oldu? Türkçe ünlem seslerine kıran mı girdi? Diliniz mi dönmüyor?)
Sözde Türk firması bu:
"DS (di es)Damat!" ( Niye “de se” Damat değil?)
“ Bosporos siti’de yaşamak…” (Ne bu ya? Bu kadar mı cıvıttınız? O bölgenin adı Boğaziçi’dir. Ne zaman İngiliz’e geçti? Bosphorus oldu? )
Bu da yazılı gazete ilânından:
“Exen İstanbul'un dikey yaşam alanlarında, konuklar lobide karşılanacak. Vale, concierge, resepsiyon hizmetleri bulunacak.” (Vay be uçmuş bunlar!)
Bir sayfaya yazmışlar:
“Turkish “ dilinde yorumunuzu ekleyin.” (Sizin de dilinizi eşek arısı soksun, soksun da davul gibi şişirsin e mi?Türkçe demek o kadar mı zor?”Turk” deyince rahatlıyor musunuz? Üstüne noktası konmamış harflerle gurklar gibi, hindi gurklaması gibi Türk yerine Turk yazarken hiç mi utanmıyorsunuz?
Bir haber: “Osiria gülleri Türk gülü. “ O, “Osir” diye başlayan Latince adı olduğu gibi takmasanız olmaz mı? Çevirisini yapıp yazsanız… Olmadı araştırsanız bu gülün Türkçe adı var mıymış? Türkçe adı neymiş? Bir zahmet sorsanız bilenlere…
Biri yazmış: “Merhabalar! Dondum.” Diğeri yanıtlamış: “Nereye dondun? Hosgeldin!”
Maşallah, “dondum” sözünü şıp diye anlıyor bunlar, üşümüş diye düşünmeden bir yerden döndüğünü anlayıvermişler. “Hosgeldin” demişler üstelik. “Hos” neyse artık. Höst desek değil, hoşt desek o da değil…
Her geçen gün bunların, bu sessiz ve derinden gelen Türk dilinin düşmanlarının, dilimizde olmayan bu üç sese pek meraklı olan bölücü mikropların sayısı artıyor. Bir paylaşım sayfasına bozuk bir yazımla yazmış dil bölücüsü:
“Kim war diye saga,sola donup bakmiycaksin; ben warim deyip yuruyeceksin!”
Yumuşak ge’yi (ğ) bir güzel atmış. Kırk yıllık değil seksen yıllık ve (v) harfini kaldırmış, Türkçemizde olmayan İngiliz’in W’sini (çift ve’yi) yazmış. Kürtçe adını verdikleri, İngiliz’in alfabelerini yaratırken, kasıtlı olarak , bölücülük amacıyla verdiği, bizim dilimizde olmayan o üç harfin biriyle yazmış… Bu “W” (çift ve) harfine Türk dilinin hiç ihtiyacı olmamış, hiç kullanmamışız bu güne dek… Şimdi ne bu?
Bunu Hürriyet Gazetesi’nin yorumlarından aldım. Böyle hiç düzeltmeden yayınlamışlar:
“ ben iki gun once denize gttim deniz çok guzeldi fakat kulaqıma mıkrop kaçmış (yanı kulaım iltap olmuş)(iltap demek kulaqına mıkrop kaçınca kulaqı çok fena ağrımak demek)”
Bunu yazan kişi, adı Hürrem, yazdıklarını bir de böyle ayraç açarak açıklamış.
“bol kesedeb atmayın beyler belkı doğrudur dwdıklerınız”
Burada da yine bir yerlerden “w” çıkıvermiş, nasıl olmuşsa…
Bu da büyük harflerle yazmış. Hala babanın kızkardeşidir. Hâlâ ise , “şimdi bile, daha” demektir. Kamber yazmış bunu. Bu Türkçeyle, bu yazıyla, bu bilgiyle oy verecek, ülkesini sevecek, ülkesini koruyup kollayacak, yabancı diller boyunduruğunu engelleyecek…
“HALAN BU HUKUMETIMI SAUNUYOSUNUZ YAZIK COK YAZIK”
*
Dilimizi işte böyle şamar oğlanına çevirdiler. Bilgisayar dili en çok vurdu dilimize aydınlarımızın aldırmazlığı yüzünden… Gelen giden vuruyor. Devlet kurumları aldırmıyor. Aksine bir de onlar vuruyor. Hızlarını alamayıp okullardaki Türkçe ders sayısını bile azalttılar. İngilizce dersleri artırdılar. İlkokula Arapça dersi koydular. Bir saatini neden göstermeden, açıklama yapmadan eksiltip haftada dört saat Türkçeyi yeterli gördüler çocuklarımıza da, İngilizceye gelince böyle yapmadılar. Tam tersine İngilizceye haftada on altı saate kadar ders olanağı sundular… Sonra bu da yetmedi. Yerel ağızları, yabancı dil dersi konumuna getirdiler. İsteyen anadilinde ders alacak hemen gelecek yıldan başlayarak dediler. Ortada ne öğretmen, ne müfredat, ne kitap, ne araç gereç vardı üstelik… Türkçemize bu yapılanlara bütün öğretmenlerimiz sustu… Neden ders sayısı azaltıldı diye soranı edeni pek duyamadık… Tek bir yüksek ses çıkmadı, buna itiraz eden olmadı. Türkçenin önem vereni kalmamış gibi bir algı verildi düşmanlarımıza… Üstüne titreyeni azalmış mı ne demişlerdir bu durumu görenler…
Koskoca adamlar, kadınlar, yetişkin kişiler sanki ilkokul birinci sınıfa giden çocuk gibi Türkçe yazı yazıyorlar ülkemizde. Bu iş uzun yılların işi… Uzun çalışmaların sonucu…
Bir anda böyle olmadık. Bir günden diğer güne değişmedik… Bu iş küresel çetelerin yerli işbirlikçilerle kotardığı bir iş…
En çok da, bu işin başında duran, işbirlikçilerine emir veren yabancı yüzleri görmek isterdim. Boylarını poslarını görmek, bir ulusa ihanet eden, acımasız çipil gözlerine bakmak… Ağız kıvrımlarını, dudak büküşlerini, karşısındakine bir sineğe bakar gibi bakışlarını, tam o sırada orda bulunup izlemek isterdim…
Bunlardan emir alan, verilen buyrukları eksiksiz yerine getirenlerin de o andaki yüzlerini resimlemek, bu resmi görmeyenlere göndermek, yaymak, dağıtmak…
*
Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte başlamış dil çalışmaları. Atatürk’ün en önem verdiği konuymuş…
O zamanlar, Arapça, Farsça sözlerin, bu dillerin kurallarının Türkçeye girmesi, dilimizi karıştırması, halkın bu dili anlayamaz olması, yabancı dil boyunduruğu altında dilimizin özelliğini yitirmesi, aydınların halktan kopması en önemli sorunumuzdu… Bu nedenle dil devrimi Atatürk devrimlerinden en önemlisidir. Bu yapay dilden (Osmanlıca’dan) Türk ulusunu kurtarmıştır. Türkçe bizi ulusla birleştirendir. Ulusumuzu yükseltendir!
Dil birliği bizi birbirimizle kaynaştırmıştır.
Atatürk, yeni yazıyı, yeni Türk alfabesini halkın en kısa sürede öğrenmesini istemiş, şöyle demiştir:
“Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz.”
Ayrıca Atatürk, “Türk dilinin kendi benliğinde, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet kuruluşlarımızın dikkatli ve ilgili olmasını” istemiştir…
1946 yılında Türk diline en uygun yazı makinası dizimi (klavye) arayışı başlamış ülkemizde. 1955’te bir komisyon kurulmuş, araştırmalar, deneyler yapılmış, 1963’te de F klavye Türk diline en uygun ses dizimi olarak benimsenmiş. O günden başlayarak da tüm devlet kurumlarında kullanılması karara bağlanmış… Zorunlu olmuş…
Şimdi ne durumdayız?
Ta 1980 öncesinden başlamışlar işe… Yaptıklarımızı yıkmaya… Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün emeklerini boşa çıkarmak, dilimizi yıpratmak, eskiye dönmek için sinsi çalışmalar başlatılmış…
Çevrenize bir bakınız:
Herkesin elinde, dizinde, işinde, evinde masasında dilimize hiç uymayan, Q sesi ile başlayan yabancı dil dizimli bilgisayarlar... Türkçe seslerin olmadığı klavyeleri kullanıyoruz…Türkçe sesler olsa bile bunlarda, bu klavyelerle Türkçeye özel seslerin kullanılması zor geliyor kimine, harflerin sıralaması dilimize uymuyor, kimi doğru yazımı önemsemiyor… Hele hele bazı hokkabazlar belli sessiz harflerimizi yazarken hep büyük harf olarak bırakıyorlar. Örneğin, koca kepçe gibi bırakılmış L harfleri küçük harfli yazımın içinde sırıtıyor. Kimi daha da ileri götürüyor dilimize saygısızlığı, sesli harflerimizi tümden yazıdan çıkarıyor. İşte böylece düzgün kullanılmayan, kurallarına uyulmayan, o güzelim dilimize özel Türkçe seslerimizin gözardı edildiği, gereken önemin verilmediği tarzanca bir yazı dilimiz oluştu, utanılacak bir yazı dilimiz…
Kendi dilini bilmeden, el dillerini öğrenmeyi, el dilleriyle konuşmayı, el dilleriyle düşünmeyi, el dilleriyle şarkı dinlemeyi, şarkı söylemeyi bir şey sanacak gençler yetiştirmeyi istiyor bu küresel çetelerin uşakları…
Bizi biz yapan dilimize son darbeleri vurmak istiyorlar… Dilini bilmeyen onu korur mu? Bölünme, diline ortak koşulması, başka dillerin egemenliği böylelerine acı verir mi?
Ağlanacak bir durumdayız… Böyle giderse kimliğini unutacak bir ulus olacağız...
Şu fıkra durumumuza nasıl da uyuyor:
Ülkenin birinde bir yaşlılar evi varmış. Ölümden çok korkan üç yaşlı kadın, bir gün aralarında konuşuyorlarmış: “Epey yaşlandık, bu gün yarın Azrail bizi anımsarsa, gelir canımızı alırsa… ne yaparız?”
Biri şöyle bir akıl vermiş: “ Gelin bebek taklidi yapalım. Azrail gelince bizi bebek sansın, bıraksın gitsin.”
Aradan çok zaman geçmemiş. Bir gece Azrail bu üç arkadaşın canını almaya gelmiş.
Biri: “Inga! Inga!” diye ağlamış.
Diğeri: “Anne mama, anne mama! “ diye sızlanmış…
Üçüncüsü: “Agu! Agu!” diye parmak emmiş.
Azrail onlara bakmış bakmış… Sonra başını iki yana sallamış, başına pat pat dokunarak diğer eliyle kapıyı göstermiş:
“Haydi başbaş yap çocuğum! Haydi at dâ gidiyoruz. At dâ!”
*
Korkunun ecele faydası yok!
Geç oldu, artık bir şey yapamayız demeden ayağa kalkmanın, dilimize sarılmanın zamanı.
Birileri dilimizi elimizden alıp bize “başbaş” yapmadan, dilimize “at dâ” demeden biz çocuklarımıza dilimizi öğretelim. Öğrettirelim!
“Türkçe!” diyelim, başka bir şey demeyelim!
Dilimizi çocuklarımıza sevdirelim. Dilimizi yabancı diller boyunduruğundan yeniden kurtaralım. Boyunduruk altına girmesine karşı duralım, izin vermeyelim! Dilimizi küresel çeteye teslim etmeyelim!
Dil birliğimizi bozdurmayalım…
Ne gerekiyorsa bunun için onu yapalım! Herkes bir karınca olsun. İş işleyen, yol giden, bıkıp yorulmayan karınca…
Resmin büyüğünü görmek isterken, başımıza daha neler gelecek derken, ihanetin kol gezdiği bu günlerde, bu küçük resimleri atlamayalım. Durumumuzun ayırdına varalım.
Azrail nasıl olsa gelecek. Can vermeden, göçüp gitmeden, yurdumuz için olan görevlerimizi yapalım.
Dilimizi koruyalım, sevelim.
Çok sevelim!
Feza Tiryaki, 23 Haziran 2012