Atatürk ve Vahidettin Gerçeği

Atatürk ve Vahidettin Gerçeği

İletigönderen Otopsi » Sal Haz 30, 2009 9:40

VAHİDETTİN'İN KISA HAYAT HİKAYESİ (yazı alıntıdır.)

Doğumu 1861. Babası otuz birinci Padişah Abdülmecit, annesi Gülistu hanım. Abdülmecit'in 30 çocuğundan 23'üncüsü [ 1 ]. Dört aylıkken babası ölür. Çocukluğu ve gençliği kapalı bir ortamda geçer. Amcası Abdülaziz ile ağabeyleri V.Murat ve Veliaht Yusuf İzzettin Efendi intihar edince Veliaht olur (1916); Veliaht iken Avusturya ve Almanya'ya resmi ziyaretler yapmıştır. Ağabeyi Sultan Reşat'ın ölümü üzerine de 4 Temmuz 1918'de, 57 yaşında tahta çıkar.

Bir oğlu, iki kızı var (Ertuğrul, Ulviye, Sabiha).

Mütarekeyi işgaller izler, Anadolu silaha sarılır. M.Kemal'in öncülüğünde Kurtuluş Savaşı başlar ve bu çetin mücadele Lozan Andlaşması ile noktalanır.

Resmi tarih, Vahidettin ve eniştesi Damat Ferit ile yakınlarının, Milli Mücadele'ye karşı çıktıklarını ve önlemeye çalıştıklarını ileri sürüyor, Vahidettinciler ise tersini iddia ediyorlar. Bu iddiaların tamamını göreceğiz. (Tekadam Devrimi Site Yöneticisi Notu: Bu kitabı olduğu gibi aktaramayacağımıza göre, kitaptaki gibi, bütün iddiaları değil, birkısım iddiaları burada sizlere sunacağız...)

TBMM, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırır. Vahidettin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı İstanbul'dan ayrılarak, bir İngiliz savaş gemisiyle Malta'ya gidecek, bunun üzerine TBMM, Vahidettin'in yerine Veliaht Abdülmecit Efendi'yi Halife seçecektir [ 2 ]. Vahidettin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı devletine başkaldırmış olan eski Mekke Şerifi, yeni Hicaz Kralı Hüseyin'in davetinden yararlanarak Malta'dan Mekke'ye geçer (Ocak 1923), İslam alemine bir beyanname yayımlar. Mısır'da yaşamak ister ama İngilizler uygun görmeyince [ 3 ] , 1923'te, İtalya'nın Riviera bölgesindeki San Remo kentine yerleşir ve 1926'da vefat eder.

Kısa hayat hikâyesi böyle.


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; s. 30; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

VAHİDETTİN'İN BEYANNAMESİ

K.Mısıroğlu diyor ki:

"Artık bundan böyle Sultan Vahideddin devri için yazıp konuşacak olanlar.... bu müdafaanamedeki (yazılı savunmadaki) fikirleri kaale (dikkate) almamazlık edemezler. Elverir ki tarafgir olmasınlar (taraf tutmasınlar)!" (Hilafet, s.184 vd.)

Beyannameyi, Hilafet (1993) kitabına alan Mısıroğlu, "Türkiye'de ilk defa kendisinin yayımladığını" ileri sürüyor (s.184). Herhalde dikkatinden kaçmış olacak, Vahidettin'in beyannamesi, ilk defa 8 yıl önce, 1985 yılı Nisan ayında, "Tarih ve Toplum" dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştı. Beyannameyi sağlayan R.H.Karay'dır. Karay, beyanname hakkında, aynı sayıdaki anılarında diyor ki: "Beyannamede ne tarih var, ne matbaa, ne naşir ismi ve yeri."

Grammont-Mammeri de, Fransız belgelerine dayanarak, "Kral Hüseyin'in , beyannamenin, kendi krallığının sınırları içinde yayımlanmasına engel olduğunu" belirtiyorlar. (Tarih ve Toplum, s. 54,55,58/16.sayı) Sadece Kahire'de yayımlanan El Aham gazetesinin, 16 Nisan 1923 günlü sayısında yayımlandığını saptayabilmişlerdir. (Tarih ve Toplum, s.55). Mısıroğlu ise, "Beyanname Mekke'de, Türkçe ve Arapça olarak, ikisi bir arada basılıp yayımlanmıştır" diyor (Hilafet, s.185, 126. dipnot)

Dağıtımı konusunda da kesin ve yeterli bir bilgi yok. Ama Karay'ın ve Mısıroğlu'nun yayımladıkları beyannamenin, -aralarında küçük bazı farklar var- Vahidettin'e ait olduğu kesin, çünkü çeşitli tarihlerde İngiliz ve Fransız Y.Komiserleri ile yaptığı görüşmelerde ileri sürdüğü düşüncelerin, biraz daha genişletilmiş ve ağdalandırılmış bir uzantısı.

Beyannamenin aslı, orta boy 10 sayfa. Halkça anlaşılması zor, ağdalı bir dili var. Üslubu da zaman zaman kabalaşıyor. Kurtuluş Savaşı ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu da, gerçeklere uymuyor.

Vahidettin, beyannamesinde Birinci Dünya Savaşı'na girişimizle başlıyor. "Savaşa katılmamıza kesinlikle razı olmadığını, elindeki bütün vasıtalarla savaşın tahribatını ve sakıncalarını sınırlamaya çalıştığını" ileri sürüyor.. Savaşın başlangıcında Veliaht bile olmaması, iktidarda da Padişaha dahi söz hakkı tanımayan ve hele Vahidettin'e hiç yakınlık duymayan İttihat ve Terakki Partisi'nin bulunması, bu iddiaya inanmayı güçleştirmektedir. Hiçbir kaynakta da, bu iddiayı uzaktan olsun destekleyen bir kayıt yer almıyor...

Sonra şöyle diyor: "O günler göz önüne getirilirse, bu göreve geldiğim zaman, beni karşılayan zorlukların önem derecesi ve büyüklüğü takdir olunur." Bunda haklı. Kara günlerin eşiğinde tahta çıkmıştır.

Daha sonra, şiddetle İttihat ve Terakki iktidarını eleştiriyor ve "memlekette anlaşılmaz maksatlarla yer yer yangınlar çıkartmakla" (Ermeni olayları) suçluyor. 4 yıl hükümdarlık yaptığı halde, Ermenileri zorla göç ettirme kararının sebeplerini, hiç incelemediği, önyargısını şaşırtıcı bir ısrarla koruduğu anlaşılıyor.

Ayrı bir barış için çeşitli girişimlerde bulunduğunu açıklıyor ki bunu, Jeschke de doğrulamaktadır. (İng. Belgeleri, s.1)

Mondros anlaşması dolayısıyla da sözü, Rauf, Fethi (Okyar) ve M.Kemal'e getiriyor. Bu anlaşmadan dolayı Rauf Orbay'ın gafletini eleştirmesine bir şey denemez. Ama Fethi Okyar'ın "anlaşmanın yapılmasına bilfiil katıldığını" yazıyor ki bu iddia, gerçeğe aykırıdır. Fethi Okyar, mütareke görüşmelerine katılmamıştır. (A.Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, s.31) [ 4 ].

# M. Kemal için de şöyle yazıyor: "...Devletin belli başlı kuvvetinin büyük kısmını esir vererek, zilletle Toros eteklerine sığınması yüzünden, mütareke yapılmasını kaçınılmaz hale getiren M.Kemal için kabul edilebilir hiçbir mazeret yoktur..."

Bu konu İkinci Bölümde tartışılmıştı. Onun için bu yanlış ve haksız iddianın üzerinde yeniden durmayacağım. Ama bir zamanlar "namağlup kumandanım" diye övdüğü M.Kemal'i, sonradan böyle kaba bir üslupla suçlaması, insanı kuşkuya düşürüyor: Ya o zaman doğru konuşmamış, ya şimdi doğru söylemiyor!

(Bahsedilen İkinci Bölüm ile ilgili ufak bir not: "Suriye Cephesi'nin çökmesi, mütareke istenmesinin sebeplerinden biridir, ama tek sebep değildir - ... - ; belki en önemli sebep bile değildir. Askeri tarihçi F.Belen diyor ki:"En yakın tehlike, Batı Trakya'dan ilerleyen General Milne komutasındaki İngiliz ordusu idi." -> (20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.377)........ İngiliz Generali Tawnshend, anılarında şöyle yazıyor: "Türkler, Allenby'ye daha dört-beş ay, belki de bundan daha fazla karşı koyabilirlerdi." -> (Sir Charles V.F. Tawnshend, Ma Campagne de Mésopatamie 1915-1916, s. 250'den aktaran H.Bayur, Hayatı ve Eserleri, s.159.)"


Vahidettincilerin, Milli Mücadele'yi desteklediğini yana yana kanıtlamaya çalıştıkları Vahidettin, Kuva-yı Milliyecileri de, beyannamesinde şöyle nitelendiriyor: "...Dini, milleti, vatanı şüpheli ve karışık askerlerle öteki sınıflardan oluşmuş küçük bir azınlık. (aslı: şirzime-yi kalile)" [ 5 ].

Artık beyannamenin Milli Mücadele'yle ilgili, daha önce aktarmış olduklarım dışında kalan belli başlı bölümlerini inceleyebiliriz. Yine sadeleştirerek sunuyorum:

# "Mütarekeden sonra izlediğim yol, geri alınması mümkün olmayan bir adım atmaktan çekinmek, bu arada bir yandan memlekette makul ve ölçülü bir ıslahata ve icraata hız vermek, bir yandan da dışarıya karşı siyasi girişimlere devam etmek, böylece aleyhimizdeki genel hıncın geçeceği uygun zamanı beklemek için vakit kazanmaktan ibaretti."

Oysa İstanbul yönetimi, kararlı ve sürekli olarak, bu açıklamanın tam tersi girişim ve etkinliklerde bulunmuştur. Bazıların hatırlayalım: İngiltere'nin sömürgesi olmak için öneride bulunmak, Hilafeti İngilizlerin hizmetine sunmak, galiplerin hoşuna gitmek için suçlular yaratmak ve idam kararlarını uygulamak [ 6 ] , Meclisleri kapatmak, saraya bağlı hısım-akraba hükümetleri kurmak, Kuva-yı Milliye'yi yok etmeye çalışmak vb... Vahidettin bunlardan hiç söz etmiyor.

# "İzmir işgali olayı karşısında izlediğim yol ve amaç da, bundan başka bir şey değildir. Çünkü bu işgal, üç büyük devletin kesin ve ani kararına dayandığı gibi mesele de, büyük devletler meselesi olarak görünmekteydi."

Şu teslimiyetçiliğe bakınız: Üç büyükler Yunanlıların İzmir'i işgal etmesine karar vermiş, öyleyse yapılacak bir şey yok; yanlış bir adım atmaktan çekinilecek, yalnız siyasi girişimlerle yetinilecek ve hakkımızdaki genel hıncın geçeceği ve üç büyüklerin insafa geleceği zamana kadar(?) el pençe divan beklenecek.. Bu arada birçok Türkün canı yanacak, hayatı sönecek, anası ağlayacakmış, ne yapalım, emir büyük yerden. Büyüklere karşı durulmaz!

# "İşgalin geçici nitelikte olması..."

İşgalin geçici nitelikte olmadığı, hiç değilse, Sevres Andlaşması taslağının Osmanlı Temsilcilerine tebliğ edildiği 11 Mayıs 1920'den beri, kesin olarak bilinmekteydi [ 7 ] .

# "Olayın Yunan meselesi haline dönüşmesi, Yunanistan'daki siyasi durumun değişmesi ve üç büyüklerin aralarının açılmasından sonra ortaya çıktı. Ondan önce bu mesele, büyük ve galip devletlerin ortaklaşa verdikleri kesin bir kararın tebliğ niteliğinde olduğu için hakkımızdaki genel hıncın geçeceği zamana kadar beklemek ve siyasi girişimlerle yetinmek, doğru bir yol olarak görünüyordu. Mesele, Yunan Meselesi halini aldıktan sonra, harpte mağlup olmamak şartı ile direnme gösterilmesine ben de taraftar idim."

1. Yunanistan'daki siyasi durumun değişmesi, yani Venizelos'un iktidardan ayrılması ve Konstantin'in tahtına geri dönmesinin tarihi, Kasım/Aralık 1920'dir. (dipnot : Müttefikler ve Yunanistan arasındaki ilişkiler, şöyle gelişir: İtalya, İzmir'i kaptırdığı için Yunanistan'a zaten başından beri karşıdır, genel olarak karşı çıkacaktır. İngiltere ile Yunanistan'ın arası, kısa bir bocalamadan sonra,düzelir. Çünkü Sevres'i Ankara'ya zorla kabul ettirebilmek ve Akdeniz'de bekçi olarak kullanmak için İngilizlerin Yunan ordusuna ve hükümetine ihtiyacı vardır. Fransa, Konstantin'in tahtına geri dönmesi üzerine Yunanistan'a cephe alır ama Londra Konferansı'nda (21 Şubat - 12 Mart 1921) yeni Yunan iktidarının da Venizelos'un politikasını izleyeceği anlaşılınca gerginlik azalır. Fakat Yunanistan yenilince (2.İnönü), Müttefikler bu yenilginin sonuçlarını paylaşmamak için sanki bütün bu olayları başlatan, geliştiren, destekleyen onlar değillermiş gibi 18 Mayıs 1921'de tarafsızlıklarını ilan ederler. İngiltere'nin bundan sonraki tarafsızlığının sahteliğini, Dördüncü Bölümde göreceğiz.)

2. Fransa'nın Ankara Anlaşmasını imzalaması üzerine İngiltere ile Fransa arasında kısa süren bir gerginlik olduğu doğrudur. Bu anlaşmanın tarihi de 20Ekim 1921'dir. (dipnot : Anlaşmanın Fransız hükümetince onaylanması tarihi: 29 Ekim 1921 (Jeschke ,TKS Kronolojisi I, s.165). Üç Büyükler, toprak ve çıkar paylaşımı yüzünden, daima sessiz ve sürekli bir çekişme içinde olmuşlardır. Ama daha büyük çıkarları göz önünde tutarak, ipleri koparmazlar. Ankara Anlaşması yüzünden araları bozulan Fransa ile İngiltere, kısa süren bir gerginlikten sonra, hemen ve yeniden uzlaşacak, Lozan'da ise ayrılmaz bir birlik oluşturacaklardır (A.Ş.Esmer, Siyasi Tarih, s.545).

3. İki olay arasında bir yıl fark vardır.

4. Ayrıca Dördüncü Bölümde göreceğiz, Milli Mücadele, hiçbir zaman, bir Türk-Yunan mücadelesine dönüşmemiştir ama eski Padişaha zorluk çıkarmamak için olayın, Ekim 1921'de Türk-Yunan meselesine dönüştüğünü kabul edelim ve Ekim 1921 tarihine kadar Türkiye'de neler olduğuna bir bakalım:

Bu tarihe kadar Yunanlılar, İzmir, Manisa, Aydın, Uşak, Balıkesir, Bursa, Kütahya, Afyon, Eskişehir ile Tekirdağ ve Edirne'yi; Fransızlar da, Çukurova'dan sonra, Antep, Urfa ve Maraş'ı işgal etmişlerdir (dipnot : Zor karşısında Maraş'ı ve Urfa'yı, Ankara Anlaşması üzerine de Antep'i, Çukurova'yı ve öteki yerleri boşaltırlar.) . Anadolu'nun üçte biri yanmış, yıkılmış, yüz binlerce insan göç yoluna düşmüş... Binlerce şehit ve kurban, on binlerce gazi ve mazlum...

Halk, nesi varsa %40'ını vererek orduyu desteklemiş, Sakarya Zaferi kazanılmış ve üstünlük Türklere geçmiş (13 Eylül 1921). Artık sıra son savaşa gelmiştir: Büyük Taarruz!

Vahidettin, direnişe ancak bu tarihten sonra, başka bir deyişle zafere beş kala taraf olduğunu söylüyor. Bu ifadesi ile, 'M.Kemal'i Milli Mücadele'yi başlatması için Anadolu'ya yollayan, Milli Mücadele'yi planlayan, destekleyen Vahidettin'dir' şeklindeki masalı da bütünüyle ve kesin bir şekilde yalanlayıp reddetmiş oluyor! Umud ederim ki Vahidettinciler artık bu masala son verirler!

# "Bu his ile Kuva-yı Milliye'ye eğilimli birtakım hükümetleri de iktidara getirdim."

Ali Rıza ve Salih Paşa hükümetleri, 2 Ekim 1919 ile 2 Nisan 1920 arasında görev yaptılar. Bu tarihlerde, Yunanistan'da bir siyasi değişiklik söz konusu değil, o olay 8 ay sonra gerçekleşecek. Müttefikler arasında da bir anlaşmazlık yok; tersine, Fransızlar İngilizlerden Güney Doğu Anadolu bölgesini devralmış, harıl harıl işgal ediyor ve Türk direncini bastırmaya çalışıyor. Öyleyse olay, henüz 'Yunan meselesi halini' almamış. Demek ki söz konusu ettiği hükümetler, bunlar değil.

Onlardan sonra ise, D.Ferit'in, Milli Mücadele'yi söndürmeye çalışan 4. ve 5. hükümetleri geliyor (5 Nisan 1920 - 16 Ekim 1920). Herhalde bunlar da değil. Anlaşılan son Sadrazam Tevfik Paşa'nın son iktidarını kasdediyor (21 Ekim 1920 - 4 Kasım 1922).

Tarihlerden de belli ki, bu hükümet kurulduğu sırada da, Yunanistan'da iktidar henüz değişmemiştir. Müttefikler arasında bir anlaşmazlık yok, sözde tarafsızlıklarını da ilan etmiş değiller. Şu halde bu son hükümetin, 'olay, Türk-Yunan meselesi halini aldığı için iktidara getirilmiş bir hükümet olduğu' iddiası da doğru değildir.

D.Ferit'in çekilmesi ve yerine Tevfik Paşa'nın geçmesinin gerçek sebebi, şöyle özetlenebilir: Anadolu'ya karşı yürütülen sertlik politikasının ters teptiği nihayet kavranılmış ve Kuva-yı Milliye'yi kuvvet ve entrika ile bastırmanın mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Tevfik Paşa, hem ılımlı bir insan olduğu, hem de şartlar artık sertliğe elvermediği için Damat Ferit tarzı ahmakça önlemlere baş vurmayacak ama Ankara politikasını da hiçbir zaman desteklemeyecek, iktidarı süresince, saltanata ve Vahidettin'in İngilizci politikasına bağlı kalacak, Vahidettin'in ölçülerine göre alternatifi olmadığı için de, saltanatın kaldırılacağı güne kadar Sadrazamlığını sürdürecektir.

Bu bakımdan, Vahidettin'in, son Tevfik Paşa hükümetini, 'Kuva-yı Milliye'ye eğilimli olduğu için iktidara getirdiğini iddia etmesi de, gerçeklere ters düşmektedir. (dipnot : Tevfik Paşa ve arkadaşlarının genel tavrı, şöyle özetlenebilir: Padişaha itiraz etmeye terbiyeleri, tam bağımsızlığı kavramaya anlayışları engeldir; hele İngilizlere karşı durmak akıllarının ucundan bile geçmez. Yunanlılar yenildikçe sevinirler. Ama sonunda Ankara, Meclisi ve hükümeti dağıtıp, Müttefiklerin ağzına bakan İstanbul yönetimine ve politikasına bağlanmalı; Osmanlı devleti de, Padişahı, yönetim tarzı ve bütün çağdışı kurumları ile yine eski usul sürmeli. Oysa Ankara milli egemenlikten ve tam bağımsızlıktan yanadır. Görüş ve geleceğe bakış farkları yüzünden, her dönüm noktasında, İstanbul ve Ankara arasında çetin tartışmalar ve derin anlaşmazlıklar yaşanacaktır.

( ... )

# "... M.Kemal, bağlı olduğu devlete itaat etmekten çıkmış ve Anadolu'da birçok ak sakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi kıyımarı ile milli görevler sınırını aşarak, milletin başına bela kesilmiş idi."

a. M.Kemal, Padişaha karşı olduğunu hiçbir zaman resmen açıklamamış ama D. Ferit hükümetlerine de itaat etmemiştir. Çünkü, belgeleri ile biliyoruz, bu hükümetler, ihanet halindeydi.

b. Şimdiye kadar açıklanan belgeler, kimlerin, "milletin başına bela kesildiğini" de açıkça göstermektedir.

c. Kuva-yı Milliye'nin asıp kestiği hiçbir Müftü bilmiyorum; bu iddia dolayısıyla böyle bir bilgiye rastlamadım. Buna karşılık, Padişahçı Anzavur'un adamlarının, Nisan 1920'de, Kuva-yı Milliye'yi destekleyen Gönen Müftüsü Şevket Efendi'yi şehit ettikleri bilinmektedir! (TİH, 6.C., Ayaklanmalar, s.85; K.Özalp, Milli Mücadele 1.C., s.109).. Bazı din adamlarının asıldığı ise doğrudur. Hatta bazıları muhakeme bile edilmeden öldürülmüşlerdir. (dipnot : "Alaşehir camilerine dört hoca gelmiş, halka vaaz ederek diyorlarmış ki: 'Yunan ordusu Padişah emriyle geliyor, sakın hürmette kusur etmeyin!' Bekir Sami, bu hocaların sabahleyin kaymakamlık binası önüne getirilmesini söylemişti. Biz atlara binip Alaşehir hükümet konağının önüne geldiğimiz zaman, Kaymakam, Jandarma Kumandanı ve dört hoca oradaydılar... Bekir Sami... tabancasını çekip dört hocayı yere serdi." (3.6.1919, Yüzbaşı Selahattin'in Romanı, 2.C., s.94 vd.).. Elbette boş yere ve sebepsiz olarak değil: Düşmanla işbirliği yaptıkları, direnişi kırmaya çalıştıkları için!

Ama bir kısmı silaha bile sarılmış olan binlerce yurtsever din adamına oranla bu gafillerin sayılarının, pek az olduğunu da belirtmeliyim.

Bu acı olayları, din adamları ya da Kuva-yı Milliye aleyhine büyütüp sömürmek, sürekli sorun yapmak, haksız ve maksatlı bir davranış olur. Çünkü her çevreden ve meslekten vatan haini çıkmıştır.

# "Sevres Andlaşması da, Yunanistan'da siyasi durumun değişmesinden ve Müttefiklerin aleyhimizdeki şiddetli anlaşmalarının bozulmalarından önce ve hiçbir noktasında değişikliğe izin verilmeksizin, yirmi dört saat içinde, ya tümüyle kabul ya da reddedilmesi hakkında baskı ve tehditleri içerdiğinden, gayet kritik ve tehlikeli biçimde teklif edilmişti."

Sevres Andlaşması tasarısı, 11 Mayıs 1920 günü Paris'te, Tevfik Paşa'ya verilmiş ve yazılı cevap için bir ay süre tanınmıştır. (S.R. Sonyel, Dış Politika, 2.C., s.79). Bu süre daha sonra, 27 Temmuza kadar uzatılacak ve andlaşma, tebliğinden tam üç ay sonra, 10 Ağustos'ta imzalanacaktır. (Ş.Turan, Türk Devrim Tarihi, 2. C., s.188) Kısacası, 24 saat süre verildiği de kesinlikle doğru değildir.

# "Bununla birlikte ben, Sevres Andlaşması'nı, kesinleşmiş sayılacak biçimde onaylamadım. Andlaşmanın kesinlik kazanması, Meclis'in kabulünden sonraki onayıma bağlı olduğunu, hak ve adaletle bağdaştırılamayacak kadar anormal olan böyle bir andlaşmanın devam edemeyeceğini ve yerleşemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılacağı uygun zamanın gelmesine kadar vakit kazanmaka için andlaşmanın hükümetçe kabulüne taraf göründüm."

1. Vahidettin, andlaşmanın hükümetçe imzalanmasına taraftar olduğunu apaçık söylüyor. Gerekçesini de şöyle açıklıyor: Böyle bir andlaşmanın devam edemeyeceğini ve yerleşemeyeceğini biliyormuş... Çünkü andlaşma hak ve adaletle bağdaştırılamayacak kadar anormalmiş... Andlaşma hükümetçe imzalanarak, Müttefikler oyalanacak, böylece vakit kazanılacakmış...

2. Birkaç soru: Barış şartlarının, 'hak ve adaletle bağdaşmayacak kadar anormal olduğuna' kim karar verecek? Sevres Andlaşması'nı Türklere zorla uygulatma görevine talip olan Venizelos mu, yoksa bu isteği kabul eden Lloyd George mu? ( dipnot : L.George, 27.2.1920'de, Avam Kamarası'nda der ki: "Barış şartları yayımlanınca, hiç kimse Türkiye'nin... yeter derecede cezalandırılmadığını düşünemeyecektir!" ->Abdüllahat Akşin, Atatürk'ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, s.85).. Andlaşmanın devamına kimler engel olacaktı? Gunarisler, Hrisostomoslar, Papulaslar mı, yoksa Damat Feritler, Ali Rüştüler, Dürrizade Abdullah Efendiler mi? Yerleşip kalmasını kimler önleyecekti? Rahip Frular, Ryanlar, Anzavur Paşalar, Sait Mollalar mı?

Müttefikler, barış şartlarının yumuşatılmasını öneren birçok yetkilinin ve uzmanın uyarılarını dinlememiş, İstanbul hükümetinin yaptığı girişimleri de kesinlikle reddetmiştir (dipnot : S.R.Sonyel, Dış Politika, 2.C., s.74 vd; Ö.Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, s.74; H.Bayur, Türk DevletininDış Siyasası, s.60). İstanbul yönetiminin, böyle bir hayale kapılması için hiçbir ciddi sebep yoktur.

3. Vahidettin, oyalama yoluyla zaman kazanmak istediğini ileri sürüyor. Kazanılan zaman, kime ve neye göre yarayacaktı acaba? Kendi bunu açıklamıyor. Ama Mısıroğlu, Vahidettin'in, Kuva-yı Milliye'ye zaman kazandırmak istediğini ileri sürüyor. Oysa İstanbul yönetimi, Kuva-yı Milliye'ye karşı en sert ve kıyıcı önlemleri, özellikle Serves'in tebliğinden sonra almış ve Türk'ün elindeki son kuvveti de dağıtmak için kıyasıya uğraşmıştır. (dipnot : Kuva-yı İnzibatiye, idam kararları, halkı isyana teşvik, Anadolu Umumi Müfettişliği, bildiriler, Kuva-yı Milliye'ye karşı yeni kuvvetler kurmak için, işgalcilerden izin, silah ve para istemeler vb...)

4. Müttefikler Sevres'i yumuşatmayı, TBMM ordusunun Doğu'da ve Batı'da kazandığı başarılar ve Ankara'nın kesin tavrından sonra düşünmeye başlamışlardır (dipnot : P.C. Helmreich, Sevr Entrikaları, s.237 vd.). Sevres'i yok eden, İstanbul yönetiminin, katılanların öldürülmesinin farz olduğunu ilan ve komutanlarının çoğunu da idama mahkûm ettiği TBMM ordusudur! (dipnot : İstanbul, fetvaların geri alınması isteğini de reddetmiştir. ->S.R. Sonyel, Dış Politika, 2.C., s.83)

"Mondros Mütarekesi, İzmir hadisesi, Sevres Andlaşması gibi farklı bir görüşle karşıladığım olayların dışındaki sorunlarda, hareketlerimi, daima meşrutiyet gereklerine uydurdum. Bu sebeple çeşitli hükümetlerin çeşitli ve belki de farklı görüşlerine saygı duydum. M.Kemal'i Anadolu'ya gönderen ve daha sonra bağlı olduğu devletini tanımadığı için tepelenmesi (aslı: tenkili) amacıyla (üzerine) askeri kuvvet gönderilmesini gerekli bulan kabinelere uymamda, sorumlu hükümet ile hükümdarlık makamının karşılıklı ilişkilerine ait meşrutiyet gereklerinden ayrılmamak isteği ve bazı zorunlu siyasi sebepler rol oynamıştır."

Vahidettin'in meşrutiyet gereklerine hiç uymadığını, üstelik meşrutiyete karşı olduğunu, birinci bölümden beri biliyoruz. Fakat beyannamesinde farklı şeyler söylüyor. Mesela, meşrutiyet gereklerine o kadar bağlıymış ki hükümetlerin, Kuva-yı Milliye'nin tepelenmesi için verdikleri kararlara bile bu bağlılığı yüzünden uymuş.

Anlaşılıyor ki Vahidettin, Meclisleri kapatmayı, nazırların seçimine karışmayı, değiştirilmelerini istemeyi, Türkiye'yi İngilizler'e ipotek etmeyi meşrutiyet gereklerine uygun buluyor; D.Ferit'in haince kararlarına bir hükümdar olarak karşı çıkmayı ise, meşrutiyet gereklerine aykırı sayıyor.

R.Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, s.191 ; "VI. Mehmet Han henüz feragat etmemişse de maiyeti erkanı birer birer TBMM'ne biat etmektededir (bağlılığını bildirmektedir)." -> 7 Kasım 1922 günlü İkdam gazetesinden aktaran, Jeschke, TKS Kronolojisi II, s.10)..... Ama en önemli gelişim, halkın ezici çoğunlukla ve kısa bir süre içinde, İstanbul yönetiminin karşısında yer almasıdır. Bunu belirten yüzlerce gösterge var..

( ... )

# "Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kaldırılması işinde bu gibi fedakârlıklardan geri durmamakla birlikte, hilafetin saltanattan ayrılması ve başkentin İstanbul'dan Anadolu'ya taşınması hakkındaki karar ve düşüncelerini uygun görmek elimden gelmemiştir."

a. Ankara, 28 Ocak 1921'de ve 6 Mart 1922'de, 'TBMM'ni tanımasın' isteyerek uzlaşma önermişse de, Vahidettin, her iki öneriyi de reddetmiştir. (Jeschke, İng. Belgeleri, s.161-162)

b. Saltanatın nasıl kaldırıldığını görmüştük.. Hilafet konusu, dördüncü bölümde ele alınacaktır..

c. İstanbul'a ilişkin iddiasıyla ilgili ek bir cümlesi var ki, onu aktarmalıyım:

# "İstanbul'un manen Ruslara teslimi ile bolşeviklere cemile ibraz etmek (yaranmak) niteliğinde olan başkentin Anadolu'ya taşınması düşüncesi de, Hilafeti, İstanbul gibi siyasi ve tarihi bir dayanaktan yoksun bırakmak demek olduğu için, kesinlikle kabul edilemezdi."

Vahidettin'in beyannamesini hazırladığı sırada, herhalde, zihince ve bedenen çok yorgundu. Yoksa sağlıklı bir insan, başkentin özellikle güvenlik sebebiyle Anadolu'ya alınmak istenmesini, "İstanbul'un manen Ruslara teslim edilmesi ve bolşeviklere yaranmak" diye yorumlayamaz [ 8 ].

# "Ben devleti tehlikeden korumak için, özellikle Genel Savaş'a girişimizdeki aşırılıkların acısını tattıktan sonra, dış siyasette, bana karşı olanların dediği gibi korkak, yani itidal ve teenni ile hareket ettim. Daha doğrusu, vakit kazanmak için icap ederse kendimi fedaya karar verdim. Bu itidalli ve ihtiyatlı tutum karşısında, karşımdaki aşırılar ve her şeyi göze almış olanlar, sonuçta başarıya ulaşırlarsa, şahsen ben kaybedecektim. Fakat devlet kazanacaktı. Halbuki onlar, devlete, saltanat-ı İslamiyesini kaybettirdiler."

Evet, Vahidettin'in yöntemi değil, her şeyi göze almış yürekli, kararlı, inançlı ve gerçekçi kişilerin tam bağımsızlığı amaç edinmiş yöntemi başarıya ulaşmıştır.

Bu mücadeleyi Kuva-yı Milliye kazanır, Vehidettin ve rejimi kaybeder.

Allahın dediği olur!

Vahidettin'in son cümlesi hakkında, II. Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu diyor ki: "Avrupada geçen müşahede yıllarım esnasında, daha tarafsız ve daha mücerret bir hava içinde tetkike ve düşünmeye çalıştım. Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte yıkılan diğer imparatorlukların da hayat hikâyelerini, elimden geldiği kadar tetkik ettim. Karşılaştığım hakikat, kendi kanunlarının hükmüne uyarak, dünyanın değişmekte olması idi. Fransa İhtilali değişme temposunu daha hızlandırmıştı... Krallık idareleri, yerlerini cumhuriyetlere terk ediyorlardı. Dünyayı bir tufan gibi kaplayan bu denizin ortasında, Osmanlı padişahlık idaresinin bir ada gibi mevcudiyetini ilelebet muhafaza etmesi mümkün değildi. Osmanlı padişahlık idaresi de, ergeç bu kanunun tesiri altında, bir cumhuriyete inkılap edecekti. Tarihin akışı bu idi." (Hayatımın Acı ve Tatlı günleri, s.99).

# "Eğer benim bir yanlışım varsa bu da, din ve devletin bu derece tahribine ve başkalaştırılmasına, - bazı müstesna kimseler dışında - bütün nazırlar ve ulema (din bilginleri) ve akıl sahipleri ve memleket ileri gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı bencil çıkarlar karşılığında, gizli ve açık biçimde yardım edileceğine ihtimal vermemekliğimdir. Ben, devletin hayat ve mematı (ölümü) ile herkesten çok ilgilenen aydınların, vicdani ve vatani görevlerini, bu derece kötüye kullanmayacaklarını düşünmekle yanlış yaptığımı itiraf ederim."

Ses çıkarmayıp da ne yapacaklardı? Fırtına patlayınca, otlar baş eğer! Hiç beklemedikleri zaferin dehşet verici gümbürtüsü ve inanılmaz hızı, yalnız onları değil, Yunanlıları ve Müttefikleri de şaşkına çevirmişti.

# "Sonuç olarak şunu açıklarım ki Hilafet meselesinin çözümü, dini, milleti, vatanı şüpheli ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir azınlık ile kısmen zor altında bulunan ve kısmen de durumun içi yüzünden haberi olmamak yüzünden aldatılmış olan beş altı milyonluk Türk milletinin yetkisi çinde olmayıp bu, üç yüz milyonluk İslam aleminin tamamını ilgilendiren büyük bir sorundur."

1. Osmanlı İmparatorluğunun dışında, her zaman kalabalık bir İslam alemi bulunagelmiştir. Ama hiçbir Padişahın tahta çıkışında ya da tahttan indirilişinde, dolayısıyla Halifenin değişiminde, sınır dışı İslam aleminin onayı aranmamıştır. Tersine hareket, zaten bağımsız devlet kavramıyla bağdaşmazdı. Osmanlı Sultanı, dolayısıyla Halife, kendi ülkesinin Sultanı ve Halifesiydi. Kim sultan olursa, aynı zamanda, otomatik olarak Halife sanını da alıyordu. İslam aleminin onayı, Vahidettin için de elbette aranmamıştır.

2. Kaldı ki Vahidettin tahta çıktığı sırada Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Arap yarımadasının çoğunluğu ya İngilizlerin işgali altındaydı ya da oralardaki halk çoğunlukla Osmanlılara baş kaldırmıştı. Yani Vahidettin'in Padişah/Halifeliğini hiç itirazsız kabul ederek meşrulaştıranlar, 'beş altı milyon' diye küçümsediği Anadolu insanları ve onların temsilcileri idi. O zaman yeterli ve yetkili olanlar, şimdi birdenbire neden yetersiz ve yetkisiz oluyorlar acaba?

3. Kısa bir zaman sonra da şu ortaya çıkacaktır: Devletlerin bağımsızlığı ile siyasi, hukuki ve idari yetkilerle donatılması gereken Halifelik kurumu bağdaşmamaktadır. Bu yüzden de bu tarihi makam, bu makama vefalı birçok Müslümanın çeşitli girişimlerine rağmen, hiçbir İslam devleti tarafından benimsenmediği için hayata geçirilememiş ve tarihte kalmıştır.

# "Bu yüzden şimdi ben, Hilafet hakkında Ankara'da ve İstanbul'da verilen gereksiz ve zorlama hükmü, kesinlikle kabul etmeyerek, bana yapılan iftiraları, yakıştıranlara tam bir nefretle reddedip geri çevirerek, memleketin ırk ve mezhep ayırmaksızın bütün ahalisinin mutluluk ve refahından başka bir emeli olmayan ve adalet ve itidalin egemen olmasını isteyen rahat bir kalb ve vicdan ve hak ve hakikatin yenilmeyeceğine dair güçlü bir iman ile sevgili vatanıma dönünceye kadar, mübarek toprağının ezelden beri arzulayıcısı olduğum Haremeyn-i Şerefeyn'de (Mekke ve Medine'de) ve şimdilik Beytullah'ın civarında vakit geçiriyorum."

Beyanname bu.....

(dipnot : Grammont ve Mammeri, beyannameyi şöyle değerlendiriyorlar: "Kullanılan dil, Abdülhamitvari mutlak bir halife-hükümdar ağzıdır. İçindeki öç alıcı kin, onu, savunulamayacak derecede çürük kanıtları, gün gibi aşikâr mugalataları kullanmaya sevk etmekedir ki bunların üzerinde durmak dahi abestir... M. Kemal, dava arkadaşları ve eylemleri, bu suçlamalardan, daha da yücelmiş olarak karşımıza çıkmaktadır." -> Tarih ve Toplum, s.53, 16. sayı)


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

EK BELGELER

# 9 Mart 1924'te, Vahidettin, San Remo'da, basına şu demeci verir [özet]:

"Altı milyon Türk'ün, haksız yere Hilafet makamına tecavüzünü protesto ediyorum... ben yegâne Halife'yim. İstanbul'daki ise Halife değildir." (10 Mart 1924 günlü Le Journal gazetesinden aktaranlar, Grammont-Mammeri, Tarih ve Toplum, s.58 ve 61, 53. dipnot/16.sayı; Allahtan ikisinin de elinde kuvvet yok; yoksa yeniden hilafet kavgaları başlayacakmış.)

# Vahidettin'in, TBMM'ce Hilafete son verilmesi üzerine, 13 Mart 1924'te, Fransa Cumhurbaşkanı Millerand'a yazdığı ibret verici mektup [özet]:

"... İsyancı tebamda teşekkül eden Ankara Meclisi'nin aldığı kararların hükümsüz ve etkisiz kalmaya mahkûm olduğu apaçık ortadadır... Bu karar, yalnızca altı milyon Müslümandan oluşan Türk halkının yetkilerini aşmaktadır [ 9 ] . Türk halkı, çoğunluğunun kökeni ve inançları belirsiz, etkili bir azınlığın yönetimi ve güdümü altında bulunmaktadır... Böylesi kararlar, Müslümanlar arasında büyük huzursuzluk ve infial yaratabilecek nitelikte olduğundan... vahim tepkilere yol açabilir. Sadık tebaları arasında sayısız Müslümanların bulunduğu Fransa Cumhuriyeti'nin en yüksek sorumlu şahsiyeti olan Ekselanslarına, bu açıklamayı yapmayı faydadan uzak bulmadım."

[ Vahidettin, bu mektubun bir eşini de, İngiltere Kralına göndermiştir. Fransa'yı ve İngilitere'yi, Türkiye aleyhinde harekete geçmeye teşvik ettiği bu şaşırtıcı mektubun sonunda, daha da şaşırtıcı bir şey yapmakta, 'yurt dışında bulunan hanedan üyelerine maddi yardım yapılmasını' da dilemektedir. (tarih ve Toplum, 16.sayı, s.58-59, ayrıca 55,56,57,58,59 sayılı dipnotlar; ilgili belge: Fransız Dışişleri Arşivi, 57. cilt, 79-80. yaprak) ]


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

İSTANBUL'DAN NE KADAR PARA İLE AYRILDI?

Osmanlı Devleti'nde iki hazine vardı: Biri, "devlet hazinesi" demek olan Hazine-yi Birun, yani "dış hazine"; öteki ise Hazine-yi Enderun yani "iç hazine", "saltanat hazinesi"...

Saltanat Hazinesi'nde , "Emanat-ı Mübareke" ile Yavuz Selim'den beri sıkı bir kayıt altına alınmış olan değerli eşyalar, savaş ganimetleri, padişahlara gelen armağanlar, padişah yadigârları vb. vardır. Eskiden para da bulunurmuş.

Bu hazine, Padişaha değil, saltanat makamına aittir. Bir padişahın bu hazineyi dilediği gibi kullanma yetkisi yoktur. Tarihçi Ubucni diyor ki: "... Bu hazine kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm süren Sultan, bu hazinenin sadece mutemedidir (güvenilir koruyucusu)." (Türkiye1850, Çev. C.Karaağaçlı, 2. C. s.281)

Padişah, bazı eşyayı ancak geçici olarak ve makbuz karşılığı saraya aldırabilir. (Saltanata ait mülklerin -çiftllik,arazi,maden vb.- de ancak gelirinden yararlanabilir. Hiçbirinin mülkiyeti yeni padişaha geçmediği için bu mülkleri satmak bir yana, bir hayır kurumuna dahi hibe edemez. Sultan Reşat'ın Başyaveri Hurşit Paşa anılarında diyor ki: "Topkapı Sarayı hazinesi, Padişahtan Padişaha geçen fakat Padişahın tasarruf (kullanım) hakkı bulunmayan bir müze gibidir. " -> Hayat Tarih Mecmuası, 1965/5.sayı, s.62 ) ... Kısacası bu hazine, her padişahın dilediği gibi kullanabileceği bir baba mirası değil, saltanata ait bir müze-hazinedir. Her şey kayda geçer. Hazine odalarına giriş çıkış bile çok ayrıntılı kurallara bağlanmıştır. Kapı yüzlerce yıllık töre gereği Yavuz Sultan Selim'in mührüyle mühürlenir. (Para darlığı yüzünden, Tanzimattan önce, padişah ile hükümetin ortak kararıyla, bazı avaninin (değerli kap kacağın) İç Hazineden çıkarılıp darphaneye gönderildiği, kayıtlara, kayıtlara gerekli özenin gösterilmediği dönemler olduğu da anlaşılıyor ->İ.H.Uzunçarşılı, s. 322; tahsin Öz, Hazine-yi Hümayun, s.902, Resimli Tarih Mecmuası, Ağustos 1951)... Öyle olmasa bu görkemli hazineden geriye bir efsane kalırdı. Oysa son zamanlardaki en müsrif padişahlar bile içten ve dıştan borç almış ama bu hazinedeki değerlere el uzatmamışlardır. Bu değişmez töre sayesindedir ki 500 yıllık Hazine-i Hümayun, Topkapı Sarayı'nda duruyor...

Bu yüzden, Vahidettin'in, geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-yi Hümayun'a ait olan değerleri (altın çekmece, Kıyametname,Kur'an mahfazı vb.) hazineye geri vermesi doğal bir olaydır, bozulmaz töre gereğidir.

Durum bu iken, "Hazineye dokunmamış" , "Babasının elmaslı sorgucunu almamış" , "İstese bütün Hazine-yi Hümayun'u beraberinde götürebilirdi" , "Milyonları bile götürmesi işten değildi" gibi dayanıksız ve yavan cümleler, hem Osmanlı gerçeğine, hem de Vahidettin'e haksızlıktır. Vahidettin 500 yıllık saltanat ve devlet töresinin cahili mi ki "Bunlar, hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız şahsi malımızdır" demiş olsun? ( ... )

Peki , Vahidettin istese, söz konusu nesneleri, altınları vs. beraberinde götüremez miydi?

( ... )

Hazine-yi Hümayun'dan bir şeyler alıp götürmesi gereksizdi. Çünkü, ihtiyacı yoktu, çok zengindi.

Ağabeyi Sultan Reşat'ın aylık ödeneği 20.000 altındır. (dipnot : H.Z.Uşaklıgil, 1.C., s.91 ve 92; ayrıca yıllık 50.000 lira ziyafet ve seyahat ödeneği (s.92); sarayların tamiri de devlete ait. (Hurşit Paşa, Hayat Tarih, 1965/3, s.27) )... Buna ek olarak saltanat mülklerinden gelen gelirler de vardır. ( dipnot : Abdülhamit'in bu tür gelirlerden aldığı para, yılda 500.000 altın idi. "Prof. Dr. E.Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8., s.449" )

H.Z. Uşaklıgil özetle şöyle diyor:

"Sultan Reşat'a verilen aylık ödenek ve bu mülklerden gelen gelirler birleşince, pek müreffeh ve pek muntazam bir saray hayatına yetti." (Saray ve Ötesi, s. 181)

Tabii Vahidettin'e de aylık ödenek verilmiştir. Ancak -ödenek ve mülklerle ilgili işlemleri yapan- Hazine-yi Hassa Genel Müdürlüğü'nün kayıtları yayımlanmadığı için mütarekeden sonra, saltanat mülklerinden gelir gelip gelmediğini, gelmişse miktarını bilmiyoruz. Bu geliri yok saysak bile Vahidettin'in aylık ödeneği, bugünün (1995 Temmuz) parasıyla (1 Reşat Altını = 4 Milyon Lira) en azından 80 Milyar lira tutuyor. 1918 Temmuzundan 1922 yılı Kasım ayına kadar 51 ay tahtta kaldığına göre devletten, toplam 1.020.000 Altın (yaklaşık 4 Trilyon lira) ödenek almış demektir.

İstanbul'dan ne kadar para ile ayrıldı?

Bu konudaki iddialar çeşitli. Kızı Sabiha Sultan, yanında kağıt para "50 bin" lira, Refi Cevat Ulunay "20.000" altın, T.M. Göztepe "35.000 İngiliz lirası" aldığını ileri sürüyorlar. Samiha Ayverdi, "küçük bir cep harçlığı" ile ayrıldığını yazıyor. Tütüncübaşı Şükrü ise, "Vahidettin'in yanında 3.000 altın, bir İngiliz bankasındaki hesabında da 20.000 altın" bulunduğunu açıklamaktadır.

Biri ötekini tutmayan ifadeler. Çoğu da inandırıcı değil. San Remo'daki villada, yaşayan 40 kişinin yiyip içmesi, 40 odalı köşkün kirası, 25 kişilik hizmetli kadrosunun aylığı, yaver Zeki'nin lükse ve kumara harcadıkları, Vahidettin'in bazı mecaracılara yardım için verdiği paralar, 50.000 lira kağıt para ya da küçük bir cep harçlığı ile karşılanamaz.

Yanına aldığı paranın miktarı hakkında Vahidettin bir açıklama yapmamıştır. ("İngiliz belgelerine göre İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Malta'da bulunduğu sırada Vahidettin'in servetini araştırmış, bir İngiliz bankasında 20.000 İngiliz lirası kadar bir serveti bulunduğunu tespit etmişti. Ancak bu, para değil, mücevher cinsinden bir servetti. Ayrıca Fransız bankalarında da serveti olduğu anlaşıldı ve bir süre sonra harcamasına izin verildi." -> Bilal N.Şimşir, Vahidettin'in Kaçışı ve Sonu, 28-29 Kasım 1973, Cumhuriyet Gazetesi...... Lord Kinross, dayanak göstermeden şöyle yazıyor: "İngiliz Elçiliği, Sultanın paralarıyla değerlerinin dışarıya gönderilmesine aracılık etmişti.. Böylece yaşamasına bol bol yetecek parası vardı." -> Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.540 ) ........ Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği oldukça makul bilgiyi esas alırsak, Vahidettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın bulunuyor. Bu bile bugünün (1995) parası ile 92 milyar lira eder. Buna Mediha Sultan ile Kral Hüseyin'in, ileride ayrıntısını göreceğimiz desteklerini de eklersek, Vahidettin'in kullandığı gurbet parası 140 milyarı geçiyor...

Zaten buna yakın bir parası olmasa, o tantanalı sürgün hayatı yaşanamazdı. Ama bu kadar para, üç buçuk yılda nasıl bitti? Bunun cevabını San Remo'da yaşanan gösterişli hayatı görünce bulacağız..


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; s. 49-50-51-52; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

SALTANATIN KALDIRILMASI VE VAHİDETTİN'İN HAİN İLAN EDİLMESİ

30 Ekim 1922 Pazartesi günü, TBMM'de, son sadrazam Tevfik Paşa'nın M.Kemal Paşa'ya özel, Meclis Başkanlığı'na resmi olarak yazdığı iki yazı, genel görüşme konusu olur. O gün konuşan milletvekillerinin (Efendi ve Hoca diye anılacak olanlar, din bilginleridir), Vahidettin, saltanat ve İstanbul hükümetleri hakkındaki kanı ve düşüncelerini özetle ve sadeleştirerek aktaracağım..

Rasih Hoca (Kaplan, Antalya): "O tahtta oturan kimsenin (Vahidettin) cani olduğunu bilemiyorduk. Evet canidir! Çünkü bunca kıyım yapan Yunan ordusu, kendini yıllarca Halife ordusu diye tanıttı; düşman bu propagandayı yaparken o, bir beyanname ile olsun, 'Yunan ordusu neden Halife ordusu oluyormuş?' demek cesaretini gösteremedi. İslam alemi kör değil. Durumu görmüş, temsilcilerini İstanbul'a değil, Ankara'ya göndermiştir. (dipnot : Ankara'da Afganistan, Azerbaycan ve İran büyükelçilikleri, Buhara temsilciliği vardır.) Milletin aleyhine hareket eden bu kişiler haindir!" (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.272)

Hüseyin Avni (Ulaş, Erzurum): "Türkiye halkı geçmişteki sisteme isyan etmiştir. Tevfik Paşa makam-ı hilafetten bahsediyor! Makam-ı hilafet nerede? Vahidettin, bacağı kırılsaydı da saltanat şûrasında Sevres Andlaşması'nı kabul için ayağa kalkmasaydı. Tevfik Paşa 'Ankara ile Bab-ı Âli arasında hakiki bir ikilik yoktur' diyor. Evet yalnız Bolu hadisesi (isyanı), Konya hadisesi vardır. (Gülmeler, Yozgat hadiseleri sesleri) Sevres'i imza eden Bab-ı Âli değil mi? Tevfik Paşa sadrazam sıfatını kullanmak için hangi mühürü kullanıyor? O mühürü kimden almıştır? (Vahidettin'den sesleri) O mühür benim memleketimin, malikâne gibi zorla gasbedilmesi sonucu kullanılan cinayet mühürüdür. O mühür milletin idam kararını mühürledi. Sevres Andlaşması üzerinde duruyor. Hilafet perdesi altında, saltanat cinayetlerine kadar kapı açmalarına, memleketi altüst edecek bir hale düşürecek yasa dışı sıfatlar takınmalarına, TBMM hiçbir zaman fırsat vermeyecek.. (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.274-275)

Rıza Nur (Sinop): "Türk milleti, üç yıl önce TBMM'yi toplayarak kararını vermiştir: Hakimiyet milletindir. O halde Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine genç ve milli bir Türkiye devleti kurmuştur ve bütün hakimiyet ondadır. (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.278)

K.Karabekir Paşa (Edirne): "Kötü ruhlar (aslı: ervah-ı habise) gibi karşımıza çıkan bu adamlar, İstiklal Savaşı'nın başlangıcında, doğudaki en uzak köşelere kadar fesat ellerini salmasalardı, hatta benim birliklerimin, karargâhımın içine kadar Ferit Paşa mel'unu zehirli mektuplar göndermemiş olsaydı, bu şerefli günlere iki yıl önce kavuşurduk. Bunlar idrakten, vicdandan yoksun birtakım insanlar... TBMM'nin kesin emriyle ve ilk fırsatta, İstiklal Mahkemesi ile bu adamlara gereken işlemi yapalım. Tevfik Paşa, 'eğer Bab-ı Âli barış konferansına gitmezse, bunun İslam aleminde büyük etki yapacağını' yazıyor. Genel Savaşta cihad ilan edilmiş iken, kendi şahsım adına ve kumandan olarak söylüyorum, gerek Çanakkale'de, gerek Irak'ta sürekli İslam askerleri ile savaşmak zorunda kaldım. Halbuki bugün, İstiklal Muharebesini yaparken ve İstanbul aleyhimize bir cihat fetvası çıkarmış iken, doğuda İslam, ellerini bize, Anadolu milletine uzatmış ve İstanbul hükümetini lanetlemiştir. Bütün şehitlerimiz, bütün gazilerimiz, ayakları, bacakları kopmuş kardeşlerimiz, bu adamları lanetliyorlar." (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.280)

Hacı İlyas Sami Efendi (Muş): "İslamın hayatına, bütün İslam muhitinin mukaddesatına kayıtsız kalan Vahidettin'e biat ettiği için sağ elime nefretle bakıyorum. Müthiş bir esirlik çemberi altında olduğu için bu Padişahın böyle haince hareket ettiğini sanacak arkadaşlar bulunur. Bu hareket, esirliğin gereği değil, kişiliğinin sonucudur. Bir an önce, zavallı mabetlerimizi, mescitlerimizi, milletimizi şu alçağın (aslı: leîmin) adıyla kirletmek için buna bir son verelim." (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.281, 282)

Müfit Efendi (Kurutluoğlu, Kırşehir): "İstanbul'dakiler bizi onlara karşı isyan etmiş olarak ilan ettiler. İsyan etmedik, hakkımızı istiyorduk. Gasp edilen hakkımızı geri almak ve yaşamaya layık bir millet olduğumuzu dünyaya ispat etmek için toplandık. İslam kardeşlerimizi, bize karşı silah kullansınlar diye kandırdılar, İstanbul'da oturan bir küçük zümredir. Kendilerine verilecek cevap, vatana ihanet suçu işlediklerini bildirmektir!" (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.284,285)

Ali Fuat Paşa (Cebesoy, Ankara): "Hâlâ İstanbul entrikası son bulmuyor. Bence düşmanların da sonuncusu (Vahidettin) bugün halledilmelidir!" (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.286)

Nusret Efendi (Erzurum): "Bab-ı Âli ve Saray ölmüştür. (Bravo, yaşa sesleri) Önce bu kişiyi tahtından indirelim!" (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.289)

TBMM o gün, bu görüşmelerin ışığında, "Padişah ve İstanbul hükümeti hakkında koğuşturma yapılmasına" da karar verecektir. (306 sayılı karar; s.294)

Diyarbakır milletvekili Hacı Şükrü Efendi, "İstanbul hükümetinin ve Vahidettin'in, besmele ile taşlanmasını" önerir; aralarında H.Avni ve Ziya Hurşit'in de bulunduğu 14 kişi de, "İstanbul hükümetinin, milli varlığın ruh ve manasına aykırı olan yazısına cevpa bile verilmemesini" ister. (s. 291, 292)

Rıza Nur: (Saltanatın kaldırılması hakkında yazdığı önerinin gerekçesinden...) "(...) Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âli'nin hainliğini gördüğü zaman, bir anayasa çıkararak, onun birinci maddesiyle egemenliği Padişah'tan alıp doğrudan millete... vermiştir. Hal böyleyken, İstanbul'da düşmanlar ile işbirliği yapmış olanların, hâlâ saltanat ve Osmanlı ailesinin haklarından söz etmelerini görmekle, şaşkınlığa uğramış bulunuyoruz..." (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.313)

Saltanatın kaldırılması hakkındaki iki maddelik karar, 1/2 Kasım 1922 gecesi kesinleşir. (Karar sayısı 308). Karara sadece bir milletvekili muhalif kalmıştır. (I.Dönem Zabıt Ceridesi, 24.C., s.315) (dipnot : Karşı oyun sahibi Ziya Hurşit'tir. Tutanağın 312. ve 315. sayfaları incelenirse, Ziya Hurşit'in de karara karşı olmadığı, kendisine söz verilmediği için muhalif kaldığı anlaşılır. Karşı olsa, önerinin karma komisyona havalesi için çabalamaz, bu konudaki önergeyi de imzalamazdı...)

Görülüyor ki, Vahidettin'in hainliği, resmi tarihçilerin ya da 'devrim kalemşörleri'nin bir iddiası, yakıştırması, iftirası filan değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıdır.


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; s.52-53-54-55; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

BAZI GÖRGÜ TANIKLARININ VAHİDETTİN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

II. Abdülhamid'in Başkâtibi Tahsin Paşa: Sultan Hamid, Vahidettin Efendiyi bu derece beğenmekle pek aldanıyordu. Çünkü, Vahidettin Efendi, Sultan Hamid'e bir maksat ve çıkar karşılığında hizmet ediyordu, yoksa Sultan Hamid'e hiç sevgisi ve bağlılığı yoktu. Nitekim inkılaptan (1908'den) sonra, Sultan Hamid aleyhine en ileri gidenlerden biri Vahidettin Efendi olmuştu.... Vahidettin Efendinin readet-i ahlakiyesi (ahlakının bozukluğu) sonra bütün feciliği ile kendisini göstermiş ve saltanat makamına geçince, yaltaklanma ve dalkavukluk huyu gereğince, bu sefer kuvvet ve nüfuz sahibi gördüğü yabancı ve düşman millete sokulup yanaşma yolunu tutmuş ve melanette (kötülükte) daha ileri giderek, vatanlarını düşman istilasından kurtarmak için gaza ve bu uğurda canlarını feda eden Türkleri vurdurmaktan çekinmemiştir." (Sultan Abdülhamid, s.171)

Vahidettin'in Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi: "Aşırı derecedeki tevehhüm (kuruntu) ve tereddütü, öteki meziyetlerini örterdi... Sultan Vahdettin, Sultan Reşat'tan daha aklı başında ve daha bilgili olduğu halde inat ve israrının, vehimliliğinin ve kararsızlığının kurbanı oldu... Sultan Reşat'ın kalbi daha temizdi... Onurlu bir zat olduğundan, mütarekeden sonra Vahdettin'in uğramış olduğu hücumlara uğrasaydı, ya felç olup yatar yahut yüreğine inip ölüp giderdi." (A.F.Türkgeldi, s.274,275,276)

İngiliz Yüksek Komiserliği Siyasi Müşaviri T.B.Hohler'in 4 Kasım 1919 günlü raporu: "Hükümdar zayıf karakterli olup pek cesur olmamasına rağmen yüksek prensip ve emellere sahip görünmektedir." (G. Jeschke, İngiliz Belgeleri, s.6; Br.IV, No.578)

Amiral de Robeck'in raporu: "Büyük bir karakter gücüne veya şahsiyete sahip olmamakla beraber çok samimi ve nazik bir zat olup, oldukça zihni bir idrak de göstermektedir." (G.Jeschke, İng. Belgeleri, s.7; 21.8.1920 günlü mülakat hakkında rapor, Br. XIII, No.23)

A.Reşit Bey: "Oldukça zeki fakat fazla müteenni (fazla temkinli) ve müteredditti(tereddütlüydü / kararsızdı). Diyebilirim ki anlayış ve kavrayışta hızlı, karar ve harekette yavaş idi. (Osm. T. Kronolojisi, C.4, s.441 ve 444'en aktarılmıştır)

Rıza Tevfik: "Kendisi bir kukla durumunda idi." (Biraz da Ben Konuşayım, s.191)

Damadı İsmail Hakkı Okday: "Kayınpederim hem zeki, hem mütereddit (kararsız) ve vesveseli (kuşkucu) bir hükümdardı." (İ.H.Okday, s.380)

Şehzade Abdülhalim Efendi: "Bu hanedan bitmiştir. Bizden millete hiçbir hayır beklenemez artık. Bizi bir tarafa atarak, millet kendini kurtarmalıdır." (Yakın Tarihimiz, 3.C., s.316)

Son Halife Abdülmecit Efendi: "O hain, yalnız vatanımıza hıyanet etmedi, hanedanımızın şerefiyle de oynadı. Artık vatandan da, hanedanımız sicilinden de kovulan bu adamdan bahsetmeyelim." (Aktaran N.F. Kısakürek, s.209)


Kaynak: Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; s.80-81-82; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.

NUTUK'TAN
(...)

Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim. O zaman, egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yöntem sonucu olarak büyük bir orun, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir Ulus'u nasıl utançlı bir duruma düşürebileceği, kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekten, hangi nedenle ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi, özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir ulusun başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki, bu alçak, atalarından kalma Padişahlık orunundan Türk Ulusu'nca atıldıktan sonra alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk Ulusu'nun daha önce davranmış olması elbette övülmeye değer.

Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette doğru değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyadaki gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa bayrak olmuş bir ulusuz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da ortadan kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, ulusların birbirleriyle olan ilişkilerinde kişilerin - özellikle kendi devletinin ve ulusunun dokuncasına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin - önemi olamayacağı gerçeğini bir kez daha doğruladık.

Uluslararası ilişkilerde korkuluklardan yararlanmak sistemini yeğleme çağını kapamak, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır!

( ... )
(Gazi M.Kemal Atatürk, Söylev, Cilt:I-II, Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, S.339-340, 43. Baskı,
Cumhuriyet Kitapları)


DİPNOTLAR

[ 1 ] İ.H.Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 4.C. s.441.

[ 2 ] Ahmet Kabaklı ise nedense, tarihi gerçekleri bir yana iterek, şöyle yazıyor: "Son Osmanlı padişahı VI. Mehmet Vahüdiddin, 17 Kasım 1922'de, Veliaht Abdülmecit Efendiyi Halife ilan etti." (Temellerin Duruşması, s.145).
Şaka mı, baskı yanlışı mı, yoksa sayın Kabaklı kimsenin bilmediği bir sırrı mı açıklıyor?
Oysa Vahidettin, sonuna kadar Halife olduğunu ileri sürmüş, Abdülmecit Efendi için de şöyle demiştir: "Bizim budala demek ki saltanatsız hilafete razı, yani tekke şeyhi olacak. Gerçi bu kadarı da [ona] çoktur ya." (Aktaran, Tütüncübaşı Şükrü Bey, Yakın Tarihimiz, 3.C., s.388.)

[ 3 ] K.Mısıroğlu, Osmanoğulları'nın Dramı, s.192'de, Mısır'da kalamamasının sebebini, Kral Fuat'ın karşı çıkmasına bağlıyor ama asıl sebebin İngilizlerin izin vermemesi olduğunu ileride göreceğiz.

[ 4 ] "Murahhaslığa Bahriye Nazırı Rauf (Orbay), Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet, o zaman İzmir'de bulunan Kurmay Yarbay Sadullah Beyler intihap edildi. Heyetin kâtipliğine ben tayin olundum. Heyetin refakatinde, Rauf Bey'in yaveri bahriye zabitlerinden Sait Bey bulunmakta idi. General Towshend ile birlikte önceden giden bahriye zabitlerinden Tevfik Bey de, heyete İzmir'de katıldı."

[ 5 ] K.Mısıroğlu, bu tanımlamayı, ya Osmanlıca bilmediğinden ya da bile bile yanlış olarak şöyle sadeleştirmiştir: "az miktarda kötü kişiler."(Hilafet, s.198)

[ 6 ] H.Kazım Bey anılarında diyor ki: "Fransız kuvvetleri komutanı General Franchet d' Esperey, Vahidettin'in yakını olmakla tanınan Refik Bey'e... tavsiyelerini aynen Padişaha aktaracağına dair kendisinden güvence aldıktan sonra şunları söylemiştir: 'Avrupa'ya karşı, bir dereceye kadar durumu kurtarabilmeniz için tek çare, memleketinizi bu çıkmaza sokan adamların birkaçını idam etmek ve bu yolla sorumluluğun bunlara ait olduğunu göstermektir.' Bu sözleri efendisine arz ettiğini Refik Bey bana söylemiştir." (s.189)

[ 7 ] Jeschke, TKS Kronolojisi I, s.103; Sevres Andlaşmasında İzmir'le ilgili zehir gibi 19 madde var: S.L.Meray-O.Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri, s. 70 vd.

[ 8 ] L. George, Avam kamarasında barış sorunu görüşülürken, İstanbul'un Osmanlılara bırakılıp bırakılmayacağını soran bir milletvekiline, özetle şöyle cevap verir: "İstanbul'da, savaş gemilerimizin hedefi olabilecek bir hükümet görmek, Toros dağlarının öbür tarafına çekilmiş bir hükümet görmekten yeğdir." (B.N.Şimşir, Ankara... Ankara, s. 238)

Kazım Karabekir, daha 12 Kasım 1921'de , "başkentin Anadolu ortalarında bir yere taşınmasını, İstanbul'daki askeri fabrikaların Anadolu'ya taşınmalarını" önerir. (İstiklal Harbimiz, s.974-975). Kısacası, başkentin, düşman etkisinden uzak bir yere, Anadolu'ya (Ankara) alınması, maddi ve manevi bir güvenlik sorunudur.

17 Ocak 1923 günü Vahidettin'le görüşen Fransa'nın Cidde Başkonsolosu Krajewski'nin raporundan: "Vahidettin'in benim üzerimde çok üzüntü verici bir intiba bıraktığını gizlemeyeceğim. Durumu doğal bir sebebe bağlı veya ileri derece bir zehirlenmeden ileri gelen yorgunluk belirtileri taşıyordu. Başı önüne düşmüş, alt dudağı sarkık, gözleri sönük ve uykulu..." (Tarih ve Toplum, s.54, 16. sayı)

[ 9 ] 1919 yılında bile, bugünkü sınırlarımız içindeki bölgede, 12.353.068 Müslüman vardı. (Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken s.14-16) Padişah ne hazindir ki öz yurdunun nüfusunu bile bilmiyor, hiç olmazsa kestiremiyor.

Temel Kaynak :
Turgut Özakman; Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele - Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar ; Şubat 1998, 2.Basım, Bilgi Yayınevi.
Bu eser, 1997 SEDAT SİMAVİ SOSYAL BİLİMLER ÖDÜLÜ'nü almıştır...

http://www.tekadamdevrimi.com/tekadamde ... _vhain.htm
Kullanıcı küçük betizi
Otopsi
Üye
Üye
 
İletiler: 251
Kayıt: Sal Ağu 12, 2008 13:55

Re: Atatürk ve Vahidettin Gerçeği

İletigönderen X-ritch » Pzr Ara 20, 2009 18:22

İngiliz Ajanı Gibi Çalışan Bir Padişah: Vahdettin

Başlığı okuyup, “abarttığımı” zannetmeyin lütfen; çünkü İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel’in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin’in İngiliz ajanı gibi çalıştığını gözler önüne sermektedir.
Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi konusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra’ya göndermeye karar vermiştir. Yusuf Kemal Bey Londra’ya gitmeden önce İstanbul’a uğrayıp Padişahla da görüşecektir. 23 Şubat 1922’de Padişah Vahdettin’in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey’in anlattıklarını dinleyen padişah, ona karşılık bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır. Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra’ya göndermeye karar vermiştir.
İngilizlere yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin, ajanlarını harekete geçirerek Yusuf Kemal Bey’in katibi Kemal’in evinde bulunan valizi, katibin yokluğunda açtırarak içindeki gizli belgelerin fotoğraflarını çektirmiş ve bir mabeyincisiyle suretle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’a göndermiştir.
Padişah Vahdettin’in, ajanına çaldırıp İngilizlere verdiği belgeler içinde daha çok Atatürk’ün, Türkiye’yi Londra’da temsil edecek olan Yusuf Kemal Bey’e verdiği gizli talimatlar vardır. Söz konusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın Yusuf Kemal Bey’e gönderdiği bir mektup, Yusuf Kemal kuruluna rehber olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya’daki İslam devletleriyle yapılmış olan antlaşmalardır.
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Vahdettin’in kendisine verdiği bu belgeleri, 7 Mart 1922’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na göndermiştir.
Belgeler İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nı çok sevindirmiş, Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne bu belgelerle ilgili olarak 14 Mart’ta şu notu yazmıştır:
“Padişah, Yusuf Kemal’in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bize göndermekle (İstanbul’la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi biçimde gösteriyor..”
Salahi Sonyel’in dediği gibi, “Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bunları gerçekten çaldırarak Türkiye’yi işgalinde tutan düşman bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, ulusal akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir.”
İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, söz konusu belgeleri Padişah Vahdettin’in, Yusuf Kemal Bey’in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına göre, her şey çok net bir şekilde orta değil midir?
TARİHÇİ-YAZAR SİNAN MEYDAN
Kullanıcı küçük betizi
X-ritch
Üye
Üye
 
İletiler: 39
Kayıt: Cmt Oca 26, 2008 11:54

Re: Atatürk ve Vahidettin Gerçeği

İletigönderen Syriusien » Pzr Ara 20, 2009 19:26

Ben bir keresinde Vahidettin'in bu halka hitaben "Bu halk bir koyun,onları güdecek bir çoban lazım,o çoban da benim" dediğini biliyorum.
Bu sözü Yaşar Nuri Öztürk Murat Bardakçı'ya söylediğinde inkar etmemişti.
Atatürk'ün idamı için gaybında idam fermanı çıkarmıştır Osmanlı.Osmanlı'nın son dönemi,devletimizin şu anki durumu gibidir.
Kullanıcı küçük betizi
Syriusien
Üye
Üye
 
İletiler: 23
Kayıt: Sal Ağu 18, 2009 1:04

Re: Atatürk ve Vahidettin Gerçeği

İletigönderen Ram » Pzt Ara 21, 2009 23:42

Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!


Şu dizine dön: Mustafa Kemâl ATATÜRK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x