Atatürk Ve Yorgun Askeri.. Sümela Ayininde Kim Güldü, Kim Ağlayacak..
Güneş yavaş yavaş ufuk çizgisine doğru süzülmeye başlamıştır…
Ve… Aylardan Hazirandır…
Saatlerdir ayaktadır. Uzaklara bakmaktadır. Yüzü sıkıntı ve üzüntü içindedir, Bakışları yoğun bir kederle gölgelenmiş ve buğulanmıştır. Çok gergin bir bekleyişle, hiçbir şey demeden, sadece büyük bir dikkatle uzaklara süzmektedir…
Yanında çok daha genç olan iki kişi vardır. Onlar da sessiz, ama tedirgin bir bekleyiş içindedirler.
Bu tedirginliğe sebep, bulundukları yere göre sağ tarafta bulunan ve Kulp deresinin batısına düşen Genç dağlarının yamacında beliren bir düşman müfrezesidir.
Planlı bir geri çekilme harekâtını tâkip eden bu Rus müfrezesi artık çok yanaşmıştır.
İki genç adam bir müddet daha sessiz kalırlar. Ancak son anda esir düşme endişesi ile Yaver Cevat Abbas’ın sabrı tükenir ve mütereddit bir sesle sorar:
“- Atları emreder misiniz Paşam?”
Ama son derece kederli olan kumandan çok sert bir sesle cevap verir:
“-Acele etmeye lüzum yok, hareket zamanını ben bilirim!”(1)
Hayat ve ölüm çizgisini belirleyecek kadar önemli ve son derece sessiz dakikalar geçmektedir ama kumandan sadece büyük bir dikkatle yine uzağa bakmaktadır.
Bir zaman daha bekleyen Yaver Cevat Abbas tekrar cesaretlenir:
“-Paşam, kimse kalmadı, atları emreder misiniz?” (2)
Ama kumandan yaverini çok fena azarlar ve der ki:
“-Karşıdan gelmekte olduğunu gördüğüm asker önümden geçip emniyete girmedikçe, buradan ayrılmayı hiçbir zaman düşünemem!”(3)
Gerçekten de bir müddet sonra bir asker küçük bir tümseğin ardından çıkar. Çok yorgundur, elinde silahı, cephanesini ve sırtındaki çantasını zorlukla taşımaktadır. Acaba yaralı mıdır?
Kumandanın emri üzerine yanına giden Yaver Abbas ve arkadaşı subay askerin çok yorgun ve bitkin olduğunu anlar ve gereken yapılır.
Sonra beklemekte olan kumandana durum izah edilir.
Evet…
Yer Kulp deresi ile yüksek rakımlı genç dağları arasında bir yerdir ve… Tahmin ettiğiniz gibi kumandan da Mustafa Kemal Atatürk’tür. Vurucu gücü çok yüksek bir Rus baskınının ardından komuta Atatürk’e verilmiştir.
Yeni bir baskın yememek için ordusunu gece Kulp geçidinden geçiren Mustafa Kemal Paşa bu geri çekilmede ertesi günü kuşluk vaktinde son yorgun asker de önünden geçmeden bulunduğu yeri terk etmemiştir!
Yıl 1916’dır, Aylarda Haziran…
Atlar getirilir. Son bir defa bakar Atatürk ufka, emin olur ki son asker de gitmiştir. Atına atlar ve yanındaki subayları Cevat Abbas ile Şükrü Tezer’e büyük bir üzüntü ile der ki:
“- Bu topraklardan ayrılmaya gönlüm bir türlü razı olmuyor, saatlerce ve üzüntü içinde hep bunu düşünüyorum, zihnim daima bununla meşgul. Bu gün, çaresiz buradan ayrılacağım, fakat bir şartla ki o da, çok kısa bir gelecekte yine ve hem de yalnız buralara kadar değil, daha ileriye gitmek için geleceğim!”(4)
Yorgun ve bitkin bir neferi bile feda etmek istemeyen, tek biri vatan evladını dahi bekleyen bu dahi Komutan, yani Mustafa Kemal Atatürk kısa bir zaman sonra geri döner ve ufka uzun uzun baktığı noktanın çok ötesine gidip Muş’u düşmandan temizleyerek yürek yangınını biraz olsun hafifletir.
Niye mi yürek yangını? Çünkü bu bölgeye gelinceye kadar yollarda gördükleri Atatürk’ün gönlünü perişan etmiştir, açlıktan ölenler, kimsesiz çocuklar, bir lokma ekmek yedikleri zaman kendinden geçen kimi insanlar…
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/YAZARLAR/OZEL/suzan_pontus_01.jpg[/img]
Ve… Ruslara askerlik ve rehberlik yapan Teba-yı Sadıka’dan hainler… Van’da, Gevaş’ta, Bitlis’te ve daha pek çok yerleşim yerinde pek çok Müslüman ahali işkencelerle öldürülmüştür.
Van valisi Cevdet Bey Rus-Ermeni baskısı karşısında tutunamayarak 16/17 Mayıs gecesi çekilmiş; böylece Van, Rus ve Ermenilerin eline geçmiştir. Ermeniler şehir ve çevre halkından yüzlerce kişiyi katletmişlerdir. Bu durum, Alman Büyükelçisi Wangenheim tarafından Alman Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen 10 Mayıs 1915 tarihli telgrafta şöyle bildirilmiştir(5):
"Van vilayetindeki Ermeniler ayaklanmışlar, Müslüman köylere ve kaleye saldırıya geçmişlerdir. Kaledeki Türk garnizonu 300 kayıp vermiş, günlerce devam eden sokak muharebeleri sonunda şehir asilerin eline geçmiştir. 17 Mayıs 1915'te de Van Ruslar tarafından işgal edilmiş, Ermeniler düşman tarafına geçmiş ve Müslümanları katle başlamıştır. Bitlis istikametinde 80.000 Müslüman kaçmaya başlamıştır."(6)
Büyük mücadelelerden sonra, ağır bir haçlı saldırısından sonra içeriden de ayrılık hançerleri ile hançerlenir Osmanlı, hazin bir can çekişle tarihte şanlı yerini alır.
Sonra İstiklal savaşı… Emperyalist haçlı zihniyet “tam da her şeyi hallettik” derken destanlarla dopdolu, şanlı bir bağımsızlık savaşı neticesinde Türkiye, Osmanlı’nın küllerinden tıpkı bir Zümrüt-ü Anka misâli doğar!..
Ama… Böyle bir netice kabul edilecek midir emperyalist batı ve yandaşları tarafından, elbette asla!
Çeşitli isyanlar başlatılır. Bu isyanlar yüzünden Musul ve Kerkük’ü kaybediş hikâyemiz ne kadar da hazindir.
İnşAllah yazarız.
İsyanlardan biri Dersim isyanıdır. İngilizlerin başrolü oynadığı bu isyanda asiler telefon hatlarını keser, önce nöbet tutan 33 askeri başlarındaki gencecik subayı şehit ederler ve isyan adeta patlar.
Niye isyan? Sebep? Sebep pek çok! Feodal yapıdan tutunuz, vergi vermek istememeye kadar zahiri bir sürü sebep, ama, ana sebep Türkiye’ye nefes aldırmamak, belini doğrultmasına fırsat vermemek!
Bu konu ile ilgili bir mektubun sadece birkaç satırını okuyalım mı?
Mektup isyanın başlarından Seyit Rıza’nın mektubu, İngiliz Dış İşleri Bakanlığına yazılmış:
“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,
Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor…”
Evet, şikâyetle başlıyor satırlar ve isyanı haklı gösterme çabalarıyla dolu. Sonra şunlar itiraf ediliyor:
“1930’da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. “
Yani isyanı çok tabii bulup Türk ordusunu hezimete uğrattığını da iddia ediyor. Sonra da şu satırlarla mektubu bitiriyor:
“ Benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.
Seyit Rıza Dersim Başkomutanı”
Niye bunları hatırlıyoruz şimdi?
Neden mi bu sıkıntıları anlatıyoruz?
Şunun için: Kimi Devletlûlar, özellikle Baş devletlû bütün gerçekleri ortada olan bir isyanı diline dolayıp siyasi çıkar için tarihi sapıttırırsa bunun kime, ne yararı vardır?
Bu ağır ve şiddetli isyanın asileri kendilerine uymayan bölge insanlarını da katletmişken, Baş devletlû başında bulunduğu devlete haşince saldırıp niye suçlu çıkarmaya çalışmaktadır?
Kime yaranmaya çalışmaktadır?
Şey Sait denen isyancı başının, bir vatan haininin heykelinin dikildiği şu günlerde, bu isyankârın yukarıdaki satırları da ortada iken niye “Dersim Dersim” diye tutturur ki? Niye? Neden? Üç kuruşluk oy için mi halkı bölünme noktasına çeker de çeker, etnisiteyi ortaya atar ve ağzını iyice bozar?
Tam da Kürtlere özerklik tantanası bütün medyaya çok şuurlu bir biçimde pompalanırken!
Şunu mu demek istemektedir: Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, önce kulaklara ve gözlere, sonra beyinlere bir tez mi işlenmektedir sessizce…
Yani Türk halkı yoğun bir psikolojik planla, yine, gizli bir planın adım adım sahneye konmasına mı alıştırılmaktadır?
Acaba halkın şuuraltına bir suçluluk duygusu mu aşılanmak istenmektedir, tıpkı ermeni meselesindeki özür dileme kampanyalarında uygulanan metot gibi…
Neyse…
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/YAZARLAR/OZEL/suzan_pontus_02.jpg[/img]
Biz yine Atatürk’e dönelim:
Atatürk’ün en önemli özelliklerinden birisi, belki de ilk sırada olanı, çok uzak ufuklu oluşu. Yeni kurulan gencecik Türkiye’nin başını ağrıtan bütün sıkıntıların üstüne gitmiş ve isyanları bastırmış, ahaliyi katledenleri durdurmuştur.
Bu konuda en önemli meselelerden biri de Pontus konusudur.
Atatürk, nutkunda bu bahsi şöyle anlatır:
“Saygıdeğer Efendiler,
Genel konuşmamın başında bir Pontus meselesinden söz etmiştim. Bu mesele belgeleriyle herkesçe bilinmektedir. Ancak, bizi de çok uğraştırdığından, burada, onunla ilgili bazı noktalara dokunacağım.
1840 yılından beri; yani üç çeyrek yüzyıldan beri, Anadolu'nun Rize'den İstanbul Boğazı'na kadar uzanan Karadeniz bölgesinde, eski Yunanlılığın diriltilmesi için çalışan bir Rum topluluğu vardı.
Amerikalı rum göçmenlerden Rahip Klematios adında biri, ilk Pontus toplantı yerini şimdi halkın Manastır dediği bir tepede İnebolu'da kurmuştu. Bu teşkilâta bağlı olanlar, zaman zaman biri birinden ayrı eşkıyaçeteleri kurarak faaliyet gösteriyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı sırasındada, dışarıdan gönderilip dağıtılan silâh, cephâne, bomba ve makineli tüfeklerle, Samsun, Çarşamba, Bafra ve Erbaa Rum köyleri sanki bir silâh deposu durumuna gelmişti.
Ateşkes Anlaşmasından sonra, bütün Rumlar Yunanlılık millî davası ile her tarafta şımardığı gibi, Ethniki Hetairia (Etniki Eterya) Cemiyeti'nin propagandacıları ile Merzifon'daki Amerikan kuruluşlarının manevî destekleri ile eğitip yetiştirilen, maddî bakımdan da yabancı hükûmetlerin silâhlarıyla güçlendirilip cesaret verilen bu bölgedeki Rumlar da, bağımsız bir Pontus hükûmeti kurma emeline düştü. Bu maksatla genel bir ayaklanma hazırladılar. Dağlara çekildiler.
Amasya, Samsun ve dolayları Rum Metropolit'i Yermanos' un idaresinde düzenli bir programla çalışmaya başladılar. Bir yandan da, Samsun'daki Rum komitecilerinin başkanı olan Reji Fabrikası Müdürü Tokomanidis,İç Anadolu ile haberleşme sağlamaya çalışıyordu. Bazı yabancı hükûmetler, Pontus hükûmetinin kurulması için yardımcı olacaklarına söz verdiler.
Samsun ve dolaylarındaki Rum nüfusunu arttırmak için de, Rusya'daki Rum ve Ermenileri Batum'da topladılar. Onları, Türk Kafkas ordularından alınıp Batum'da depo edilen silâhlarla donatarak, sahillerimize çıkarmaya başladılar. Çetecilik etmek üzere, sahillerimize çıkarılabilecek birkaç bin Rum'u Sohum'da Haralambos adında bir adamın başına topladılar.
Batum'da toplananların da Haralambos'un etrafında toplananlara katılmaları sağlanıyordu. Bunlar, memleketimiz içinde, Samsun'daki bazı yabancı devlet temsilcileri tarafından korunuyor ve silahlandırılıyordu. Kıyılarımıza çıkan bu çeteler, göçmenleri besleme maskesi altında, yabancı hükûmetler tarafından yedirilip giydiriliyordu. Yabancıların Kızılhaç hey'etleri arasında gelen subayların da örgüt kurmak, çetelerin askerî öğretim ve eğitimi ile uğraşmak ve gelecekteki Pontus hükûmetinin temelini atmakla görevlendirildikleri anlaşılıyordu.
4 Mart 1919 tarihinde, İstanbul'da Ponius adıyla yayınlanmaya başlayan bir gazetenin başmakalesinde Trabzon ilinde Rum cumhuriyetinin kurulmasına çalışmak maksadıyla yayınlandığı ilân edilmişti.
Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanma gününe rastlayan 7 Nisan1919 günü, her yerde ve özellikle Samsun'da gösteriler yapıldı. Yermanos'un küstahça davranışları Rumların düşünce ve emellerini açığa vurdu. Bafra ve Çarşamba dolaylarındaki yerli Rumlar, sık sık kiliselerde toplanıyor, örgütlenmelerini ve donatımlarını artırıyorlardı. 23 Ekim 1919 tarihinde, Doğu Trakya ve Pontus için merkez olarak İstanbul kabul edilmişti.
Venizelos, İstanbul'un merkez olarak kabul edilme konusunun daha sonraki bir tarihe ertelenerek, bunun yerine Pontus hükûmeti kurulması düşüncesini ortaya atmış ve İstanbul Patrikhanesi'ne buna göre talimat vermişti. Aynı zamanda, İstanbul'da gizli bir Yunan polis teşkilâtı kurmakla görevlendirilen Albay Alexandros Zimbrakakis tarafından Pontus jandarma teşkilâtını düzene sokmak üzere Eiffel (Eyfel) adlı Yunan torpidosuyla, bir subaylar hey'eti de gönderilmişti.
Türkiye'de bu türlü işler olurken Batum'da da 18 Aralık 1919'daPontus Rum Hükûmeti adıyla bir hükûmet kurulmuş ve teşkilâtlanmaya başlamıştı.19 Temmuz 1920'de de Batum'da, Karadeniz, Kafkas ve Güney Rusya Rumları tarafından Pontus meselesi ile ilgili bir kongre toplandı.
Bu kongrenin raporu üyelerden biri vasıtasıyla İstanbul'da Rum Patrikliği'ne gönderildi. Pontusçular 1920 yılının sanlarına doğru çalışmalarını büsbütün artırarak iyiden iyiye ortaya çıktılar. Bizi, ciddî tedbir almaya mecbur ettiler.
Dağlarda kurulan Pontus teşkilâtı şöyle idi:
a) Birtakım çete başların emrinde silâhlı ve savaşçı kuvvetler,
b) Bunların beslenmesine hizmet eden üretici Pontus halkı,
c) Yönetim ve güvenlik kuvvetleri ile şehirlerden ve köylerden yiyecek sağlamakla görevli ulaştırma kolları.
Çetelerin çalışma bölgeleri biri birinden ayrılmıştı. Pontus eşkıyasının kuvveti başlangıçta 6.000- 7.000 silâhlı idi. Daha sonra her taraftan katılanlarla 25.000'e yaklaştı. Bu kuvvet yeterli küçük 'birliklere ayrılarak çeşitli yerlerde barınıyordu.
Pontus çetelerinin bütün işleri, İslâm köylerini yakmak, Müslüman halka karşı akıl ve hayale sığmaz zulümler yapmak, cinayetler işlemek gibi kan içici bir sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.
Biz, Anadolu'ya çıkar çıkmaz, Türk halkını dikkat ve uyanıklığa davet ettik. Doğabilecek tehlikelere karşı tedbirler almaya başladık. Merkezi Sivas'ta bulunan 3' üncü Kolordu, yalnız, çeşitli bölgelerde gözüken çeteleri takip ve ortadan kaldırmakla uğraştı.
Trabzon bölgesinde dolaşan Köroğlu adındaki Rum çetesiyle, Eftalidi çetesi ve öteki çeteler, merkezi Erzurum'da bulunan 15' inci Kolordu tarafından takip edilerek ortadan kaldırılıyordu. Bir taraftan da Pontus eşkıyasının dönüp dolaştığı yerlerde, halk silâhlandırılarak millî teşkilât kuruldu.”(7)
Tarihi verilere baktığımızda Yunanistan’ın kendini Helen kültürünün tek sahibi ve Bizans’ın mirasçısı kabul ettiğini görüyoruz. Megalo İdea’sında Türkiye’nin neredeyse tamamı var, tipik bir emperyalist haçlı zihniyeti..
Şunu söyleyebilirsiniz, o küçücük devlet mi?
Ah, işte burada duralım biraz:
Yunanistan asla Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçmemiştir, geçemez! Türkiye’nin Karadeniz Bölgesini kaybedilmiş, ama alınması mukadder anavatanı sayar Tıpkı İsrali’in Süleyman Mabedinden vazgeçmemesi gibi.
Bu konuda hemen bir kronolojik sıralama yapalım, fazla uzaklara gitmeyelim:
1981: Yunanistan’da iktidara gelen Pasok Türkiye’nin Pontus soy kırımı yaptığı propagandasını dünya medyasına ABD lobileri vasıtasıyla servis etti;
1985: ABD’deki Yunan Lobisi tarafından kurulan, “Anavatanları Özgürlüğe Kavuşturma Uluslararası Komitesi “ adlı örgütün, 1922’nin 60. yılında hazırlandığı anlaşılan ve ABD’de basarak bütün dünyaya gönderdiği Türkiye haritasında, Türkiye Ankara ver çevresinden ibaret gösterilirken, İzmir, İstanbul çevresi, bütün Ege ve Marmara’yla, Kıbrıs, Yunan toprağı olarak gösterilmekteydi. Anavatanımızın kurtarılması için çalışmalıyız diyen örgütün haritasında Hatay, İskenderun ve çevresi Suriye’ye ait gösterilmekte, Trabzon, Rize ve Doğu Karadeniz’i içine alacak biçimde bir “Rum- Pontus” Cumhuriyetinin ilan edilmesi öngörmüştür. Doğu Anadolu’da Ermenistan ve Kürdistan devletlerinin var olduğu, ancak bunların Türk İşgalinde olduğu söylenmiştir. Haritadaki bu haliyle talepler Sevr’i de geçmiş bulunmaktadır.” (8)
1990: Yunanistan’da Pontus Küçük Asya Bankası kurulmuştur ve Pan Helenistik Pontuslular Derneği BM ve Agik’e çeşitli yazılar yazarak bütün dünyanın Pontus soykırımı konusunu dile getirmeye başlamışlar. Yunan İstihbaratından ve hükümetinden de çok güçlü desteler almaya devam etmişlerdir.
1993: Pontus dernekleri tarafından turistik gezi palavrasıyla “ Unutulmayan, Kaybolan Vatanlara Gezi” adı altında Karadeniz Bölgesine yapılan propaganda seyahatleri hızlanmıştır. Ünlü İş adamlarımız da bu garip gezilerde boy göstermektedir.
1993: Selanik’te Küçük Asya Helenizmi Kongresi ve Pontus Helenizmi Tarihi Sempozyumu düzenlenmiştir. Elbette hedefler ve uzak ufuklu planlar gündemdedir ve bunların tam göbeğinde Türkiye vardır. Bu konuda her türlü çalışma inanılmaz boyutlarda devam etmektedir.
1995: Vahiy ve Çevre Sempozyumu: Tam bir propaganda havasında geçen ve Patnos adasında yapılan bu sempozyuma giden Fener Patriği Ekumenik olarak devlet başkanlığı statüsünde, 21 pare top atışıyla karşılanmıştır.
1996: Yunanlı Yazar Yorgo Andreadis Abdi İpekçi Ödülünü almıştır. Bu hain adam Karadeniz bölgesinde “ dostluğun geliştirilmesi” konferansları verme hikâyeleriyle masum halkımıza Pontus masalları anlatarak, insanlarımızın aslında Rum olup asimile edildiklerine dair psikolojik alt yapıyı hazırlamaktadır. Bu adam, söylediğine göre, tam 46 kez Karadeniz’e gelmiştir. Neredeyse geceleri bile, neredeyse her kapının ardında asimile edilmiş Rum aramaktadır!
1997: Din, Bilim Çevre Sempozyumu: Trabzon’da yapılmış, dağıtılan o mahut haritalarda bütün isimler Rumca yazılmış ve Trabzon Trapezun olarak geçmiştir.
Fakat Trabzon halkı bu sempozyuma büyük bir reaksiyon göstermiştir, bunun üzerine papazlar şehirde ayin yapmaya cesaret edememişler, gemide 2. Helen toplantısı yapmışlardır.
Hangi konu da mı: Hemen söyleyelim:
“Karadeniz’de Ortodoksluğu tehdit eden unsurların görüşülmesi;
İstanbul’un idari statüsünün yediden değerlendirilmesi…(9)
Bu sempozyum süresince bir sürü rezillik yaşanmış, dönemin valisi ve kaymakamları kararlı tutum sergilemişlerdir.
1998: Sevgili Türkiye’miz unutkan yetkilileri nihayet bu marazi adamın, yani Yorgo Andreadis’in ülkemize girişini yasaklamıştır, ama adam Abdi İpekçi ödüllüdür!!!
1999: Bu konuda daima başrollerden birinde gördüğümüz Fener Rum Patrikhanesi himayesinde hazırlanan “Karadeniz’i Kurtarma Çevre Kirliliği Sempozyumu”nda dağıtılan harita ve belgelerde Karadeniz bir Pontus gölü olarak gösterilmiştir.
Ve… Fener Rum Patriği Evrensel (Ekümenik) patrik olarak gösterilmiştir!..
Aynı yıl birden bire bir Lazcılık ve Çerkezcilik hikâyesi ortaya çıkmıştır.
Aynı yıl California Üniversitesi Gladstone Enstitüsü’den bir doktor “Kalp hastalıklarında kolesterol riski “araştırması için Trabzon yöresinde kan örnekleri toplamaya başlamış, Kaymakamlık izin vermemiş ve Üniversite de desteklememiştir. Adam bunun üzerine Andreadis’in kitaplarını broşür niyetine dağıtıp defolup gitmiştir!
Daha neler var neler… Yıllar geçtikçe adım adım uygulanan planı görememişiz! Saflığımıza inanamadım!
Şimdi… Çok şaşıracağınız bir yıla geldik:
2005: Yunanistan Din İşleri ve Eğitim Bakanlığı Başbakan Karamanlis’in talimatı ile - hani bizim Baş devletlû’muzun samimi dostu var ya, o adam işte!!!- lise müfredatına bir ders daha ilave edilir.
Dersin adı mı, dikkat buyurun:
Pontus Soykırımı ve Helenizm’in Yönelimi!
Ve… 1990’lı yıllardan başlayan, güya Yunanistan’da eğitim masallarına inandırılarak kandırılan gençlerimiz!
2003 Yılında bu konu için 1 milyon dolar para ayırmış!
Evet, yanlış okumadınız: Kandırılan gençlerimizden biri olan Fethi Gültepe itirafında diyor ki:
“- Karadeniz’deki dokuz ilimizi kapsayan bir bölgede Pontus devleti kurmak için eğitildim.”
Ve… Yunan Gizli Sevisi tarafından eğitildiğini, ayda 500 dolar para aldığını, Atina Pandio Üniversitesi’nde siyaset bilimi okuduğunu ve kendisi gibi daha birçok gencin olduğunu anlatıyor…
Ve… Bu arada Yunanistan mali yönden de atak yapar ve Yunanistan Merkez Bankası bizim Finans Bank’ı üç misli fiyata satın alır!
Bizim maliye işlerinden sorumlu olan, hani şu, her şeyimizi “babalar gibi satmak isteyen” devletlû’muz bu işe çok sevinmiştir herhalde.
Ama… Ardından Yunanistan Dış İşleri Bakan Yardımcısı, Yunan Devlet Kanalı Kalimera Elleda (Günaydın Yunanistan) adlı programda kendisine soru sorulur:
“-Türkiye AB sürecinden koparsa B planınız var mı?”
Öyle ya, bu Pontus dayatmalarını hiç sesimizi çıkarmadan kabul ediyoruz, AB’ne gireceğiz diye atmadığımız takla kalmamasına karşılık, bir gün, bir anda ayranımız kabarırsa ve dersek ki:
“- Haydi oradan! Size de bir “one munite”! Girmiyoruz bre bu AB saçmalığına.
Ne olacak o zaman Yunanistan’ın Pontus hayali?
Ancak… Kazın ayağı hiç de öyle değil.Yüz defa “one minute” deseniz de, gerçek Bakan Yardımcısı’nın cevabında çok açık bir şekilde ortada:
Eminiz ki Bakan Yardımcısı aşağıdaki cevabı büyük bir keyifle vermiştir:
“-Yunanistan Türkiye’nin finans sisteminde etkili hale gelmiştir. Yunanistan’ın isteklerine kayıtsız kalamaz!”
Neyse, biz Pontus hikâyesine biraz daha devam edelim:
Bu konuda çok ciddi araştırmaların sahibi olan araştırmacı yazar Mehmet Bilgin “ Pontus Meselesi – Postmodern Pontusculuk “ başlıklı makalesinde diyor ki:
“1994 yılı Abdi İpekçi ödülünü Türkiye tarafında alan Ömer Asan ise Açık Öğretim Fakültesi mezunu bir genç. İstanbul Maltepe’de fotoğrafçılık yaparken tanıştığı bazı kişiler vasıtası ile Yunanistan’a gitmiş. Orada birkaç ay kalıp, bazı çalışmalarda bulunmuş. Kendisine Yunanistan’da sahip çıkanlar arasında Yorgo Andreadis de var. Karadeniz üzerine yazdığı bir yazı nedeniyle Abdi İpekçi ödülünü ‘köşe yazısı’ dalında aldığını, o günlerde ödülle ilgili yayınlanan haberlerden ve kitabına koyduğu biyografisinden öğreniyoruz. Fakat ödüle layık bulunan yazıyı uzun müddet araştırmama rağmen bulamadım. Daha sonra Asan’la tanıştığımda, ona ödül alan yazısını sordum. Kendisi bana, bunun yayınlanmış bir yazı olmadığını ödül komitesine gönderilen bir mektup olduğunu söyleyince oldukça şaşırdım. Her nedense, ödül komitesi, ödüle yayınlanmış hiçbir yazısı bulunmayan Asan’ın, gönderdiği bir mektubu layık görmüştü. Dışarıdan bakınca “Bir yazı yazdı kaderi değişti” diyebilirsiniz.
Ödül alan genç, bir program çerçevesinde Yunanistan’a gitmiş burada röportajlar vermiş ve bazı etkinliklere katılmış. Türkiye’ye döndükten bir müddet sonra da “Pontos Kültürü” adlı bir kitabı yayınlanmıştı(20). Yazar kitabında özetle, ailesinin evde Rumca konuşması nedeniyle kimliğini merak ederek araştırmaya başladığını ve kitabının da bu kimlik sorgulamasının bir ürünü olduğunu belirtmektedir.
Yazarın kimlik sorgulamasının, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan kültürü kabaca Yunan mitolojilerine dayandırma çabalarının ve Rumca üzerine bir dil çalışmasının yer aldığı kitap, bir bölümü ile de köy monografisini andırmaktadır. Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde amacının, kimlik arayışı adı altında, Doğu Karadeniz kültürünü, mitolojik ve tarihi verileri kullanarak, Yunan kültürü ile ilişkilendirmek olduğunu görüyoruz. Nitekim daha sonra Ömer Asan’ı doktora talebesi olarak yanına alan Prof. Dr. Neoklis Sarris kitaba yazdığı Önsözünde Asan’ı Türkiyeli Elen olarak selamlayarak kimlik arayışını önsöz bölümünde sonuçlandırmış görünüyor.”(10)
Takke düştü, kel göründü! Göründü de gören var mı acep?
Demek ki iş sadece satmakla olmuyor, devlet Adamlığı çok başka bir şey, yani devletin şirket idare eder gibi edilmemesi gerekiyor!
Elin adamı yoluna devam ediyor gördüğünüz gibi. Çok yıllar evvelden planladığı Sümela ayinini turistik hale sokuyor ve bol kazançlı gibi gösterip üç beş esnafın da cebine para koyuyor.…
Bir taşla kaç kuş?
Pekiyi de burada asıl kuş kim?
Bir neyse daha…
Şimdi biz haritaya bir kere daha dikkatle bakalım:
Benim doğduğum şehir bile Pontus Krallığının içinde. Ne yapsak acep?
Şöyle mi yapsak?
Tası tarağı toplayıp Ohri’ye mi gitsek, Florina’daki Nograt Köyüne, dedemin hasretle, ağlayarak anlattığı, doğup büyüdüğü topraklara mı?
Hele bir geliş hikâyesi var ki ne büyük bir kırım yaşamışlar o göçte.
Acaba dava mı açsam?
Yunanistan hükümetinin benden özür dilemesini isteyip bir de tazminat mı talep etsem veya oraların dedelerimin malı olduğunu söyleyip toprak mı istesem?
Daha neler, diyeceksiniz değil mi?
Ben de derim ki İsrail nasıl kuruldu? Adım adım, değil mi?
Niye Ermeniler Los Angeles Mahkemelerinde Türkiye aleyhine tazminat davaları açmaya başladılar?
Atatürk’ün arkasına düşen o zavallı perişan halk muhteşem destanlarla dolu İstiklal Savaşını kazanmasaydı aşağıdaki Rum Pontus haritasının gerçekleşeceği muhakkaktı. O halde?
Yunanistan Megalo İdeasından ve Pontus hayalinden vazgeçmeyeceğine göre, acaba biz Türkiye çok mu safız? Veya?
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/YAZARLAR/OZEL/suzan_pontus_03.jpg[/img]
Ama… Bizi daha da haklı çıkaran Gürcistan’ın tutumu! Onlar da çok kalabalık bir şekilde bu ayine katılmışlar.
Niye acep, sadece din saiki ile mi?
Bir bakalım dedik, sıkıntıyı davet ettik, efsaneler ve destanlarla desteklenmiş bir tarih ve bir de uzun mu uzun bir makale çıktı karşımıza. Bazı bölümlerini paylaşalım mı:?
“Özgürlük savaşının başarıyla sona ermesiyle üstün gelen demokrasi, bir barış ve güvenlik kalesi olarak kurulmaktadır. Özgürlükçü halklar, bu kuruluş içinde hak ettikleri yeri almak istiyorlar, en sevdikleri ereklerine ulaşmak istiyorlar. Faşizmin yenilgiye uğratılması davasına önemli katkıları olan Gürcistan halkı, kendi haklı istemlerini açıklamak hakkını da kendinde gördü.
Öncesiz çağlardan beri bizim olan toprakları Türkiye'nin zorla elimizden alarak kendi topraklarına katması nedeniyle dünya kamuoyuna sesleniyoruz. Söz konusu olan çiğnenen önemsiz topraklar değil, tersine halk olarak bizim kişiliğimizi belirleyen elimizden zorla alınan anayurdumuzdur, diri ulusal gövdemizi ikiye bölen kıyımdır. “(10)
Makalede kendilerince uzun bir gürcü tarihi anlatıyorlar ve ekliyorlar:
“Gürcüler, birleşme olanağı doğar umuduyla 19. - 20. yüzyıllarda Rusya'yla Türkiye arasında yapılan tüm savaşlara etkin bir biçimde katıldı. Gürcistan halkının, İ. Çavçavadze, A. Tsereteli, G. Tsereteli, Gr. Orbeliani, D. Kipiani gibi en değerli oğulları Türkiye'nin ele geçirdiği Gürcü topraklarının her geri alınışını coşkuyla selamladılar. Batum'un, Ardahan'ın ve Artvin'in Türklerden geri alınışını, Erzurum'un, Kazakistati'ın, Trabzon'un işgalini birer ulusal bayram olarak kutladılar. Halk, bu bayramlarda, yüzyıllardır yaşadığı hayallerinin gerçekleştiğini gördü.
…………….
Gürcistan birçok istilacı gördü. Bunlar arasında en kötü ün kazananlar, kuşkusuz Türkler oldu.
………..
Gürcü tapınakları camiye dönüştürüldü. Halk, 20.yüzyılın başında, Çariçe Tamara döneminden kalan köprüleri hala kullanıyordu. Ama Türk devletinin boyunduruğu altına giren Gürcü halkı, zulmedicilere karşı savaşım hep sürdürdü. “
………………..
Türkler, tüm çabalarına karşı Gürcistan'dan aldıkları güney bölgelerinin organik birliğini asla yok edemediler. Tüm bu olgular, dünya kamuoyu ve bilim, bu birliği doğrulamaktadır. Türkler de bu birliği tanımak zorundadırlar. 1578 yılında Güney Gürcistan Prensliği Samtshe'yi alan Türk Hükümeti, buraya Gürcistan, yani Gürcü Vilayeti adını verdi. "Gürcü Vilayeti'nin Ayrıntılı Sicil Defteri" (Defter-i Mufassal Vilayeti-i Gürcistan) adlı bugüne dek korunan Türklere ilişkin 1595 tarihli resmi bir belge, Gürcistan Bilimler Akademisi tarafından yayımlandı. Bu belgenin bir yerinde, birçok bölgelerin yanı sıra Çıldır'ın, Potshovi'nin, Panyaki'nin (Bana) ve Ardahan'ın tanımı yapılmaktadır. Öteki vilayet, geçen yüzyılın 60'lı yıllarında, Kızılırmak'a (eski Galis) dek olan tüm toprakları ele geçiren ve dört sancağa ayrılan Trabzon Vilayeti'dir. Bu sancaklar şunlardır:
1) Lazistan, Rusya sınırından Rize'ye dek,
2) Trabzon, Rize'den Ordu'ya dek,
3) Canik, Ordu'dan Kızılırmak'a dek, bu sancağın merkezi Samsun'dur,
4) Gümüşhane.
[img]http://www.haberiniz.com/images/stories/Yeni_Resimler/YAZARLAR/OZEL/suzan_pontus_04.jpg[/img]
…..
Gürcü halkının 1920'de ve 1921 yılının başlarında yaşadığı o zor dönemde, Türkler, daha önce aldıkları en eski çağlardan beri Gürcülerin olan topraklara ek olarak, Gürcü topraklarından olan Ardahan'ı, Oltu'yu, Artvin'i ve Batum'un güney bölgesini alarak kendi topraklarına kattılar. Sovyet halkının faşist Almanya'yla yaptığı Büyük Anayurt Savaşı sırasında, gerçekte Alman saldırganlarının yanında yer alan Türkiye, yeniden topraklarımıza göz dikti. Bu konuda Türk basını açık açık yazdı. Türkiye, gönüllü olarak bir kez daha emperyalist Almanya'nın hizmetine girerek, Anti-Hitler Koalisyonu'na zarar vermiş oldu. Ya biz? Gürcü halkının, Birleşmiş Milletler'in kutsal davasına ne gibi katkılan olabileceğini, dünyaya hatırlatmamız gerekli mi? Gürcü halkı, hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçemeyeceği topraklarını geri almalıdır. Bununla şu bölgeleri, yani Ardahan'ı, Artvin'i, Oltu'yu, Tortum'u, İsgira'yı, Bayburt'u, Gümüşhane'yi, Trabzon'u, Giresun'u, yani Gürcistan'dan alınan toprakların yalnızca bir bölümünü oluşturan Doğu Lazistan'ı amaçlıyoruz. “(11)
Evet, bu makale pek eski, kabul. Ama tam da Sümela ayini meselesinin ortaya çıktığı şu günlerde niye yeniden kimi basında ve sitelerde dolaşıyor?
Niye lazcılık ve Çerkezcilik kaşınmaya çalışılıyor?
Şu sıralar pek kanka olduğumuz Yunanistan’ın Pontus hayali ve aynı dinin mensubu gürcü dostlar!
Bu kankalarımız İsrail’in Netanyahu’su ile askeri ve stratejik anlaşmalar imzaladı bile!
Yüzünüzü buruşturdunuz değil mi?
Buna Gürcü olduğunu söyleyen Baş devletlûnun bir cevabı olmalıdır herhalde.
Başımızı ellerimizin arasına alıp bir düşünelim ve haritamızı göz önüne getirelim:
Acaba… Acaba bir Ortodoks yayı ile mi çevriliyoruz:
Yunanistan bir tarafta, Gürcistan diğer tarafta, tepede Rusya: Pontus’un canlanması: İlk adım atılıp Sümela gibi Pontus hayali ile ilgili son derece önemli olan bir manastırda ayin yapıldı. Hem de lûtfedip bizim ilk altı padişaha da dua ettiler bizim Fener Patriği ve diğer papaz efendiler!
Akıllarına Trabzon Fatihi Fatih Sultan Mehmet gelmemiş demek ki!
Acaba… Acaba bu kadar mı?
Bu kadar değil ne yazık ki, devamında ikinci yay da var: İsrail, Yunanistan, Romanya, Macaristan: Destekçisi AB VE ABD. Sadece İran’a karşı mı?
Ne dersiniz???
Üçüncü yay: PKK,KCK BTP , AB VE ABD: Özerk Kürdistan! Parçalara bölünmüş, eyaletlere evrilmiş iki parçalı Türkiye (mi??)
Bitti mi?
Sanmıyoruz!
Sevgili Türkiye’mizin başında örülmek istenen bir plan yoktur, ama AB ve ABD çuvalları vardır. Bunun adı da BOP’tur. BOP hep devam etmektedir A planı tutmadı mı BOP’un, B,C, D..v.s. vardır, Zira haçlı seferleri hep var oldu ve olacak!!!
Türkiye bu girdaba doğru hızla savrulmaktadır. İktidardaki güç bunu ya görmemekte veya görmezden gelmektedir, iki durum da çok tehlikeli, çok vahimdir.
Terörist başının tercihleri gündemi belirlemeye başlamıştır, hükümet ile el altından pazarlık yaptığına dair haberler TV ve yazılı basında artık tartışılmaktadır.
Türkiye’nin adının da tartışılacağı günler yaklaşmaktadır. “Türk” kelimesinden rahatsızlık duyan ve Türk milletini etnik bir kimlik gibi algılayan bu zihniyet, elbette devlet başkanlığına oynayacak ve beyaz gömlekten bahsedecek, belli ve uluslararası bir projenin Türkiye’deki rolünü üstlenecektir.
Elbette federal devletçiklerden meydana gelen bir konfederasyona evrilmek istenen Türkiye’nin artık bir devlet başkanlığı ile idare edilmesi düşüncesi dillenmeye başlanacaktır.
Bu günlerde “eh canım demokrasi ve hürriyet içinde tartışılıyor bu konular, ne var bunda” cümleleri ile başlayan ve halkımızın beynine nifak tohumları eken bu plan çok büyük bir tuzaktır. Zira bu hükümet tarafından imzalanan anlaşma gereği bu federe veya özerk bölgeler her zaman devlete müracaat edip plebisitle bağımsız devlet olmak isteyebilirler!!!
.
Düşünün:
Kürdistan Federe Devleti, Karadeniz (Lazistan) eyaleti, İstanbul Ekümenik ve Özerk Din Devleti- Vatikan Modeli- Ankara ve çevresinde oluşan Türk Federe Devleti v.s… Ayrılmak isteyen plebisite başvuracaktır.
Müslümanlığı kimselere bırakmayan bu zihniyetin Batı Türklüğüne, - ki hepsi Müslüman’dır ve asla ırkçı değildir, naif ve çok zarif bir kültürel milliyetçilik tabanı üzerine oturmuştur- bir başka deyişle Türkiye’ye verdiği zarar ülkeyi bölme noktasına getirmiştir.
Ve… Bu durum devam ederse Türkiye için çözülen, ayrışan, birbirine düşen, kimliksiz coğrafyaya dönüşme tehlikesi iyice büyüyecektir. Böylece Orta Doğu ve Orta Asya daha zayıf hale düşecektir.
Karadeniz tam bir çatışma alanına dönüşecektir.
Şimdi şu tezi savunabilirsiniz ve diyebilirsiniz ki:
“- Amma abartınız! Türkiye güçlü devlet! Hem de çok güçlü. Bir ayin yapıldı diye bu kadar korkuya ne gerek var, üstesinden geliriz!”
Hangi güçlülük diye sorarız biz de. Milli savunma sanayiniz mi var? Maliyeniz çok mu iyi? Tarımınız çok mu iyi, teknolojik gelişmeleriniz mi çok ileri, bilimsel gelişmede neredesiniz?
Biz de deriz ki her kilim bir ilmiğin çözülmesiyle sökülmeye başlar, her milletin ve devletin kutsal kayaları vardır. Oralara dokundunuz mu taş yerinden oynar, bina başımıza çökebilir!
Evini satan, onunla bol bahşiş dağıtanlar hovardalar gibiyiz.
Ve…
Herhalde ABD bizden daha az güçlü ki, New York’ta yıkılan kulelerin yakınında bir camii inşasını destekleyen Başkan Obama yapılan ikazlar üzerine lafı hemen çeviriverdi ve dedi ki:
“- Yanlış anlaşıldım. Ben sadece bir vatandaş ve bir başkan olarak bu ülkede Müslümanların dinlerini yaşamaya herkes kadar hakları olduğunu düşünüyorum"
Tekrar düşünelim, iyi niyetin ve vatanseverliğin tarifi nedir veya gaflet ve hainliğin…
haberiniz.com