ATIŞ SERBEST!
Akşam telefon geldi Almanya’dan. Gençler bir okuma gecesine katılmışlar, bir Türk yazar gelmiş, kitaplarını okuyacakmış diye Almanların düzenlediği sözde edebiyat gecesine gitmişler. Sonra da etkinliğin yarısında çıkmışlar, neredeyse ağlamaklılar… Telefonda bir biri anlatıyor, bir diğeri: “ Ulusalcılıkla, ulusal duygularla alay ettiler, gözümüze baka baka Türklüğü küçümsediler, şehitlerle dalga geçtiler…
Sonra bu çağrılan yazarın adını soyadını dediler, okuduğu öykünün adını söylediler.
Baktım böyle bir ad var. Sözlüklerde, şurada burada adı geçiyor.
Emrah Serbes adını duyanınız var mı?
Behzat Ç. Adlı dizinin senaryosunu yazmışmış dediklerine göre. Türk polisini Amerikan polisi kılığına sokmuşlar dizide, kılık değiştirtmişler. Böyle ünlenmiş ilk.
Ben ilk kez duydum bu adı. Soyadı, zamanında yazılırken sanırım yanlış yazılmış, bilgisiz bir memur sözün sonuna gelmesi gereken t harfini yazmamış. Neyse konumuz bu değil. Konumuz, birden birilerinin ünlü edilmesi, parlatılması. İki senaryo, üç kıytırık öykü, bir iki kitaba benzer şeyler derken bu kişiyi Türk yazınının önemli bir kişisi saymak ve yurtdışına davet etmek. Alman edebiyat çevreleri, bu adı sanı belirsiz, kendisi gibi eli kalem tutan, yazı yazabilen binlerce benzeri olan bir kişiyi sırf Türklüğü, Türk milliyetçiliğini, ulus devleti, Türk ulusunu kötüledi diye ülkelerine çağırıyorlar. Orhan Pamuk, o bozuk, kulak tırmalayan Türkçesiyle, saçma sapan, başlayınca yarıda bırakılan, sonuna dek okunamayan romanlarıyla nasıl dünyaca ünlendi, Türklere küfür etmesi, suç atmasıyla Nobel ödülü kazandıysa, burada da yapılan aynısı. Yabancıların, özüne ihanet eden, bölücülerin ekmeğine yağ süren, bölücü emellere hizmet eden bu tipleri yüceltmelerine alışalım artık, şaşmayalım. Türkçe - Almanca, iki dilli bir akşam düzenleniyor. Bir Türkçe, bir Almanca okutuyorlar öyküyü bölüm bölüm okuma akşamında. Almancasını bir Alman, Türkçesini öyküyü yazan bu kişi okuyor. Öyle bir öykü seçiyorlar ki, bu kadarına parmak ısırırsınız; öykü aptallara yazılmış veya insanları aptallaştırmak için yazılmış:
“Üst Kattaki Terörist"
Derler ya saçma, bozuk, kötü işler için, iler tutar bir yeri yok, bu da öyle. Öykü dedikleri, kültürel bir saldırı, küstahlık, kutsal değerleri aşağılama, değerleri taşlama, beyinsizlerin beyinlerini yıkama… Okunan, öykü diye başka bir dile çevrilen bu yazının içinde ne akıl ne mantık var. Öykünün ne ülke gerçeğiyle ilgisi, ne de bir öğüt veren, yaşamı, dili güzelleştiren bir yanı var…
Ne çocuk psikolojisi biliyor bu kişi, ne Türkçeyi doğru dürüst öğrenmiş… Bol bol bölücülük, Türkleri aşağılama, PKK terör örgütünü başka gösterme, Türk şehit aileleriyle, şehitlerle dalga geçme… Olmayan bir dünyayı, olmayan bir dünyadan bakarak anlatma. Sözde bir çocuğun ağzıyla yazılanlar, hayal bile edilemeyecek, en aptal, eğitimsiz bırakılmış bir çocuğun düşünemeyeceği, söyleyemeyeceği saçma sapan şeyler…
On iki yaşındaki çocuk, çocuk dünyasını bilenler onaylayacaktır, öyküdeki sözleri söyleyemez, yetişkinlerle öyle konuşamaz, öyle küfürler etmez, edemez…
Küçük bir çocuk bile ülkemizde terör örgütüyle, teröristle, sıradan bir vatandaşı ayırmayı bilir. Bunca acıya karşı, on binlerce yitirilen cana karşı ülkemizde kimse kimseyi suçlamamış, suçun, suçlunun terör örgütüyle, örgüt maşalarında, siyasetçide olduğunu sezmiş, örgütün sıradan halk arasında yandaşı olmadığını duymuştur…
Eskiden Almanlar, benzer durumu, orada çalışan işçileri konu ederek yazarlardı. Aptal, cahil, okumamış, çağdaşlıktan haberi olmayan, dağdan inme, kaba saba, eşini, çocuğunu döven, çocuklarının özgürlüğünü engelleyen sanal bir Türk tipi çizerlerdi. Avrupalı’nın filmlerinde de öyleydi Türkler, öykülerinde de… Ders kitaplarına bile böyle aşağılanarak girmiştir Türklerin yurtdışındaki varlıkları…
Şimdi durum değişmiş. Cahil Türklerle, sözüm ona akıllı, çağdaş, okumuş Avrupalı kıyaslanırdı o zamanlar. Akıllı, hoşgörülü, örnek bir toplum olarak tanıtılan Avrupa toplumunun yerini, şimdi, yayılmacıların hayallerinde yarattıkları o hiç var olmayan, bölücülük adına uydurdukları bir toplum adı olan “Kürtler” almış.
Frankfurt’ta okunan o öyküye öykü denemez. Şu denir belki:
“Aptallara masallar!”
Öykü gerçek veya gerçeğe yakın olayların anlatımıdır.
Bir kere bir çocuğun dili, düşüncesi böyle olamaz. Bizim ülkemizde olamaz. İkincisi, buradaki düşmanlık, anlatılan intikam duygusu Türkiye’mizde hiç olmamış, hiç yaşanmamış bir düşmanlık.
Hangi şehit ailesi, hangi kendine Kürt dedirtilene bir tavır koymuştur?
Ne zaman ayrım yapılmıştır, kim Kürt diye birilerini ayırmıştır? Bu nedenle düşmanlık etmiştir? Bunu yaptırmayı, sıradan, masum vatandaşları karşı karşıya getirmeyi çok istediler ama başaramadılar. Her Türk, düşmanının PKK adlı terör örgütü olduğunu bildi. Halkla, sıradan vatandaşla teröristi ayırdı. Teröristin cezalandırılmasını kanının yerde kalmamasını istedi. Askerlikte can veren oğullarına yanan, yitirdikleri çocuklarının acısıyla kavrulan analar babalar vatan sağ olsun diyerek acılarını içlerine gömdüler. Ülkemizde tek bir olay yaşanmadı, şehit ailesi komşusuna saldırdı, şehit ailesi intikam için ayaklandı denemedi… Çünkü bu olmadı. Çok beklediler böyle bir olayı gerçekleştiremediler ülkemizde.
Baktılar olmuyor, şimdi bu olmayanı hayali öykülerle olmuş gibi yazdırıyorlar. Bunu okuyan da Türklerin bu düşürüldükleri zavallılığa, hayali Türk ırkçılığına inanıyor, Türk ulusunu kınıyor. Sanki ortada hakları ellerinden alınmış, tek dertleri anadilde eğitim olan, buna izin verilmediği için inim inim inleyen, toplumda bir yere gelemeyen, azınlık sayılan adı da Kürt olan bir halk varmış gibi bir algı yaratılıyor. Terör örgütünün insafına bırakılmış, son yıllarda açılım denilen bölücülük işlemiyle devletin korumasından alınan yöre halkı da dertleri, yoksulluğu, ağa baskısı, eğitimsiz bırakılmalarıyla değil, Türk ulusuna karşı bir düşmanmış, ayrı bir halkmış gibi tanıtılıyor. Yayılmacıların, vatanımızda gözü olanların maşası, önüne geleni öldüren, sınırlarını bekleyen görev başında nöbet tutan askerlerimize saldıran, onları şehit edenleri de aklıyor bu tür öyküler. Sanki bunlar özgürlük savaşçıları. Bu Kürt adını taktıkları vatandaşlar da teröristlerle birlik. Böyle bir yalanı dayatıyorlar. Ülkemizdeki bölücülük sorununu bilmeyen, bu konunun Ermeni Asala örgütünden sonra ortaya çıktığını aynı davanın ürünü olduğunu öğrenmeyen, bu işin bir yayılmacı tasarımı olduğunu, amacın Türkiye’nin işgaline gelip dayandığını anlamayan da, konuyu, Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini, geçmişini bilmeyenler de buna inanıyorlar.
Bu tür yalan, kurmaca, akıl dışı öyküleri duyanlar, Türk düşmanlarının, Türkiye devletine diş bileyenlerin istediği gibi düşünecekler ülkemiz üzerinde. Türk askerleri bir gariban topluma saldırıyorlar, Türkiye’de hakları verilmeyen böyle bir azınlık var, diyecekler. Bu toplum özgürlük istiyor, çünkü özgür değiller. Bunların başlarına ağaları da Türkler koydu. Okullara çocuklarını Türkler göndermiyor. Öğretmenleri Türkler öldürtüyor. Yolları Türkler kesiyor. Köyleri Türkler basıyor, bebeleri kesiyor, kadını kızı doğruyor… Türk hükümetinde tek bir Kürt bakan yok. Kırk yıldır bütün içişleri bakanları Kürt değil. Kürtler meclise giremiyor, cumhurbaşkanı olamıyor, başbakan olamıyor, bakan olamıyor.
Cebini tıka basa dolduran, paraya para demeyen, ülke çapında ünlenen türkücüler, şarkıcılar, oyuncular, “Anadolu Ateşi” adıyla halk danslarını yozlaştıranlar, bundan çuvalla para kazananlar, artistler, iş adamları, sosyetikler… Kürt değil…
Öyle mi?
Olanın bitenin tam tersini belletmek isterseniz, canileri, adi katilleri, öldürüyorlar ama bir kutsal dava uğruna öldürüyorlar algısı verecek şekilde tanıtırsanız, asker polis öldürmekle, şantajla, bombayla, yollara mayın döşemekle bir devleti korkuttuğunu sananlara, kendine aydın diyen ama aslında aydın olmayan, karanlık insanlara sırtınızı dayarsanız, bölücülüğü kutsarsanız, işte ortaya böyle bir öykü çıkar. Çıkaramadığınız iç savaş çıkar. Atatürk’ün bizi bir ulus yapan, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti(ulusu) denir sözü değersizleşir. Tarih bilinci, ulus bilinci, tasada sevinçte birlik olma, tek dil, tek bayrak bağı kalkar, eloğlunun dili İngilizce seni esir alır… Arapça sırada bekler! Eski yazının, tarihin çöplüğüne atılmış, Türk diline uymayan eciş bücüş Arap harflerinin biti kanlanır, canlanır. Yayılmacıların türlü çeşitli dilleri, beni unutma, ben de ben de derler… Sınırların delik deşik edilir, sığınmacı adıyla kara bölücüler sarar ülkeni, “Ne mutlu Türk’üm Diyene!” de birleşen, Türkçeyle yükselen bir ülke, Yugoslavya’dan beter duruma düşürülür, topraklarına yabancı güçlerce el konulur…
Bu öyküyü yazan Serbes’i Agop gazetesi yere göğe koyamamış. Bu öykünün meğer tiyatrosunu bile oynatmışlar. Bir iyice, olmayan bir durum olmuş gibi bellensin, bir iyice, yalan dolan, iftira, kötüleme kafalara yerleşsin diye…
Nevra Nergis adlı biri yazmış bu satırları. Oyunu görseniz nasıl övüyor. Mal bulmuş mağribi gibi: “Oyunun bir diğer tatlı sahnesi de Kürtçe şarkı eşliğinde tutulan halay.” demiş. Her türlü ayrıntı varmış oyunlarında anlayacağınız…
Agos yazarı Nayat, şehit cenazelerinde birlikte söylenen söylenen sözleri tek tek yazmış bu öykünün oyununu överek anlatan yazısında, bu sözlere de “nara” demiş. “Vatan sana canım feda, her Türk asker doğar” naraları eşliğinde gençler askere uğurlanıyormuş, Nayat’a göre. Nara, sarhoş, kabadayı bağırmasına denir. “Vatan sana canım feda” diyen vatan evlatlarının sayesinde bu vatanda hür ve bağımsız yaşadıklarını bilmiyorlar bazı aymazlar demek!
Yine Nayat’ın dediğine göre, “Birinin şehidi bir başkasının düşmanı, birinin kahramanı bir başkasının canavarı.” imiş. Devletine baş kaldıran, acımasızca insan öldüren, askerine saldıran hainle, vatan görevini yapanı bir tutuyor hiç utanıp sıkılmadan Nayat Karaköse. “Uğruna ‘can verilen’, ‘bedel ödenen’ toprağın altında birbirine karışan on binlerce genç…” diyerek de satılmış hainle, vatan evlatlarını birbirine karıştırıyor. Bedel ödenen toprağın altındalarmış dağdakiler. Nasıl bedel ödemişler? Ülkemize saldıran düşmanlarla mı savaşmışlar? Ne yapmışlar? Bu soruların yanıtı şu değil mi?
Askerimize saldırdılar, görev başındaki askeri, polisi, mühendisi, öğretmeni sırf kan dökmek, eylem yapmak adına şehit ettiler… Köyleri bastılar halkı çocuk bebek demeden kurşunladılar… Otobüsleri yaktılar. Otobüsle birliğine giden sivil giyimli silahsız askerleri tüfekle taradılar. Bu mu ödenen bedel? Vatan toprağının bedeli böyle mi ödenir?
En iyisi, ne demek istiyorum, Serbes nasıl serbest atış yapmış, sözde öyküden bölümler alayım, okuyunuz. Çok çok meraklanırsanız Uludağ sözlük bu yazının adresini veriyor. Tamamını okursunuz.
Öykü şöyle başlıyor:
“Ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu. Siz büyük şehirlerin ışıklı bulvarlarında elinizi kolunuzu sallayarak rahatça yürüyebilin diye o gitti Çukurca’da mayına bastı. Ben yedi yaşındaydım o zaman.”
Ağabeyi Çukurca’da mayına basmış. “Ağbi”nin doğru Türkçe yazımı böyledir: Ağabey. Mayına basmışı da öyle yazmış ki, çimene basmış gibi. Normal bir olay sanki. Mayın da oyuncak patlayıcı, bir balon, yere atılan ciklet canım… Nasıl yazmış:
“… o gitti Çukurca’da mayına bastı.” O gitti diye başlayan bir tümce. Mayın olayını iyice hafife alıyor bu söz. “Şunu yapacağına gitti şunu yaptı.” Daha iyisini yapabilecekken gitti bunu yaptı.” anlamında. Parçalanarak, bir bombayla parça parça edilerek, elin ayağın koparak, beynin yere akarak, beden parçaların göklere saçılarak ölme değil söz konusu, sanki bir intihardan söz ediliyor.
“ O gitmiş, Çukurca’da mayına basmış.” Gidip de basmış canım, dikkatli olsaymış değil mi ya?
Bundan sonra cenaze töreni anlatılıyor. Şehit yakınlarının, çocuklarının asker elbisesi giydirilip törenlerde selam çakmalarına, dik durup ağlamamalarına söz atılıyor.
“Herkes bana baktı o an, sanki şehit olan benmişim gibi sarılıp ağlamaya kalkanlar bile oldu. Çok pis sinirim bozuldu bu duruma. “Ağlamayın,” diye bağırdım. Öyle bağırınca bütün kameralar bana döndü, akşam bütün ana haber bültenlerinde ilk haber olarak ben vardım.”
Bundan sonrası iyice bir dalga geçme:
“Ertesi günkü gazeteler: “Şehidin Kardeşinden Asker Selamı” başlığıyla çıktılar. “Teröre asıl darbeyi “Ağlamayın!” diye bağıran bu çocuk vurdu!
Bir anda meşhur olmuştum. Ama şımarmadım, genç yaşıma rağmen kaldırabildim bu şöhreti.”
Çocuk beni unuttular mı diye ara ara haber kanallarına telefon etmiş de, Uğur Dündar’ı, Ali Kırca’yı istemiş de onları telefona bağlamamışlar. Buna çocuğun dediği söz şu:
“Satılmış orospu çocukları.”
Eminim okuma akşamında bu söze enteller danteller epey bir gülmüşlerdir. Almanlar da kahkahayı basmışlardır. Aman ne buluş? Ne güzel espri? Ne bulunmaz ironi…
Tam bu sözden sonra konuya giriyor büyük yazar:
“Sonra olan oldu. Ağbimi öldüren teröristlerden biri üst kata taşındı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı, ne de olsa dağda yaşamaya alışmış hayvan.”
Yazar, sözde bir şehit kardeşini konuşturuyor. Çocuğa, üst kata taşınan bir gence, yazanın kafasına göre bir Kürt(!) kökenliye, dağda yaşayan hayvan yakıştırması yaptırıyor.
Sonrası şöyle:
“En sonunda dayanamadım, bizim dükkana gittim.
“Öldürelim onu baba,” dedim. “Ağbimin öcünü alalım.”
Babam, “Allah’ından bulsun,” dedi.
“Bulmaz. Sen öldürmeyeceksen ben öldüreyim. Türklük şuur ve gururu bunu gerektirir.”
“Otur oturduğun yerde.”
“Silahını ver, ben öldüreceğim. Oniki yaşındayım, çok yatmam çıkarım.”
Vay vay vay! Kurgunun çirkinliğine, gerçek dışılığına bakın! Yazım yanlışlarına da bakınız bu arada: Dükkân, yazım kılavuzuna göre inceltme imiyle yazılır. Sayılar ayrı ayrı yazılır, oniki değil, on iki.
Bir baba, hiç tanımadıkları birisi için Allah’ından bulsun diyor. Çocuğu, öldürelim onu, diyor. Bunu bir şehit ailesinin bireyleri diyor. Türkiye’de diyor.
Siz hiç böyle bir konuşma olabileceğine, böyle bir durum yaşanabileceğine inanıyor musunuz ülkemizde? Türklük şuur ve gururu bunu gerektirirmiş. Neyi? Hiç tanımadığı birini öldürmeyi. Türklük bilincinden anladığı bu yazarın. Anlattığı da bu. Okuyanın içi kalkacak. Türklük denilen olgudan, bilinçten tiksinecek…
Yunan Yunan’ım demekten onur duysun, Fransız Fransız’ım desin, Alman, Alman’ım, İngiliz, İngiliz’im, Rus, Rus’um desin göğsünü yumruklayarak, Türk çocuğu bunu diyemesin, istenen bu işte!
Bu öyküyü okuyan Türk çocuğu Türklükten utanacak… İstenilen bu. Ulusal duygudan yoksun kuşaklar yetişsin. Her ülke kendi ulusuyla övünürken Türk çocuğunun boynu bükük olsun.
Babanın çocuğa yanıtı, çocuğun dedikleri tam bir alay etme, milliyetçilikle, vatan sevgisiyle dalga geçme:
“Bacaklarını kırarım senin!”
“Hani ağbimin cenazesinde beni de alın komutanım, ben de savaşacağım, diyordun. Hani beni kucağında sallayıp bir oğlum daha var, bu vatan için onu da veririm, diyordun. Şimdi savaş zamanı baba! Hadi! Niye öyle ürkek bakıyorsun? Yoksa sen de her şehit cenazesinden sonra iki gün gaza gelen sahte milliyetçilerden misin?”
Bu bölümdeki şu söz en tehlikeli söz:
“Şimdi savaş zamanı baba! Hadi! Niye öyle ürkek bakıyorsun?”
Bu sözü tek bir şehit çocuğu dememiştir. Bırakın şehidi, herhangi bir vatandaşın çocuğu bile dememiştir.
Neyi dememiştir? Savaş zamanı sözünü. Çocuklarımız bilirler savaş nedir, savaş kimler arasında olur. İki eşit güç, iki devlet arasındadır savaş. Bir çocuk bunu bilir. Ama bu öyküyü çevirisinden okuyan Alman, beyni yıkanmış liboş, sözde aydın bu söze kanar. Kanmasa da kanmış görünür, Türk’e kinini, öfkesini, yüz yıllık kuyruk acısını saklayamaz. Teröristle, koyduğu mayınla, bombayla, sıktığı kurşunla yaşadığı devlete saldıran vatansız sürüsüyle, vatanını koruyan bir ordunun farkını bu sözlerle ortadan kaldırıyorlar.
Çocuk sonra ocağa gidiyor. Ocak, Ülkü Ocakları olmalı. Burada adı denmemiş. Yalnızca,” Ocağa gittim, il başkanıyla görüşmek istediğimi söyledim.” denmiş. Başkan onu yatıştırmış:
“Tamam Nurettin,” dedi. “Sen üzülme. Bizim çocuklara söylerim, bir bakıştırırlar. Dediğin gibiyse onu buralarda barındırmayız.”
Başkan sağ olsun hemen dövdürdü teröristi. Apartmana girerken pencereden gördüm, zor yürüyordu, ağzını burnunu eline vermişler. Bir hafta evden çıkamadı. Ama yetmez. Sadece dövmekle olmaz ki. İki hafta bekledim, başka icraat yok, terörist iyileşti, sokaklarda elini kolunu sallayarak gezmeye başladı. Tekrar Ocağa gittim, “Bana verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyorum sayın başkanım,” dedim. “Eli kanlı terörist, bebek katili şerefsiz, oturuyor hala üst katımızda.”
Bu satırlarda "Başkatil" aklanıyor. Bebek katili denmesi basitleştiriliyor. Herhangi bir vatandaşa böyle denebildiğine göre bunu okuyan bebek katili sözüne de gülüp geçecek. Bu sözün herkese denebileceğini düşünecek. Bebek katili denerek, asker, polis, öğretmen, mühendis, doktor, her meslekten, her kesimden insanı öldüren, öldürten "Başkatil" aklanacak. Türkler bu sözü herkese söylüyorlar demek denecek… Eli kanlı terörist sözü de hafife alınıyor. Sen bunu her Kürt (?) kökenliye dersen, öyküde ciddi ciddi böyle konuşturursan bir çocuğu demek ki eli kanlı denilince terörist anımsanmayacak.
Burada yazarımız bir de sözcük uydurmuş: Bakıştırmak. “Bir bakıştırırlar.” demiş. Bakıştırmak her ne ise…
Öykünün bundan sonrası bu öyküyle ne yapılmak istendiğini iyice belli etmiş:
"Başkan, “Seni anlıyorum Nurettin ama elimizden bir şey gelmez,” dedi.
“Nasıl gelmez?”
“Çocuk öğrenci. Bir eylemi yok.”
Yuh olsun! Bu kadar kör kör gözüm gözüne denilebilir…
Hadi, şimdiye dek biz yanıldık, bu baba oğul, bu başkan, üst kattaki genci terörist sanıyorlardı biz anlamadık diyelim, ne bu şimdi? Yazar açık açık yazmış, başkanın ağzından:
“Çocuk öğrenci. Bir eylemi yok.”
Öykü böyle sürüp gidiyor. Dilini gördünüz. Amacını sanırım iyice anladınız. Öyküde başka çirkinlikler de var. Çocuğun üst katın kapısını çaldığında kapıyı açan üniversiteli kız için düşündükleri:
“Hayatımda gördüğüm en güzel kızdı, göğüsleri çıkmıştı, taş gibiydi.”
Başkanın silah isteyen çocuğa dedikleri:
“Neden başkanım neden! Adam teröristse sıkalım kafasına, verin silahı ben sıkayım.
“Biz silahları gömdük Nurettin. Çatışmaya girmiyoruz artık, eskisi gibi değil işler.”
“Hadi lan oradan sayın başkanım,” dedim. “Daha geçen sene takır takır saydırdınız stadın arkasındaki otopark ihalesi yüzünden.”
Ülkücü olmakla silahlı çete olmayı bir tutuyorlar burada. Küçücük bir çocuk Ülkü Ocakları veya Türk Ocakları başkanına “Hadi lan oradan sayın başkanım” diyor. Bir büyüğe, dernek başkanı bir yetişkine “Hadi lan” diyeceksin, arkasından,” Sayın başkanım.”
Ne düş gücüymüş… Ne kinmiş bu yazanın yüreğindeki, ne tür bir intikammış…
“Nurettin çık dışarı!”
“Çıkmıyorum başkanım.”
İki üç adam koluma girdi, kapıya kadar ‘sen ne biçim konuşuyorsun lan başkanla,’ diye dan dun giriştiler.
“Ben şehit kardeşiyim şerefsizler,” diye bağırdım. “Hepinizden daha milliyetçiyim.”
Başkan odadan çıktı, beni dövenleri bir kenara çekti.
“Lan ben size dövün mü dedim?” diye sordu.
“Ama başkanım falan,” dediler, başkan dinlemedi, hepsini tokatladı. Hırsını alamadı, bir tanesine tekme attı, başka birinin kafasına da tespihini fırlattı. Dediğim gibi, başkan beni çok sever. Ama siyasi konjonktür nedeniyle elinden bir şey gelmiyordu.”
Burada yazıdan aldığım bölümlere bir kez daha bakınız. Türkçenin kullanılışına, anlatımın basitliğine, çirkinliğine… Çocuk durum diyeceğine, içinden düşünürken konjonktür diyor, nasıl da bilgili çocukmuş değil mi? Böyle bir dil kullanan, Türkçeye hiçbir şey katmayan, Türkçenin özgün bir eseri sayılmayan bir öykü yurtdışında okunuyor. Tercümanlar veriliyor yazarının emrine. Salonlar tutuluyor. Gazetelere haber yapıyorlar sonra da bu geceyi yirmi- otuz kişinin ancak katıldığı bir geceyi…
Yine bu bölümleri öyküden aldım. Kız için çocuk diyor:
“… sahiden çok güzeldi, etrafına yaralı bir kurt gibi bakıyordu, tıpkı Börteçine. Gözler kalbin aynasıysa işim çok zordu. İkincisi tam olarak emin değildim terörist olduğundan, masum vatandaş olma ihtimali vardı. Siyasi görüşlerini sordum.
Güldüler. Teröristiz diyecek halleri yok. Aynı soruyu bana sordular. Ben gülmedim, buz gibi baktım, ‘‘Türk Milliyetçisiyim,’’ dedim. ‘‘Saklayacak bir şeyim yok. Türk’sen övün, değilsen itaat et!’’
‘‘Bugün Kızılderililer bile Türk olduklarını kabul ettikten sonra siz kimsiniz de biz başka bir milletiz diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz,’’ dedim. Güldüler. ‘‘Üniter devlet yapısını sarsamazsınız lan,’’ diye bağırdım. ‘‘Yiyorsa bölün’ Kolay değil öyle o işler!’’
‘‘Tam faşoymuş bu,’’ dedi Kürdün biri. ‘‘Küçük Faşo,’’ dedi öbürü. O günden sonra adım öyle kaldı, Küçük Faşo aşağı Küçük Faşo yukarı. Kendilerine taktıkları gibi bana da bir kod adı takmışlardı.
Kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine. Sinirim tepeme vurmuştu.”
Yazan kişi her fırsatta bölücülük yapıyor, Türklüğü küçümsetiyor, bizi ulus yapan değerleri yıkıp parçalıyor…
“Kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine.” Diye çocuğun ağzından saçma mı saçma bir sözü yazabiliyor. Okuyan bilenecek, vay namussuzlar, bu kadar ırkçılık yapılır mı, yazık Kürtlere, dillerini kıskanıyorsunuz, kullandırmıyorsunuz diyecek elin Almanı, bilmem neyi… Sonra da sözüm ona ezilenden yana tavır koyduk diyecekler. PKK terör örgütüne Alman devleti silah gönderecek. Aklı başında Almanlar bile buna itiraz etmeyecek…
Şu bölümde de barış sözüyle dalga geçiliyor. Barışın iki devlet arasında olacağını unutturduklarını sanıyor bu bölücü tayfası, ulusuna ihanet eden sözde aydınlar:
‘‘Sen kimden yanasın,’’ dedim.
‘‘Ben barıştan yanayım.’
Beynimden aşağı kaynar sular döküldü. ‘‘Siktir lan ne barışı,’’ diye bağırdım. ‘‘Ağbimin katilleriyle mi barışacağım! Kafama sıkarım daha iyi!’’
‘‘Bu savaşın sonu yok ama.’’
Şehit kardeşine “Ben barıştan yanayım diyor herhangi bir bölge vatandaşı bir genç. Çocuk da, çok affedersiniz, bağışlayın şöyle diyor: “Siktir lan ne barışı,”
Sonra çocuğun annesiyle konuşması:
‘‘Sen ne biçim şehit annesisin! Ağbimin cenazesinde de ayıldın bayıldın zaten, senin yüzünden teröristler bayram etti. Yazıklar olsun sana!’’
Bu sözlerle şehit cenazeleri iyice hedef alınmış, iyice dalga geçilmiş…
“Annemle de ipleri attım.” diyor çocuk tam öykünün burasında. Babasıyla da ipleri atmıştı öykünün başında. İpi koparmak deyimini kullanacakmış, nasıl dendiğini karıştırmış anlaşılan bunu yazan. Köprüler atılır hem, ip değil.
Bir yerde gösteri var, gençler gidecek, karşılıklı konuşuyorlar:
‘‘Sen milliyetçi değil misin?’’
‘‘Hiç kuşkun olmasın,’’ dedim. ‘‘Özbeöz Türküm ve şanlı milletimin milliyetçisiyim.’’
‘‘Gelme o zaman.’’
‘‘Türklük şuur ve gururun bunu gerektirir Nurettin.’
‘‘Geleceğim.’’
Öykünün sonu: Sonunda çocuk akıllanıyor. Durumu anlıyor. Durumu hâlâ anlayamayan, kendisinin üst kattaki gençlerle arkadaşlığına kızan, engellemeye kalkışan babasını beğenmiyor. Kendisi pek bir insancıl oluyor üst kattaki komşu oğlanlar kızlar gibi. Herkes ırkçı(!), bir bu gençler insan dostu, insancıl(!)… Barış yapacaklar bunlar. Ne demekse bunların barışı? Neyin barışıysa? Kim kimle savaşıyorsa… Nasıl bir savaşsa… Vatan da sayelerinde Türklükten, ulusal bilinçten, ulus devlet yapısından, Atatürk milliyetçiliğinden kurtulacak, itlere bayram olacak.
Atış serbest!
At baba at!
Nasılsa okuyanın, yazdığını bir şeymiş gibi kopyalayıp böyle uzun uzun anlatan, anlama güçlüğü çekenlerle cebelleşen benim gibi enayiler var!
Gerçeği çarpıtanların günü bugün…
Ha şunu da unutmadan duyurayım. Bu atışlara devletin önemli kurumlarını ele geçirenler de hiç eksiksiz yardımcı oluyorlar. Türk Dil Kurumu’nun yeni çalışmasının, toplanan çalıştayın adı ne duydunuz muydu? TDK sayfasının başlığı, günün en önemli duyurusu:
“Tehlike Altındaki Diller Konferansı başladı.”
Atışlar hedefe tam isabet!
Serbest!
Feza Tiryaki, 18 Ekim 2014