Balbay'dan Mektup Var

Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Prş Eyl 03, 2009 11:39

Balbay'dan mektup var

Cumhuriyet- İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC), 6 aydır tutuklu bulunan Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi ve İGC üyesi Mustafa Balbay’ın özgür yargılanmasını istedi.

1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle düzenlediği basın toplantısında, Balbay’ın kendisine gönderdiği mektubu basınla paylaşan İGC Başkanı Atilla Sertel, bir gazetecinin arşivine el konulmasının çok tehlikeli olduğunu vurguladı. Sertel, Balbay’ı cezaevinde ziyaret edeceklerini kaydetti.

Balbay’ın mektubu şöyle:

“Çok sevgili dostum, kardeşim Atilla Sertel,

İki mektubunu aldım. İlkinde 20 Temmuz’da başlamasını beklediğim davanın savunmasını hazırlıyordum. Dava biraz hızlı sürerse belki özgürlüğüme kavuşur, seni ararım diye düşündüm. Senin de izlediğin gibi süreç uzuyor ve karmaşıklaşıyor.

11 Ağustos Salı günü ikinci mektubunu alınca hemen bir yanıt yazmaya koyuldum. Her şeyden önce ilgine çok teşekkür ediyorum. Senin başkanlığını da bir kez daha kutluyorum. Mektubunu alınca, senin ilk aday olduğun günler geçti gözümün önünden. Sonunda hedeflediğin bir yere ulaşmış olman çok güzel.

Sevgili kardeşim,

Benimle ilgili birkaç konuyu da seninle özellikle paylaşmak istiyorum. İkinci ve üçüncü iddianame birleştirildi. İddianameye ve eklerine benimle ilgili olarak konanların büyük çoğunluğu tartışmalı. Notlar ya da medyada kullanılan deyimle günlükler benim bilgisayarımdan çıkan orijinal metinler değil. Bütün bunlar bir yana ben şunlarla suçlanıyorum:

. Belge bulundurmak

. Not tutmak

. Asker-sivil üst düzey bürokratlarla görüşmek

Bunlar bir gazetecinin, köşe yazarının, Ankara temsilcisinin mutlaka yapması gereken şeyler. Bunları yapmazsa görevini yapmamış olur.

Benimle ilgili bir başka durum da şu: Bir gazetecinin arşivine el konuyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Bugün bana yapılan, yarın bir başka gazeteciye yapılabilir. Bence meslek örgütlerimizin konuya biraz da böyle bakması gerekiyor.

Bana yöneltilen suçlamalardan biri de 2003 yılındaki ‘Genç Subaylar Tedirgin’ manşetiyle ortalığı karıştırdığım, hiçbir huzursuzluk yokken böyle bir haber yaptığım yönündeydi. Üçüncü iddianamede eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök aynen şöyle diyor:

‘Bazı rahatsızlıklarımız vardı. Ben bunları Başbakan’a ilettim.’

O dönemin Meclis Başkanı Bülent Arınç da 6 Ağustos günü şu demeci verdi:

‘Bize de bazı duyumlar geliyordu. Bunları Başbakan’a ilettik. Kamuoyu ile paylaşmayı uygun bulmadık.’

Yani beni doğrulamış oluyorlar.

Ben 2005’te bir rahatsızlık olduğunu gazeteci olarak yazmış bir kişiyim. O dönemin en sorumlu kişileri de bunu doğruluyor. O dönemin gerçeklerini yazan kişi olarak, belki de ödül alabilecekken şu anda tutuklu bulunuyorum.

Sevgili dostum,

Gelinen noktada hakkımda bunca iddia ortaya atılmışken, ‘Ben yargılanmamalıyım’ diyemem. Tam aksine bir an önce yargılanmalıyım ve gerçekler ortaya çıkmalı. Yani yargıdan kaçtığım yok. Ama bu tutuksuz olmalı. Çünkü tutuklama fiili bir cezaya dönüşmüş durumda. İkinci iddianamenin 985-989 sayfaları arasında benimle ilgili ‘delil durumu’ var. Bu üç sayfayı okuyabilirsen iddianamenin ruhunu daha iyi göreceksin diye düşünüyorum.

Daha fazla başını ağrıtmak istemem. Benim sık kullandığım sözlerden biri şudur: ‘En kötü Meclis bile kapalı bir meclisten iyidir.’Bunu söyleyen, yazan bir kişi, her gün özgürce yazı yazan yorum yapan bir kişi darbeci olabilir mi?

Benim durumumu yukarıda aktardığım gerçekler çerçevesinde değerlendirdiğinden şüphem yok. Cemiyet başkanı olarak birkaç somut bilgiyi de dağarcığına eklemek istedim. Seni ve mesleğe birlikte başladığınız dostlarının kafasında en ufak bir şüphe kalsın istemem. Mektupta yazdığım bütün özlemler içimde nasıl birikti anlatamam. En kısa zamanda özgürlüğüme kavuşmak ve çok sevdiğim mesleğimi sürdürmek arzusuyla yanıp tutuşuyorum. Haftada 2 gün yazı gönderiyorum ama hiç kesmiyor. Hem az, hem de 4-5 gün önceden yazmak gerekiyor.

Gerçekleri ve özlemlerimi özetle paylaştım. En kısa sürede özgür bir ortamda kucaklaşmak dileğiyle.

Tüm dostlara selam

Mustafa Balbay / Silivri...”

2 Eylül 2009

http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&aranan=balbay
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen antalyalim » Prş Eyl 03, 2009 17:14

Mustafa Balbay yazdı:
. Belge bulundurmak

. Not tutmak

. Asker-sivil üst düzey bürokratlarla görüşmek


Abi sen adamlara cok bindirdin. Seni bi ara tutukladilar sonra biraktilar. Tamam agzi yandi, ipligimizi pazara cikartmaktan vazgecer diye düsündüler. Ama sen omurgasiz meslektaslarin gibi olamadin ve Emin Cölasan'la birlikte daha cok vurmaya basladin.
Baktilar olacak gibi degil, geri aldilar. Senin sucsuzlugun anlasilacak. Ama tek ümidim; icerideki bütün vatanseverler disari cikar cikmaz savcilari AIHM'ye sikayet etsinler.
"Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" :turkiye:
Kullanıcı küçük betizi
antalyalim
Çeviri Takımı
Çeviri Takımı
 
İletiler: 522
Kayıt: Sal Ara 16, 2008 21:39
Konum: Evden

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen maziden biri » Prş Eyl 03, 2009 17:21

Yukarıdaki yorumdan bir KESit

bütün vatanseverler disari cikar cikmaz savcilari AIHM'ye sikayet etsinler.


1-..aihm mahkemesinde kişiler değil devletler yargılanır

2-..devletimize açılırsa dava ve tazminat cezasıyla sonuçlanırsa bunu savcılar değil Türkiye Cumhuriyeti hazinesi öder,hakim veya savcıya bunu rucu ettiremez(ödettiremez)

3-..gerçek bi vatansever de devletini başkalarına şikayet etmez bu da ÜÇ..!!
Kullanıcı küçük betizi
maziden biri
Üye
Üye
 
İletiler: 20
Kayıt: Çrş Eyl 02, 2009 10:46

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen yigitler » Prş Eyl 03, 2009 19:14

Allah sayin Balbay'i ve tum tutuklularini kurtarsin. Bu Ergenekon sadece bir tertip ve palavra.
Kullanıcı küçük betizi
yigitler
Üye
Üye
 
İletiler: 600
Kayıt: Pzr Ara 07, 2008 21:41

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Cum Eyl 04, 2009 1:24

Tutukevi Günlüğünden (3 Eylül 2009)

[img]http://www.medyakronik.com/site_media/uploads/2008/07/01/20071121.160506_CNK307_7895.jpg[/img]

Sokrates’in dediği gibi insan nereye giderse gitsin kendisini de götürüyor.

Güne, saat 07.00’yi izleyen dakikalarda televizyondan günlük gazete özetlerini izleyerek başlıyorum. Biri bitip öteki başlarken en azından manşetlerin tümünü 2 - 3 kez görmüş oluyorum. Böylece günün ilk tablosu ortaya çıkıyor.

Saat 08.00’i izleyen dakikalarda da sevgili koğuş arkadaşım Hamdi Gökhan Ecevit ile birlikte, gazete manşetlerinden günün fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz. İlerleyen saatlerde gündem değişse bile sabah görünümünü netleştirmek şart.

Arada Ecevit’e sesleniyorum:

“Bugün yazı yazacak olsam, şu başlığı kullanırdım...”

Gülüşüyoruz... Ardından ince bir sızı...

Yazıları mektupla gönderince en erken 4-5 gün sonra sayfaya gireceği için konuları ona göre seçmek, yorumları ona göre yapmak gerekiyor.

Saat 11.00 gibi günlük gazeteler geliyor. Manşetleri zaten biliyoruz ama, iç sayfalarda kaybolup kendimizi buluyoruz! Malum davayla, iddianamelerle ilgili her haber ayrıca dikkatimizi çekiyor.

***

24 Ağustos Pazartesi günü aynı tempoda gazeteleri okurken ilk turu tamamladım. İkinci turda “bu kez haber sayfalarından çok röportaj sayfalarına ağırlık vereyim” dedim. Oradan spor sayfalarına da atlarım derken Habertürk’te Kutlu Esendemir’in Hasan Şaş’la yaptığı röportaj dikkatimi çekti.

Sayfanın tepesindeki üst başlık şöyle:

“Dünyada en çok tanınan Türk futbolcusu olarak bilinen Hasan Şaş 68 kuşağının hayranı.”

Ana başlık da onu tamamlıyor:

“Oğluma adını, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’dan verdim.”

Hasan Şaş, sorulara ilginç, son derece bilinçli karşılıklar vermiş diye düşünürken, bir baktım Kutlu Esendemir son soruyu şöyle sormuş:

- Yine Türkiye’de Ergenekon davası, her gün konuşulan, tartışılan konu.

Hasan Şaş’ın yanıtını aynen aktarıyorum:

“Vallahi artık Türkiye’de iyi şeyler de görmek istiyoruz. Bilim adamları, kamuoyunda ileri gelen gazeteciler bir şekilde tutuklanıp içeri atılıyor ama neden atılıyor? Bunun içeriğini bilmiyoruz. Gerçekten suçu var mı, yok mu? Bunları bilmiyoruz. E tabii, ülke insanını ister istemez huzursuzluğa itiyor bu, olaylar. Bir an önce bunların çözümlenmesi lazım. İnsanlara sağlıklı bilgi verilmesi gerekir.”

Ardından Sabah gazetesinde Orhan Gencebay’ın Savaş Ay’ın sorularına verdiği yanıtlar dikkatimi çekti. Savaş Ay’ın “Yeni çalışma var mı” sorusuna “Orhan Baba” şu yanıtı veriyor:

“Süper bir kaset geliyor. Notalarını yazıyorum. Bir enstrümantal parçam var. 7 dakika senfonik bağlama 3 senedir uğraşıyorum. İsmini Ergenekon koydum.”

Savaş Ay doğal olarak soruyor:

- Ergenekon ismi niye?

Yanıt:

“Ergenekon destanını hatırlatıyor. Şimdi bu Ergenekon davası patladı. Reklam yapıyor derler diye belki değiştirir ‘Diriliş’ koyarım adını kasetin.”

***

Aynı gün, farklı gazetelerde, farklı sayfalarda farklı kişilerin, aynı konu üzerindeki değişik yaklaşımları böyle.

Hasan Şaş, konuyu tam 90’a oturtmuş dersem sanırım abartmış olmam.

Orhan Gencebay’ı endişelendiren de “reklam yapıyor” diyenlerin olması!

Bu tablo elbette Türkiye’nin bütünü değil. Ancak hiç de küçümsenmemesi gereken bir kesit. Olayın aynı zamanda salt hukuksal boyutunun olmadığını, hatta tümüyle toplumsallaştığını ortaya koyuyor.

İçinde Ergenekon sözcüğünün geçmediği haberler ararken karşıma yukarıdaki sayfalar çıktı. Yeri geldikçe vurguluyorum; bu dava 2 yerde birden sürüyor, Silivri’de ve medyada...

Öyle anlaşılıyor ki bir yerde daha devam ediyor:

Halkın vicdanında!

http://www.ilk-kursun.com/2009/09/tutukevi-gunlugunden/
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Cum Eyl 04, 2009 2:37

Temeli Kültür Olan Ülke

Resim

Yunanistan’ın ekonomi başkenti Selanik’ten Gümülcine’ye gitmek için tren istasyonuna geldim. Bilet satıcısına, “Gümülcine” deyip parayı uzattım. İşlem yapmadan yüzüme baktı. Yeniden derdimi anlattım. Bu kez başını “olmaz” anlamında sallamaya başladı.

Az sonra güzergâh haritasından Gümülcine’nin yerini gösterip seslendi:

“Komotini, Komotini…”

Görevli, Gümülcine’yi biliyordu ama Yunanca adını söylememi istiyordu.

Gümülcine’de güzel bir gün geçirdikten sonra Serez’e doğru yola çıktım. Yol boyu pek çok köy Anadolu’daki yerleşim birimlerinin adını taşıyordu ama, başına “nea” eklenmişti.

Nea Zihni, Nea Bafra…

Makedonya’da, Manastır kentini, Atatürk’ün okuduğu okulu görmek isterseniz, Manastır’ı bulamazsınız. Çünkü bugünkü adı Bitola. Bitola’ya giderken yolda dağ eteğinde güzel bir kent görürsünüz, adı Tetova’dır. Tetova’nın eski adını söylersek, sanıyorum pek çok kişi “aaa” diyecektir:

Kalkandelen.

Orta Asya’nın iki “Mekke”sinden biri olarak kabul edilen Buhara’nın en uzun caddesine girdiniz, ilerlemeye başladınız. Adı, Burhanettin Nakşibendi’dir. Uzun caddede devam edersiniz, bir süre sonra cadde aynıdır, adı değişmiştir:

Karl Marks.

Özbekistan yöneticileri 1991 sonrası bağımsız olmanın ardından cadde adlarını değiştirirken en uzun caddenin yarısını eski adda bırakmış, yarısını yenilemişler.

Kırgızistan ise başkentin adını değiştirdi. Sovyet döneminde Rus general Frunze’nin adını taşıyan başkent 1991’de Bişkek oldu. Bişkek, Türklerin meşhur yemeği keşkeği karıştırmak için kullanılan büyük kepçeye verilen ad.

***

Yazıyı yer adlarına boğmayalım.

Ağustos ayının başlıca konularından biri olan Türkiye’deki yer adlarının kökenleriyle ilgili tartışmaları izlerken aklıma gezi anılarım geldi. Gittiğim her kıtada yer adlarının kökenlerine, anlamlarına ayrıca eğildiğim için bir anda yüzlerce yer geldi gözlerimin önüne.

Uygarlıkların beşiği, köprüsü, merkezi, kapısı Anadolu’da böyle bir tartışma başlarsa sanırım kökün en dibini bulmak olanaksızdır.

Özgen Acar’ın alanına girmek haddim değil ama, Anadolu bugüne dek bilinen 40’a yakın uygarlık görmüş. 3 binden fazla bilinen antik kente sahip. Antik nokta sayısı 50 bini bulur. Antik alanların toplamı, Yunanistan’ın toplam yüzölçümünden fazla.

Anadolu derken elbette şu anda ikamette olduğum Trakya da dahil. Nasıl ayrılır ki! Ortada Boğaz var. İnsanın boğazı vücudunu ayırır mı, birleştirir mi? Elbette birleştirir.

Böylesine derin kültüre sahip olan yaşadığımız topraklarda elbette yer adlarının farklı kökleri, dilleri olacak.

Nasıl ki bir bayrak yarışında bayrağı son alan atlet öncekilerin doğal bir devamı olarak koşuyu sürdürüyorsa, uygarlık yarışı da öyle. Bayrağı elinde tutan, öncekileri içine sindirebilmişse o bayrağın gücüne sahiptir.

Atatürk şu sözü yukarıdaki anlatımımızın paralelinde söylemişti:

Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.

Atatürk bu nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın ardından o zor ve maddi bakımdan sıkıntılı günlerde ilk uçağı Alacahöyük çevresindeki Hitit kalıntılarının hava fotoğraflarının çekimi için havalandırtmıştı.

Anadolu’daki bütün kültürleri içselleştirdiğimiz gün, biz de o kültürler kadar zengin olacağız.

***

B-elli yaşlara girişimi kutlayan pek çok mektup ve telgraf aldım. Mektupların çoğunda kutlamaların kızımın şiirine dönük olması, beni ayrıca sevindirdi.

Tek tek teşekkür mektubu yazmam olanaksızdı. Açık teşekkürü kabul etmelerini dilerim.

Kutlamalarımızı özgürce yapacağımız günlere…

http://www.ilk-kursun.com/2009/08/temel ... olan-ulke/
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Çrş Eki 07, 2009 0:10


Yine Gelir Giden Güneş



Güneş en güzel nereden batar?

Aklıma bir çırpıda onlarca yer geliyor ama bu soruya verilebilecek en kestirme yanıt şudur:

İnsan eli değmemiş her yerden!

Denizden, ormandan, dağdan, ovadan...Silivri’de en uzun günlerde bile güneş saat 18.00’den sonra havalandırmayı terk ediyor, duvarların arkasından batıyor.

Ya sonra?

Duvarların dibinden günbatımı izlenmez mi?

İzlenir...

Üstelik güzel yerden...

Bulutların sırtından ve tel örgülerden...

Günbatımına doğru güneşin bulutlarla buluşması gökyüzünü beyazdan kırmızıya ton ton t-onlarca renge büründürür. Seyrine doyum olmaz.

Bulutlar zaten insanın iç dünyasıyla örtüşen bir dizi şekli çağrıştırır. Onların üstüne bir de ışık yağmuru yağdı mı, gökyüzü kocaman bir sahneye döner. Üzerinize gelmekte olan bulutlarla gitmekte olan güneş neredeyse her saniye değişen çağrışımlarla dans eder.

Tel örgülerde batış ise ilk bakışta itici gibi gelse de güneşle değişik bir buluşma yeridir. Tellerin rengi kızıla çalar. Hele diken yerleri... İncecik lamba gibi parlar. Adeta süs demetine bürünür.

Dakikalar ilerledikçe tellerdeki güneş ışıkları da renkten renge girer. Sanki tellerin ışık damarları vardır. Süzüle süzüle gidip gelir.

Gökyüzünde bulutlar yoksa teller ayrıca öne çıkar. Mavi derinliğin önünde iskele gibi durur. Arada esen rüzgâr, kokusuzdur ama sınır tanımadan gelip geçmesi insanın sadece yüzüne değil ruhuna da dokunur.

***

Bir de martılar...

Hayatımızdaki artılar...

Seyrek geçen martılar...

Genellikle akşam üzeri beliriyorlar gökyüzünde. Deniz çok uzakta değil diyorlar, süzülerek üzerimizden geçerken. Kanat altlarına vuran güneş, için için yanan bir ocak gözüne dönüşüyor.

Gökyüzü bulutluysa, onları martılar taşıyormuş gibi geziniyorlar. O zaman güneşin kırılan renkleri bulutlarla martılar arasında saklambaç oynuyor.

***

Özgür günlerde onca koşuşturmanın arasında, yaz akşamları güneşin batışına yetişmeye çalıştığım günler olurdu. ODTÜ ormanından batışına doyum olmaz.

Her hali güzeldir.

Güneş yeryüzüne doğru eğildikçe bütün sahne milim milim değişir. Güneşin kızıllığıyla yanan bulutların etrafında beliren gece mavileri şık bir uğurlamaya gelmiş gibidir.

Güneş dağın arkasına indikten sonra ufuk çizgisinden gökyüzüne yükselen mavi tonlar dakikalarca korur canlılığını...

Gün batımları aynı zamanda gün doğumudur...

Latin Amerika gezim sırasında, oradaki saat farkı nedeniyle Türkiye ile haberleşmem hiç de kolay olmuyordu. Arjantin’de gün çekilip hava kararmaya başladığında Türkiye’de tan yeri ağarmaya yüz tutuyordu.

Gezi bitip Türkiye’ye döndükten sonra ne zaman gün batımı izlesem, güneşi uğurlarken hep şöyle düşünürüm:

Sevgili güneş, burada batıyorsun ama aslında doğuyorsun. Sen bize gece mavisini bırakırken yeryüzünün öteki coğrafyalarında seni karşılamaya hazırlananlar var.

Silivri’de bulutların altından, tellerin arasından güneşi uğurlarken de aynı şeyi düşünüyorum.

Sevgili güneş, biz sana batıyorsun diyoruz ama, doğru değil, yeryüzünün öteki coğrafyasına gidiyorsun...

Yine geleceksin..

Cumhuriyet - 06.10.2009
http://www.ilk-kursun.com/2009/10/yine- ... iden-gunes
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Çrş Eki 07, 2009 0:35


Meşruiyet...



Amin Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya” kitabına şu tümce ile başlıyor:

“Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla.”

Kitabın adı her şeyi anlatmaya yetiyor.

Maalouf’u okurken 20. yüzyılın sonundaki, 21. yüzyıl öngörülerini içeren kitapları düşündüm. Önde gelenlerinden biri Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” idi. Fukuyama’ya göre tek kutuplu dünya ile birlikte tarihin de son aşamasına geliniyor, ideolojiler bitiyor, yeryüzü küresel bir köye dönüyordu...

Öyle olmadı...

Bunu gören Fukuyama, düşüncelerine yama yapmaya çalıştı, ama olmayınca özür diledi.

Bütün kavramların neredeyse yeniden tarif edildiği, yeniden oluşturulduğu 21. yüzyılda dünya bir on yıl daha karmaşa içinde seyredecek... Çıkan çivi nasıl çakılır? ABD dahil, bu soruya net yanıt verebilen yok.

***

Maalouf, en azından ülkeler anlamında çıkmış çivinin yerine oturması için en çok şu kavrama önem veriyor:

Meşruiyet!

Şöyle diyor:

“Meşruiyetin olmayışı, her insan toplumu için bütün davranışların çığırından çıkmasına neden olan bir yerçekimsizlik halidir.”

Maalouf, meşruiyeti bütün yönleriyle ele alırken bunun mutlaka toplumun olabildiğince bütününü kucaklaması gerektiğine vurgu yapıyor, dışarıdan korunduğu düşünülen bir yapının meşru olarak kalamayacağını söylüyor.

Bu anlamda meşruiyeti başarmış lider örneği olarak da çekincesiz Atatürk’e göndermede bulunuyor.

Diyor ki, “Atatürk’ün elde ettiği meşruiyet onun ölümünden sonra da devam etmiştir ve bugün de Türkiye onun adına yönetilmektedir. Onun düşüncelerini paylaşmayanlar bile ona belli bir bağlılık sergilemek zorunda hissederler kendilerini.”

Meşruiyet nasıl tarif edilebilir?

Maalouf’a göre meşruiyet, ortak değerlerin taşıyıcısı olarak bir kurumun yetkesini, aşırı zorlama olmadan toplumun kabul etmesi.

Yazar, uzun süre meşruiyetini sürdüremeyen liderlerden söz ederken şöyle başlıyor:

“Atatürk’ün tersi örnek!”

Güney Afrika’da ırk ayrımına son veren Nelson Mandela’yı bir başka yere koyuyor. Mandela, 27 yıl hapis yatmasına neden olanlardan eski Başbakan Verwoerd ölünce, eşini ziyaret ediyor. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor:

“Bundan böyle halkın içinde kimse militanca vaatlerde bulunmayı ya da intikam peşinde koşmayı kendine hak görmesin.”

2010 Dünya Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacağı için yeniden dünya gündemine oturan Güney Afrika’yı gezi notlarıyla karışık ayrıca konuk etmek istiyorum.

***

Maalouf’un ele aldığı başka konu, göçmenler. Kendisinin de Lübnan’dan göçmüş bir kişi olduğunu anımsatıyor ve bir kişi dünyanın neresine göçerse göçsün anayurdunu içinde taşır, diyor. Bu vurguyu yaptıktan sonra bir noktanın daha altını çiziyor:

Kimi ülkelerde de insanlar kendi yurdunda göçmen gibidir!

Yazarın öteki kitaplarında da kafa yorduğu kimlikler, kökler konusu gerçekten 21. yüzyılın en karmaşık sorunlarından biri...

Kökler deyince benim aklıma ilk doğadaki anlamı gelir. İlkokuldayken doğduğum yerin Burdur Yeşilova ilçesi Güney kasabasının yaslandığı tepenin çıplak eteklerine okulca çam ağacı dikmiştik. Ortaokul ve lisede de Nazilli’de çokça meyve ağacı diktim.

Ağacı dikerken köklerini fazla sallayıp hırpalamamak gerekir. Hele kök saçaklarını hiç birbirinden ayırmamak, olabildiğince toplu tutmak gerekir. Köklerin o püsküllerini keserseniz ağacın tümüne zarar verirsiniz!..

Diyeceğim o ki, kökler bir aradaysa ağaç yeşerir, büyür, meyve verir. Ana gövdeden koparsa kökün ne ağaca hayrı olur ne kendisine.

Noktayı Amin Maalouf’un kitabından altını çizdiğim bir sözle, yeni öğretim yılını selamlayarak koyalım:

Dünya öğrenen çocukların soluğuyla ayakta kalır ancak!


Cumhuriyet - 04 Ekim 2009
http://www.kuvayimilliye.net/yazar.php?id=2419
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Çrş Eki 07, 2009 0:42


Teknolojinin Hukukla Sınavı


Silivri davalarına bilgisayar ve iletişim teknolojileri damgasını vuruyor.

Hukuk, teknolojinin hızına yetişebilecek mi?

Bir başka deyimle sınır tanımayan iletişim dünyasıyla çok net sınırları olması gereken hukuk dünyası karşı karşıya gelince ne olacak?

İddianameler bu sorunun çengeline asılı yüzlerce, binlerce “belge” ve “delille” dolu!

1970-80’li yıllarda “yasadışı örgüt” üyeleri yakalanınca toplu halde fotoğrafları çektirilirdi. Klasik tablo şuydu:

Önde alçak bir masa üzerinde onlarca kitap, arkada o kitabı bulundurma suçunu işlemiş olan şüpheliler.

Son yıllarda bırakılan bu yöntemin yerini bilgisayar alıyor. Üstelik daha tehlikeli ve tartışmalı biçimde.

Size gelen bir kitabı “tehlikeli” bulursanız, herhangi bir yöntemle ortadan kaldırırsınız. Böylece o kitapla sizin aranızda hiçbir ilişki kalmaz.

Bilgisayarda ise size ulaşan bir mesaj, belge, yazılı herhangi bir doküman neredeyse ayrılmaz bir parçanız haline geliyor. Kimliğinizi yitirebilirsiniz, ama bilgisayarlarınızdakileri isteseniz de yitirme şansınız yok. Yerine göre sizde olduğunu bilmediğiniz bir dijital veri bile sizi suçlu ilan etmeye yetebilir.

Hukuk, girişte vurguladığımız soru işaretlerini ortadan kaldırmak için bir kişinin bilgisayarı alındığında mutlaka o anda kopyalanması gerektiğini hükme bağlamış.

Tabii uygulanırsa...

Ya uygulanmazsa?

Bu da soru mu? Yasa maddesi uygulanmazsa diye bir soru elbette olmaz!

***

Telefon konusu da en az bilgisayarlar kadar karmaşık. Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nun santral telefonlarının da benim kişisel telefonummuş gibi dinlendiği, iddianame eklerinde de açıkça yer alıyor.

Olayın iki boyutu var:

1. Bütün gazete çalışanlarının konuşmaları kayda alınıyor.

2. Bütün konuşmalardan ben sorumlu tutuluyorum.

İkinci şıkkı açalım... Örneğin gazetemizin eğitim muhabiri bir rektörle santral telefonu üzerinden gö-rüştü. Bu görüşmeyi Mustafa Balbay yapmış gibi rakamlamışlar. Böylece ben o rektörle çok yoğun ilişkideymişim gibi gösterilmiş.

Olabilir de... Suç mu? Değil... Ama buna “örgütsel ilişki” anlamı yüklenmiş.

Bu yöntemle 200-300 kez telefon görüşmesi yapmış gibi gösterildiğim kişiler var.

Şimdi ben bir bakıma, kendi suçsuzluğumu kanıtlamaya çalışırken benim dışımda yapılan görüşmelerde de suç unsuru bulunmadığını da kanıtlamak durumundayım.

Aklıma şöyle bir anlatım geliyor; örneğin otoyolun hemen kıyısında eviniz var. Otoyoldaki bütün trafik suçlarından sizi sorumlu tutuyorlar! Aynı anda 5 defa kırmızı ışıkta geçmiş oluyorsunuz, 10 defa kaza yapıyorsunuz...

Hukukun dışına çıkmadan buyrun kendinizi anlatın.

***

20 Eylül Pazar günü Akşam gazetesinde Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı Prof. Duygun Yarsuvat’la yapılmış bir söyleşi yayımlandı. Söyleşinin başlığı şuydu:

Ortaçağ hukuku geri geliyor!

Prof. Yarsuvat, terör olaylarına karşı adeta bir panik atakla mücadele yasaları çıkaran ülkelerin insan hakları ihlallerini net biçimde ortaya koyuyor.

Prof. Yarsuvat’ın Ergenekon davasına bakışı şöyle:

“... Bu iddianame Türkiye’deki hukuk sistemi içinde yetişmiş birinin yazacağı bir iddianame değil... Bazı yerleri samimi olabilir, davayı samimiyetsiz yapan alakasız kişilerin, olayların bir araya getirilmesi... Siyasi nitelikli bir dava... Bazı konularda haklı olabilirdi ama onu da kaybediyor.”

Dava nasıl sonuçlanır sorusuna Prof. Yarsuvat’ın yanıtı şu:

“Ben öbür dünyaya giderim, oğlum avukat olarak kendi görevini bitirir, torunum avukat olursa bu dava da biter. Nasıl sonuçlanacağını da siz bulun.”

Bu değerlendirmeleri yapan Prof. Yarsuvat’ın kurumsal unvanını tam aktaralım:

Merkezi Paris’te bulunan Dünya Ceza Hukuku Derneği’ne üye Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı.


Cumhuriyet - 05 Ekim 2009
http://www.kuvayimilliye.net/yazar.php?id=2427
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen yigitler » Çrş Eki 07, 2009 20:16

Allah tez gunde Mustafa Balbay'i ve diger aydinlarimizi hurriyetlerine kavustursun.
Kullanıcı küçük betizi
yigitler
Üye
Üye
 
İletiler: 600
Kayıt: Pzr Ara 07, 2008 21:41

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen alamancı » Çrş Eki 07, 2009 20:56

mustafa balbay neredeyse 200 gündür hapiste. AKPnin dinci fasizmi yüzünden yeni dogan çocugunu göremiyor. AKPnin bu zulmü unutulmayacak. ya türkiye hepten kaybedecek ya da AKP yöneticileri yüce divani boylayacak.
Kullanıcı küçük betizi
alamancı
Üye
Üye
 
İletiler: 241
Kayıt: Pzt Mar 02, 2009 13:45

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Prş Eki 08, 2009 15:26


İçimizdeki Mevsimler…



İnsan mevsimleri, mevsim değişikliklerini en çok hava sıcaklığıyla yaşar, hisseder.

Ben ağaç dallarında yaşarım mevsimlerin geçişini…

Baharda tomurcukların kıpırdanışı…

Yazda yapraklarla meyvelerin üretim dansına duruşu…

Sonbaharın sarısı…

Kışın çıplaklığı…

Silivri’de mevsim değişikliklerinin havalardan sonraki habercisi kantin – manav listesi…

Haftalık satılacak ürün listesini yapanlar 2 ya da 3 mevsim meyvesi seçiyorlar. Martta portakal vardı. Son haftasında dişleri kamaştıran, sert yeşil erik baharı müjdeledi. Bir kiloluk hazır plastik kapların içinde satılan eriklerin arasında bir yaprak kalmış. Günler sonra ilk kez bir yaprak görünce şaşırmıştım. Ayırıp ayrı bir köşeye koydum.

Mayısta çilekle yaz başladı. Çabuk bozuluyordu ama olsun. Ara ara muz da satılıyordu ama mevsimi anlatmıyordu.

Haziran bizi karpuzla karşıladı. Haftalarca beşer kiloluk karpuzlar beyaz plastik masaların yaz rengiydi. Sanırım yaşamımda en çok karpuz yediğim yaz, bu yazdır. Kirazı da unutulmamalıyım. Birkaç hafta kirazla doldu soframız.

Temmuzda taze beyaz üzümler yaz mevsiminin meyve bahçelerinin tümüne ulaştığını gösteriyordu. Çünkü hemen ardından 2 haftalığına da olsa şeftali geldi kantine…

***

Ağustos en zengin ayımızdı desem yeridir.

Üzüm, incir, kavun…

Hangisini istersen onunla avun…

Koğuşa tüm meyveleriyle yaz geldi. İncir gelmez sanıyordum. Sürpriz oldu. Tam mevsiminde 2 hafta siyah incirlerin tadına vardık.

Sebzeleri anlatmıştım. Marul ve maydanozun soframıza kattığı yeşillik bir yana, onları suyla buluştururken musluğun altında yeşeren orman, doğa hasretine dermandı.

***

Bir de içimizdeki mevsimler var.

Ayları, günleri dinlemeyen…

İnsan vücudu tüm fizik, kimya deneylerini altüst edecek kadar kuralsız değişkenlik gösterebilen ya da tüm karışımlara direnebilen varlıkların başında gelse gerek.

Bazen bir mevsim meyvesi insanın içinde kocaman bir ağaç olabiliyor.

Özgür günlerde sık kullandığım sözlerden biri şuydu:

- Kendimi arıyorum, meşgul çalıyor!

Arayamadığım dostların sitemlerini şakayla karışık bu sözlerle göğüslemeye çalışıyordum. Şimdi bol bol kendimi arıyorum. Tabii kolayca ulaşıyorum ama bu kez bambaşka bir yoğunluk. Üstelik bütün mevsimler bir arada.

Sabahları genellikle kış, insan kendine bile soğuk davranabiliyor.

Elinin ucundaki bir fotoğraf, duvardan usul usul inmeye başlayan güneş, bıçak gibi kesiyor kışı; şubattan ağustosa…

Gazeteler dışarısının her şeyini önüne katıp koğuşa getiren bir rüzgâr. Gelir gelmez kaplıyor ortalığı…

Akşamsa birkaç mevsim birden yarışır insanın bedeninde… Kalbinde ılık bir rüzgâr, beyninde fırtınalar…

İnsan kendi içinde derin bir yolculuğa çıkınca, magma tabakası ne ki!..


Cumhuriyet - 7 Ekim 2009
http://www.ilk-kursun.com/2009/10/icimizdeki-mevsimler/
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Pzt Eki 26, 2009 15:23


Mehmet Sucu 24 Ayar Altın



Bürodan iyi bir haber geçmişse telefondaki sesi çok güzel ve kısık bir müzik gibi gelirdi:

“Balbay, bu çok güzel iş be…”

İşi gücü işti. Onun için, haber de bir işti.

O gün işler kesatsa, büyütülecek haber yoksa, sesi aynı tonda, ama donuk gelirdi:

“Balbay bugün manşet yok ya… N’apıcaz?”

Ölümün elimizden usul usul çekip aldığı Sevgili Yazıişleri Müdürümüz Mehmet Sucu, deyim yerindeyse 24 ayar altın gibiydi. Gazeteciliğin içine hiç ama hiçbir şey katmadı.

Katıksız bir gazeteciydi.

Habere katkı yapmayı çok severdi. “Balbaycığım bu habere şöyle bir kutu yapsak” sözü kulağımda fısıldayıp duruyor.

O günkü gazetenin birinci sayfasını nasıl yapacağını anlatırken bir ressamın tabloda boyaları nasıl kullanacağını söyleyişi gibi sanatçı bir duruş takınırdı:

“Manşet altı sütun olacak… Sağdan iki sütun anonslar var… Eteğe çok güzel bir fotoğraf geldi…”

Mehmet Sucu gazetede yok mu; demek ki mahkemedeydi. Sorumlu yazıişleri müdürlüğünü de üstlendiği dönemde, haberlerle ilgili dava açıldığında sorumlu olarak ifade vermeye giderdi.

***

Hastalığı amansız ve zamansızdı…

Tedavisi başladıktan sonra ilk karşılaştığımızda, o benden daha sakindi. Yüzünde basit bir sivilce çıkmış da onu kurutmaya çalışıyormuş gibi anlattı tedavi sürecini. Olasılıkları da aynı sıradanlıkla döküverdi. Ama içinde ölüm yoktu, yaşam vardı.

Sonuna kadar direndi.

Bütün şansları zorladı.

Ankara’ya da geldi. Hacettepe Üniversitesi’nden bir hocaya görünmek istemişti. Yine sıradan bir randevuya gelir gibi uğradı gazeteye. Yeni bir tedavi yöntemi varmış, onun durumuna uygun mu onu saptayacaklardı.

Kaç kez tıbbi müdahale yapıldı bilmiyorum. Birkaçından sonra konuştuğumuzda, ölümle randevuyu sanki sonsuzluğa ötelemiş olmanın rahatlığında anlatıyordu her şeyi. Çok da uzatmıyor, hemen sonrasında “işe” geçiyordu.

Onca işin arasında iletişim dünyasını da çok yakından izliyordu. Gazetedeki sütununda gelişmeleri, edinimlerini paylaşıyordu.

Hastalığı ilerledikçe onun yaşam sevinci de ilerliyordu. Ayda bir İstanbul’a toplantı için gelişimde, mutlaka gazetenin bir yerinde karşılaşıyorduk. Yazıişleri… İbrahim Yıldız’ın odası… İlhan Selçuk’un odasına giden koridor…

Böylesine ciddi bir hastalıkla karşılaşır da, insan duruşunu nasıl olur da bir milim değiştirmez.

***

Sevgili Sucu,

Aylardır senden ayrıyız. Şimdi iyice kalıcılaştırdık ayrılığı…

Aşk olsun!..

Sana son görevimi yerine getiremedim.

Hoş gör!..

Pazar günü gazetenin önüne iki elim kanda olsa gelirdim.

Var say…

Seni anlatmak için onca tanım geldi aklıma. 24 ayar tanımını seçtim. Biliyorsun altının en katıksız hali 24 ayardır. Ama piyasada satılmaz.

Sen de öyleydin.

Yazdığın kitaplar da piyasaya uygun değildi. Salt gazetecilikle, toplumun haber alma hakkıyla ilgiliydi. Onları tanıtmaya da girişmedin. Oysa yazıişleri müdürü yetkinle istediğin gibi yapabilirdin bunu. Örneğin “Halk Bunu Bilmesin” kitabın nasıl da güncel..

Ahh Sucu…

Şimdi “oralar nasıl” diye sorsam, sen üste çıkıp sorarsın; “Manşet var mı” diye…

Ayakta öldün…

Işıklar içinde yat…

Haberlerin, başlıkların, spotların, sayfa maketlerinin, tüm katıksız gazetecilerin, Cumhuriyet ailesinin ve okurların başı sağ olsun…


21 Ekim 2009 - Silivri
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Pzt Eki 26, 2009 15:25


Ermenistan’la Açılırken Azerbaycan’la Kapanmak




Ekim ayının ilkyarısında biri çok yankı bulan, öteki de gazetelerin iç sayfalarında kaybolan iki haberin ortak paydalarını sütuna yatıralım.

Biri Ermenistan’la imzalanan protokol…

Öteki Türk Dilli Ülkeler Devlet Başkanları 9. Zirvesi.

Ermenistan’la imzalanan protokol, bir bakıma yeni bir başlangıç gibi görünüyor ama, ucu açık. Nasıl sonuçlanacağını öngörmek zor. Her şeyden önce ABD ve Rusya’nın arkasında durduğu bir protokolü çok da yabana atmamak gerekir. Belki de Cumhurbaşkanı Gül, sorunları biz çözemezsek başkaları çözer derken bu ya da benzeri durumlardan söz ediyordu.

Ermenistan, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra dünya sahnesine çıkmış bir ülke. 1990’ların ilk yarısında ilişkilerimiz ılımandı. Keşke Levon Ter Petrosyan dönemini Türkiye ve Ermenistan iyi değerlendirseydi. Ancak başta Ermeni diyasporası olmak üzere, pek çok karıştırıcı etken devreye girdi.

Kafkaslar, savaşın barıştan daha kolay olduğu bir coğrafya.

Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini geliştirmesi olumludur. Ancak Ermenistan açılımının yumuşak karnı Azerbaycan.

Azerbaycan topraklarının altıda biri Ermeni işgali altında. Bu yüzden bir milyonu aşkın Azeri “kaçkın”, yani göçmen durumunda…

***

Türk Dilli Ülkeler Devlet Başkanları Zirvesi’nin ev sahibi Nahcivan’dı.

Bu yıl dokuzuncu zirve yapıldı. Gazetelerdeki haberlerde zirvenin ortak dilinin ne olduğuna ilişkin bilgi yoktu.

Şunu söyleyebilirsiniz:

Türk dilli ülkeler dendiğine göre bu da soru mu; elbette Türkçe’dir.

Önceki zirvelerin tümünde ortak dil Rusçaydı! “Türk Dilli” tanımı bizim yaptığımız bir benzetme değil. Türkologlara göre ilk, 13. yüzyılda İtalyan gezginler kullanmış bunu.

Genel bir anlatımla bugün 11 milyon kilometrekarelik bir alanda 250 milyon kişi 25 ayrı biçimde Türkçe konuşuyor.

Nahcivan zirvesinde ortak mekanizmalar kurulmasına ilişkin kimi yeni kararlar alındığı belirtiliyor. Önceki zirvelerde de alınmıştı ama, ne yazık ki çoğu yaşama geçmedi.

Çağımızda bölgesel işbirlikleri ayrıca öne çıktı. Küresel anlamda tek kutupluluğun öne çıkmasıyla birlikte bölgesel ortaklıklar da dalgalanmaya bırakılmış durumda. Kimi yerde yükseliyor, kiminde inişte…

Türkiye’nin bu coğrafyada kuracağı kardeşlikle örülü iyi ilişkiler Batı’da da elini güçlendirecek.

Sadece Batı’da değil, kuzeyde, güneyde ve uzakta da… Zira Orta Asya coğrafyasıyla ABD, AB, Rusya, Çin, Japonya, İran ve S. Arabistan da ilgileniyor.

***

Ermenistan’la açılırken Azerbaycan’la kapanacak mıyız?

Günlük gelişmeler bir yana…

21. yüzyılda çevremizdeki bütün sınırlar öyle ya da böyle tartışmalı hale geldi. Çevremizdeki her değişim doğal olarak Türkiye’yi de etkiledi…

Ermenistan’la Azerbaycan gerildi, Türkiye diken üstünde…

Irak’ta iç savaş havası esti, Türkiye diken üstünde…

Boşnaklarla Sırplar çatıştı, Türkiye diken üstünde…

Öyle anlaşılıyor ki, bütün bu coğrafyada taşların yerine oturması için birkaç sarsıntı daha yaşanacak.

Türkiye bu oyunun neresinde?

Herkesin net olarak bilmek istediği bu…

22 Ekim 2009 - Silivri
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35

Re: Balbay'dan Mektup Var

İletigönderen bezgin » Sal Mar 15, 2011 0:14

Başbakan’a Mektup...

Sayın Başbakan,

8 Mart 2011 Salı günü partinizin grup toplantısında yaptığınız konuşmayı Silivri 1 No’lu Cezaevi F-3 alt koğuşu 3 No’lu hücremde hüzünlenerek izledim.

Konuşmanızın önemli bir bölümünü tutuklanan gazetecilere ayırdınız. Özel bir hesap yapmışsınız, tutuklu gazeteci sayısını 27 olarak çıkartmışsınız. “Suçlarını” da tek tek dökmüşsünüz. Hükümeti devirmeye girişmekten terör örgütüyle ilişki kurmaya kadar her türlü suçu sayıp eklediniz:

“Onlar gazetecilik yaptıkları için değil, bu suçlar nedeniyle içerdeler.”

Bu sözleriniz ne adalete ne siyasete ne de vicdana sığar.

Eğer iddianame metinlerinde yazılı olan suçlamalar doğrudan insanlara yaftalanacaksa siz şiir okuduğunuz için yargılanmadınız. 1998 yılında sizin için hazırlanan iddianamede suçunuz şöyle yazılmıştı:

“Halkı din ve ırk farklılığı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa tahrik etmek.”

12 Aralık 1997’de Siirt’te yaptığınız konuşmadan sonra açılan davada, bu suçu işlediğiniz için 10 ay hapis cezasına çarptırıldınız. Siz hüküm giydiğiniz halde bu suçu asla kabul etmediniz, bugün de “Şiir okuduğum için yargılandım” demektesiniz.

Biz ise daha hüküm giymemişken nasıl milletin kürsüsünde bizi mahkûm edersiniz?

Ergenekon savcısı değilim diyorsunuz ama bu tutumunuz savcılığı da geçti, doğrudan hüküm vericisi noktasına çıkmış bulunmaktasınız.

***

Sayın Başbakan,

Ergenekon savcıları hazırladıkları iddianamenin benimle ilgili bölümünde şöyle diyorlar:

“Mustafa Balbay gazetecilik faaliyetlerini yürütürken İlhan Selçuk’un Ankara’daki temaslarını da düzenleyerek terör örgütü içinde özel konumu olan faaliyetlerde bulunmuştur. Yaptığı haberlerle de kaos ortamı yaratılmasına katkıda bulunmuştur…”

Bu ve benzeri cümleler dışında benimle ilgili başka bir şey yok. Bir gazetenin başyazarı Ankara’ya geldiğinde her kesimle görüşür, Ankara temsilcisi de ona eşlik eder. Bundan suç üretiliyor. Bir gazeteci yaptığı haberin doğruluğuna-yanlışlığına bakar, kimin işine yarar-yaramaz o başka bir durumdur.

Ergenekon savcıları bile benim gazeteci olduğumu, bu mesleği icra ederken aynı zamanda terör örgütü üyeliği de yaptığımı iddia ediyor. Yani terör suçunu gazetecilikle birlikte işlediğimi öne sürüyor. Böylece ortaya gazeteci-yazardan sonra gazeteci-terörist gibi kabul edilemez bir durum çıkıyor.

Örneği vermemin nedeni şu: Ergenekon savcıları bile bana karşı sizden daha insaflı. Günün birinde size karşı Ergenekon savcılarına sığınacağım hiç aklıma gelmezdi.

Bu durumda sormak isterim:

Bizim yaptığımız gazetecilik değilse, sizin gazetecilik tarifiniz nedir?

İktidarın her attığı adıma reform deyip övmek mi?

İktidarın istikrarı bozulmasın diye tüm olası alternatifleri ortadan kaldırmak için seferber olmak mı?

İletişim fakültelerinde “haber” kavramının en acımasız tarifi şudur:

“Yazı işleri müdürünün haber dediği şeye haber denir.”

İleri demokrasiyle bu kavramı da ilerlettik.

“Başbakan’ın haber dediği şeye haber denir.”

***

Sayın Başbakan,

Son dönemde sıkça saray açıyorsunuz. Adalet sarayı.

Adalet, saray açmakla dağıtılmaz.

Sizin Siirt konuşmanızın ardından soruşturma, dava, karar, Yargıtay tüm evreleriniz 10 ay sürdü. Biz yıllardır yargılama bekliyoruz. O gün sizin yanınıza 200 kişi daha koysalardı, 50 ayrı suçtan. Yargılanmanız kaç yıl sürerdi? Bir kişi 10 ay ettiğine göre 201 kişi 2010 (iki bin on) ay! Yani 167 yıl!

Bir de cezaevi koşulları var ki… Siz 4 aylık hapiste cezaevini kendiniz seçtiniz, koğuşunuza halı döşettiniz, toplantı odası yaptırdınız, beyaz eşya dahil dışarıdan istediğiniz eşyayı getirttiniz ve 30 bin ziyaretçi kabul ettiniz.

Bu mektubu hücrede tek başıma yazıyorum…

Cumhuriyetin 100. yılına talipsiniz.

10. yılda yurdumuz demir ağlarla örülmüştü…

Siz 100. yıla demir parmaklıklar örerek gitmektesiniz.

Hakimiyet-i Milliye, 14.03.2011
İşgâlciler ölmeli! :turkiye:

"Bir ülkenin nüfusunun yarıya yakın bölümünün bir bölgede, dörtte birinin bir şehirde yaşaması, başlı başına tezgahtır."
Kullanıcı küçük betizi
bezgin
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 1394
Kayıt: Prş Eki 30, 2008 1:35


Şu dizine dön: Gazete Köşe Yazarları

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 3 konuk

x