"Batıcılar-Ortadoğucular" ve Toprağın Şartı

"Batıcılar-Ortadoğucular" ve Toprağın Şartı

İletigönderen Selçuk Tınaz » Prş Şub 09, 2012 21:10

Amerikancı olan AKP'ne, kurulduğundan beri Avrupacılar da destek veriyorlardı ama, Büyük Ortadoğu Projesi'nin bugün ulaştığı safhada, artık bir yol ayrımına gelindi galiba. Bunu, Avrupacıların da muhalefet yapmaya başlamalarından anlıyoruz.

Dünyada rekabet halindeki güçlerin, çok değerli olan arsamızın kontrolü için birbirlerine karşı kullandıkları, geçmişi imparatorluk dönemine dayanan temel ve eski bir mücadelemiz var. Karşılaşmak zorunda kaldığımız sosyal ve siyasi olaylar, çoğunlukla bu mücadelenin ürünleri olarak meydana geliyorlar.

Bütün bilgileri, düşünceleri ve hayalleri Batı'dan olan, Türkiye'de Türk Kültürü yerine Batı Kültürünü hakim kılmak isteyen Batıcılarla, bütün bilgileri, düşünceleri ve hayalleri Ortadoğu'dan olan ve Türkiye'de Arap Kabile Kültürünü hakim kılmak isteyenlerden oluşan, kimliğini ve benliğini kaybetmiş iki bağnaz insan grubu, itişe çekişe koca bir imparatorluğu batırmakla kalmadılar, kurulduğundan beri de Cumhuriyetimizin başını ağrıtıyorlar.

Ülkenin siyasetine bu mücadele hakim olunca, ortada ikisinden başka bir seçenek kalmıyor ve normal vatandaşlar da bilinen "sağ-sol" kavramlarına gerçekte pek uymayan partiler kuran bu iki grubun dayattığı yaşam tarzı ve kurallar bütününden, kendilerine daha uygun olarak gördükleri, daha doğrusu, kötülerin iyisi olarak kabul ettikleri görüşü desteklemek zorunda kalıyorlar.

Halka tepeden bakmayı seven aydınların, teşhis koymak amacıyla değil, sırf aşağılamak maksadıyla Türkiye'deki ideolojik çarpıklığı anlatmak için kullanmayı çok sevdikleri "Bağdat Caddesi'ndeki Apartmanlar" örneğinde, varlıklı olan apartman sakinlerinin sol partilere, yoksul olan apartman görevlilerinin de sağ partilere oy vermeleri, başka türlü açıklanamaz zaten.

Aslında Almancı, yani Avrupacı olan Milli Görüş'ün içinden devşirilerek Amerikancı yapılanlara kurdurulan Ortadoğucu kılıklı AKP'nin iktidar olabilmesinin nedeni de bence aynı. İki grubun birleşmesi, oy çokluğu yaratıyor.

10 Kasım 1938'de saat dokuzu beş geçe ne yazık ki başlayan İkinci Cumhuriyet ile birlikte, yabancı danışmanların ellerine düşen eğitim sistemimiz, tarafların hedefleri doğrultusunda, atgözlüğü takılı bakışları Batı'ya veya Ortadoğu'ya kilitlenmiş nesiller yetiştirmek üzere yeniden düzenlendi.

Dünyanın paylaşıldığı masaya elinde Türkiye kartıyla oturmayı planlayan İngiltere ve onu engellemek isteyen Amerika arasındaki yarışta, birinin sivil siyaseti ele geçirmesiyle, diğerinin askeri darbe yaptırdığı soğuk savaş döneminde henüz Avrupa - Amerika ayrışması yüzeye çıkmadığı için, ülkenin kontrolü üzerinde siyasi ve ekonomik krizler, darbeler şeklinde görülen, üstü örtülü bir biçimde süren çekişmeye rağmen, genelde, 'Batıcılar' diyebileceğimiz bir çeşit koalisyon egemen oldu.

Bütün gruplar, doğruluğu kanıtlanmış fikirlerin ve projelerin sahibi olan Atatürk'e halkın duyduğu sevgi ve güveni, kendi amaçları doğrultusunda ve o fikirleri, kendi kabahatlerini örtecek biçimde saptırarak kullandılar. Batıcılar, Atatürk'ün hedefinin 'Batılılaşma' olduğunu iddia ederlerken, Ortadoğucular "Atatürk bugün yaşasaydı 'Milli Görüşçü' olurdu" dediler.

Yaptığı görüşmede, ne zaman Batılılaşacağımızı soran Amerikalı hanım gazeteciye, maymun olmadığımızı söyleyen Atatürk'ün verdiği cevap sansürlendi ve "Çağdaş uygarlık seviyesinin ÜZERİ" diye gösterdiği hedefimiz, Batılılaşmaya İNDİRGENDİ.

Amerika, Amerika'da, Amerikalılar tarafından her gün yeniden keşfedilirken, bize bunun gerekli olmadığı söylenerek, taklitçilik özendirildi. Farklı düşünenler ve çalışanlar hep engellendiler, bertaraf edildiler. Batılılaşmada çalışma diye bir şey yoktu ve (Batı'nın çıkarları gereği) olmamalıydı. Bir alanda hedefe ulaşıldığında sırtüstü yatıp, tekrar taklit etmek için, Batının yeniden ileri gitmesi beklenmeliydi.

Halbuki Atatürk'ün bize Batılılaşmayı hedef olarak göstermesinin önündeki en büyük engel, bizzat kendi dehasıydı. Onun gösterdiği hedef, hiçbir zaman ulaşılamayacak sanal bir hedefti. En yukarıda biz olsak, gene de hedefimize ulaşmış sayılamayacağımızdan, bu defa da kendimizi aşmak için hiç durmadan çalışacaktık.

Atatürk'ün yaptığı devrim, Batılıların ve Batıcıların iddia ettikleri gibi Batılılaşma değil, bir sentezdi.
Türkiye için yapılan 'dünya laboratuarı' benzetmesi, temelsiz değil. Bu topraklar, tarih boyunca dünyadaki uygarlıkların, kültürlerin, düşüncelerin, tasarıların, rüyaların, masalların bir araya gelip birleşerek, kaynaşıp harman oldukları yer.

Burada oturan insanlar, bu özelliğin hakkını verip, bu çorbadan bir sentez yapabildiği sürece oturma izni alabiliyorlar. Toprak, kıymetini bilmeyeni barındırmıyor, üzerinden atıp başkalarına şans veriyor.

Sentezi yapabilmek için, uygulanan politikanın Türkiye merkezli olması gerekiyor. Burada oturup, başka yerleri merkez alan politikalar izleyemezsiniz. Birinci Cumhuriyet bu kuralı yerine getiriyordu ama, 1938'den sonra İkinci Cumhuriyet boyunca bu konuda önümüze hep engeller çıktı.

Atatürk hayattayken izlediğimiz Türkiye merkezli politikanın en güzel sembolizmi, ziyaretlerdir. Atatürk hiçbir yabancı ülkeye gitmedi. Krallar ona geldiler.

Bu topraklarda kurulan devletlerin egemenliklerini sürdürebilme koşulu, "Toprağın Şartı" sentez, Cumhuriyet kurulurken yapılmış ve dünyayı çok etkileyerek bize çok büyük bir saygınlık kazandırmıştı.

Eğitimiyle, kültürüyle, ekonomisiyle, yönetim felsefesi ve uygulamasıyla girişilen müthiş bir sentez çalışması sayesinde "Onuncu Yıl Marşı" yazılabildi.

Batıcılık ve Ortadoğuculuk şeklinde bölündüğü için sentezi devam ettiremeyen İkinci Cumhuriyet'in o saygınlığı koruyabilmesi zaten mümkün değildi. Sonunda iş egemenliği kaybetme noktasına geldi dayandı, işte.

Toplumsal aklımızın bu iki uslanmaz, yaramaz grubu uzlaştırmak için koalisyonlar oluşturduğu dönemler de yaşandı ama, hep dış müdahale ile karşılaştık. Ellerinden alınmasını istemeyenler için, koca bir imparatorluğu bile çökertebilen bu değerli oyuncak, genç Cumhuriyetimize karşı daha da kullanışlıydı.

İşin en kötü tarafı, iki grubun da içgüdüsel olarak daima birbirlerini alt etme mecburiyeti hissetmeleri. Engel olamadıkları bu dürtü, her şeyden önemli olabiliyor. Devletin sağlığı umurlarında değil. Eğer kendilerinin olmayacaksa, düşman kardeşe kalacağına yabancıların eline düşmesine bile razılar. Diğer bir ifade ile, eğer devlet kendilerinin olacaksa, yabancı vesayeti altına girmekte hiçbir sakınca görmüyorlar.

Bu iki grubun dışında kalan ve ülke çoğunluğunu oluşturan insanlar eğer örgütlenebilirlerse, Atatürk döneminde yapıldığı gibi kavgayı zararsız hale getirebilirler. Cumhuriyet Meydanlarında toplanan milyonlar o yüzden Batı'da alarm çanlarını çaldırdılar.

"Ne şeriat, ne darbe" ve "Ne ABD, ne AB" diyerek toplananlara, Batı'da ve yerli işbirlikçi basında olumsuz sıfatlar yakıştırıldı. Önderlik yapabilecekleri düşünülen insanlar, terör örgütü kurma iftirasına uğratıldılar. Hem de, çok sağlıklı bir düşünce yapısı doğrultusunda milyonlara katılmış olmakla, açıkça ve hiç utanmadan suçlanarak.

Cumhuriyet'in ilk on yılında elde edilen olağanüstü başarılar, bu iki grubu etkisiz hale getirmenin bizim için ne kadar büyük bir önem taşıdığını da gösteriyorlar.

Batı'nın, her biri en az yüz yıl süren gelişmeler sonucunda erişebildiği iyi durumlara, hepsini aynı anda yaparak 10 yıl gibi kısa bir sürede, baş döndürücü bir hız ve kararlılıkla, halkın büyük desteğini de alarak ulaşabilmenin en başta gelen sebebi bence bu.

O dönemdeki düşünce karakteri, stratejik bakış açısı ile sahip olunan değerler, ilkeler ve prensipler bütününü yeniden hayata geçirebilirsek, elde edeceğimiz yeni başarıların büyük bir bölümü sadece hayal gücümüzle sınırlı olur.

Selçuk Tınaz
Kullanıcı küçük betizi
Selçuk Tınaz
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 101
Kayıt: Prş Oca 12, 2012 16:16

Şu dizine dön: Selçuk TINAZ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x