Bir İzlencenin Anımsattıkları
(İsmet Nedim)Aynı kısır döngü, dönüp duruluyor, ülkemizde değişen bir şey yok.
Yıllar önceki bir olay yeniden gündemde. Birden bire ortaya atılıverdi; Ankara’dan, oturdukları yerden, hazır buluşulmuşken Putin’le, Mersin’deki açılışı, sanal yoldan, bir gün önceden bildirerek, “şip şak” yapıverdiler.
Bu gündem kaç gün sürer belirsiz. Bizde olay mı eksik? O bitiyor, diğeri. Bu kaçıncı “saray soytarıları” olayı. Özellikle toplumun gıcık olduğu, geçmişi yaralı bereli, özürlü kişileri ikide bir, toplayıp toplayıp ortaya sürüyorlar. Haydi, herkes konuşuyor. Laf demeyenin hatırı kalıyor. O arada neler oluyor neler...
Nükleer, 2010’da kotarılmış: “Çevre, maliyet, tehlike, yandık yanacağız, Avrupa vazgeçti, Almanya güneşe yöneldi... Rusya, bu işin ilk suçlusu, yaptığı santral patlayan, kırımlara neden olan, teknoloji yoksulu, insanın değerinin olmadığı, geçmişi gizemli, tarihimizde Türk’e çektirdiği acılarla belgeli, acımasız yayılmacı bir ülke... denmiş. Çevreciler, o bölgenin (Mersin /Akkuyu) önemini, denizini, eşsiz doğasının güzelliğini, toprağının bereketini, oraya neden kıyılamayacağını, ekonomistler, işin parasal boyutunu, bunun sömürülme demek olduğunu anlatmışlar. Siyasetçiler,
Rusya, santral bahanesiyle Akdeniz’e inecek, kalıcı yerleşecek, buralarda Rus yerleşimler, şehirler kuralacak, bu bir Rus işgali, Ruslar ülkemizden gitmeyecek... demişler. Çığrılmış... Hepsi boşa gitmiş...
Şimdilik bunlar denebiliyor, ileride bu kadar da konuşulamayacak, tek adam dışında kimsenin sözü geçmeyecek.
Eğitim derseniz, yeni yasalarla Atatürk ilkelerinden kaç yıl önce bağı koparıldı, dinselleştirildi, sömürge düzenine uygun duruma getirildi...
“Çatla patla” atışmaları bir iki gün önceydi. Bir partinin sekiz kez seçim yenilgisi yaşayan başının,
“Gül” güzellemeleri, yeni Ekmelettin olayı kapıda dedirtiyor, belleği dumura uğramamışlara.
Kaçıncı seçim, hep aynı şeyleri konuşan Türkiye. Değişmeyen parti başkanları, yenildikçe güreşe doymayan aslan parçaları... Sorgulamayan, sorgulatmayan, aynı yanlışı yineleyen, süre giden bir anlayış.
En iyisi, değiştiremeyeceğimiz belli,
“Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyamete” örneği, toplumca sonucuna katlanılan, aldırılmayan, kanıksanan ülke gündemiyle uğraşmayalım bir an, algımızı, ruhsal sağlımızı koruyalım, başka konulara yönelelim.
*
Dün akşam bir rastlantı, aldı beni yıllar öncesine götürdü. Altmışlı yılların ortası, ikinci yarısı. Öğretmen okulu yıllarına. Öğretmenlerin, öğretmen okullarında öğretmen gibi yetiştirildiği yıllar.
“Hafif Müzik” adıyla,
“Türkçe sözlü pop müziğin” patlaması. Yabancı dil hayranlarının, kolejlilerin
“Bitliler”in (Beatles) arkasına takılması, yabancı sözlü müzik furyası, ilk bölünme.
1962’de Ankara radyosuna giren Samsunlu Yıldıray Çınar’ın türkülerinin gece gündüz dinlendiği, okunduğu,
“Arabesk” müziğin geliyorum, geldim dediği yıllar. Samsunlu Yıldırım Bekçi daha sonraki kuşağın temsilcisi, 1981’de radyoya girmiş, değerli bir Türk Sanat Müziği şarkıcımız. Radyonun radyo olduğu, ilk kaset çalarların (teyp) piyasaya çıkma, 45’likler dönemi, İsmet Nedim’in adının duyulduğu yıllar.
Adamo’nun yarım yamalak, gülünç bir Türkçeyle bir iki şarkısını Türkçe okuması hep altmışlı yılların (1965) işidir. Gençler de, şarkıları öyle, yabancılar gibi okumaya başlamışlardı.
Berkant, dikkat çekiyor, “Samanyolu” dillerden düşmeyen şarkı. Alpay, yabancı müzikten uyarlamalarıyla, besteleriyle Pop’ta öne çıkıyor. Zeki Müren, çoktan sanat güneşimiz.Adnan Şenses, o yılların ünlenen, filmler çeviren şarkıcısıydı. Sonra, siyasete bulaşınca, iktidara çıkarı için yaltaklanınca gözden düşmüştü. “Akil” bayan, her dönemde kendinden söz ettiren
Ajda, Öztürk Serengil’in söylediği “Abidik Gubidik”gibi şarkı taklidi şeylere, şöhret uğruna ortak olmuştur o yıllarda. 1963 Ses Dergisi “artist” yarışmasıyla Ajda’yla birlikte, yine
“akil” bayan Hülya Koçyiğit sinemamıza katılmıştır. Ajda’nın kız kardeşi Semiramis. İki kardeş sonradan şarkı dalına atlayıp az esip gürlemediler. Magazin sayfalarının gülleriydiler, Fikret Hakanlı (!) haberler filan...
Ateş Böcekleri, Beyaz Kelebekler, ünlenen pop grupları... Türk Sanat Müziği’nden çok sevilen sesler; İ
nci Çayırlı, Ziya Taşkent, Kutlu Payaslı, Güneri Tecer... Ya değerli sanatçı Mustafa Sağyaşar? Altın yılları... 1951 yılında radyoya girmiş, müziğimizin yaşayan efsane kişisi. O yıllarda,
Neşe Can, Necdet Tokatlıoğlu... Hürriyet’in ses yarışması (Altın Mikrofon, 1965) birincisi, yenilikçi
Yıldırım Gürses.Samsunlu popçu
Soner Arıca’nın, son günlerde gündeme düşen, Şenay’ın
“Hayat Bayram Olsa” adlı 1973’lü yılların, bir “eskiye özlem”şarkısını, beş yaşındaki bir çocukla seslendirmesini izlerken, Samsunlu şarkıcılara takıldım bir an. Kim ne yaptı, yapıyor, kimi, neden bu kadar sevilirken yalakalığı seçti, neden Samsun’dan bu kadar ünlü şarkıcı çıktı diye sorarken, birden ilkgençliğimizin çok sevilen, unutulan bir kişisine ulaşıverdim bilgiağı sayesinde:
“İsmet Nedim.”Türk Sanat Müziğinden, pop müzik benzeri bir müzik çıkaran, adına “Hafif Türk Sanat Müziği” dedirten radyo sanatçısı, şarkıcı – besteci, yani gerçek anlamıyla bir sanatçı. Kalıcı eser yaratan kişi.
İsmet Nedim Belgeseli demişler adına söyleşinin. Uzun mu uzun bir söyleşi.
Sanatçının, izlencenin başında anlattığı dönem,
particiliğin toplumu böldüğü, ayrıştırdığı Demokrat Parti’nin son yılları ve 27 Mayıs devriminden sonraki özgürlük yılları... Araya şarkılar katmışlar. Bir de Turhan Taşan’ı (1948 Samsun doğumlu, besteci) konuşturmuşlar:
Taşan,
“Altmışlı yıllarda Türk Müziği’nde bir devrimin lideridir.” diyor İsmet Nedim için. Yıldırım Gürses de, “ Bizim pirimiz İsmet Ağabey’dir,” dermiş.
Söyleşiyi dinlerken, eski yıllara, o yılların şimdi özlemle anılan, içimiz titreyerek dinlediğimiz şarkılarına, filmlerine,
çağdaş, geleceği henüz karartılmamış, bölücülüğün daha başlatılmadığı, yobazların yer altında bekletildiği Atatürk Türkiyesi’ne, insan gibi yaşanılan, Batı’dan bir ayrıcalığımızın olmadığı, geriye götürülmediğimiz, insanlığın önde olduğu, gerici- Amerikancı dönüşümün pek hissedilmediği, güzel yıllarımıza döndük.Sanki
eski Türk filmleri, geçit töreni yaptılar gözümüzün önünde.Farkında mısınız bilmem, sosyal ağlarda ne kadar çok, eski “Cumhuriyet Okulları” mezunlarını, özellikle “yatılı devlet okulları”nı buluşturan gruplar var. Kimse günümüzden hoşnut değil, eski günler özlemle anılıyor. O günler geri gelebilse, ülkemiz yeniden o günlerine dönebilse deniyor.
İsmet Nedim, 1937, Samsun doğumlu imiş. Babası, dedesi kanun çalarmış. 1959 yılında radyoya (Ankara) girmiş. İlk bestesi (1961) Faruk Nafiz Çamlıbel’in Çoban Çeşmesi şiirinden, ayrıca yüzlerce bestesi var. 1962 yılından sonra da o çok ses getiren konserleri başlar. Gençliğin efsane sanatçısı sayılmış. 1967’de İstanbul radyosu yılları, 1981 yılında Berlin’e göçü. 1981- 2003 yılları arasında da Berlin müzik okullarında doçentlik sanıyla yüksek okul öğretmenliği.Sanatçının radyoya girme öyküsü çok ilginç. Söyleşinin yalnızca o bölümünü anlatacak, gerisini dinlemeyi okuyana bırakacağım. O günlerle, bu günlerin farkı - benzeşen yanları...Particiliğin her alana el atması... Arkalı yıllar, dayısı olmayanın köprüden geçemediği anlayışının toplumda yayılmaya başlaması...
Günümüze ışık tutan olaylar... Kimilerinin her dönem parlatılması, sanatçı olamayan, her dönemin gülü - bülbülü utanmaz yalakalar... Bazı değerlerin ise yaşarken unutulmaları...
Tanıtımda yazılı:
“Taş Plaktan Günümüze (1958 – 2012) İsmet Nedim Saatçi. Hafif Türk Sanat Müziğinin Öncüsü.”
Sunucu Seyfi Çiçek:“Unutulmayan eserlerin unutulan sanatçısı.” diye başlıyor söze. Dönemin kısa bir açıklaması:
TV’nin olmadığı, TRT’nin kurulmadığı halkın tek eğlencesinin radyo olduğu yıllar. O da üç tane radyo: Ankara, İstanbul, İzmir. (Diğer bazı il radyoları 1961’de açılır) Sunucu sanatçıyı şöyle tanıtıyor:
“İşte o yıllarda Ankara Radyosunda Türk Sanat Müziği dalından, çok değişik, insanın içine işleyen buğulu bir ses yankılanmaya başlar:
“ Burası Ankara Radyosu. Şimdi İsmet Nedim’den şarkılar dinleyeceksiniz.” Önce eserlerin adı söylenir, çalanlar; Özel Artun, Yücel Aşan, Şekip Ayhan Özışık, Muhittin Erdoğmuş, Seyfettin Sığmaz... diye anons yapılır. Eserlere geçilir. Sanatçı finali kendi şarkılarından biriyle yapardı.” O arada “Sarı gülüm kokmaz mı?” şarkısı dinletiliyor. Şarkı çalınırken özyaşam öyküsü sürüyor. Buradaki açıklama ilginç: Sanatçı,“1958 yılında Ankara Radyosu’na girer. Bir hocasının önerisi üzerine babasının adını (Nedim) soyadı olarak kullanmaya başlar.”
1934’teki “Soyadı Yasası’na, “Soyadı Devrimi”ne karşı çıkan ne çok kişi varmış, bir inceleseniz şaşarsınız. Bazı ünlü şairler, yazarlar, bilinçli olarak soyadlarını kullanmamış, Cumhuriyet öncesi gibi baba adını kullanmışlar. Özellikle Atatürk karşıtı (karşı devrimci) kişilerde bunu görüyoruz. Aynı teklif İsmet Nedim’e de yapılmış. Neyse bu ayrı konu.
Sunucu bundan sonra susuyor, yalnızca dinliyor, sözü İsmet Nedim’e veriyor:
“Ankara Radyosu’nda üç kez imtihana girdim birer yıl arayla. Üçünü de kazanamadım, üç tane yıl böyle geçti. Nedenini sorduğumda, üçüncü imtihanda öyle bir şey dediler ki: “Sizde müzik kulağı yok! Olmaz evladım, giremezsin.”Sınavda yaşadıkları da bugünlerin habercisi genç müzikçinin:
“Aman efendim!” dedim. “ Siz bir melodi söylerseniz onu notaya dökebilirim.” Bir tanesi (Ruşen Ferit Kam), elinde tesbih vardı, çekerek şöyle dedi:
“Pöh! Çok lazım yani... Sen nereden geldin?”Anlatımı şakacı sanatçının. Kapıcı diyecek (kapıcılığın, apartman yaşamının öne çıktığı yıllar o yıllar. Güzelim bahçeli evlerin yıkılıp yerlerine apartmanlar dikildiği, sonradan görmelere hizmet için de, kapıcılık diye bir kurumun yaratıldığı), kapıyı açıp kapatan, diyor:
“Kapıda uzun boylu, “kapıyı açıp kapatan” bir bey vardı. “Bekle!” dedi. Doğu tarafından bir ağbimizdi.
Ben çok üzgünüm.
“Kardeşim,” dedi. “ Sen iyisin, senin bir şeyin eksik,” dedi. “Ne?” dedim:
“Piston, piston!”
“Piston ne?” “Arka! Arka!” “Buraya bir telefon ettir yukardan, milletvekillerine falan, “tak!” içeri girersin. Herkese söylemem. Seni sevdim, efendisin, git bir piston bul.”
O güzel dönemlerin sanatçısı olduğunu belirtiyor sanki, anneye sevgiyi anlatan şu söz, sanatçının ağzından:
“Benim sanata atılmam da, “benim güneşim, annemdir,” anneme anlattım bunları.” Annem, “Bunlar piston mu arıyorlar, ben öyle bir piston bulayım ki, oradan geçebilesin,” dedi. Muhitimdeki arkadaşlar:
“Kazandın mı?” “Kazanamadım.” Sordular:
“Sesin mi yok, sesin mi detone?” “Senin müzik kulağın yok, dediler,” dedim.
Bir hafta sonra ben trene bindim, cebimde bir kuruş yok, Ankara’dan kaçtım İstanbul’a geldim. Pendik’te indim. Bunu ilk kez anlatıyorum.
Baktım orada bir fabrika işçi arıyor.”Sanatçı İstanbul’a gelişini, bir fabrikaya çalışmak için girişini gülmece yazarları ustalığında anlatmış. Abartılı, güldürürken düşündürecek sözlerle. Dinleyin bakın:
“ Mini, Moşi, Tonti!” diye seslenen biri, kedilere et veriyor. Mühendismiş, Alman. Bir delikanlı geldi: “Ne istiyorsun?” “İş istiyorum.” “Böyle, günde yirmi kişi gelir.” dedi.”Delikanlı, yetkili olarak mühendisi gösteriyor. “Siz söyler misiniz, beni bir denesin,” deyince İsmet Nedim, delikanlı Almanca açıklıyor durumu, yarın gelsin yanıtını alıyorlar mühendisten.
Orada denilenler:
“Onu bacaya çıkartacağız, iple sarkıtacağız bacadan. Bacanın içindeki çapakları keskiyle alacak.”
Sonra yatacak yer de teklif ediyorlar, gece fabrika yatakhanesinde kalıyor. Sabahı anlatması yine abartılı, yalanım yok diyerek de inanmayanlara güvence veriyor. Buralar tam bir masal anlatısı. İster inanın ister inanmayın der gibi abartılı, akıldışı...
Bunları anlatırken, babasından, sanatla ilişkisinden söz ediyor:
“Babam ressamdı. Çok kıymetli ressamdı, portre ressamı, Samsun’da, ... köyünde. Onun kanından bize de bir parça sanat geçmiş olacak, bir parça değil, tam geçmiş olacak.”İsmet Nedim, fabrikada baca içersinde çalışmaya başlar. Anlatısından: ”Beni bir bacanın içine saldılar. Çekiçle tık tık tık... Sabahtan akşama kadar.” Akşam olunca, işvereniyle yaptığı ücret pazarlığı Aziz Nesin öykülerini aratmıyor, söz uzayacak, oraları atlayalım.
Sonra olaylar gelişiyor:
“Bir gün ağbim geldi. Giyin, gidiyoruz, annem randevu aldı, dedi. Çabuk yüzünü yıka, dedi.”
Bakınız o günlerin Cumhurbaşkanı anlayışına, erişilmezliğine, toplumdaki yerine:
“Ağbim, kardeşim seni Reisicumhur dinleyecek, dedi.
Tırrr... oldum... Vücudumdan bir elektrik geçti...”Burada konu “arka.” Dinleyelim:
“Annem gitmiş, Reşide Hanım’la (C. Bayar’ın eşi) görüşmüş.”Ardından görüşme anıları anlatılıyor:
“Reşide Hanım, anneme, bu mu senin oğlun, dedi. Orada üç tane sandık. İçleri, havlu, örtü, bir şeyler. Gelenlere dağıtılıyordu. Reşide Hanım, gel bakalım oğlum, dedi. İşte benim hayatımı değiştiren insan; bu kişi, Reşide Bayar’dır.” Sözün burasında ekliyor:
“İlk defa anlatıyorum bunu.”Reşide Hanım soruyor:
“ Bana bir şarkı söyleyebilir misin?”İsmet Nedim, Reşide Hanım’a da olanları anlatıyor, çocukça:
“ Orada bir insan var, git piston bul, arka bul arka diye bağırıp çağırdı bana...” Bunun üzerine Reşide Hanım sesleniyor:
“ Refik!” dedi, gelen yavermiş. “ Özel kalem müdürünü çağır, İsmet Saatçi Ankara Radyosu’na girecek, ben burada dinleyeceğim!” Sonra İsmet Nedim’le şöyle konuşuyorlar. Henüz sesini dinlememiş, dinleyecek:
”Karanfil oylum oylum”u biliyor musun?” “Saçlarıma ak düştü”yü söyleyeyim.” “ Celal’le (Celal Bayar) beraber hep okuruz, söyle.”Reşide Hanım, zaten dinlemeden kararını vermiş, bildirmiş ama dinleyince de şöyle demiş:
“ Anlıyamıyorum Kadriye Hanım (İ. Nedim’in annesi), radyoda okuyanlar bu evladımdan daha mı güzel okuyorlar?”
*
Olayların bundan sonrası daha da çok ders verici. Yazılanları kısaca özetlersek:
İsmet Nedim, sesini beğenen üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın tavsiyesi ile sınavsız alındığı Ankara Radyosu’ndan, alındıktan hemen sonra torpil yapıldığı gerekçesiyle atılır. Daha sonra yeni açılan bir sınavla radyoya girer. (Söyleşi de sanatçı, bu yeni sınav benim için açılmıştı “ diyor.) Şikayet üzerine radyodan çıkarılınca yönetim mecbur yeni sınav düzenlemiş. Günümüzde böyle şey olabilir mi? Ne sınavlar gördük, kimse yenisini yaptıramadı.
Sanatçının İstanbul’a atanması da olaylıdır. Onu yeniden sınavdan geçirmek, radyodan çıkarmak isterler. O dönemde (1967), TRT Genel Müdür Yardımcısı olan “Şu ÇılgınTürkler”in yazarı Turgut Özakman’la yolları kesişir. Konuşurlar, kendini kanıtlar, yerinde kalır. Eserleri de çoğu kez denetime takılır, radyoda sonraları hep sorunlu yıllar geçirir. 12 Eylül’den sonra da, yurtdışı yaşamı başlar...
Son olarak sanatçının sanatı üzerine yayınlarda denilenlerden bir ikisini yazalım:
“Sanatçı, Türkiye’de çok sazlı “Türk Sanat Müziği” dönemini başlatmıştır. “Hafif Türk Sanat Müziği” adlı müziğimizin de öncüsüdür.”
Şu tanıtım kayıtlara geçmiştir:
“ 1962 yılında ilk konserini batı enstrümanları ve Türk Müziği sazları eşliğinde, Ankara Büyük Sinema'da veren sanatçının konserine, dördüncü cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve devlet protokolu da katılmıştır.”
Cemal Gürsel, sanatçının anlatımıyla, konser sonrası ona şunları söylemiş:
“Konserini çok beğendim. Sana karşı çıkıyorlar. Bak evladım, Türk Musikisinde yenilik yapmayanlar bir gün hüsrana uğrayacaklardır.”İsmet Nedim, ekte iletişimini verdiğim sesli kaydında, o konserini, konserlerine hep geç kalışını, içeri girebilmek için kapıcılara verdiği rüşvetleri alaylı bir tarzda çok güzel anlatıyor. Bir devrin, kendi sözleriyle resmini çiziyor, duyanı düşündürüyor. Nedim’in,
“Arım Balım Peteğim” adlı şarkısını ANAP’ın 1983 yılında seçim müziği olarak seçtiğini de anımsatalım bu arada.
Sanatçının,
en çok ses getiren şarkısı da, Onur Şenli’nin sözlerini yazdığı “Agora Meyhanesi “ adlı bestesi. İzlencede, kendi sesinden:
“O güne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde ve komşularında “Agora” diye bir meyhane yoktu. Şarkı o kadar tuttu ki, her şehirde aynı adlı meyhaneler açıldı. Herkes o şarkıyla başlıyor, okuyor, bir milli marş gibi. Agora Meyhanesi o günden beri hiç hayatiyetini kaybetmedi.”İzlence böyle sürüp gidiyor.
Bunları duymayanlar, o günleri yaşamayanlar, gençler,
bu yazıyı okuduktan sonra neler düşüneceksiniz bilemiyorum ama geçmişe bakış açınızın birazcık değişeceği, yalnızca bir bölümünden söz ettiğimiz bu yaşam öyküsünün okuyanı etkileyeceği kesin...Feza Tiryaki, 6 Nisan 2018
Yazıya ek:
https://www.youtube.com/watch?v=Mi7XxkxO9-E İsmet Nedim Belgeseli