Bir Kurbağa Hikâyesi
Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında ücra köşelerde mini mini bir şehir varmış. Herkesin mutlu bir şekilde yaşadığı, kedilerine bile “pişt” denilmeyen; akşam tavukla yatan, sabah horozla kalkan bir şehir. Bir gün gelmiş şehrin önde gelenleri komşu şehrin sakinlerine “konteynır kent kuracağız” demişler. Şehir halkı bu girişime Fransız kalınca birbirlerine sormaya başlamışlar: “Nereden icap etti, şehrin yanına şehir kurulur mu? Bu da neyin nesi? İçlerinden birisi atılmış, “Ben biliyorum ne için yaptıklarını. Konuştuklarına kulak misafiri oldum. Zulümden kaçıyorlarmış komşu şehrin halkı. Bu mazlumlara konteynır kent hazırlayacağız, sizi rahatlatacağız, şehrimizin esnafı bu mazlumları harcayacağı paralarla para kazanacak ve halkımız bir mutlu yaşam sürecek, dediklerini duydum” demiş. Bu genci dinleyen ahali: “İyi bizim vergilerle yapmasınlar da bu kenti, fatura yine bize çıkmasın da. Bu sefer de fitarihte yaşadığımız benzer bir olaydan sonra, ağır bedeller ödemiştik. Yine bedelini çok ağır öderiz. Gemi bir su alırsa hepimiz beraber batarız. Gemiyi batıranlardan iki dünyada da yakalarına yapışır, hesap sorarız.”diyerek oradan ayrılmışlar.
Kötülükler ülkesi ve dünyaya hükümdar kötü ruhlu eşkıyaların insan kanına doymayan vampirlikleri nedeniyle, komşu şehir halkına “kaçın” demişler. Meğerse şehre gelenlere sözler vermişler. “Siz mazlumlar her şeyi hak ediyorsunuz. Siz Allah’ın bir lütfüsünüz, gözlerimizin nurusunuz. Dileyin bizden ne isterseniz size verelim” demişler. Cinlik bu ya… “Yanınızdaki şehirde ultra self servis hizmet, ev sahibi şehrin sakinlerinde bile olmayan, hayalinize gelmeyen şeyler verilecek, yediğiniz önünüzde yemediğiniz yerlerde ve çöplerde, her türlü çirkefliği çıkartabilirsiniz, hizmetlilerin yüzlerine tokat atsanız, kırıp dökseniz, hatta değerli bildikleri bayraklarını yırtıp parçalasanız bile ve dahi yüzlerine küfretseniz veya tükürseniz bile, “Siz misafirsiniz. Biz size karışmayacağız. Emir büyük yerden diyerek, kılınıza zarar gelmeyecek” demişler. Ve “Biz bu yediğiniz naneleri ve çevirdiğiniz fırıldaklıklarınızı bir tarafa not ediyoruz. Halife Harun Reşid’in verdiği yemekli ziyafette olduğu gibi, yediğiniz her naneyi, kırıp döktüklerinizi bir tarafa not edin, çıkışta hesabını ödeyeceksiniz. Ne de olsa “HİLAL” tekniğini çok iyi kullanırız ” Uyarısını da yapmayı ihmal etmemişler.
Bir tek ev sahibi şehrin sakinlerinin haberi yokmuş bu kadar olan hadiselerden ve verilen sözlerden. Kapalı kapılar ardında ne tür pazarlıklar ve filimler çevriliyormuş. Daha yeni farkı fark etmişler. Farkı fark ettiren bir uyanık: “Bir Kurbağa hikâyesi vardır bilir misiniz?” demiş. Ve sıcak yaz gününde şehrin halkını aymaya çalışmış ve “Siz siz olun bu coğrafya da uyanık olmamanın bedelini ağır faturalarla ödersiniz.” Diyerek kurbağa hikâyesini anlatmaya başlamış.
İçi su dolu büyükçe bir kazanın içine bir kurbağa atlamış… Biraz yüzmüş… Sonra su üzerine uzanmış sırt üstü, şekerleme yapmaya başlamış… Nasıl olsa çıkarım buradan diye, hiçbir şeyi umursamıyor muşta… Bir sarsıntıyla uyanmış aniden… Oda ne kazan hareket ediyormuş beklemiş bir süre… Kazanı taşıyanlar, kazanı bir ocağın üzerine koymuşlar, yakmışlar kazanın altını… Kazanın suyu hafif hafif ısınmaya başlayınca kurbağanın keyfide pek bir yerine gelmiş… Oh be… Demiş iliğim kemiğim ısındı, Ne iyi insanlar var şu dünyada, Allah başımızdan eksik etmesin bunları… Su biraz daha ısınmış, kurbağa bayılmış suya, tam kıvamındaymış su… Neydi o dere kenarının buz gibi soğuk suyu diyormuş, resmen donuyormuşuz da haberimiz yokmuş… Ekmek elden su gölden, Su sıcacık, Gel diyen yok,
Git diyen yok, Buradan ne ayrılırım, ne bir yere giderim arkadaş… O bu düşünceler içerisindeyken, Arkadaşı çıkmış kazanın başına… Hey! Bu kaynar kazanın içinde işin ne?
Gel demiş kazandaki kurbağa. Su ılık, içine yiyecek bir şeylerde atıp duruyorlar, bedava bunlar kardeş, istemeden geliyor, yediğim önümde, yemediğim ardımda, adımı soran bile olmadı, biz seni kazana yazdık, bak rahatına dediler… Seni yazmadılar mı? Yazmışlar demiş, kazanın başındaki kurbağa… Eeee… Atla o zaman. Bak şu yiyeceklere, bak şu suyun ılıklığına… Yiyecek kelimesini duyan kazanın başındaki kurbağanın aklı başından gitmiş, Atlamış kazanın içine. Gövdesi kızgın suya temas eder etmez bir çığlık atıp sıçramış kazanın kenarına ve seslenmiş aşağıya “Hey kardeş!” demiş;
“Ben yiyecekten vazgeçtim bu su çok sıcak bir daha denersem, ben ben olmaktan çıkacağım Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak gibi bir durum var o kazanda… Çık şu sudan dışarı, korkarım haşlanıp gideceksin. Suyun içindeki kurbağa; Sen bilirsin demiş. Zaten bazılarına yaranılmaz. İyilikte yapılmaz. Seni aslında ben dahil ettirmiştim bu kazana… Kazan başındaki kurbağa bir müddet daha seyretmiş, arkadaşının halini. Su iyice ısınmış. Fokurdamaya başlamış. Kazanın içindeki kurbağa yüze yüze haşlanmış gitmiş, nasıl haşlandığını ve öldüğünü bilemeden… Kazan başındaki kurbağa da, atlamış kazandan aşağıya, sıçraya sıçraya yıllardan beri yaşadığı derenin kenarına varmış ve bırakmış kendini ölen arkadaşının beğenmediği o soğuk suların içine…
MEHMET UYSAL