11 Eylülden beri, ABD, dünyanın her yerinde Ilımlı İslami demokrasileri istiyor. İşte, sadece iki tane var. Türkiye ve Malezya. Türkler çok dramatik seçim yaptı. Barış içinde ve dürüst seçimler oldu. Ilımlı bir Müslüman parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürkten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu Ilımlı Müslüman parti İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve ABye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum. Ama bazı meseleleri var. R. Holbrooke
II. Dünya Savaşının sonundan itibaren ideoloji, dine karşı özerkliğini elde etmişti. Dinin toplumsal alanda etkinliğini yitirmesine bağlı olarak bireylerin ve toplumların hayatını düzenlemede ideolojiler öne geçti. Liberalizm ve Marksizm Soğuk Savaş döneminde ideolojik kamplaşmanın iki kanadı haline geldi. Kamplaşmanın ürettiği rekabet ve rekabeti yayma sürecinden kaynaklanan cepheleşme iki güç yörüngesinin denge mantığına bağlı olarak sürdürüldü. Soğuk Savaş dönemini tanımlayan iki ideolojik saf tutma hali; batının malıdır. Bir başka deyişle modern dönemde etkin ve yaygın dünya düzeni teorileri Avrupa merkezci bakışın ürünüdür.
İki kutuplu dünya sisteminin çöküşü akabinde dünya stratejisi değişti. İdeolojik merkezli ayrışma ve cepheleşme yerini medeniyetler arası çatışma denilen kültür ve din ağırlıklı tartışmaya ve stratejik modellere terk etti. Soğuk Savaş döneminde tampon kordonuna yerleştirilen İslam, değişen stratejinin kuralları gereğince kontrol altına alınması gereken bir güç olarak görüldü. G. Fuller, bu hususu şöyle dile getirir;
Batılılar İslam hakkında ne düşünürse düşünsünler, siyasal ve sosyal anlamda İslamın öteki her hangi bir dinden daha geniş alanda, daha uzun süre ve daha çeşitli kültürler üzerinde egemen olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu olgu onun aşılması zor kültürel gücünün, farklı tarihsel ve bölgesel koşullar altında uzun dönemler çeşitli toplumların ahlaki, manevi ve sosyal gereksinimlerini karşılayabilme yeteneğinin bir ifadesidir. Kilit önemdeki soru, topyekûn dini geleneğe karşı yavaş yavaş gelişen küresel güçlerin saldırısı karşısında İslamın bu meydan okumaya karşılık vermeye devam edip etmeyeceğidir.
Kilit Önemdeki Soru
Kilit önemdeki soru; Dünya, dini ve kültürel öğelerin daha yoğun şekilde yer alacağı bir sürece gidiyor, öyleyse potansiyel güç olma özelliğini koruyan İslamın yeri ve etkisi ne olacaktır? Bu soruya verilen yanıt şudur: İslam kontrol altına alınmalıdır. Bunun da iki yolu var. Birincisi, sahte etiketlerle İslamı tahrif etmek. İkincisi, İslamla devletlerin siyasi gelenekleri arasında çatlakların ve zıtlıkların olduğunu dile getirerek sahte İslam aracılığıyla kurulu sistemleri parçalamak. Bu stratejiler bağlamında şu açıkça görülmektedir ki, Ilımlı İslam sahte bir etikettir. ABD yapımı politik bir harekettir. Ilımlı İslam, İslam düşüncesi içerisinde geliştirilen bir anlayış değildir. Söz konusu sahte araçla yapılmak istenen, Cumhuriyetin İslam düşmanı bir sistem olduğunu zihinlere yerleştirmek ve ABDnin stratejik çıkarlarına hizmet eden din kılıflı sahte bir sistem üretmektir.
Ilımlı İslamın politik mantığını oluşturmada önemli katkısı olan Fuller oldukça teknik bir dille meseleyi şöyle tanımlar: İstenen Ortadoğuda, özellikle Türkiyede radikal laikçilerin yorumladığı gibi dini hayatın devlet tarafından sıkı kontrolü, hatta yok edilmesi değildir. Aksine İslamcılar sivil kurumlar yarattıkça, yeni özel Müslüman faaliyet ve İslami yaşam alanları devletin kontrolünden azade hale gelecektir. Müslümanlar esasen topluma ve kamuoyuna dayanan, devletten ve onun araçlarından ayrı bir proje üretmektedirler. Bu anlayışın içerideki sözcüsü de şöyle der: Her ne kadar laiğin olağan karşıtı dindar ise de, son yıllarda bu karşıtlık hegemonyacı düzene muhalefete dönüşmüştür. Türkiye bağlamında laiklik; günlük yaşama aşırı devlet nüfuzu ve etnik, dini ya da bölgesel farklılıkların dışlanması anlamına gelmektedir. Bu iki veri Batı emperyalizminin stratejik mantığına uygun düşen bir etiketin üretildiğini ve bu etikete politik içerik yüklenerek cumhuriyet karşıtı cephe oluşturulmak istendiğini göstermektedir.
Egemen güç yeni bir etiket üretti çünkü dini kullanmanın veya kontrol etmenin ilk adımı, tanımlamayı sağlayan etiketlerdir. İkinci aşamada da bu etikete uygun algı kalıbı ve zemin oluşturulması gerekiyordu. Ancak bu etiket için geçmişi olan bir İslam anlayışına ihtiyaç vardı. O da Kültürel İslamdı. Önce ABDnin geliştirdiği yeni stratejik modelin kodlarına uygun düşen dini grup, dinler arası diyalogun ve hoşgörünün temsilcisi yapıldı. Bu grup kendisini Ilımlı İslamın temsilcisi olarak gösterdi ve bu misyonu üstlendi. Böylece Türkiye üzerinden İslam coğrafyasını yeniden inşa etmek için üretilen kutsal aygıtın birinci ayağı tamamlanmış oldu. Dünyanın dümeninde ABDnin oturduğunu düşünen bu hareket; eşiğimizin dibinde egemen gücün katliamını özgürlük ve demokrasi adına kutsamaktadır. Şu anda terör belası karşısında Türk ordusunun Irakın Kuzeyine müdahale etmesine bile karşı çıkmaktadır.
Teo-Stratejik Oyunun Politik Boyutu ve Türkiye
Şimdi gelelim bu teo-politik oyunun ikinci ayağına: 1980-1988 yılları arasında ABD Başkanı R. Reaganın ekibinde yer alan Richard Perle Türkiyede yapılan etüt çalışmalarından sonra iktidara geleceği anlaşılan AKPnin yetkililerini ABDye davet etti. Erdoğan önce stratejik araştırma merkezi olan CSISte bir konuşma yapacak ve Washington bürokrasinin karşısına çıkacaktı. Daha sonra yönetim üzerinde Türkiye Uzmanları olarak söz sahibi olan eski CIA yetkilisi G. Fuller, eski Ankara Büyükelçisi M. Abramovitz ve Henri Barkey gibi uzmanlarla baş başa yemek yenecekti. Bunun yanı sıra CIAnın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation ve Lehman Brothers Aracılık Kurumu yetkilileri ile de görüşülecekti. Son olarak da Amerikan Jewish Congress yetkilileriyle tanışacaktı. Bunların hepsi hazırlanan Brunch masasının etrafına dizildiler. Perle, ABDnin dünyaya ve özellikle Ortadoğuya bakışını anlattı. Saddam Hüseyin ile Iraka dikkat çekti. Bush yönteminin Irak rejimine son vereceğinin altını çizdi ve bu konuda Türkiyeyi yanlarında görmek istediklerini söyledi. Bu arada Perle, AKPnin iktidara gelmesi durumunda Ortadoğuda Washingtonun sorunlu olduğu birçok ülkeye Ilımlı İslam modeli ile örnek teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini anlattı
ABDnin bu talebine Başbakan Erdoğanın verdiği cevap şudur: Bizi yanlış anlıyorsunuz. Biz her hangi bir partinin devamı değiliz. Biz insan eksenliyiz. Partimizin seçmen tabanı, ortalama Türk vatandaşının değer yargılarını yansıtan muhafazakâr kesimden oluşmaktadır. Ortalama bir Türk Ilımlı Müslümandır. Bu nedenle partimiz ılımlı Müslümanların ortak değerlerini temsil etmektedir. Biz kendi tabanımızı yabancılaştırmadan Türk toplumunun laik ve demokratik niteliğini güçlendirmek istiyoruz. Zaten taleple kabul arasındaki felsefi ve politik çatlak, uzun süre Türkiyede kalan CIA ajanı G. Fuller tarafından doldurulmuştu. Bakın Fuller ne diyor: Türkiyede örneğin ordu ve güvenlik güçleri, aşağıdan yukarıya yaklaşımın uzun dönemde katı seküler düzene karşı, ezilebilecek İslamcı bir siyasal parti ve şiddet yanlısı grubun dışa açık yaklaşımına kıyasla, daha sinsi bir tehdit oluşturduğu korkusuyla apolitik Ilımlı İslamın dini yandaş kazanma ve tebliğ faaliyetlerini bile kökünden kazımak çabası içindedir. Bu sözlerle Türkiyenin elli yıllık siyasi tarihine ve söz konusu dini hareketin güvenlikten eğitime, ekonomiden sağlık sektörüne yayılan etkinlik alanını karşılaştırın. Göreceksiniz ki Türkiye dış destekli sahte bir inşa ile karşı karşıyadır.
Ilımlı İslam modeli olarak niçin Türkiye seçildi? Çünkü bu projenin gerçekleşmesi için ya Türkiyenin oyundan düşürülmesi ya da Türkiyenin sistemini değiştirerek bu projenin içinde yer alması gerekiyordu. İkinci yol tercih edildi ve devreye sokuldu. Nitekim G. Fuller şöyle der: Bu konuda hakiki bir test; seçim sandığıyla iktidara gelmiş İslamcıların sicilini izlemek olacaktır. Bu bağlamda ilk gerçek sınavımız, ulusal genel seçimleri kazanan İslamcı partinin 2002 yılında iktidara geldiği Türkiyede söz konusu olacaktır.
Bu teo-stratejik modele göre Türkiye, yeni dönemde tarihsel mirasına uygun bir rol almak için kuruluş felsefesinden vazgeçmeli ve yüzünü Ortadoğuya çevirmelidir. Bunun gerekçesi ise şöyle açıklanır: Merkez-boşluk ayrımına bağlı olarak sürdürülen politikalara göre 22 Müslüman ülke bağlantısız arkında yer alıyor. 22 ülkeden müteşekkil bu coğrafya yenidünya sisteminin politik ve ekonomik kurallarına uymak zorundadır. Uymak istemeyen ülke tasfiye edilmek durumundadır. Merkez-boşluk arasında yer alan Türkiye bu modelle, yeniden inşanın öncülüğünü yapabilecek bir ülkedir. Türkiye, küreselleşmenin uyum sağlayamamış, boşluk tanımının ya da küresel ekonomiyle en az bağlantılı ve bu yüzden de kitlesel şiddet ve çatışma riskine en açık ülkeler grubuna dâhildir. Yeni dönemde Türkiye, ancak böyle bir misyonla küresel tehdidin dışında kalabilir. Çünkü BOP doğrudan İslâm coğrafyasının yeniden şekillendirilmesini amaçlayan bir projedir.
Hem siyasi iktidar hem de anılan cemaat bu projenin içinde yer aldılar. Ne var ki kurulan yeni ittifak ve izlenen strateji oldukça riskli olduğundan gevşek bir yöntemi tercih ettiler. İlk aşamada, popüler kültür ve popüler kültürün yaygınlaştırılmasını amaçladılar. Yeni stratejinin gereklerine uygun algı kalıbı ürettiler. Çünkü uluslararası politik stratejinin temel ilkelerinden birisi; kendine tehdit olarak gördüğü kültürü ve siyasi gücü etkisiz kılmaktır. Kültürel yabancılaşma bir toplumu istila etmenin çatışmasız ve kansız yoludur. Bunun içindir ki; bir toplumun değer yargılarını, ahlâki ve insani esaslarını çarpıtmak, insanları dilsiz, tarihsiz ve coğrafyasız yapmakla eş değerdir. Ilımlı İslâm projesi, her şeyi ahlaki ve insani kıymetler alanından araçlar alanına taşıyarak bu milletin kültürel değerlerini parçalamakta, direnç noktalarını kırmakta ve küresel güçlerin (ABD ve AB) politik hedeflerine uygun bir dille adeta ateşe malzeme taşımaktadır.
ABD, Ilımlı İslam İmalatı ve Önerisiyle Ne Amaçlıyor?
ABD, Ilımlı İslâm denilen anlayışla kendi politik-ekonomik kurallarına uyum gösteren fertler üretmeyi amaçlıyor. Yönlendirme faaliyetini toplumun en zayıf damarından sürdürüyor. Amaç, Kapitalist kültürel mantığın bütün araçlarını ve sömürü faaliyetini meşrulaştırmaktır. Ilımlı İslam, sömürgeci güçlerin yayılışını meşrulaştırmak için üretilmiş dini-politik bir araçtır. Dolayısıyla Ilımlı İslam; neo-liberal mantığa uydurulmuş ve içeriğini kaybetmiş din anlayışıdır. Çünkü bu anlayışı benimseyenler, birçok olaya karışmış, zulmetmiş, her türlü cinayeti işlemiş güçler hakkında çok iyimserdirler. İslamın koymuş olduğu esasları çıkar ve güç uğruna görmezlikten gelmektedirler. Ilımlı İslâm müntesipleri, hiçbir sınır tanımayan küresel azgınların zulümlerini günah sayarak ölüm sonrası dünyaya bile havale etmiyorlar. Hatta küresel güçlerin katliamlarını dünyaya barış ve huzur getirmenin aracı olarak görüyorlar.
Açıktır ki Ilımlı İslâm denilen yorum; dinin anlam haritasını çok sinsice bulandıran, bozan ve çarpıtan bir yaklaşımdır. Ne yazık ki bu okuma, bir değer algısından ve üretiminden daha çok var olmanın hesaplarını yapmakta; milli siyaseti yönlendirmenin ve küresel stratejik hedeflere eklemlenmenin bütün malzemelerini sunmaktadır. Şu veya bu biçimde siyasi iktidarların sacayaklarından birisi olan bu hareketler ikili bir dille devletin kurumlarına sızarak devletin güç perspektifini kendi lehlerine kullanmanın yollarını aradılar ve açıkça belirtelim ki bu çabalarında da başarılı oldular. Batı kaynaklı her tehdidi, ürettikleri sahte İslam anlayışıyla meşrulaştırma girişimi, kendi varlıklarını sürdürmek için egemen güce yaslanmanın geçerli olduğu savına ve cumhuriyetten kopuşun ürettiği dini-politik mantığın esaslarına bağlılıkla doğrudan ilişkilidir.
O halde Ilımlı İslam, post-modern imparatorluğun Türkiye üzerinden İslâm coğrafyasında gerçekleştirmek istediği hedeflerin politik aracıdır. Çünkü insanlık tarihinde çok az rastlanan işkenceler, tecavüzler, katliamlar ve ülkemizde yeniden üretilmek istenen terörist faaliyetler post-modern imparatorluk ve onun güç şemsiyesi altında yer alanlar tarafından yapılmaktadır. Bunun adı da özgürleştirme ve demokratikleştirme oluyor. Oysa demokrasi sadece özgürlükleri garanti altına almak ve bu ülkenin tarihi geleneği içerisinde özel bir yeri ve görevi olan kurumları sınırlandırmak değildir. Aynı zamanda ve en azından özgürlükler kadar önemli olan husus demokratik sorumluluktur. Kaldı ki etnik ve dini ayrımcılığa gerekçe yapılan hareket ve bu hareketlerin içinde yer alan insanlar, demokratik sistemin bütün imkânlarından fazlasıyla yararlanmakta ve bizzat devleti yönetme imkânını elde etmektedirler. Bu tespitle, özgürlükler adına dayatılan talepler arasında derin bir çelişki var. Bu durum ne özgürlük anlayışı ile ne de siyasi ahlak ve demokratik sorumlulukla bağdaşır.
Daha özgür ve daha kalkınmış birey ve toplum için adres gösterilen Batı dünyasının liberal ve demokrat yüzü eğer her durumda sevimli ise şu iki şıktan birisi geçerlidir. Birincisi; insan hakları ve özgürlükler işkence ve katliam yoluyla elde edilir veya insanlar böyle bir yöntemle demokratlaşır ve liberalleşir çıkarımına inanıyoruz demektir. İkincisi; eğer bu çıkarımı tutarsız buluyor, inanmıyorsak, o zaman da yaşanan olayların ve gelişmelerin adını koymamız gerekir. Eğer adını koymuyorsak, çelişkilerin biçimsizleştirdiği bir zihinle, yaşanan işkenceleri, tecavüzleri ve katliamları izlemek nasıl bir fikri duyarlılığın sonucudur, bunu bütün gerekçeleriyle açıklamamız gerekir. Kim bilir belki birçok insanın bilmediği ve düşünemediği noktalar vardır. Eğer bilinmeyen, gizli ve kapalı bir alan yoksa şu sorunun cevabını vermemiz gerekir: Kendi insanımız ve ortak değerlere sahip olduğumuz insanların kanı üzerinden demokrasi ve özgürlük edebiyatı yaparak geçinmek nasıl bir mantığın uzantısıdır? Yoksa ahlaki ve insani değerlerin özgürlükler dünyasında teskin edici bir bedeli mi var?
ABDnin bu proje ile sunduğu özgürleştirme modeli emperyalizm karşısında direnme gücü veren dini ve milli değerlerden vazgeçmeyi sağlamak için üretilmiş politik projedir. Bu yönüyle diyebiliriz ki Peygambersiz İslâm anlayışı üretme, milli bilinci ve kültürü küresel kültür potasında eritme faaliyeti, kelimenin tam anlamıyla kültürel intihardır. Öyledir, çünkü kapitalist kültürel mantığın ürettiği bütün dengesizliklere karşı olan İslâmı, bu mantığa uydurmak İslâmın içinden değil, kapitalist kültürün içinden konuşmaktır. Bu gün ülkemizde din adına özgürlük edebiyatı yapanların etnik ayrışmaları din adına körükledikleri ve bunlara açık ve dolaylı destek oldukları ortadadır. Bunların zihninde özgürlük; giderek daha fazla oranda haklar ve ayrıcalıklar elde edip kişilerin kendilerini ifade etme ve ihtiyaçlarını giderme hakkı olarak algılanmaktadır. Özgürlüğü; ayrımcılığı destekleyen kalıba yerleştiren ve buna dinsellik rengi katan bir kişinin İslâm adına hareket ettiğini hiç kimse ileri süremez. Çünkü İslâm, ayrışmayı değil birleşmeyi emreder. İçeride ayrışmayı özgürlüğün gereği sayan bir anlayışın dışarıda egemen gücün etrafında birleşmeyi talep etmesi BOP çerçevesinde özgürleştirme projesinin ne anlama geldiğini yeterince anlatır.
Ilımlı İslâm yörüngesi içinde pişirilen anlayışa göre Türkiyede etkin olmak için etkin kurumları sınırlandırmak ve uluslararası güçlerle birlikte hareket etmek gerekir. Bu mantığa göre uzun süredir Türkiyenin önünde duran AByi önemli bir vesile gördüler ve bu vesileye yapıştılar. Türkiyenin aleyhine olduğu açık ve net olan birçok kararı paylaştılar, hatta bu konuda siyasi iktidarları etkilemeye çalıştılar. Bunu yaparken hiçbir kaygı duymadıklarını ve bütün bunları ülkenin geleceği için yaptıklarını ilan ettiler. AB ye girmek adına cumhuriyetin kuruluş felsefesinde ve temel niteliklerinde değişiklik yapılmasını söyleyen küreselcilerin sözlerini aynı kalıpla ve aynı vurgu ile dillendiren liberal İslâmcılar, özgürlüğün kazanıldığına değil, bahşedildiğine inanmaktadırlar. Oysa özgürlük alınıp-satılan meta değildir. Alınan-satılan özgürlük, esaretin kalıbıdır. Ne var ki kendilerini zillete alıştıran insanlar esareti özgürlük sanabilirler.
kaynak