BİRİ İPİ ÇEKTİ

BİRİ İPİ ÇEKTİ

İletigönderen Feza Tiryaki » Pzt Oca 19, 2015 21:52

BİRİ İPİ ÇEKTİ


İki örneği hep verirler: Biri, ipi çekilen örgü. İpi çekilen örgü, ister yeni örülüyor olsun, ister bitmiş bir kazak, hırka, çekilme sürerse yok olur gider. Ortada örgü mörgü kalmaz, dağınık bir ip yumağı kalır. Diğeri, devrilen domino taşının halk arasında bilinen örneği. Buzağının ipini gevşetmek. Sonra olacakları seyretmek…

Toplumun düzenine, kurumlarına, onları bozmak amacıyla küçük bir hareket bile yapsanız etkisi kestirilemez. Bu, çok bilinen öyküyü, değişik değişik anlatırlar. Sonuç değişmez. İşinde gücünde olan, “mutlu mesut” yaşayanlar, ne olduğunu anlayamadan bir anda sanki cehenneme düşerler.

Öykü şöyle: Buzağının ipinin bağlı olduğu kazık, yerinden şöyle azıcık oynatılınca, buzağı birden ipten kurtulur, ötede sütü sağılan anasını emmek için koşar. Koşarken süt kovasını devirir. İneği sağan, kızar, buzağıyı döver. Buzağının dövüldüğünü gören, döveni döver. Dövülenin anası babası, yakınları işe karışır. O onu döver, o ötekini; o ölür, öbürü niye öldürdün diye öldüreni öldürür… Bu iş böyle büyür gider… Küçük gibi görünen bir değişim, dengeleri yerinden eder, yapı bozulur, yıkılır.

Toplumda yerinden oynatılan bir taş, toplumun tüm yapısını alt üst edebilir…

Ülkemiz, günümüzde bu durumu yaşıyor. Her yönden saldırıyorlar, bizi koruyan, kuşatan, çağdaş yapan, “kul” iken bireyliğe yükselten, yolumuzu aydınlatan, sıkı sıkı ilmekler atılarak Türk ulusunun Atatürk önderliğinde ördüğü Cumhuriyet örtümüze. İpleri oradan buradan çekilerek sökülüyor örgümüzün. Tutmazsak ipi, dur demezsek, düğüm atarak sökülmeyi önlemezsek, sökülme sonuna kadar gidecek…

Bizi birbirimize bağlayan tutkal olan dilimizle, özellikle Türkçe yazı diliyle oynanıyor. İktidar partisi (Erzincan’da) en son bir toplantısını Türkçe yazının altına Arapça harfler dizerek duyurmuş. 1928’de biten işin, Türk diline uymayan, sekiz sesli harfi olan Türkçeye tek bir sesli harfi bile olmayan Arap alfabesini yeniden yamamaya, öğrenmesi iki yılı bulan yine de doğru yazıyla yazılamayan eski yazının, gömütteki, çürümüş, küflü ipini bulup çekmeye çalışıyorlar. Eğitim sistemimiz yerle bir… Buzağı çoktan kovayı devirdi. Kurumlarımız baskı altında, yapılarıyla oynanıyor… Anlatılan örneklerden ayrıcalığımız, bunca yıldır darmadağın olmamamız düşmanları şaşırtıyor: “Yıkılmadan duruyoruz. Ayaktayız!" Gören, altımızda ne kazanlar kaynadığını, yapımızdan ne çok taş çekildiğini, sinsice nasıl değiştirildiğimizi anlayamıyor…

En kötü değişimlerden biri de, sadaka toplumu olmaya alışmaya başlamamız… Bunu kanıksamamız.

Sadaka, dilenciye verilene denir. Dilencilik etme, dilenme, her toplumda aşağılanır. Dilenme utandırır, dilenmektense ölmeyi yeğler onurlu olan.

“İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara.” sözü, dilenebilenin çektiği acıyı göstermez mi?

“Parayı görünce ağlamış, sadaka olduğunu anladığı için mi?” Peyami Safa’nın (1899- 1961) bir romanından almış Kemal Demiray bu tümceyi, yazdığı 1133 sayfalık büyük boy basımlı “Büyük Türkçe Sözlük’te, sadakayı açıklarken örnek vermiş. Onurlu insanın onurunu kırar, onu üzer ağlatır sadaka işte böyle.

“Dilenemez dilenci” dilimizde bir deyim. Kötü durumunu saklayan, kimselere diyemeyen.

Türkülerimiz içinde, insana en dokunanı, dinlerken gözyaşlarımıza engel olamadığımız şu türkü değil mi? Pek çok yöremizden derlenmiş, çalınmış söylenmiştir.

“Kadir Mevla’m senden bir dileğim var, / Beni muhannete muhtaç eyleme. / Yedi deryalara gark eyle beni, / Yine muhannete muhtaç eyleme.”

Son iki dize, türküde şöyle de okunur:

“ Eğer muhannete muhtaç eylersen, / Kara topraklara gark eyle beni.”

Deyişin son dizeleri iç paralar:

“Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi, / Yine muhannete muhtaç eyleme.”

Karacaoğlan derlemelerinde sözler şöyle başlar:

“Kadir Mevla’m senden bir dileğim var. / Muhannes (muhannet) kuluna muhtaç eyleme.”

Gark, Arapça; boğulma, batma demek.

Muhannet de Türkçe değil; Türkçede anlamı, alçak, rezil anlamına geliyor. Mert olmayan. “Değersiz kişilere el açmak” muhannetin halk arasındaki anlamı.
Türk insanı kötüye muhtaç olmaktansa ölmeyi yeğler. Muhtaç olmanın Türkçesi yoksul olmadır. “Birinden iyilik görüp ona karşı boynu eğik olan” diye tanımlıyor bu sözü Osmanlıca- Türkçe sözlük.

Türküde asıl denen, dilenen dilek, ne olursa olsun boynunu birine bükmemek, yoksul kalıp birine yüz eğmemek, el açmamak... Değersiz kişilere el açmak, el açmanın en kötüsü… Dilenci, “kendine acındırarak” bir şey isteyen. Arsızlık eden de dilencidir.

Dilenmenin kolaycılığını, dilencinin insanların duygularını sömürmesini, “Dilenciye hıyar vermişler, eğri diye beğenmemiş.” deyişiyle anlatırız…

Nasrettin Hoca’nın dilenci konulu gülmeceleri de vardır. Bunlardan en ünlüsü, kapıya gelen dilencinin dilenci olduğunu belli etmeyip çatıdaki Hoca’yı aşağıya çağırması, buna kızan Hoca’nın da, onu yukarı çıkarıp “Allah versin!” diye kovması… Sonra, kim gerçek dilenci, kim yalancı bilinemez… Konya’da geçen yıl ölen torbalı (poşetli) dilenci. Hani el avuç açarak sokakta yaşayan, naylon torbalara sarınarak soğuktan korunan yaşlı adam. Öldüğünde bankada milyonları çıkan… Öte yanda, aynı kentte (Konya), soğuktan, açlıktan camı kırık bir odada ölen, babası askerdeki Ayaz bebek. Kimselere durumlarını diyemeyen anne… Devletin, onuruyla yaşayan emekçisine, askerinin ailesine, vatandaşına yardım etmemesi, onurunu kırmadan yasalarla onu korumaya almaması… Türk Tabipleri Birliği (TTB) bunun yanıtını ertesi gün vermiş, durumu basın bildirisiyle kınamıştı:

“Kırk günlük Ayaz Bebek, sağlık reformunun on ikinci yılında (Siz yatak odalarınızda paracıklarınızı sayarken, deste deste ayakkabı kutularına istif ederken) zatürreden, yoksulluktan, açlıktan, ayazdan öldü.”

Çocuk romanları yazarı Kemalettin Tuğcu’nun da, “Dilenci Baba” romanı var. Dilencilikle apartman sahibi olan adam. Binasının katlarını kendini gizleyerek tek tek kiraya veren. Yüksek devlet memurlarını bile kendine kiracı eden. Bir özelliği de zengin olduktan sonra dilenmeyi bırakamaması, dilenmeyi alışkanlık edinmesi… Bu durumdaki roman kahramanının, romanda çok yüksek kişilikli biriymiş gibi övülmesi, beğenilmesi şaşırtıcıdır… 19 Mayıs Bayramı törenlerine romanlarından birinde aynı yazar “idman bayramı” der, hafife alır, ulusal bayramları, ulusal duyguları önemsemez, önemsetmez genç okurlarına. Yazılarında ulusal duygulara yer vermeden, hep iyilik yapanı, sadakayı, yoksulu dinsel duyguları kullanarak anlatır. Sadaka toplumu edildiğimiz günümüzde, eskiden olanları, yazın dünyamızı araştırırken, bu tür çocuk romanlarına öğretmenler nasıl tepki göstermediler, o günlerin “Milli Eğitimi’ni” uyarmadılar şaşırıyoruz…

İstanbul’un varoşlarından birinde, kendi evinde oturan bir tanıdığım anlatmıştı:

“Baktım, seçim öncesi, kapı önünde, eli yüzü kapalı, kara çarşaflı biri, elinde bir yiyecek torbası. İktidar partisini desteklemem için dağıtılıyormuş. Duamı da, oyumu da bekliyorlarmış… Kendimi nasıl kötü hissettim, nasıl öfkelendim, anlatamam. Burası gecekondu mahallesi ya, çevre çok yoksul ya, bunlar kapı kapı sadaka dağıtıyorlar bu yüzden hiç çekinmeden. Biz dilenci miyiz? Ben bu yaşa bunun için mi geldim, şerefimle bunun için mi yaşadım? Aşağılanmanın ne olduğunu o gün anladım. Sadaka verilenlerin ne hissettiklerini, sana dilenci gözüyle bakılmasının verdiği acıyı o gün yaşayarak öğrendim… Geleni kapıdan nasıl kovduğumu, merdivenlerden ta aşağıya kadar nasıl kovaladığımı şimdi acı acı gülümseyerek anımsıyorum…”

*
Tüm bunları, o “topuklu Efe’nin” haberini okuduğumdan beri düşünüp duruyorum. Hani Aydın’da üreticinin elinde kalan portakalları alıp on bin yoksul aileye sadaka olarak dağıtacakmış ya ilin CHP’li kadın belediye başkanı, o haber.

O kadar düşürdünüz bu ulusun onurlu insanını gözünüzde, o kadar yoksullaştırdınız, sadakaya muhtaç ettiniz; bari siyasi partilerden ulusalcı olanlar, halkçıyız diyenler bunu yapmasalar… En azından aranızda bir ayrım olsun, birinizden biriniz çağdaş olun, insandan, insanlıktan yana olun, Cumhuriyet’in değerlerini gözetin, devletin görevlerini bilin, bildirin… İnsan onuruna saygı gösterin…

Üretici malını 25 kuruşa satamamış. Belediye o portakalları 30 kuruşa üreticiden almış. Hepsi 52 tonmuş. Hesaplarsanız 15 bin lira civarında tüm ödenen para. Alınan portakallar beşer kiloluk torbalarla on bin dört yüz aileye dağıtılacakmış. Her torbanın içinde bir buçuk lira tutarında ürün olacak. Bir buçuk liraya muhtaç on bin dört yüz aile var demek ki Aydın’da. Bunun ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Sonra, madem bu ürünü, iktidarın, oy devşirmek için işsiz aşsız bıraktıklarına, yoksullara, kömür- erzak- giysi dağıtması gibi bir anlayışla dağıttıracaksın, en azından bir buçuk liraya onurları kırma, her eve, evleri ayırmadan dağıt. Belediye armağanı de. Meydanlarda dağıt, portakal şenlikleri yap. Toplantılar düzenle; portakalın önemi, beslenmedeki yeri üzerine, toplantılara katılan herkese çıkışta bir torba portakal armağanın olsun. Ne bileyim biraz başka olun…

Üç gündür konuşulan bir haber bu. Haberi ilk duyduğumdan beri öyle düşünüyorum. Bu haberde bir şey var insanı çok üzüyor, neresi insana batıyor sizce bu haberin, diye sordum çevreme. Emel Hanım’dan yanıt geldi:

“Sadaka kültürünün en umulmadık kimselerce de kullanılması ve üreticimizin içler acısı durumu…”

Bu haberde neye yanalım?

Dünyanın en yararlı, değerli meyvelerinden olan portakalın ülkemizde düşürüldüğü duruma mı yanalım?

Sadaka kültürünün her yanı sardığına mı?

Üreticinin ağlanacak durumuna sevinmesine, meyve alımının olduğu gün, meyve toptancı yerinde (hal) “Başkan” için davul zurna çalmasına, etrafında dönmesine, bu duruma bayram etmesine mi?

Aydın gibi önceliği tarım ve turizm geliri olan bir yerde, tarımın bu durumuna, sorunlara çare bulunmamasına, siyasilerin geçici çözümlerle günü geçirtmesine mi?

Dünyanın en verimli topraklarında, ülkemizin en “aydın” yerlerinde bile sadaka kültürüne alışılmasına mı yanalım?

Yoksa, aynı günlerde şöyle bir haberin de gazetelerde yer almasına mı yanalım?

“Narenciye Uzakdoğu pazarına hazır. Narenciyenin Uzakdoğu pazarında daha çok yer alması için yürütülen çalışmalar olumlu sonuçlar verdi.”

Madem öyle, neden üreticinin elinde kalıyor portakalları? Geçen yıl kilosu on kuruştan satıyorlar tüccara. Bu yıl 25 kuruşa satamıyorlar. Ağaçlarda yüzlerce, binlerce ton toplanmayan portakal kalmış. Yurtdışına satılacak bu ürünlerden kim kazanacak? Aracı olanlar, masa başında iş bağlayan, ürünü köylüden bedavaya alan tüccarlar mı? Kimler?

*
Dilenci cami çıkışında elini açmış geçenlerden yardım dileniyor:
“ Allah rızası için bir sadaka.”

Sadaka vermeden geçenleri etkilemek için seslenirmiş:

“ Bir sadaka verin, size dua edeyim. Allah ne muradınız varsa versin… Tuttuğunuz altın olsun…”

Adamın biri, sadakayı verirken:

“Al bunu ama duanı istemem demiş.”

Dilenci şaşırmış:

“Neden beyim?”

“ Eğer senin duan geçerli olsaydı, böyle el açmazdın! Dilenci olmazdın! Duayla olsaydı kötüler dünyaya baş olmazdı… Subaşlarını hırsızlar, arsızlar tutmazdı…”

Biz de, bunları söyleyene şu sözlerle katılalım mı?

Emek en yüce değerdir. 1922 yılında Atatürk Meclis’te demiş:

“Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O hâlde herkesten çok refah (güvenç), mutluluk ve servete (varlığa) müstahak (hak kazanan) ve lâyık (yaraşık) olan köylüdür.”

Bu söz 1923 yılından:

“Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Fakat sapan kullanan kol gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe de daha çok toprağa malik ve sahip olur.”

Yine, Atatürk’ün sözüyle:

“ Cumhuriyet ahlak üstünlüğüne dayanan bir ülküdür; Cumhuriyet erdemdir!”

Çağdaş ülkelerde, sadaka kültürü, yoksula dilenciymiş gibi davranmak yoktur. Devlet, vatandaşın üzerinde sosyal güvenlik şemsiyesi gibidir. “Az sadaka çok belayı def eder.” anlayışı köle toplumlar yaratır.

Bu yörelerimizdeki son yılların yabancı işgalini, Cumhuriyeti koruyan eski yasaların değiştirilmesiyle, ülkemize kalıcı olarak yerleşmekte başı çeken İngiliz yayılmacılığının nasıl azıttığını, bu bölgenin kıyılarının, içteki verimli toprakların nasıl el değiştirdiğini, umarsız bırakılan, ürünü elinde kalan köylünün elinden tarlasının tapanının yabancılarca nasıl satın alındığını da unutmayalım.

Atatürk Cumhuriyeti’nin sosyal devlet anlayışı, sadaka devleti anlayışına çevrilemez! Çevrilirse, sonumuz yüz yıl öncesine dönmek olacaktır…

Cumhuriyet örtüsünü üstümüzden çekiyorlar. Söktükleri iplikleri yaban eller çekiştirip duruyor. Süt kovası da çoktan devrildi…

Feza Tiryaki, 19 Ocak 2015
Ek:https://www.youtube.com/watch?v=qinfU4VnOMk
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x