Bitmeyen Atatürk Düşmanlığı ve Vahdettin Hayranlığı

Bitmeyen Atatürk Düşmanlığı ve Vahdettin Hayranlığı

İletigönderen Türk-Kan » Cum Ara 05, 2008 13:39

Bitmeyen Atatürk Düşmanlığı ve Vahdettin Hayranlığı

Yavuz Bülent BAKİLER 01 Aralık 2008 tarihli Türkiye gazetesindeki köşesinde "Atatürk de mi Atatürk düşmanıdır" başlıklı yazısında şöyle diyor:

"De­ğer­li ta­rih­çi­miz Yıl­maz Öz­tu­na, ge­çen cu­mar­te­si soh­be­tin­de yaz­dı: "Mus­ta­fa Ke­mal Pa­şa, Vah­ded­din'in ha­yır du­ası­nı ala­rak Sam­sun'a çık­tı..." Öz­tu­na, dos­doğ­ru ya­zan ta­rih­çi­le­ri­miz­den­dir. … … … … Aca­ba bu ko­nu­da, Ata­türk ne söy­le­miş­tir? Onun neler söy­le­di­ği­ni Fa­lih Rıf­kı Atay'ın ÇAN­KA­YA isim­li ki­ta­bı­nın 174-175. say­fa­la­rın­dan ay­nen ala­rak dik­ka­ti­ni­ze su­nu­yo­rum. Atatürk F.R. Atay'a di­yor ki: "Yıl­dız Sa­ra­yı'nın ufak bir sa­lo­nun­da, Vah­ded­din'le, ade­ta diz di­ze de­ne­cek ka­dar ya­kın otur­duk. … Vah­ded­din hiç unut­ma­ya­ca­ğım şu söz­ler­le ko­nuş­ma­ya baş­la­dı: "Pa­şa! Pa­şa! Şim­di­ye ka­dar, dev­le­te çok hiz­met et­tin. Bun­la­rın hep­si, ar­tık bu ki­ta­ba gir­miş­tir. Bun­la­rı unu­tun! Asıl şim­di ya­pa­ca­ğın hiz­met hep­sin­den mü­him ola­bi­lir. Pa­şa! Pa­şa! Dev­le­ti kur­ta­ra­bi­lir­sin!" Me­rak bu­yur­ma­yın efen­di­miz de­dim. Nok­ta-i na­zar-ı şa­ha­ne­ni­zi an­la­dım. Ba­na emir bu­yur­duk­la­rı­nı­zı bir an unut­ma­ya­ca­ğım. ... ... ...

Ra­him ER kar­de­şim de, ken­di kö­şe­sin­de he­pi­mi­ze bir so­ru yö­nelt­ti:

"Ne­cip Fa­zıl'ın su­çu ney­di? Çün­kü Ne­cip Fa­zıl 35 yıl ka­dar ön­ce, Sul­tan Vah­ded­din üze­ri­ne bir ki­tap yaz­mış, ora­da de­miş­ti ki: "Mus­ta­fa Ke­mal, Sam­sun'a Vah­ded­din'in iz­niy­le çık­tı!" Ha­tır­lı­yo­rum: Bir­ta­kım çev­re­ler­de, âde­ta, kü­çük kı­ya­met kop­muş­tu. … … … Ata­türk gi­bi bir bü­yük va­tan­per­ver, Vah­ded­din gi­bi bir va­tan ha­ini­nin iz­niy­le-em­riy­le Ana­do­lu'ya çı­kar mıy­dı? Şim­di "Musta­fa Ke­mal, Vah­ded­din'in iz­niy­le ve dua­sıy­la Sam­sun'a çık­tı" de­mek Ata­türk düş­man­lı­ğı ise Ata­türk'ün Fa­lih Rıf­kı'ya an­lat­tık­la­rı ne­dir? Aca­ba Ata­türk de mi Ata­türk düş­ma­nı­dır?"


Sarayda yaşanan bu olay doğrudur. Ancak bu olayın öncesinde ve sonrasında yaşananlar Vahdeddin'in Atatürk'ten vatanı ne şekilde kurtarmasını beklediğini daha net olarak göstermektedir. Osmanlı hayranı bu gerici yobaz ve işbirlikçilerin yıllardır yokedemedikleri Atatürk sevgisine karşı uyguladıkları taktik yeni değildir. Bu "överek yerme" taktiğidir. İstemeden de olsa onun büyüklüğünü kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak her fırsatta onun düşmanlarını da yüceltmekten de geri kalmamaktadırlar. Söylenmek istenen şudur: "Atatürk vatanseverdir ama Vahdettin daha çok vatanseverdir."

Yavuz Bülent Bakiler'in dosdoğru yazan tarihçilerimizden dediği Yılmaz Öztuna'ya karşı Sayın Kazım Balaban'ın "Atatürk ve Cumhuriyet" başlıklı yazısını biraz uzun da olsa okumanızı öneririm. Çünkü bu tartışma dün de vardı, bugün gene gündeme getiriliyor ve gelecekte de gündeme gelecek.

ATATÜRK ve CUMHURİYET

Kamuoyunda tartışıldı. Atatürk Samsuna gitmeden önce Padişah Vahdettin onunla görüşmüş ve onun yurdu kurtarmasını istemiş. Konuyu iyi anlamak için o günkü fotoğrafı da iyi görmek gerekir. Üzerinde uzun yıllar çalıştığımız ''Tarihte Bu Hafta'' yazı dizilerimiz içinde konuyu şöyle ele almışız. Atatürk o dönem Miralay'dır (Tuğgeneral) ve 1 Nisan 1916'da kendisine bu rütbe verilmiştir. Önce konu ile ilgili kısaltılmış kronolojiye bakalım ve sonra görüşümüzü açıklayalım.

16 Nisan 1919: Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya, Atatürk'ün 9. Ordu Müfettişliği'ne tayin edilmesini önerdi.

29 Nisan 1919: Harbiye Nazırı Şakir Paşa tarafından, Atatürk'e "Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Karadeniz Bölgesine müfettiş olarak gönderilmesinin kararlaştırıldığı'' bildirildi.

30 Nisan 1919: Atatürk, Anadolu'daki isyanları ve Osmanlı ordusunun tasfiyesini yerinde izlemek amacıyla, İstanbul tarafından "9. Ordu Müfettişliği"ne atandı. Bu Atatürk'ün uzun süredir beklediği fırsattı. Sadaret'e konu ile ilgili yazı gönderen Harbiye Nezareti'nin açıklamasında "... Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılacak tebligatı emri altında bulunacak olan vilâyet mülkî memurlarının yerine getirmelerinin genel­ge ile duyurulması" görüşüne yer verildi.

1 Mayıs 1919: Harbiye Nazırı Şakir Paşa, atanma işlemleri sonrası Atatürk'ü makamına davet etti ve aynı gün "Efendimiz, yeni vazife ile Anadolu'ya giden Mustafa Kemal Bey'i zat-ı devletinize takdim ederim'' diyerek kendisini Babıâli'de Sadrazam Damat Ferit Paşa ile tanıştırdı. Damat Ferit Paşa, 9. Ordu Müfettişliği'ne atanan Atatürk için bir çay partisi düzenledi.

5 Mayıs 1919: Atatürk'ün Samsun'a, 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atanma emri, Takvimi Vekayi'de yayınlandı.

5 Mayıs 1919: Atatürk'ün Harbiye nezareti tarafından Samsun'a, 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atanma emrinin kendisine tebliğ edildiği Genelkurmay Başkanlığına yazı ile bildirildi.

6 Mayıs 1919: Atatürk'ün, verilen görev yerine acele hareket etmesi istendi. İç İşleri bakanlığı tarafından Atatürk'e ayrıca bir takım anlaşmalar ve krokiler verildi. Söz konusu anlaşmalar ve krokiler, İstanbul Hükümeti ile İtilâf Devletleri arasında varılan anlaşmalar sonucu, 9. Ordu Müfettişliği görevinde alacak sorumluluk ve yetkileri kapsamaktadır.

7 Mayıs 1919: Atatürk'ün 9. Ordu Müfettişliğine atandığı ve yetkilerini gösteren talimatlar Harbiye Nezareti tarafından 13., 3. ve 15. Kolordu Komutanlıklarına bildirildi.

7 Mayıs 1919: Atatürk, Harbiye Nezaretine verdiği yazıda, tayin edildiği 9. Ordu Müfettişliği karargâh mensuplarının 3 aylık ödeneklerinin şimdiden ve İstanbul'dan verilmesini istedi.

8 Mayıs 1919: Atatürk'ün, 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği'ne atandığı, Harbiye Nezareti tarafından bütün kolordulara bildirildi.

11 Mayıs 1919: Hükümet tarafından 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliğine atanan Atatürk, İstanbul'dan Sivas, Canik Müstakil Mutasarrıflığı ve Sivas'ta 3. Kolordu Komutanlığı'na telgraf çekerek bölgede faaliyette bulunan eşkıyaların miktarı ve mahiyetleri hakkında bilgi istedi. Telgrafta "... Bu bilgi mülkî makamlarla askerî makamların yazışmaları ile tespit edilecek ve Kolordu Komutanı Albay Selahattin Bey bu bilgiyi Samsun'da bana verecektir". Bu telgrafa göre Atatürk daha İstanbul'da iken göreve başladığını göstermektedir.

13 Mayıs 1919: Atatürk, Harbiye Nezareti'ne yazdığı yazıda, "9. Ordu Müfettişliği karargâh mensuplarının 3 aylık ödenekleri ile fevkalâde masraflar için bir miktar para verilmesi ve karargâhın seferî sayılması hakkında evvelce yaptığı müracaatların acele sonuçlandırılmasını isteyen ve bunları takiben 3 gün sonra İstanbul'dan hareket edeceğini" bildirdi.

14 Mayıs 1919: Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki evine, akşam yemeğine davet edilen Atatürk, yemekten sonra, Genelkurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa ve Damat Ferit Paşa ile yeni vazifesi hakkında görüşme yaptı. Cevat Paşa, Sadrazam'ın yanından ayrıldıktan sonra Atatürk'e sordu. ''Bir şey mi yapacaksın Kemal?''. Atatürk, ''Evet Paşam, bir şey yapacağım'' Cevat Paşa ''Allah muvaffak etsin'' dedi. Atatürk, "Mutlak muvaffak olacağız" dedi.

16 Mayıs 1919: Atatürk, Samsun'a gitmek üzere Cuma günü Bandırma Vapuru ile Anadolu'ya hareket etti. Vapurun, Kızkulesi açıklarında aranma sonrası İngiliz zırhlıları arasından geçerek İstanbul'u terk ederken, Atatürk güvertede bulunanlara, "Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silâh, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz" dedi. Atatürk, vapur kaptanına "Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz. Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz" dedi.

Şimdi bu kronolojiye baktığımız zaman Atatürk'ün ilk önce bu göreve 16 Nisan 1919'da Vahidettin tarafından önerildiğini görürüz. Peki Vahdettin bunu neden istemiş? Bunun cevabı da 29 Nisan tarihli notta bulunuyor. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Türklerin Rumlara baskı yaptığını söylüyor ve bunun için müfettiş göndermek istiyorlar. Evet, yanlış okumadınız. Türkler baskı yapıyor Rumlara ve bunun önlenmesi isteniyor. Halbuki bize konu ile ilgili genellikle yanlış bilgi veriliyor ve Rum çetelerin yerli halka (Türklere) baskı yaptığının yerinde incelenmesi istendiği söyleniyor. Ama gördüğünüz gibi olay tam tersi noktada düğümlenmiş.

Fotoğrafı daha iyi görmek için hemen ekleyelim. Bu tarihten önce Osmanlının tamamen teslim olduğu Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918'de imzalanmıştır. Ayrıca ABD başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918'de Wilson Prensipleri açıklanmıştır. Mondros mütarekesi Osmanlıyı teslim alırken Wilson Prensipleri de parçalanan Osmanlı coğrafyasında azınlıkların kendilerine devlet kurma hakkını tanıyordu. Bu arada başkent İstanbul açıktan işgal edilmemişse de dolaylı bir işgal mevcuttur ve İngiliz Gemileri boğazları denetim altına almış, padişahı kukla vaziyetine getirmiştir. Bunun neticesinde de 4 Mart 1919'da İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa Sadrazamlığa getirilmiştir.

Dolayısı ile Atatürk oraya Türklerin hakkını korumak için değil, baskı altında olduğu iddia edilen Rumları gözetmek için görevlendirilmiştir. Sadrazam Damat Ferit Paşa bu iş için görevlendirilen Atatürk ile 1 Mayıs 1919 tanışmış ve görevini sadakatle yapması konusunda ikna edilmiştir. Ancak bundan tatmin olmayan Damat Ferit Paşa 14 Mayıs 1919 'da Atatürk'ü evine davet ederek bu göreve sadakati yeniden gözden geçirilmiştir.

Gerçekle yüzleşmemiz gerek.

Atatürk oraya Rumları gözetmek ve Mondros Mütarekesi sonrası ülkede çıkan isyanları bastırmak için görevlendirildi. Atatürk gerek Damat Ferit Paşa'yı ve gerekse onun bu göreve gelmesini perde arkasından organize eden İngilizleri rahatlatmak için henüz İstanbul'da iken Samsun'da ki komutanlara bu noktalarda direktifler göndererek "Göreve sadık kalacağı" güvencesi vermiştir.

İngiliz gizli belgelerinden bir şeyi daha öğreniyoruz. Atatürk'ün Anadolu'da bir göreve gönderilmesini İngilizler de istemektedir. Ancak onların derdi başkadır. İstanbul'u açıktan işgal edecekleri belli olan İngilizler, ileride başına bela olmaması için Atatürk'ün başkentten uzak bir yere gönderilmesini isteyerek rahatlamak istemektedirler. Atatürk İstanbul'da bulunursa rahat durmayabilir ve işgale karşı muhalefet yapabilirdi. Anadolu'da ise hiç bir şey yapamazdı.

Atatürk de İngilizlerin kendi hakkında ki görüşlerinden haberdardır. Ve çok tedirgindir. İngilizlerin, Samsun'a giderken bindiği Bandırma vapurunu batıracaklarından kaygılanmaktadır. Bundan dolayı da yola çıktıktan sonra sürekli kıyıyı takip etmiş, geminin rotasını sık sık değiştirmek zorunda kalmıştır.

Atatürk yola çıktıktan sonra İngiliz gemilerinin onu takip ettiği de biliniyor. Bu takip gemiyi batırmak için mi? yoksa yol güzergahını denetlemek için mi bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin ona güvenmediği açık. Bundan dolayı da 24 Mayıs'ta İngiliz General Milne bunu bir yazı ile Harbiye (Milli Savunma) Bakanlığına yazı ile sormuş, bakanlık ta General Milne'ye 24 Mayıs'ta verdiği yanıtta Atatürk'ün "Harbiye Nezareti adına verilen emirlerin ne derece uygulandığını araştırma ve vazife bölgesindeki silâhların toplanması ile asayişsizliği ortadan kaldırma amacıyla görevlendirildiği'' bildirilmiştir.

Zaten Atatürk Samsun'a çıktıktan sonra yapacakları konusunda renk vermemiş, verilen göreve bağlı gibi görünmüş, 28 Mayıs 1919'da Havsa da yaptığı bir toplantı sonrası emrine bağlı tüm komutanlara direktifler vererek Milli Mücadeleyi başlatmıştır. Atatürk'ü takip etmekle görevlendirilen İngiliz Yüzbaşısı Hurst, 31 Mayıs 1919'da Havza'da Atatürk ile görüşerek kendisine vazifesi hakkında şüphesi olduğunu söylemiştir. Kurtuluş Savaşını başlatan Atatürk daha sonra Amasya Tamimi (22 Haziran 1919), Erzurum Kongresi (23 Temmuz -7 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4 – 11 Eylül 1919) ve Meclisin açılması (23 Nisan 1920) ile bayrağı yükseltmiştir.

Atatürk'ün kendisine verilen görevlerin dışına çıktığı görülünce İstanbul hükümeti onu geri çağırdı. 8 Haziran 1919'da Atatürk'e telgraf çeken Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, ''İstanbul'a geri dönmesi" direktifi verdi. Atatürk kimler tarafından niçin istenildiğini gizlice Genelkurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa'dan sordu. 11 Haziran 1919'da yanıt veren Cevat Paşa bunu ''İngilizlerin istediğini" bildirdi. Bunun üzerine Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa'ya 11 Haziran'da telgraf çeken Atatürk, geri çağrılmasının sebebini sordu. 15 Haziran'da kendisine önce ''İngilizler böyle istedi'', sonra da ''Hükümet Kararı'' yanıtı verildi. Atatürk 14 Haziran'da Vahdettin'e çektiği telgrafta milli mücadele uğruna ''Gerekirse ordudan istifa edeceğini'' bildirdi.

İstanbul Hükümeti Erzurum da görevli Kazım Karabekir'e 21 Haziran'da telgraf çekerek Atatürk'ün almış olduğu müfettişlik görevini ona teklif etti. Kazım Karabekir bu görevi kabul etmedi.

23 Haziran da Atatürk, Damat Ferit Paşa tarafından görevinden azledildi ve görüldüğü yerde tutuklanma emri verildi. Yerine de Hurşit Paşa atandı. Ali Kemal'in başında olduğu İç İşleri Bakanlığı her tarafa telgraf çekerek bunu duyurdu.

Atatürk'ün Valilikler ve ordu komutanları ile ilişkisini kesmek için İstanbul Hükümeti tarafından telgraf müdürlüklerine emirler verildi. Atatürk 4 Temmuz 1919'da Erzurum valisine gönderdiği yazıda, ''telgraflarını alıkoyan ve yerine iletmeyen'' görevlileri Divanı Harpte yargılanacağını söylüyor. Çünkü Atatürk'ün pek çok telgrafı İstanbul hükümetinin baskısı ile alıkonulmuş ve yerine ulaştırılmamıştır. Atatürk daha sonra yayınladığı genelge de buna dikkat çekmiş ve ciddi bir şekilde bu duruma dikkat çekmiştir.

Atatürk 8 Temmuz'da askerlikten istifa etmek zorunda kaldı. Bütün bunlar olurken kendisine ''Paşa git yurdu kurtar'' diyen Vahdettin ne yapıyordu?

Bunun cevabını vermeden önce Sadrazamlığın Atatürk hakkında yürüttüğü çalışmalara kronolojik olarak kısaca bir göz atalım.

11 Nisan 1920: Damat Ferit Paşa, Kuvayi Milliye aleyhine yayınladığı bildiride "Kuvay-ı Milliye denen teşekkül, Hem Anadolu'yu korkunç bir istila tehdidine ve hem de devletin başını gövdesinden ayırmaya sebep oluyor" dedi.

11 Nisan 1920: Şeyhülislam Dürrizade Es Seyyid Abdullah Efendi, Kuvayi Milliye alehine bir fetva (Takvim-i Vekayi) yayınladı. Fetvada ''Milli Kuvvetleri ''Kafir'' ilan ettiği ve görüldüğü yerde katledilmesi'' gerektiği vurgulandı. Bu fetvaya dini çevrelerden farklı sesler gelmeye başladı. Bazı müftüler ve din alimleri harekete geçip 'karşı fetva'lar verdiler.

16 Nisan 1920: Şeyhülislam'ın Kuvayi Milliye alehine yayınladığı fetvaya (Takvim-i Vekayi) karşılık Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi) ve 153 müftü ile din adamı halktan milli direnişe sahip çıkmasını istediler. Müftü Rıfat Efendi yayınladığı karşı fetvada "...Vakıa ve hakikate gayrı muvafık olarak sadır olan fetvaların şer'an mutla olmayacağını" açıkladı. Rıfat Efendinin fetvası Anadolu'da yüzlerce müftü ve din adamı tarafından onaylanarak imzalandı ve 22 Nisan 1920'den itibaren Anadolu'nun çeşitli gazetelerinde yayımlandı.

18 Nisan 1920: Damat Ferit Paşa tarafından Kuva-i Milliye hareketine karşı, ''Kuvve-i İnzibatiye'' adlı bir örgüt kuruldu. (Hilafet Ordusu adını taşıyan bu örgüt 25 Haziran 1920'de kaldırıldı) Adapazarı dolaylarında çıkarılan Anzavur isyanını da destekliyen Kuve-i Inzibatiye örgütü, Ankara Hükümeti karşısında başarılı olamadı.

19 Nisan 1920: Damat Ferit Paşa ve İngilizlerin desteği ile isyanlar çıkaran ve çatışmada yaralanan Ahmet Anzavur, başarılı olamayınca Karabiga'dan İngiliz gemisine binerek İstanbul'a kaçtı.

20 Nisan 1920: İstanbul Hükümeti tarafından kurulan Kuva-yı İnzibatiye'nin ilk alayı gemiyle İzmit'e gönderildi. Öte yandan İstanbul Hükümeti tarafından desteklenen irticacı Anzavur Ahmet yanlısı isyan hareketi, Düzce ve Bolu'dan sonra Hereke'ye de sıçradı.

24 Nisan 1920: Şeyhülislam Dürrüzade Abdullah Efendi'nin fetvasına karşılık 153 müftü ve din adamı ile 16 Nisan'da karşı fetva yayınlayan Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, İstanbul Hükümeti tarafından azledildi. Bunun üzerine Ankara Hükümeti aynı gün Müftü Rıfat Efendi'yi bu göreve yeniden atadı.

6 Haziran 1920: Damat Ferit Paşa'nın isteği ile, Milli Mücadeleye katılan İsmet Paşa, Bekir Sami Kunduk, Dr. Rıza Nur, Yusuf Kemal Bey, BMM 2. Başkanı Celalettin Arif Bey, Hamdullah Suphi, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi ve Fahrettin Altay hakkında idam kararı verildi.

13 – 20 Haziran 1920: Şeyhülislam Dürizzade Abdullah Efendi'nin, Kuva-yı Milliye aleyhinde yaptıkları çağrılara uyan ve 5 Haziran'da isyan başlatan Yozgat'ın tanınmış derebeylerinden Çapanoğulları, Yozgat ve çevresini işgal ettiler. İsyan 23 Haziran'da Çerkez Ethem tarafından bastırıldı ve elebaşları idam edildi.

11 Mayıs 1920: Atatürk, Damat Ferid Paşa tarafından Divan-i Harp'te idama mahkûm edildi. Karar 24 Mayıs 1920'de Vahidettin tarafından onaylandı. Atatürk ile birlikte Vasıf Bey (Kara), Ali Fuat Paşa, Ahmet Rüstem, Dr. Adnan ve Halide Edip (Adıvar)gibi isimler, ''Kuva-yı Milliye adlı kuruluşta bozgunculuk yaparak, halkı zorla askere almak, İttihatçılarla işbirliği yapmak vb. suçlardan dolayı gıyaplarında idama'' mahkûm edildiler.

24 Mayıs 1920: Divan-ı Harp, Ulusal Kurtuluş savaşına katılan Fevzi (Çakmak) Paşayı idama mahkûm etti. Karar 27 Mayısta Padişah Vahdettin tarafından onaylandı.

Osmanlı Sultanlarının 2 önemli fonksiyonu vardı. Biri Sadrazamlık kanalı üzerinden sürdürülen Padişahlık, diğeri de din yani Şeyhülislam'lık üzerinden sürdürülen Hilafet.

Bu 2 önemli yetki doğrudan Padişaha bağlıydı. Olayların geliştiği kronolojiye baktığımızda başında Padişah Vahdettin'in bulunduğu bu 2 önemli güç ile Milli Mücadeleyi baltalamak için elinden geleni yapmıştır.

Sadrazamlık idam kararları ile, Şeyhülislamlık da ‚''Kafir'' ilan ederek Milli mücadeleye doğrudan cephe almışlardır. Özellikle dini fetvalar yüzünden her yerde isyanlar çıkmış, Bolu, İzmit, Yozgat, Konya, Gümüşhane dahil her yerde ‚''Din elden gidiyor'' isyanları ile işgalcilere destek verilmiş, Milli Mücadele baltalanmıştır.

Aynı günlerde Anadolu alev alev yanmaktadır. İngiliz destekli Yunan ordusu her gün birkaç kasaba ve şehri ele geçirmekte, ülke günden güne karanlığa sürüklenmektedir.

Bu da yetmiyormuş gibi evlatlarını 1. Dünya savaşında kaybeden Anadolu halkı yoksulluk, sefalet, hastalıklar ile boğuşmakta, ülke can çekişmektedir. Bu arada talanlar başını almış gitmiş, yer yer çeteler evleri ve köyleri basarak halkı inim inim inletmektedir.

Bütün bunlara ek olarak ABD Başkanı tarafından 8 Ocak 1918'de yayınlanan Wilson Prensipleri ile azınlık isyanları başlamış, ülke iyiden iyiye kan gölüne dönmüştür.

Tarihi doğru okumak gerekir. Gerek Damat Ferit Paşa'nın ve gerekse Şeyhülislam Dürrizade Ahmet Efendinin çıkardıkları fetvalar hakkında ayrıca İngiliz kaynaklarına bakmak gerekir.

11 Nisan 1920'de çıkan fetvalarla ilgili olarak İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral John de Robeck, İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Curzon'a 7 Nisan 1920'de Damat Ferit Paşa ile yaptığı görüşme hakkında şöyle bilgi verdi. "Ben milliyetçileri ezmek için yeni hükümete her türlü yardımı yapacağımı söyledim" diyor.

Görülüyor ki ortada umudunu İngilizlere bağlamış kukla bir Sultan ve Halife bulunmaktadır. Vahdettin hakkında Atatürk okuduğu Nutuk'ta notunu vermiş ve ona ''işbirlikçi'' diyerek tarihte alması gereken yerini belirlemiştir.

Atatürk'ü ''Kafir ve Hain'' ilan eden görüldüğü yerde ölü veya diri tutuklanmasını isteyen Damat Ferit Paşa, 21 Eylül 1922'de yurt dışına kaçtı. 6 Ekim 1923'te Fransa'nın Nice şehrinde öldü.

Padişah Vahidettin ise 13 Kasım'da işbirlikçilerden oluşan maiyetinde ki 140 kişi ile İstanbul'da bulunan İngiliz Yüksek Komiserliğine sığındı. 16 Kasım'da İşgal Orduları Başkomutanı İngiliz General Harrington'a başvuran Vahdettin, hayatını tehlikede gördüğünü ve İngiltere'ye sığınmak isteğini bildirdi. 17 Kasım'da ise küçük oğlu Ertuğrul Efendi ve hareminin mensuplarıyla birlikte İngiliz zırhlısı ile ülkeden kaçtı. 16 Mayıs 1926'da San Remo'da öldü.

Tarih ona kendi sayfalarında hak ettiği yeri çoktan vermiştir.



Kazım Balaban, 4 Kasım 2008
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Ram » Cum Ara 05, 2008 15:25

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

    Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti) Tarihe geçmiştir.

O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunetle dinliyordum:

    ─'Bunları unutun', dedi.

    Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa! Devleti kurtarabilirsin!

Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin di ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim:

    Hakkımdaki teveccüh ve itimada arzı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz


Söylerken kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında padişahlığında, bütün his ve temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hükmü verdim:

Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

    Merak buyurmayın efendimiz dedim. Nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim. Ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmıyacağım.

    ─'Muvaffak ol', hitabı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.”

Mustafa Kemâl ATATÜRK
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

İletigönderen Türk-Kan » Cum Mar 13, 2009 11:07

zafercem yazdı:AKP'liden Atatürk iddiaları !

AKP İstanbul Milletvekili Birinci, Atatürk'ü Vahdettin'in görevlendirdiğini ileri sürdü.

AKP İstanbul Milletvekili, eski Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Prof. Necat Birinci, Mustafa Kemal’in Padişah Vahdettin’le sürekli görüştüğünü savunarak, Atatürk’ün Samsun’a bir kaçak olarak değil, Osmanlı’nın bir paşası olarak gittiğini belirtti

İstiklal Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü dolayısıyla Atatürk Dil ve Tarih Kurumu’nda “Milli Mücadele Edebiyatı, Mehmet Akif ve İstiklal Marşımız” konulu bir söyleşide konuşan Birinci, Atatürk’e Samsun’a giderken 10 bin altın verildiğini ve Bandırma gemisine 2 tane Mercedes otomobil konulduğunu öne sürerek şunları söyledi: “Bandırma Gemisi öyle kıçı kırık bir gemi değildi. Paşa o gemiye tek başına binmedi; 18 kişilik erkanı harbi ile bindi.”


Kaynak
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen Türk-Kan » Cum Mar 13, 2009 11:07

antalyalim yazdı:Eveett, nasil bir Egitim Sistemi'ne sahip oldugumuz, eski Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Prof. Necat Birinci sayesinde tekrar aciga cikiyor. Bravo :alkis:
Atatürk Samsuna giderken kacarak gitmedi. Bunu iddia eden zihniyeti anlamak mümkün degil.
Gercek amacini gizlemek zorundaydi belki, zaten söyleseydi ne olacagini hepimiz biliyoruz.

2 tane Mercedes, 3 Ferrrrrari, 1 tane de cep telefonu vardi...
Allahim sen sabir ver yarabbim...
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

İletigönderen maydonos » Cum Mar 13, 2009 14:49

Bu yonetim oldugu surece bu surecte her sey normal.yumurtadan kil dahi cikabilir.
Atatürk’e hakaret suç değil
Milli Eğitim Bakanlığı okullarında Atatürke hakaret eden öğretmen ceza almıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı okullarında “mevlit okutulması, Kuran kursu düzenlenmesi”nden, “Atatürk’e saygı duruşunda bulunmak zorunda değiliz” diyen öğretmenlere kadar çok sayıda haber ve bilgi kamuoyuna yansırken Bakan Çelik, 2003 yılından bu yana, “Atatürk’e hakaretten” meslekten ihraç ve açığa alınan personel olmadığını açıkladı.

CHP Denizli Milletvekili Ali Rıza Ertemür, Denizli Valiliği’nin oluru ile “Padişahlık gerçek cumhuriyet rejimidir, padişahlık rejimi diğer sistemlerin hepsinden adaletlidir” bilgisinin yer aldığı notları dağıtan Denizli Hürriyet İlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni Salih Pehlivan hakkında hangi işlemlerin yapıldığını bir soru önergesiyle TBMM’ye taşıdı.

Önergeye yanıt veren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, soruşturma raporunda öğretmen Pehlivan’ın “Karı dövmenin uygun olduğunu” söylediğinin belirtildiğine dikkat çekti. Ancak Çelik, bu kişinin “Cumhuriyet düşmanı, laiklik karşıtı olduğu ve öğrencilerin beynini yıkadığı” iddialarının asılsız olduğunun ifade edildiğini bildirdi.

Okul müdürlüğünün, Pehlivan’ın padişahlığı öven “sistemler” başlığı altındaki yazılı dokümanları öğrencilere dağıttığının doğruladığını anlatan Çelik, şu görüşlere yer verdi:

“Soruşturma sonucu düzenlenen rapordan, öğrencilere dağıtılmış olan ders notları ve vermiş olduğu ödevlerin 8. sınıf TC İnkılap Tarihi müfredatında bulunmadığı anlaşılmaktadır.”

Ancak Çelik’in, adli yönden soruşturma izni verip vermediği konusunda herhangi bir bilgi vermemesi dikkat çekti.

Çelik, Ertemür’ün “Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve devrimlerine karşı açtığı eylemleri nedeniyle hakkında soruşturma açılan veya meslekten atılan öğretmen olup olmadığı” yönündeki sorusu üzerine de 2003 yılından bugüne kadar Atatürk aleyhine disiplin suçu işledikleri iddiasıyla toplam 11 inceleme-soruşturma yapıldığını kaydetti. Çelik, “Bu soruşturmalar sonucunda bakanlık müfettişlerince açığa alınan veya meslekten ihraç cezası teklif edilen personel bulunmamaktadır” itirafında bulundu.

60 imam hatipli müdür

Çelik’in, Ertemür’ün “imam hatip lisesi” çıkışlı milli eğitim müdürü sayısına ilişkin sorusunu yanıtlarken de “imam hatip lisesi mezunu” ifadesi yerine “din kültürü ve ahlak bilgisi alanı mezunu” ifadesini kullanması dikkat çekti. Çelik, iktidarları döneminde 56’sı il milli eğitim müdürü, 473’ü ilçe milli eğitim müdürü olmak üzere toplam 529 yönetici ataması yapıldığını kaydetti. Çelik, atanan 529 yöneticiden 5’inin il, 55’inin ise ilçe milli eğitim müdürü olmak üzere toplam 60’ının “din kültürü ve ahlak bilgisi alanı mezunu” olduğunu belirtti. Ancak MEB’deki birçok atama yargıda olduğu için milli eğitim müdürlüklerinin büyük bölümünün “vekâleten” yürütüldüğüne dikkat çekiliyor.

AYŞE SAYIN / Cumhuriyet
Resim


Ne MuTLu TüRkÜm DiYeNe
Kullanıcı küçük betizi
maydonos
Üye
Üye
 
İletiler: 1651
Kayıt: Çrş Haz 04, 2008 1:53

İletigönderen kut » Cum Mar 13, 2009 15:54

Tarihte 2.Abdülhamid'le zirve yapan ve İttihat ve Terâkki'ye karşı bir güç olarak kullanılan İngiliz yani bugünkü emperyalizm ya da Amerikan muhafazasına girme eğilimlerini anlamadan hiç bir şeyi anlamak mümkün olmuyor. 93 Harbi'nde artık İstanbul'a dayanan Slav kuvvetlerinin İngiliz gözdağı ile durdurulması ile Abdülhamit artık bu hizaya gelmiştir ya da getirilmiştir diyebiliriz.

Nitekim İngiliz müttefikliğini her zaman İttihadçılara (Terâkki) bir baskı olarak da kullanmasını bilmiştir. 2.Abdülhamid'in himayesinde büyüyen Vahdettin de her zaman bu dünya görüşünü savunmuştur. Zira onlara göre ülkenin refah ve devamının tek yolu İngiliz ve Batı ittifakları ile dostça yaşamaktan geçmektedir. Sultan Vahdeddin'in bu düşünceler ışığında, daha tahta çıkmadan, Hareket Ordusu tarafından başarısız kılınan 31 Mart Ayaklanması ve darbe girişiminin ana mimarı İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti üyesi olması da bu sebeptendir.

İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin programı da tamamen İngiliz ve Rus karşıtı milliyetçi İttihad ve Terâkki ve benzerlerinin bertaraf edilerek, emperyalist devletlerin güdümünde ve onların desteği ile hareket eden bir Osmanlı yönetimi kurmaktır.
Zaten 1. Dünya Savaşı'nda Şam ve Filistin cephelerindeki mağlubiyetler sonucu oluşan kamuoyu ile çözülmeye başlayan İttihad ve Terakki'nin yerine yıldırım hızı ile bu düşünce sahiplerinin "her şey çok daha güzel olacak" fikri hakim olmuş ve eski İttihadı Muhammedi ve Ahrârcılar yönetimi ellerine geçirmişlerdir. Bu kadroları yerleştirenlerden birisi de Sultan Vahdeddin'dir. Zira 1918 temmuzunda rahmetli olan Sultan Mehmet Reşad'ın yerine tahta çıkan Sultan Vahdeddin alelacele savaşı bitirip tekrar Emperyalistlerle olan ilişkileri düzenleme arayışlarına girmiştir. Bu sebeplerle Irak'ta, Azerbaycan'da zafer kazanmış, Çanakkale'de düşmanı püskürtmüş ve yenildiği Filistin Cephesi'nde dahi 1. ve 2. Gazze savaşlarında İngilizleri mağlup etmiş, hâlâ Musul'un güneyinde, Kafkasya'da ve birçok stratejik noktada dimdik ayakta duran kontrollü şekilde çarpışmalarını sürdüren, asla ve asla yenilip dağıtılıp yok edilememiş orduları olmasına rağmen Vahdeddin ve yandaşlarının baskıları ile (bunun içinde o zamanın "basın" ve ajan faaliyetleri ile bu Avrupa işbirlikçilerinin kurduğu Avro-İslamik derneklerinde müthiş baskılarıyla) barış için hazır olduğumuz ilan edilerek, 30 Ekim 1918 akşamı Mondros'da barış imzalanmıştır.

Bu barış ile Sultan Vahdeddin, onun gibi emperyalizm yanlıları ve Avro-İslami dernekler memlekette sanki zafer kazanılmış gibi bir hava estirmişlerdir, hattâ bundan sevinç duyulmuştur. Bu hava o zamanın gazetelerinde de açıkca görülür.
Zira onlar için en büyük düşman ne Emperyalizm, ne de bir başkasıdır. Onlar için en büyük düşman milliyetçiler ve İttihâd ve Terakki mensuplarıdır. Daha anlaşmanın üzerinden bir ay geçmeden memlekette başlayan işgâl -ki savaşta yapılamamıştı- Vahdeddin ve aynı görüştekileri üzmemiş, aksine hükümet işgâlci kuvvetlerle beraber bu sefer İttihatçılar ve milliyetçiler teker teker yakalanıp hapse atılmaya, yargılanmaya ve hattâ asılmaya başlanmıştır. Halkı kendi aleyhlerine döndüreceklerinden kuşkulandıkları tüm insanları işgâl kuvvetleri ile birlikte toparlayarak (aydın, asker, devlet adamı, hukukçu, yazar v.b.) Malta'ya sürdürmüşlerdir.

Bundan sonra artık rahat bir nefes alan Vahdeddin yönetimi artık İngiliz yönetimi ile beraber onların öngördükleri şekilde iktidar ve icraatlarına başlayabileceklerdir. Artık tüm tehditler ortadan kalkmıştır. Onlara göre memleketi işgal eden kuvvetler asla işgal kuvveti değildir. Gerçekten de bu kuvvetler onların yabancısı olduğu değil, aksine senelerce öncesinden fikir birliği edilen dış dost ülkelerin kuvvetleridir ve onların sayesinde tüm ülkede kendi otoritelerini artık kalıcı olarak kurmanın zamanı gelmiştir. Artık yapılacak tek şey savaşta dağıtılamamış orduların kontrol altına alınmasıdır. Zira o devirde savaşan neredeyse bütün komutanlar İttihatçı'dır. Hâlâ işgâl kuvvetlerine çatlak sesler çıkarıp "zararlı" faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu komutanlardan bir kısmı türlü entirika ve tuzaklarla yakalanır. Bir kısmı ise hâlâ görevlerinin başındadır.

Vahdeddin aynı zamanda tipik İngiliz düşünce ve sistemini benimsemiş birisidir. Yavaş yavaş yine ortalığı bulandırmaya başlayan İttihatçı ve vatanseverleri yine onların silahlarıyla vurmayı düşünebilecek de kurnaz birisidir. Zira Rauf Orbay'ı bu şekilde kullanmıştır. Orbay'ın da İttihadçı olmasına rağmen akılcı olduğunu ve İttihadçilerle bazı açık fikir anlaşmazlıkları olduğunu anlamış, ona önce İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı vermiş, daha sonra da ne olur ne olmaz diyerek Malta sürgünleri kervanına Rauf Orbay'ı da katmıştır. Bu yöntem ona biraz da ağabeyi "Sultan 2. Abdülhamid"den kalmadır. O da her ne kadar yıllar boyu kanlı bıçaklı ve darbeli suikastlı olarak İttihadçılarla savaşmış olsa da bir çok yer ve alanda İttihadçı aydınları kullanmış ve faydalanmıştır.

İstanbul'da bulunan ve İstanbul'a getirilebilen asi oluşum ve komutanların gereği yapılmıştır. Ama Anadoludakiler açıkca tehdit olmaya devam etmektedirler. Bunlara yapılabilecek askerî bir müdahale çok risklidir. Böyle bir müdahale teklifi, hükümeti iç savaş çıkartıcı olarak kamuoyunda gözden düşecektir. Zira işgâllere karşı millet yavaş yavaş uyanmaya başlamıştır. Zor da olsa o dönemin kamuoyu oluşturma gücü sahibi Avro-islami dernekler ve basın aracılığı ile tansiyon düşürülmeye çalışılmaktadır. Ama bir de kardeş kanı akmaya başlarsa bu sefer ciddi anlamda isyanlar baş gösterebilir. Bir başka olumsuzlukta artık bu emperyalist devletlerle cephe cephe savaşmış bu yetenekli komutanları devirebilmenin güçlüğüdür. İşgâl kuvvetlerinden yararlanmak fikri de, yine hayli zor oluşturulan kamuoyunu, müttefik işgâlci emperyalistler ve Sultan Vahdeddin ve hükümeti aleyhine çevirebilir. Yine bu asi komutan ve orduları en kolay etkisiz kılma yollarından biri olarak onlardan olan fakat onların düşüncelerinde bazı ayrılıkları olan, herkesin güvenebileceği birini bulmak gerekmektedir. Bu düşüncelerle Sultan ve hükümetince bir "adam" arayışı başlar.

İşte Mustafa Kemâl tam bu iş için biçilmiş kaftandır. Gazi'nin İttihadçılarla olan fikir ayrılıkları da bilinmektedir. Aynen Orbay gibi onu da, tipik İngiliz taktikleri ile (harbiye nazırlığı teklifi v.b.) kandırarak, onun aracılığı ile bu asileri etkisiz kılmak için iknâ edebileceğini düşünmektedir. Hem Yeni hükümet adına Mustafa Kemâl gibi doğruluğu ve vatanseverliği su götürmez bir insanı karşılarında görecek olan asi eski İttihadçı ve vatansever oluşumlar-komutanlar bu sayede yelkenleri suya indirebileceklerdir. Daha sonrası zaten çorap söküğü gibi gelecektir. Hemen kendisine Ordu Müfettişliği görevi verilerek orduların hizaya çekilmesi ve işgalci devlet kararlarının uygulanması ve uygulatılması vazifesi tevdii edilir.

Hesap edilemeyen bir şey vardır. O da Mustafa Kemâl'in idealist karakteri, malda-mülkte olmayan gözü ve vatanseverliği...

Bir İttihadçı olan Mustafa Kemâl ise o zaman Malta'ya sürülecek aydın ve komutanlarla son kez İngilizlerin kontrolündeki "Bekirağa Bölüğü" zindanlarında görüşür. Ve yavaş yavaş hatları ortaya çıkmış olan Millî Mücadele'yi kendi müthiş komuta ve örgütlemesine almak üzere yola çıkar. O asıl plan ve programları ileride cumhuriyeti beraber kuracağı dava arkadaşları ile yapmıştır bile. Samsun'a çıktıktan sonra ortaya çıkan Mustafa Kemâl'in bu program ve faaliyetleri İstanbul'da deprem yaratır. Artık Millî Mücadele'nin fitili ateşlenmiştir.

Bütün bunlara rağmen Vahdettin'i Kurtuluş Savaşı'nın mimarı olarak ananları o "nurani" ve kırmızı yanaklarından öpüyorum. Ha bir de Sultan Vahdeddin'in üyesi olduğu İttihad ve Terakki'ye karşı kurulan ve 31 Mart Başarısız darbesinin mimarı, İngilizci "İttihad-i Muhammedi" derneğinin üyelerinden biri de Said-i Nurs-i'dir.

Bu mücadele herhalde hiç bitmeyecek.
Kullanıcı küçük betizi
kut
Üye
Üye
 
İletiler: 45
Kayıt: Cum Şub 20, 2009 23:50

İletigönderen Urumchi » Cum Mar 13, 2009 18:05

Kut arkadasim , tarihi sureci guzel aciklamis , ama bana sorarsaniz Vahdettin sadece zavalli bir adamdi , ne Osmanli'yi yonetecek bir yetenegi ne de vizyonu vardi .. Boyle tarihi buyuk bir milletin basina padisah olarak gecme serefine ereceksin sonrada , Ingilizlerle bin tane dumen cevireceksin sirf saltanat gitmesin diye . En sonunda da hic utanmadan ingiliz gemisi ile kacacaksin .. Bu sozde Dincilerin hala bu vahdettini kahraman yapma hastaligi midemi bulandiriyor . Zavalli biriydi , zaten biraz yurekli olsaydi Ingiliz gemisi ile kacmaz , gerekiyorsa olurdu .

Osmanli'yi seven birisi olarak soyluyorum .. Vahdettin bir yuz karasidir, Ataturk olmasaydi ... Bu topraklarda yasayanlarin cogu utanarak soyluyorum babasini tanimiyor olabilirdi. Herseyden once Yuce Ataturk Turk milletinin namusunu kurtardi .
Gazi Pasa'nin arkasindan atanlar , obur dunyada nasil hesap verecekler !!!!!!
Ama bilmedikleri bir şey var! Güneşin neden bu kadar parlak olduğunu hâlâ bilemiyor bilim adamları! Rüzgarın meteorolojinin konusu olduğunu sanıyor bu adamlar, rüzgarın Tanrı'nın soluğu nefesi olduğunu unutmuş, bu adamlar! O kaskatı, sert, çelik silahlarıyla, hala iyilikten, adaletten bahseden Allah'ın çocuklarını ve Allah'ı öldürmeye yemin etmişler! Yer, gök, doğu, batı, uygarlıkları, bilim adamları... Görecekler, ilahiler mi deliyor bu gök kubbeleri, atom bombaları mı?
Kullanıcı küçük betizi
Urumchi
Üye
Üye
 
İletiler: 259
Kayıt: Çrş Şub 25, 2009 17:46

İletigönderen abosgal » Cum Mar 13, 2009 18:51

bunların hainlik anlayışı nın ölçüsü nedir acaba yani bunlaara önce sormak gerekir bir devlete bir millete nasıl ihanet edilir bu şahıslar ihanetin ne olduğunu tam olarak bilememekte yahut işlerine geldiği gibi konuşmaktalar bunlar damat feriti de 100 yılın adamı seçerler bu gidişle....
Kullanıcı küçük betizi
abosgal
Üye
Üye
 
İletiler: 22
Kayıt: Sal Oca 29, 2008 15:15

İletigönderen receylan » Cum Mar 13, 2009 22:09

öncelikle şu en güvenilir tarihçi [!] yılmaz öztuna'nın tarih ilmi nedir...her nasılsa 65li yıllarda hayat tarih mecmuasında zuhur eylemiş bilahare cep kitabı boyutunda yine hayat mecmuası yayınlarından reklamlarla şişirilip piyasaya sürülmüş 12 kitaplık bir türkiye tarihi karalamış ki bilahare biraz daha sayfalar çoğaltılarak ötüken yayınlarından yayımlanmıştır ardından milli eğitim bakanlığına kakalanarak bakanlık yayınlarından çıkarılmış musuki ansiklopedisinin yazarı gözüken tahsil durumu bile daha o tarihlerde tartışmalı bir zattır...aydınlar ocağı sağ olsun sayesinde bir yerlere getirilmiştir...şimdi bu zatın nesine en günenilir derim...diyenler de zaten körler sağırlar birbirini ağırlar takımıdır...yavuz bülent bakiler ise şairdir[!] ama...nazım hikmet!in uçkuruyla uğraştığı yazılarıyla alkış toplayan bir şairdir...sonuç olarak al birini vur ötekine...havlasınlar havlasınlar ki kemikleri bol olsun...
Kullanıcı küçük betizi
receylan
Üye
Üye
 
İletiler: 398
Kayıt: Çrş Eyl 26, 2007 5:15

İletigönderen kut » Cmt Mar 14, 2009 14:36

Ali Kemal'in "Şehit" sayıldığı bir ülkede , Sultan Vahdeddin'in de "Milli Mücadele Kahramanı" sayılması gayet normaldir.
Kullanıcı küçük betizi
kut
Üye
Üye
 
İletiler: 45
Kayıt: Cum Şub 20, 2009 23:50


Şu dizine dön: Mustafa Kemâl ATATÜRK

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x