BİZİM “DENİZ”

BİZİM “DENİZ”

İletigönderen Feza Tiryaki » Cum Oca 18, 2019 21:50

BİZİM “DENİZ”

Değerli, eli kalem tutan, özgün yazılarıyla tanınan yaş yaşamış, bir "koca" kişi ölüyor. Öyle aniden de değil, bir hastalık süreci yaşayarak, dostlarıyla bunları paylaşarak. Aile, sosyal ağlardaki sayfasını kapatmamış. Denir ya, kalbimizde yaşıyor, öyle. Aradan kaç yıl geçiyor. Birkaç gün önce, doğum gününde, yüzlerce sayfa arkadaşından biri şöyle bir ileti göndermiş ona:

“Merhaba. Hayırlı sabahlar. Günaydın. Sağlıklı, huzurlu ve mutlu nice senelere.”

Öte yanda bu sanal sistem, robot gibi görevde, neyi ne zaman nasıl paylaştığını bilen, insanları gözlemleyen, bazı paylaşımları nedeniyle onları cezalandıran, ara ara uzaklaştırma cezası bile veren bu sistem, alay edercesine aynı ölmüş kişinin, biriyle arkadaşlığını kutlamış; atlı karınca gibi dönüyor adlar, etrafta balonlar:

“Mustafa ve TC Mehmet Salih Facebook'taki 5 yıllık arkadaşlıklarını kutluyor!”

Yine, “sanal” arkadaş Şerafettin, sistemin buyurmasıyla, tanımadığı, ilgilenmediği, yaşayıp yaşamadığını bile bilmediği, yıllar önce ölmüş kişiye, tutmuş, hiç utanıp sıkılmadan doğum günü kutlaması yazmış:

“Mehmet kardeş, mutlu, umutlu, sağlık içinde uzun ömürler dilerim.”
*

İşte, böyle bir yer sanal alem dedikleri yer. Sosyal iletişim siteleri, moda deyimle “sosyal medya”. Sanalda yaşıyorsun, ölsen de kalsan da bir, ha varsın, ha yoksun; ha karşındakini tanımışsın, ha tanımamışsın... Hepsi bir dokunuşa bakar. Sildiler mi seni, tamam. Ortada tozun bile kalmaz. Bir yerde on yıldır yazı yazarsın, tüm yazdıkların orada toplanmıştır, doğal arşivindir, orası bir bakıma senin ikinci yüzündür, evindir; günlerden bir gün, hepsi bir “tık”la yitip gider, silmişlerdir orayı birileri, yenilenmiştir (?) ora, ara ki bulasın o emeklerini, birikimlerini...

Bizim Deniz’i, Deniz Kaçağan’ı işte bu sanal dünyada tanıdım. 2013 yılında, üç dört yıldır hiç aksatmadan sosyal iletişimde yazılar yazdığım bir dönemde...

Yüz yüze gelmedik, tanışmadık, görüşmedik. Birbirimizin özyaşam öyküsünü bilmeyiz. Geçmişimizi, başımıza gelenleri, bizi biz eden yakın çevremizi tanımıyoruz. Akran deseniz, hiç değiliz, o, genç bir fidan. Nasıl mı tanıştık? Yazdıklarımızla. Aynı ortak değerler, aynı yurt – ulus – Atatürk sevgisi, aynı yerden bakan gönül gözümüz... Bunca yaş, kaç kuşak farkına karşı, olanı biteni ufak tefek farklarla aynı gözle yorumlamamız, aynı şeyleri düşünmemiz şaşırtıcıydı... Karşılıklı sonsuz güvenle birlikte...

Kimlerden ihanet görürken, kimler bize yüz çevirirken, kimler, kimin uğruna yollarını ayırıp ardına bakmadan giderken... Emeklerimiz ziyan olup yiterken, yüreğimiz kanarken...

Deniz Kaçağan hep aynı Deniz’di. Aynı sevecen yürek, yolundan sapmayan, kanmayan, inandığını yazan, dirençli bir genç.

O gencecik delikanlı, birazcık gövdesi, bazen elleri de görünen yüz resimlerinden çıkardığım kadarıyla, yatağa bağımlı, bedensel engelli bir gençti. Çocuk felci mi geçirmişti, doğuştan “cam kemik” hastası mıydı, nesi vardı bilmiyorum. Kırar incitir miyim özeline karışırsam diye hiç sormadım, o da bundan söz etmezdi, en küçük bir şikayetini, sızlanmasını, iç dökmesini bilen varsa desin... Konumuz ülkemizin sorunlarıydı. En baş konusu “hurafeciler” diye nitelediği “gericiler- dinciler” ve onların açık - gizli ortağı bölücülerdi.

Arkadaşı, Fidan Korkmaz bulup çıkarmış yenice bu özdeyiş niteliğindeki sözünü günışığına:

"Oku, anla, öğren bilgiyle belgeyle düşün; kanıt olmadan benimseme, kanıt olmadan benimsetme!"

“Ne yapıyorsunuz, okuyor musunuz?” sorumu yine derviş bilgeliğiyle yanıtlamıştı bir gün. Senli benli, içten, konuşur gibi yazardı. Küçüğe, büyüğe, herkeseydi yanıtı:

“Okuyorum, ancak fazla da okunacak birşey yok. Okuduklarımız gerçek değil, okurken bu kişi bu yalanı neden yazdı diye okuyorum. Yani okumalar artık bilgilenme değil oyunlar gibi olmalı bilinçliler için. Sana önerim ben dahil kimseye güvenme. ATATÜRK dışında güvenilecek biri yok. Kim olursa olsun ATATÜRK'ü yorumlayanları değil, sadece ATATÜRK'ün bizzat kendi elleriyle yazdıklarını okuyup esas almalıyız. Ölçü, değer, ATATÜRK'tür...”

Yazıları büyük bir araştırmanın, çok çok okumanın ürünleriydi. Her yazısının altında kaynakçası, onlarca kaynak taranmış...

Anayasa için şu yazdıklarını kim yadsıyabilir?

“Evrensel anayasa hukuku bilimine göre, bir metnin anayasa olabilmesi için, içeriğinde işleyiş olarak kuvvetler ayrılığının mutlaka bulunması gerekir. Tersinden yazarsak, içinde kuvvetler ayrılığı bulunmayan metin, adı anayasa olsa bile kağıt parçasından başka bir şey değildir. Yani evrensel anayasa hukuku bilimine göre; işleyiş itibariyle içinde kuvvetler ayrılığı bulunmayan metin hukuken yok hükmündedir. Bilindiği gibi kuvvetler ayrılığı; farklı işlerin farklı kurumlar ve yetkililer tarafından yapılmasını gerektirmekle birlikte; farklı işleri yapacak yetkililerin; farklı kurumlar tarafından atanmasını da gerektirir. Yani farklı işleri, farklı yetkililerin yapması kuvvetler ayrılığını var etmez. Farklı işleri yapan yetkililer, aynı kişi tarafından atanıyorsa, orada kuvvetler ayrılığından ve dolayısıyla anayasa varlığından söz edilemez...”

Bu durumda kalındığında önerdikleri:

“Mücadele şekline gelince; farklı birçok mücadele şekli olabileceği gibi, yazı yazmak da bir mücadele şeklidir. Ancak, siyaset, yazı yazma, düşünce açıklama, aklın, bilimin hukukun olduğu gelişmiş toplumlarda en gerekli temel mücadele şekillerinden bazılarıdır. Aklın, bilimin, hukukun olmadığı; asimetrik, düzensiz, keyfi toplumlarda, siyaset, yazı yazma ve düşünce açıklama mücadele şekli olamaz. Bunda ısrar edilirse sonu hezimet ve hüsrandır. Ortamın şartları neyse; o şartlara karşı aynı türde karşılık verilmelidir...”

Bu nedenle olmalı, o akıl almaz Anayasa halk oylamasından sonra pek yazı yazmadı bir daha. Sorduğumuzda dedikleri:

“... inanın söyleyecek yeni birşey yok. Tarihsel süreklilik ilkesi gereği herşey birbirinin devamı. Deşifre olması gerekenler çoktan deşifre oldu. Senin gibi bilmesi gerekenler, zaten bilinmesi gerekenleri biliyorlar. Tüm bu olanlardan hâlen birşey öğrenemeyenlerin bundan sonra öğrenebileceğini varsaymak gerçekçi olmayan iyimserliktir...”


En son, Ekim ayında kitaplar üzerine bilgiağında yazarak tartıştık. Bu, bir anda yazıverdikleri, kendi yazımıyla, okullarda okutulacak ders niteliğinde:

“Biliyorsunuz, Peyami SAFA Alman hayranıydı. Yani siyasi görüşleri yer yer yanlışlar barındırıyor. Ancak, 9. Hariciye Koğuşu adlı romanında, dizinden hasta delikanlının, sevgilisi ve başka yakınlarıyla yemekte yabancı dükkan adlarıyla ilgili bir tartışması var, romandaki o kısım günümüzde halen geçerli. Reşat Nuri GÜNTEKİN'in gökyüzü adlı romanında, okuma yazma bilen bir Balkan Türk'ü, çok kitap okuyor. Bu adam fakir ve evi izbe. Kasabada yaşıyor. Kasabada, mühendis, doktor, öğretmen var. Bunlar ruhların çağrılabileceğine inanıyorlar. Güya ruhlar en iyi bu adamın izbe evine gelirmiş. Adama evinde ruh çağırmak istediklerini söylüyorlar, adam bu tür hurafelere inanmıyor ama onları kırmak istemediği için izin veriyor. Böylece, Reşat Nuri GÜNTEKİN, gökyüzü adlı romanında, doktor, mühendis ve öğretmenlerin ne kadar geri kafalı olduklarını alaycı bir dille yazıyor - ki bence tamamen haklı. Bir de Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU'nun yaban romanı var. Bence bu üç romanı okutmalıyız... (28. 11. 2018)

Olmazsa olmazı bölücülüğe karşı çıkmaktı, bunun için deneme testi şuydu:

“Günümüzde şöyle anlıyorum kimin zararlı olduğunu; “kürt” hareketi, “kürt” seçmeni, “kürt” siyaseti, “kürt” halkı, “kürt” bir etnisitedir, “kürt” kardeşlerimiz, “kürt” vatandaşlarımız, “kürdümüz” diyen kim varsa bizden değil ve bize karşıdır.

Bu ifadelerden birini kullanan benim için biter.”

Bizim görmediğimiz, boş verdiğimiz incelikleri anında sezer, eleştirirdi, yıl 2015, izlediği bir TV yayını sonrası tartışırken yazdıkları:

“Çok sık yapılan yanlışlardan birisi de: "Kendi halkını bile öldüren, terör örgütü PKK" denmesidir. Böyle bir halk olmadığı gibi, böyle bir ifadenin kullanılması, vatandaşlarımızın bazılarının temsiliyetini PKK'ya vererek onu halk temsilcisi konumuna yükseltmek olur. Programa ben de az baktım ve KOCASAKAL'ın, “Kendi halkını bile öldüren terör örgütü” ifadesine rastlayınca kapattım...”

Bu da bir uyarısı:

“Misyoner (görevli) okulu Galatasaray mezunlarına da dikkat etmeli. İlber falan hepsi hikaye...”

Bu değerli düşüncelerin, okuma – araştırma- yorumlama yeteneğinin, katıksız vatan sevgisinin nasıl geliştiğini, kendini nasıl yetiştirdiğini, içinde bulunduğu şartları düşünürsek anlamak güç. Kim yardımcı olmuş, hangi kitaplar yolunu açmış, öğretmenleri kimlermiş, oturamadan, yatar durumda nasıl yazarmış, bilmiyoruz, aklımıza bile gelmedi ne yazık ki, bunları o yaşarken irdelemek, öğrenmek, eğer gerekiyorsa yardımcı olmak...

Onu tanıdığını söyleyen bir arkadaşının (Ayşe Sayarer) arkasından dediklerine şaşırmadım:

“Deniz bu ülkede değil de, örneğin Norveç’te yaşasaydı, inanın bana ikinci Stephen Hawking olurdu.”

Deniz’i tanımlaması:

“Kendi kendini yetiştirmiş, araştıran, düşünen, yazan gerçek bir dahiydi.”

*

İnsanoğlu böyle işte. Birini yitirince değerini anlayacak, keşkelerle uğraşacak. Deniz Kaçağan üç gün önce yaşamını yitirmiş. Yalan, doğru değil denmesini bekliyor gönül bu sırasız gidişin. İnanamıyor. Keşkeleri sıralıyorsun ardı ardına...

Değeri bilinen, yaşadığı yerde yere göğe konamayan biri olmalıydı “Deniz Kaçağan.” Bu beyne, bu dehaya az gelen bedeninden, durumundan şikayet etmezmiş. Tek korkusu yaşlanmak, yaşlanınca çekeceği güçlüklermiş.

Yazılarını okurken, yaş – konum ayrımı kalmaz, “Deniz” büyürdü; değerli aydın, işadamı Erkan Durusoy’un Deniz’in arkasından yazdıkları:

“Yaşama bağlılığıyla şahsen bana da güç veriyordu; yazdıklarını okumaktan mutluluk duyardım.”

Gazili Müzik öğretmeni İlhan Aydemir, Deniz’in sonsuzluğa göçüşünü, ünlü bir sagumuz (ölünün ardından söylenen şiir) ile karşılamış:

“Alp Er Tunga öldü mü ?/ Issız acun (dünya sahipsiz ) kaldı mı? / Ödlek (korkak) öcün aldı mı? / İmdi (şimdi)yürek yırtılır.”

Antalya’dan Sibel Ersoy, Deniz’e şöyle sesleniyor acı haberi ona ulaşınca:

“Vatansever, Türkçü, Kemalist adam gibi adam bir büyük beyin idin... Kolay yetişmeyen beyinlerden idin... Ülkem için, benim için, buradaki vatansever yürekler için ne büyük kayıp. Huzur içinde uyu can dost...”

Arkadaşı Oğuzhan’ın Deniz’in ardından dedikleri:

“Fikirleri aydınlık ve yol gösterici olmuştur hep.” Deniz’e seslenmesi: “Senin gibi güzel düşünen insanlar zor yetişiyor bu ülkede.” Bu dediği de hepimizin ortak kanısı:

“Yaşayamadığın bu dünyaya, bu hayata imzanı atarak gittin.”

Öğretmen arkadaşımız Neşe Hızal şimdi Trabzon’da, Deniz’in izini sürüyor. Bulursa hepimiz adına Deniz’e gidecek, sevgilerimizi, duyduğumuz acıyı, özlemi ona söyleyecek, bir demet çiçek bırakacak tazecik toprağına...

Yıllardır yazdığı yazıları, az buz değil, benim diyen yazarın bile başaramadığı bir sayıda -on beş bin- izleyeni olan kendisinin kurduğu “Oku” sayfası, video haber arşivi, Deniz’in arkasından kalanlar... Değerini hiç yitirmeyecek değerli yazılarını okutmak da sevenlerinin görevi bundan böyle...

Adı, ünü büyük hiç kimsenin anmadığı, bilmezden duymazdan geldiği Deniz...

Bizim Deniz’imiz...

14 Ocak’ta, Trabzon’da, Camili Mahalle Muhtarlığı’nda, “Rahmetli Nejmettin abinin oğlu Ahmet kardeşimiz Allah’ın rahmetine kavuşmuştur ailesine yakınlarına sabırlar diliyorum.” duyurusuyla Deniz’in yüzünü tanımasak onun için olduğuna inanamayacağız bir başsağlığı sayfası açılmış. Deniz Kaçağan’ı, güler yüzü, delici, meraklı bakışlarıyla tanıdığımız genç yazarı, Deniz’in yaşarken hiç kullanmadığı türde bir resimle, bedensel engelli olduğunu göze sokan, engelini öne çıkaran bir resimle, onun küçücük bedenini bir örtü altında bebekmiş gibi gösteren, başında çömelip, ayakta durulup gülerek poz verilen bir resimle burada paylaşmaları da ikinci kez yaktı içimizi. Böyle bir görüntüyü görmemizi isteseydi yaşarken yayardı, kendine acındırırdı, düşmanlarını sevindirirdi Deniz. Bedensel engelli dahilerin engeli öne çıkarılmaz, örneğin Stephen Hawking, bilirsiniz hep aynı şekilde, aynı giyimle, aynı duruşla resimlerini yaydırırdı. Onu bir yatakta, elsiz ayaksız gördünüz mü? Sonra, o duyurunun altına yazılan yetmiş dokuz baş sağlığı mesajı da hep aynı kalıplaşmış dinsel sözlerle. Yöreden bir kişi olsun çıkıp da, onun kaleminden, araştırmacı yönünden, korkusuz muhalifliğinden, bilgilendirici yazılarından, üstün kişiliğinden söz etmemiş.

Arkadaşı Ayşe Sayarer’in dediği gibi:

“Deniz gibi insanlar bu dünya için fazla lükstür.
Misyonlarını tamamlar ve usulca giderler...”

Feza Tiryaki, 17 Ocak 2019

http://www.dunya48.com/…/9455-deniz-kacagan-bunlar-oldu-hab…
https://www.turkiyedehaber.com/kose-ya…/…/deniz-kacagan.html
http://www.tchaber.org/yazar/deniz-kacagan.html
http://www.turkhaberservisi.com/yazar/deniz-kacagan/
http://www.turkhaberservisi.com/…/anayasa-degisikligine…/73/
https://www.facebook.com/oku.davet.et/ (video arşivi burada)
Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, gülümsüyor, yakın çekim
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 987
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x