BİZİM YERİMİZE HAYVANLAR KONUŞSUN

BİZİM YERİMİZE HAYVANLAR KONUŞSUN

İletigönderen Feza Tiryaki » Prş Tem 17, 2014 22:13

BİZİM YERİMİZE HAYVANLAR KONUŞSUN


Eşek, Koyun, Keçi

Köylünün biri, bir gün, eşeğini, koyununu, keçisini arabaya yüklemiş, kentin yolunu tutmuş.

Eşek durumu anlamış. Tehlikeyi sezmiş. Çifte atıyor, bağırıyor, ortalığı
yıkıyormuş. Anırtısı dağı taşı tutarmış. Koyun da keçi de sessizmiş. Bakıyorlarmış şaşkın şaşkın eşeğe. Bu bağırtı, feryat figan ne diye. Gezmeye gidecekleri için mutluymuşlar bile.

Köylü kızmış eşeğe: “Ne bağırıp duruyorsun öyle. Kes sesini, kafamı şişirme! Arkadaşlarından örnek al. Sen de öyle akıllı ol! Şu koyuna, şu keçiye bir bak. Sesleri çıkıyor mu?”

Eşek: “Onlar mı akıllı? ” demiş. “Akıllı olsaydılar başlarına geleceği bilirlerdi. Onları gezdirmeye götürüyorsun sanıyorlar. Sanki gittikleri yerde tüyleri kırkılacak, sütleri sağılacak! Olmayacak düşler kurup avunuyor salaklar. Benim ne kılım, ne yünüm var işe yarayacak, ne sağılmaya sütüm. Gücüm de kalmadı eskisi gibi iş görecek. Belli, oradaki kasap, elinde bıçak, benim de, keçinin de, koyunun da canına kıyacak. Elveda hayat!” demiş.

Akıl olmayınca ne yapsın sakal? Tatsız aşa su neylesin, akılsız başa söz neylesin? Hem eşek akıllı olmuş da ne olmuş? Ne yapmış dövünmekten başka?

Akıllı olup, yalnızca ah vah edip dövünmektense, akılsız olup bel bel bakmak, başına geleni anlamadan, işin sonunu göremeden paşa paşa ölüme gitmek daha iyi değil midir? Dövünmek sorunu çözer mi?

İşte bize, Sevr’in yıldönümünde (10 Ağustos 1920), Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün yırtıp parça parça ettiği, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan’la, tarihin çöplüğüne attığı bu antlaşmanın yıldönümünde, özellikle seçilen bu günde yaptıracakları seçimle, tek seçenek bıraktılar. Bölücülüğü desteklemek. Sevr’i yeniden yürürlüğe koymak…

Kendi bacağına kurşun sıkmak. Kendi ölüm buyruğunu kendi elinle onaylamak:

“ Bölücülerin sözcüsü Siyasi İslam’ı seçmek, Atatürk Cumhuriyeti’nden iyice uzaklaşmak.”

Bölücü kanlıyı temsil edeni de, bu arada devletine baş seçilmeye aday olacak kadar adamdan saydırmak. Bu anlayışın suçlarını bağışlayacaksın, devlete başkaldırışlarını, silah çekmelerini, yollara mayın döşemelerini, askerine saldırmalarını, karakol basmalarını, sivil halka saldırılarını, köy baskınlarını, döktükleri kanı olağan sayacaksın… Üstelik bütün bunların, bu otuz yıldır dökülen kanın, vatan hainleriyle, ülkemizde - toprağımızda gözü olan yayılmacı ülkelerin işi olduğunu bilmezden gelip, hem de o olmayan anadili için yapıldığını söylebilecek kadar ikiyüzlü, vatan-millet düşmanı hain veya akıl yoksunu, aptal olacaksın! Bu katillere kardeşim diyene, işbirliği edene, ülke bölünmesinin saklı adı olan, “çözüm”ü önerene, devletinin kurucu ilkesine ters düşene, hem bölücü yanlısı, hem siyasi İslamcı olandan birine, çaresiz oyunu vereceksin. Sana uygun görülen sona, bölünmüş ılımlı İslam devletine güle oynaya, sandıkla bu oyuna katılarak gideceksin.


Deli ile Akıllı

Bir deli bir akıllıya taş atmış bir gün. Akıllı, deliye aferin, çekmiş. Bu da yetmemiş, onu ödüllendirmiş. “Al sana bana taş attığın için bir altın.” Sonra birini göstermiş: “ O benden çok zengindir, eminim sana daha çok para verir. Git ona taş at.” demiş.

Deli ikiletmemiş akıllıyı. Gitmiş gösterilene taş atmış. Sonu ne mi olmuş? Deli taş atıp altın alacağım derken, taşı attığından yemiş sopayı, yemiş sopayı. “Yer misin, yemez misin?” Zenginin korumaları sopalarla bir güzel dövmüşler deliyi.

Yaşamda da böyledir. Akıllı eline taşı almaz. Delileri saldırtır düşmanına. Kendi de oturur, dövüşenleri bir güzel seyreder.

Tıpkı bizim, bunlardan birini seç dedikleri o iki kişiye karşı olanlara, ikisine de oyum yok diyenlere taş atıp durmamız gibi. Elimize taşı veren ise karşımızda duruyor, kıs kıs gülüyor. Sonunda o kazanacak, onun dediği olacak çünkü…


Kurt, Ana, Çocuk

Ana yavrusuna kızdı mı, seni şuna buna veririm ha, der, aklınca çocuğunu korkutur, bilirsiniz. Bir ana, huysuzluk eden çocuğuna kızmış: “ Seni kurda vereyim de gör!” demiş. Oradan geçen bir kurt bu sözleri duymuş. Kapıya dayanmış, verilecek çocuğu beklemeye başlamış. Tam o sırada çocuğun anası evden çıkmaz mı? Kurt kaçmaya yeltenmiş. Bakmış ki tüm kaçış yolları kapalı. Kurdu gören, eline bıçağını, kamasını almış, silahı olan silahını kuşanmış. Kurdu köşeye kıstırmışlar, kurda sormuşlar: “Senin burada işin ne?” Kurt, “Oyun mu oynuyorsunuz benimle?” demiş. “Hani yaramazlık edeni kurda verecektiniz?”

Bunu duyan analar, babalar şaşırmışlar: “Doğurduğumuz, büyüttüğümüz, bunca emek verdiğimiz yavrumuzu sana mı verecekmişiz? Onu sen yiyesin diye mi büyüttük, bunun için mi saçımızı süpürge ettik? Onun uğruna gözümüzü kırpmadan canımızı veririz, onu yedi düvelden, can alıcılardan, saldırganlardan yüz yıl önce bunun için mi koruduk?”

Kurdun kafasını hep birlikte koparmış, kafayı köyün girişine asmışlar. Altına da şunları yazmışlar:

“ Hainlere örnek olsun!”

Bir ana evladını hiç kurda verebilir mi? Sakın aldanmayın bir ananın kızınca evladına dediğine, yetti canıma, beter ol da akıllan demesine!
“Elim kırılsaydı da oy vermeyeydim.” dediğini unutanlara, “Daha beter ol. Eğer sana yanarsam... Kendi düşen ağlamaz! Her ulus layık olduğu yönetimle yönetilir!” diye toplumun sağduyusundan ümit kesenlere, atasına anasına sırtını dönermiş gibi yapanlara, küskünlere bakmayın siz. Kimse bunu içten diyemez. Yurdunu ulusunu seven, onu çocuğu gibi sever. Korur, kollar…


Kurdun Çobanlığı

Kurt çoban kılığına girmiş, bir sürüye baş olmaya kalkmış. Sırtında çalıntı abası, elinde koca sopası, koltuğunun altında birinden aşırdığı, çalmasını bilmediği çobanın kavalı… Yanaşmış sinsi adımlarla sürüye. Asıl çoban az ötede uyuyormuş. Yanında yarı uykulu, uzanmış dinlenen kocaman çoban köpeği.

Keçi nereye çıkarsa, oğlağı da oraya çıkar. Sürü, kurdu, görünüşüne aldanıp çoban sanmış. Ardımdan gelin diye el etmesine bile inanmış. Tam kalkıp ardı sıra gidecekler, kurt kendini tutamamış, sevincinden bağırmış. Kurt gibi uluyuvermiş, çobanın taklidini yapayım derken.

Koyun kuzu ayınmış. Bağırtıları yeri göğü tutmuş. Çoban uykudan uyanmış. Köpek gözünü açmış… Hepsi birden kurdun ardına düşmüşler.

Kurt, sırtında çaldığı kalın gocuk, hızlı koşamazmış, etekleri ayağına dolanmış, oracığa yuvarlanmış, tekme tokat yakalanmış.

Başka kılığa bürünen ne kadar aldatır çevresini? Kimliği er geç ortaya çıkmaz mı?

Bu masaldaki gibi değil midir yaşamda da işler? Yalancının mumu yatsıya kadar yanmaz mı? İşin özü hiç değişmedi, yalancılar, sahtekârlar tarihte mutlu sona eremedi, insanlık böyle ilerledi:

En doğrusu, kurt, kurt olarak kalmalı, akılları karıştırmadan mertçe savaşılmalı... Tek kurşun atamadan, savaş yapmadan, algısından yakalanıp teslim olanlara bu öykü. Hem çoban da çobanlığını doğru dürüst yapmalı…


Yılan Öyküsü

Yılanın kuyruğu her gün Tanrı’ya yalvarırmış:

“Bir kez de ben baş olayım. Bıktım kuyrukluktan. Hep baş beni yönetiyor. O nereye derse oraya gidiyoruz. Zehirse benim de zehrim var. Kayıp gitmekse ben de kayar giderim. Yol göstermekse ben de gösteririm. Başın benden ne ayrımı var. O hep önde, ben neden gerideyim?”

Bir gün böyle, beş gün böyle… Nasıl olduysa bir gün duası gerçek oluvermiş yılanın. Baş, ayak olmuş, kuyruk sayılmış, yılanın kuyruğu ise baş.

Kuyruk almış koca gövdeyi, başını takmış kuyruk yerine, en arkaya, kendi geçmiş öne, sağa sola çarptıra çarptıra yolda gidermiş. Ne yol bilirmiş ne iz, yol göstericisi akıl fikir değil, bağnaz düşünceymiş. Ne geçmişten, ne gelecekten bir bilgisi, alınmış dersi, örnek alacak önderi varmış… Varsa yoksa kuyruk acısı… Sonunda gözsüz, dilsiz, ağızsız, kendini korumaktan aciz kuyruk, yılanın sonunu hazırlamış. Arkasına taktığı başının uyarılarına aldırmadan, önce duvara toslamış, sonra kafasını gözünü yara yara uçurumu boylamış…

O günden beri yılanlarda başlar, kuyrukla yer değiştirmezmiş. Darısı bunu örnek alacak insanlara…

İktidarın bir bakanı dün, durduk yerde dilini tutamamış olmalı ki, “Türkiye Cumhuriyeti devletiyle hesaplaştık.” demiş.

İmralı Adası’ndaki hükümlünün, terör örgütü başı, bebek katili Öcalan’ın, Meclis’ten çıkan teröristi koruyan son yasaya: “Tarihi bir gelişme!” demesini sanırım duydunuz. Türkiye’nin en büyük gazetelerinden Hürriyet, bu haberi söyleyenin bir güleç resmiyle, söyleyen sanki on binlerin ölümünden sorumlu biri değilmişçesine, baş sayfasından vermiş.

Askeri üsten, Lice’de Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda, geçilmeyen, yüksek dikenli tellerden geçilerek, hem de göğe direk bir direkten bayrak indirilirken, indirilen bayrakla aynı dikenli tellerden dışarıya kaçılırken, askerlerimize durum seyrettirilmişti. Daha doğrusu askere bu manzara, ulusumuzla birlikte seyrettirilmişti. Dün poliste (Emniyet müdürlüğü), alçacık bir direkten bayrak indirmeye kalkışanı polis ayağından vurmuş. Daha önce de İstanbul’da vurmuştu ayağından böyle birini polis. Bunu da böylece duyurdular. Polis gücü, bayrağı koruyan güç oldu, asker, vatanı koruyan güvenlik gücü ise, bayrağı indirten olarak belleklere kazındı ister istemez. Bir adım daha yol aldı Türk askerine düşman olanlar.

“Gözlemin ışığı, güneşten daha aydındır.” demiş ünlü bir hayvan öyküleri yazarı.

Gözlem, önce bilgilenme, okuma, dinleme, araştırma… Sonra da düşünme…


Feza Tiryaki, 17 Temmuz 2014
Kullanıcı küçük betizi
Feza Tiryaki
GM Yazarları
GM Yazarları
 
İletiler: 1012
Kayıt: Sal Kas 09, 2010 14:12

Şu dizine dön: Feza TİRYAKİ

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x