Türkiye'ye bilim ve akıl ile bakıldığında, ülke yönetiminde iyi ve güzel şeylerin yapıldığını söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Sorun diye takdim edilen şeylerin tanımı ya hiç yapılmıyor, ya da saptırma, çarpıtma, yakıştırma ve iftira yöntemleriyle doğru olmayan ve gerçekle ilgisi kurulmayan tanımlar üretiliyor.
Öyle olunca, çözüm diye öne sürülen düşünceler ve yapılan işler, var olan sorunları ağırlaştırdığı gibi, daha başka ve daha büyük yenilerinin çıkmasına sebep oluyorlar. Çünkü, tanımsız bırakılan veya kasten yanlış tanımlanan sorunların varlığı, bazı başka siyasi planların bahanesi olarak kullanılıyor.
Oysa, bilim ve akıl bize çok yardımcı olabilirdi. Sadece psikoloji biliminin yardımıyla bile sorunlarımızın çoğunu çözebilirdik. Ona tarih bilgisini eklemekle de, hepsini.
Türkiye'de 80 öncesi dönemde sol görüşlü geçinen ama, şimdi kendilerini moda ifadelerle tanımlayan insanların ortak özellikleri, ABD'ye ait Büyük Ortadoğu Projesi'ne ve onun kötü bir ürünü olan AKP'ye destek vermeleri. Oysa, 70'li yıllardaki solda, emperyalizm karşıtlığı en temel kuraldı.
Böylesine aşırı bir döneklik, karaktersizlik, ilkesizlik, samimiyetsizlik gibi kötü anlamlara geleceği için, kabahatlerinin bir döneklik olmadığını düşünmeyi tercih etmek istiyoruz.
Ama öyle yapınca, 1980'den önce de aslında Amerikan emperyalizmine bilerek ve isteyerek hizmet ettikleri, ülkeyi 12 Eylül'de yapılan Amerikan Darbesi'ne hazırlama göreviyle çalışmış oldukları anlaşılıyor.
(12 Eylül döneminde solcuların Rusya'ya kaçmaları aklın ve mantığın gereği iken, kaçabilenlerin hepsi Avrupa'ya gitmişlerdi. Üstelik çok büyük bir kısmı, Amerikan işgali altındaki bir NATO ülkesi olan Almanya'ya sığındılar).
Her iki halde de berbat oldukları için, halkın karşısında çok zor durumda kalan bu ÂKİLLER'e bir iltimas yapmak istiyorum ;
İnsanın ait olduğu topluluktan, aileden, soydan, boydan, milletten aşırı bir şekilde nefret etmesi ve sürekli olarak ona zarar vermek istemesi, ancak kendisine karşı duyduğu büyük bir nefretin sayesinde mümkün olduğu için, ruhi dengesizliğini gösteriyor.
Kişinin kendinden nefret etmesi, en ağır ve tedavisi zor psikolojik hastalıklara eşlik eden bir sıkıntı. Çeşitli nedenleri var. Birçok ruhsal arıza gibi bunun da kökeni çocukluk döneminde bulunuyor.
Tıpta bu hastalığa "Tepkisel Bağlanma Bozukluğu" deniyor. Çocuklar hayatlarının ilk iki yılında sağlıklı bağlanma döngüsü yaşıyorlar. Bebeğin ağlayarak bir ihtiyaç belirttiği anda birincil bakım verici (anne) o ihtiyacı karşılayınca, bebeği rahatlatıyor. Bu döngü sürekli olarak tekrarlanınca da bebekte güven duygusu oluşuyor ve gelişimine devam ediyor.
Herhangi bir nedenle bu döngü sağlanamazsa veya sağlansa bile düzensiz ve yetersiz ise, en kötüsü de bebeğin ağlamasına cevap dayak ile verilirse, gelişim bebeklik dönemine takılı kalıyor.
Eğer istenmeyen, kötü ve değersiz biri olduğu için bu muameleyle karşılaştığına inanırsa insan, kendinden nefret etmeye kadar gidiyor iş.
Sağlıklı ve mutlu bir çocukluk geçirmek için gerekli olan şartların birincisi, sağlıklı ve mutlu bir aile yapısı. Bu şartı yerine getirmeyen bir aileye katılan çocuklar, golü daha maçın birinci dakikasında yiyorlar. Savunmaları gittikçe zayıfladığından, hayatları boyunca gol yemekten ve maç kaybetmekten kurtulamıyorlar.
Bu nedenle kendilerine karşı büyük bir öfke ve nefret duyuyor, biraz olsun rahatlayabilmek için, bu duyguları başkalarına yöneltiyorlar. Hedef seçtikleri kişilere verdiklerine inandıkları zarar ölçüsünde rahatlıyor, kendilerini tatmin ediyorlar.
Türk olan her şeye karşı büyük bir alerji duyan, Türk Milleti'nden ve Türkiye Cumhuriyeti'nden aşırı şekilde nefret edip, cinnet derecesine varan zarar verme dürtüsüyle hareket eden insanların bu hastalıklarını hesaba katıp, onları kader kurbanı olarak görmek, belki de tedavileri için atılacak ilk adım olabilir.
Çünkü onları hainlikle, ahlâksızlıkla, namussuzlukla suçlayarak vicdanlarına hitap etmek işe yaramıyor. Aşağılık duyguları ve kendilerine karşı duydukları kin ve nefret, vicdanlarını bastırıyor, yabancı proje ürünü ithal malı slogan ve ezber kalıplarıyla kendilerine yarattıkları sanal dünyayı gerçek zannediyorlar (veya işlerine öyle geliyor).
Hem bu gruptakilerin hastalığı, hem de kadınların muzır neşriyat olduklarına inanıp hepsini poşete sokmaya çalışan türban tutkunu erkeklerde görülen ve fetişizmi andıran davranış bozukluğu, ruh sağlığı hekimlerinin kanepelerinde tedavi edilir belki diye düşünürüm hep.
Öyle anlaşılıyor ki, eğer aşağıdaki bilgilere bakarak "Kürt Sorunu"nun doğru bir tanımı yapılabilirse, Türkiye'de kanepe üretimini hızlandırmak ve hekim sayısını süratle arttırmak gerekecek.
Aynı bugün Amerikalıların yaptıkları gibi, geçmişte Ruslar ve Avrupalılar da Kürtleri askeri strateji bakımından gözlemleyip, kendi planlarına uygunluklarını ölçmek amacı ile tanımlamaya çalışmışlar. Bu yüzden bütün raporlarda Kürtler, bölgedeki Fars, Arap ve Türk medeniyetlerine karşı kullanılabilecek vahşiler olarak tanıtılıyorlar.
Rapor sahiplerinin en ünlüleri Rus oryantalistleri Vlademir Minorsky ve Basil Nikitine. Görevleri, Rus Ordusu'nun Basra Körfezine ulaşması için bölgedeki Kürtleri ayaklandırmak. Sovyet Devrimi'nden sonra Avrupa'ya gidip bu defa da İngiltere ve Fransa hesabına aynı konuda çalışmışlar.
Nikitine'ye göre ; "Doğa nasıl kendisine karşı acımasız davranıyorsa, Kürt de düşmanına öylesine acımasız davranır, onu insan yerine koymaz. Kin ve öç alma duygusu yakar içini. Aşiretler arası ilişkilerde kan davası egemendir. Bu savaşçı aşiretler, savaş ganimetleri ile ve başkalarını sömürerek geçinirler. Kana susamışlık Kürtlerde diğer göçebelere göre daha güçlüdür".
Binbaşı F. Millingen de, nankör, yalancı, entrikacı ve haydut olarak nitelediği Kürtlerin farkını şöyle anlatıyor ;
"Diğer göçebeler konukluk haklarına saygı gösterir ve çadırına sığınan kişiyi korur. Kürt haindir ve elini himayesine sığınan kişinin kanına bulamaktan hiç çekinmez".
Süryani Kilisesi Tarihi'nin yazarı Wigram da Millingen'i destekliyor ;
"Genellikle komşusunun malını yağmalama dışında hiçbir şeye karşı özel bir ilgi göstermez. Doğdukları dağların karakterinden midir, yoksa oluşumlarında eksik kalan bir şey bulunuşu yüzünden midir, Kürtler yarım kalmış bir tiptir. Gelişim bakımından hiçbir zaman aşiret evresinden kurtulamamışlardır ve hâlâ bu evrededirler".
İşin kötüsü, çok eski seyahatnamelerde de Kürtler hep eşkıya olarak yer alıyorlar.
Arap gezgin İbni Cübeyr ; "Musul'dan Nasibin ve Düneysar kentine kadar bu bölgenin baş belası Kürtlerin saldırısına karşı pür dikkat ve endişeli bir halde öğlenin ilk saatlerine kadar yola devam ettik. Bu Kürtlerin yol kesmek ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka işlevi yok. Bu yöreye yakın geçit vermez dağlarda yaşarlar".
Marco Polo da Musul Krallığı'ndaki halkların arasında saymadığı Kürtlerden söz ederken ; "Ve bu krallığın dağlarında Kürt denen insanlar yaşar. Bunlar Nasturi ve Yakubi Hristiyanlardır. İçlerinden bazıları sarrazendir ve Muhammed'e taparlar. Cesur ve iyi okçudurlar ama, çok kötü insanlardır. Tacirleri rahatlıkla soyarlar"diyor.
Bir milletin, ulusun, halkın, etnik grubun bu kadar kötü olmasına imkân yok. Mutlaka her milletin iyi özellikleri de vardır. Kürtler hakkında söylenenlerin hepsi kötü olunca, bu işte bir yanlışlık var diye düşünmek lâzım bence.
O yanlışlık, Kürt kelimesine verilen bugünkü anlamda. Eski tarihlerde Kürtler hakkında konuşanlar, dağlarda yaşayan bir eşkıya grubundan söz ediyorlar. 'Kürt' adı verilen bu eşkıya grubunun bir etnik grup değil, İran, Irak ve Türkiye arasındaki dağlarda şekillenen bir sosyal tabaka olduğu anlaşılıyor. Yani, Zağros dağlarında yol kesen, kervanlara saldıran dağlı insanlara 'Kürt' deniyor.
Kürtçüler 'ekrad' denilen herkesi 'Kürt' yapmaya meraklılar ama, Osmanlı devlet kayıtlarında yazılan "Türkmen Ekradı Yörükanı Taifesinden", "Ekrad Yörükanı" "Ekrad-ı Türkmen", "Ekrad-ı aşayir" ifadelerinden bu kelimenin yerleşik düzene geçmeyen, 'konar-göçer' şekilde yaşayan gruplara verilen genel bir isim olduğu belli.
Bugün kullandığımız birçok kelime gibi 'Kürt' kelimesinin de Kenger (Sümer) dili kökenli olabileceği düşünülüyor ve 'dağ' anlamına gelen 'kur' kelimesinden geldiği tahmin ediliyor.
Doğru olabilir çünkü, başka hiçbir dilde anlamı bulunmuyor. Üstelik, ayrı bir dil olduğu iddia edilen Kürtçe'de 'Kürt' kelimesi yok.
Neden olsun ki ; Bölgedeki tarihi kayıtlarda 'Kürt', sadece İran-Irak sınırındaki Zağros Dağları'nda yaşayan eşkıyayı tanımlamak için kullanılan bir kelime. Yani, bugün Kandil'dekileri tanımlayan 'terörist' kelimesinin dedesi.
Kandil'dekiler kendilerine 'terörist' demedikleri gibi, Zağros'dakiler de kendilerine 'Kürt' dememişler.
1800'lere kadar Kürt kelimesi hiç etnik manada kullanılmamış. Ta ki Batılılar, 'yüksek plato' anlamına gelen 'Ermenistan' kelimesinden bir Ermeni etnik kimliği yarattıktan sonra, 'dağlık bölge' anlamına gelen 'Kürdistan' kelimesinden Türklere, Farslara ve Araplara karşı kullanılacak bir etnik kimlik daha yaratma işine girişinceye kadar.
(Türkçe olan '...istan' eki, Ön-Türkçe'de 'Astan' veya 'Askan' olarak kullanılıyor ve 'Tanrı beldesinde asılı olma' halini ifade ediyor. Yani, Gök Tanrı'ya yakınlık anlamı taşıyan, hem manevi hem de maddi yükseklik belirten bir kelime).
1514 yılındaki Çaldıran Felâketi ile birlikte, Osmanlı'nın Sünni şerrinden kaçan Âlevi Türkmenlerin boşalttıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya doğru başlayan Kürt istilası sayesinde Türkiyeli olmadan önce, büyük orduların, büyük tüccar kervanlarının ve büyük sanatçıların güzergâhındaki Zağros Dağlarına sıkışmışlık hâli, etraftaki büyük uygarlıklar karşısında bir aşağılık kompleksine yol açıyor ve bu ezik kimlik, kervanlara saldırarak soygun yapan sinsi, pusucu, yağmacı ve acımasız özellikler kazanıyor.
Tarihsel alt yapısı böyle olan PKK terörünün bugünkü psikolojik nedenini, Kürt aile ve aşiret yapısında aramak gerekiyor.
Bu yapıların en ünlü faaliyeti "Töre Cinayetleri"dir. Nedense, en azılı Kürtçüler bile bu Kürt cinayetlerini, Öz Türkçe bir kelime olan "Töre" ile sınıflandırmayı tercih ederler. Konu kötü olunca Kürt kimliğini inkâr etmek, bir kabahat sayılmıyor demek ki.
Cinayetlerin kurbanları daima kadınlar ve çocuk yaştaki kızlar oluyorlar. Genellikle, kızlarını istemedikleri evliliklere zorlayan aile erkeklerinin, bu evliliklere isyan eden kızların davranışları sonucunda, toplum içinde Kürtlerin 'erkeklik' anlayışına uymayan durumlara düşmeleri, cinayetlerin sebebi oluyor.
Minorsky'nin çalışma arkadaşı Thomas Bois, Kürtlerde çok yaygın olan akraba evliliklerini şöyle tarif ediyor ;
"Kuzenler arasında evlilik yaygındır. Amca çocuklarının evliliklerine öncelik verilir. Amca oğlu, amca kızı üzerinde hak sahibidir. Bu çeşit evlilik başlık parasının daha düşük olmasını ve paranın aile içinde kalmasını sağlar. Amcasının kızı başka bir erkekle evlendirilmek istendiğinde, erkek, amcasının kızı üzerindeki haklarından vazgeçmek için para isteyebilir. Bu para kendisine verilmezse amcasının kızını kaçırabilir, onu, hatta anne ve babasını öldürebilir".
YANİ, AMCA KIZI, AMCA OĞLUNUN MALI. MAL VEYA BEDELİ KENDİSİNE VERİLMEZSE, AMCA OĞLU CİNAYET İŞLEME HAKKINA SAHİP.
Kürt çocuklarının hayatını anlatan bir başka Batılı olan M. Kinneir'in yazdıklarına göre "Gişeki aşireti, Kürtlerin en becerikli hırsızları, en girişimcileri ve en azimlileri olarak ünlenmişlerdir. Çocuklarını çok küçük yaşlarda en şiddetli fiziksel acılara alıştırmak için acımasızca dövmek gibi bir gelenekleri vardır".
"Kürt Sorunu" için bir "Rosetta Taşı" görevi yapan emekli terörist Şemdin Sakık, kendi ailesini bu bilgilere benzeyen bir şekilde anlatıyor ;
"Dağa çıkışımın birinci nedeni, ailemdeki sorunlardır. Babam üç evliydi. Büyük hanımın çocukları çoktu ve erkekti ve büyüktüler. Ailenin hakimiyeti onların elindeydi. Babam küçük eşine düşkündü. Biz Muş'un en zengin ailesinin, en yoksul çocukları olarak büyüdük. Ben kışın babamın evine giderdim orada okul okurdum, yazın annemin evine gelirdim. Bize mahzenin altında yer yapmış, bir kat yatak vermişlerdi, yastığımız samandandı. Bir yorgan altında 4 kişi yatardık. Bütün kardeşlerim somyalarda yatardı, ben yerde yatardım. İşte küçük düşürme budur... Yani her şeyin sonuna yetişeceksin".
Nikitine ; "Kürt en çok yerine geçecek oğlunu sever" diyor. Geri kalan çocukların neler hissedeceği kimin umurunda.
Şimdiye kadar "Kürt Sorunu"nun tanımını yapabilen tek kişi olan Şemdin Sakık, sayın terörist Apo'nun çocukluğunu da şöyle anlatmış ;
"Apo kişiliği ; bilgili, kültürlü, güçlü ve de zengin bir babanın oğlu olarak değil, kendi deyimiyle 'zavallı, sümüklü ve biçare' bir zatın oğlu olarak dünyaya geldi. Armut dibine düşer atasözünden hareket edecek olursak, böyle bir babanın eğitimiyle büyüdüğünü düşünmek zorundayız".
"'Komşu çocuklarını dövmeden, onların kafalarını kırmadan, camlarını indirmeden eve gelmeyeceksin, intikamını almadan yemek yemeyeceksin !' diyen ve kavgacı kişiliğiyle tanınan annesinin oğluydu".
"'Benim ablamın başlık parası yedi eşek yükü buğday idi, birkaç çuval buğday verip ablamı götürdüler' derken, geldiği çevreyi anlatıyordu. Bu cümlede her ne kadar bir geriliği eleştirme ve yakınma durumu varsa da, esasta onun kişiliği üzerinde derin bir tahribat yarattığı bir gerçektir. Daha sonraki yıllarda kadınlarla ilişkilerindeki çarpıklığın bu olayla bağlantılı olduğu söylenebilir".
Doğu Perinçek ile Bekaa vadisinde görüşen Apo da kendini, ailesini ve Kürtleri bakın nasıl tarif ediyor ;
"Çocukluğumdan beri kendi zayıflığımda gerçeğimden koptum. Bu bir ulus ve sınıf gerçekliğidir. Bu gerçeklik son derece ölçüsüz, oldukça güçsüz, zayıf ve hatta hiçlik doludur. Hem ulusal hem de toplumsal anlamda, iliklerimize kadar bunun işlediğini görüyorum".
(Bu sözler, mahkemede savunmasını yaparken, kendisini aşağılayan ifadelerin arasında "...ben bir hiç olabilirim..." sözünü söylediği esnada, gözlerini sıkıca yumarak kaşlarını çatıp, iki elinin dışını yanaklarına çapraz yapıştırdıktan sonra hızla iki yana açmak şeklinde yaptığı sert hareketle iyice ve öfkeyle vurgulamak istediği, değersizlik duygusunu anlatıyor).
"Eğer biz ağa veya eşraf ailesinden gelseydik ve varlıklı olsaydık, kesinlikle bu düşünceye yönelmezdik. Çünkü tatmin olmuşsun, çünkü baskıları pek duymazsın. Tatmin, seni güç arayışına itmez. Ailede yaşanan büyük güçsüzlük, en ufacık bir baskıya karşı en ufak tavır geliştirememek, sana güçsüzlüğü iliklerine kadar hissettiriyor. Bu ağır güçsüzlük ortamının bizi daha büyük güçleri çağrıştıran kavramlara götürdüğünü rahatlıkla belirtebilirim".
"Aile içinde bile kaç tane erkek demokrattır. Söyler misiniz var mı ? Erkek milleti değil mi ? Nedir erkek milleti ? Hangi demokratik ülkede erkek kadın karşısında tam erkektir ? Böyle erkekliğin bilmem nesine ne yapmak lâzım. Kölelik Türkiye'de ailede beslenir. Kürdistan'da daha fazla. Böylesine bir erkeklik, çok kötü bir karılığı doğurur. Karı, evladına bulaştırır. İğreniyorum".
"Bana bazen kendisini peygamber sanıyor diyorlar. Ben de bazen PKK'nın çıkışıyla İslamiyetin çıkışını karşılaştırıyorum. Ancak benim kendimi peygamber sanmama gerek yok. Çünkü günümüzde işler bilimle yapılıyor. Ama benzerlik var. Benzerlik ilginç. Aslında çöl kişiliği hiçliği yansıtıyor. Hz. Muhammed'in çıkışı çölde bir volkan patlamasıdır".
Apo çölü, dağı, köyünü, ailesini, babasını ve kendisini 'hiçlik' ile tanımlıyor. Terör, bütün hiçliklerden kurtulmanın yolu oluyor.
CIA hesabına etnik psikiyatri uzmanı olarak çalışan Vamık Volkan'ın analizi de ilginç ;
"Apo'nun gaddarlığının altında yatan üç neden var ; birincisi zayıf kişilikli babası, ikincisi baskın annesi, üçüncüsü de evden götürülen ablası".
"Çocukluğunda tüm köyün dalga geçtiği baba figürü ile daha sonra Ortadoğu'nun en zayıf ulusu olarak gördüğü (bu yüzden de nefret ettiği) Kürtleri özdeşleştirecek ve bir Kürt ulusu yaratmaya çalışacaktır. Dolayısıyla burada güçlü bir Kürt ulusu Apo'nun aslında baba arayışıdır".
"Yaratılan ulus, yani baba, gerçekten de çok acımasız olacaktır. Apo'nun annesinin ona söylediği gibi intikamcı bir ulus yaratılacaktır. Bu şekilde Apo da güçlü bir babaya kavuşacaktır".
"Terörizm aracılığıyla Apo ebeveynlerine, ailesine gülen köylülere, kavga ettiği kardeşine ve ona kötü muamele yapan gardiyanlara olan kızgınlığını tatmin edebilmiştir. Saldırgan olmakla, babasının onun fatih olacağı şeklindeki savunucu kerametini ('kehanetini' demek istiyor galiba) yerine getirmeye çalışmıştır. Canavarlığı ile de ona sadece öç aldığında kabul göreceğini söylemiş olan annesinin sevgisini kazanmaya çalışmıştır".
Özetlemek gerekirse, Ortadoğu'da petrol bulunduktan sonra yapılan birinci kapışma, paylaşma ve yağma döneminde Ruslar ve Avrupalılar için Kürtler hakkında rapor yazan görevliler gibi Vamık Volkan da, içinde bulunduğumuz ikinci kapışma döneminde CIA'ya diyor ki ; "Apo, tam sizin aradığınız adamdır".
Bütün bu bilgilerde açıkça görüldüğü gibi, piyasadaki propagandaya aldanmayan ve PKK terörünün nedenini merak eden herkesin her şeyden önce, Kürt aile ve aşiret yapısına bakması gerekiyor. Çünkü Kürt çocuklarını terörist yapan, içinde yaşadıkları ailelerdeki ve aşiretlerdeki sevgisizlik ve şiddet.
Bunun devlet kusuru ile hiçbir alakası yok. Tam tersine, devlet onlara vatandaşlık ve eğitim vererek, hizmet götürerek şefkat göstermek ve uygarlığa davet etmek istediğinde, PKK okul yakıp öğretmen öldürdü, hizmet götürenleri araçları ve yapılarıyla birlikte yok etmeye çalıştı.
Şimdi de bölgesel özerklik kazanarak, devletin, o bölgedeki ilkel ve vahşi yapıya müdahale etmesinin, Kürt çocuklarını ve Kürt kadınlarını Kürt aile ve aşiret yapısından, Kürt adetlerinden, kısacası ; KÜRT ERKEKLERİNDEN korumaya çalışmasının önünü tamamen kesmek istiyor.
Dünyada ve Türkiye'de hem insan ve özellikle de kadın haklarından yana olup, hem de "Kürt Sorunu", "Demokratikleşme", "Özerklik", "Barış", "Devlet Kürtlere haksızlık yaptı" gibi slogan ve ezber kalıbı kullanan bir Kürtçü (Kürt Erkekçisi) olmak büyük bir çelişkidir. Bu durumdaki insanları, ruh sağlığı hekimlerinin kanepeleri paklar.
Batıcı Tarih Anlatımında, Türklerle olan bağlantıları kesilerek atasız bırakılan Kürtlerin bu nedenle tarihte kurulmuş bir devletleri, büyük liderleri, komutanları, efsanevi kahramanları, şairleri, bilim adamları, alfabeleri, dilleri, edebiyat eserleri, yazılı belgeleri, resimli kaynakları bulunmuyor.
Bunca yokluğun içinde var olabilmenin tek yolu ; ırkçı teoriler, ırkçı nefret ve ırkçı şiddet oluyor.
Kürtlerin bir ulus mu, kabile mi, ırk mı, yoksa halk mı olduğu hâlâ araştırma konusudur. Bu belirsizlik, Kürtlerin psikolojilerini de olumsuz bir şekilde etkiliyor.
Çok eski ve büyük bir uygarlığın sahibi olan Türk Kültür Ailesi'ne ait oldukları Kürtlerden saklanmasa, eziklikten kurtulup psikolojilerini düzeltmeyi, eksiklerini ve yanlışlarını giderip çağa ayak uydurmayı başarabilecekler belki de.
Bu iyileşmenin önündeki en büyük engel, Kürtleri uygarlığa karşı kullanan proje sahibi yabancıların ve onlara hizmet eden yerli işbirlikçilerin, Kürtlere bu şansı vermek istememeleri.
Selçuk Tınaz