
Bunlara bu kadarcık tören de batıyormuş meğer. İki yılı aşkın bir süredir bayram törenlerimizi neredeyse kaldırdılar, ulusal bayramlarımızı kuş ettiler. Törenleri kentlerin statlarından, büyük alanlarından aldılar, okulların gösterilerini yasakladılar. Bayram fener alayları, bayram etkinlikleri, konserleri türlü bahanelerle engellendi. Bu daha yetmemiş. Daha çoğunu istiyorlar.
“Bu kadar tören, bu kadar tören, bu kadar tören…. Nereye kadar? Ömrümüz boyunca bunları mı yapacağız?" demiş Erbakan’ın yetiştirmelerinden, iktidar partisinin kurucularından, bir zamanların çok ünlü bir belediye başkanı, şimdinin iktidar partisinin vekili bir siyasetçi.
“Kısmen düzelmeler var”, diye devam etmiş bu kişi sözlerine. “Ama inşallah ileride daha da düzelecek törenler konusu.” demiş.
Bunların susmasındansa konuşmaları iyidir. İçlerinin bütün kinini, sevgisizliğini görürsün, amaçlarını kendi ağızlarından duyarsın, en azından kendini, “Yanılmış olmayayım, bu kadarına cesaret edemezler!” diye avutmazsın. Şöyle safça, aptalca düşünmezsin:
[i]“Haksızlık yapıyor olmayalım bu anlayışa, bu partiye, bu kafaya, bu insanlara?"[/i] Bu kadar ard niyetli, bu kadar Cumhuriyetine düşman olabilir mi bir insan? Ulusunu sevmez mi, ulusunun çıkarlarını yabancıların çıkarlarından önce, partisinin çıkarlarından önce, kişisel kazançtan önce, ilk önce gözetmez mi? Ulusal bayramına, ulusal bayramın kutlanmasına karşı olur mu? Bu günler, kahramanlık günlerinin yıldönümleri kutlanmasın, anılmasın, öğrenilmesin, genç kuşaklar bilmesin diyebilir mi? Bunu isteyebilir mi? Böyle günlerde bize bu günleri armağan eden yüce önderimizin anılmasına, huzurunda saygı duruşunda bulunulmasına, Atatürk anıtlarına çelenk bırakılmasına karşı çıkılır mı? Anıtkabir’e yürüyen engellenir mi? Bayram yürüyüşleri yasaklanır mı, halkın toplanıp bir arada yürümesinin önü kesilir mi? Bayramlarda taşıdığın bayrağa kadar karışılır mı? Atatürklü bayraklar biz bildiğimizden beri hep vardır. Şimdi birden neden gözlerine battı? Kalpaklı Atatürk bunları neden rahatsız ediyor?
Mareşal Atatürk resmine takmışlardı ilk. İktidara geldikleri ilk yıllarda bunu meclisten kaldıralım demişlerdi. Meclisten askerleri bile çıkardılar geçen yıllardan birinde, bunun zamanının geldiğine inandıklarında. Meclisi koruyan askerlerden bile rahatsız oldular. Altı yıl önce doldurmaya başladıkları Silivri toplama kampı, Hasdal zulümhanesi subaylarımızın aşağılandığı, itibarlarının ayaklar altına alındığı yerler oldu.
İlk önce Ankara’daki Kurtuluş Savaşı müzesinin adına takıldılardı anımsayacaksınız. Müzeden, Kurtuluş Savaşı adının alınan bir kararla birdenbire kaldırılmasına çok şaşırmıştık ama sonraki açıklamalar, orada burada yaptıkları konuşmalar gerçeği yüzümüze vurdu. Kurtuluş Savaşı’na da katlanamadıklarını, adını duymak bile istemediklerini, Kurtuluş Savaşı yapılmadı, Yunan’a biz zulüm ettik diyecek kadar ileri gittiklerini gördü herkes bu anlayışın, bu kafa yapısının.
Tutuklu komutanlarla ilgili olarak, onları savunurmuş gibi ama aslında aşağılayarak şu sözleri söylemiş aynı vekil aynı gün:
“ Tutuklu komutanlarla ilgili olarak ben de sayın başbakan gibi düşünüyorum. Hemen al götür at içeriye bu olmamalıydı.” diyor. Bu sözleri dediği kişiler de Türk Ordusu’nun generalleri, içlerinden biri de ordumuzun en üstünde görev yapmış bir önceki genelkurmay başkanı. Saygın, kahraman subaylarımız için söylenen söz: “Hemen al götür at içeriye olmamalıydı.” Bu sözü çocuğa diyemezsin, bir adi suçluya bile yakıştırmazsın. “Al götür, at içeriye.” Neyi alıp götürüyor, içeri atıyorsun?
Terörist başının, devletine baş kaldıran, silah çeken, önüne geleni öldüren, ölüm emri veren bir katilin adam sayılıp görüşüldüğü, ne dese yerine getirildiği bir dönemde söyleniyor hem de bütün bunlar.
Büyük Taarruz’un başlatıldığı, Başkumandan Meydan Savaşı’nın kazanıldığı, Mustafa Kemal Atatürk komutasında Türk Ordusu’nun zaferinin, büyük zaferin gerçekleştiği, kurtuluşun kenti Afyon’da deniyor olması bu sözlerin işin en acı yanı.
Geçen yıl bu anlayışın 30 Ağustos Zafer Bayramı karşıtlığını, gazeteci yazar Gürbüz Evren, 1925 yılında, Kastamonu’da, 30 Ağustos 1922’den üç yıl sonraki bir 30 Ağustos’ta Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği şu söze bağlamıştı:
“Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler ( tekke başkanları), dervişler ( yaşayışlarını bir tarikata uyduranlar), müritler ( şeyhe baş bağlayanlar), meczuplar ( sapıklar) memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat (yol), medeniyet (uygarlık) tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini (istediğini) yapmak insan olmak için kâfidir (yeterlidir).”
Her ulus geçmişteki kahramanlıklarını gelecek kuşaklarına aktarır. Okullarda öğretir. Yıldönümlerini kutlarken öğretir. Kitaplarla, iletişim araçlarıyla öğretir. Sergilerle, toplantılarla, müzikle, resimle yazınla (edebiyat) öğretir.
Caddelerde asılı bayrakları, süslemeleri, tören geçidi süslemelerini gören çocuk sorar: “ Bu gün ne var? Neden her yer bayrak? Neden süslü sokaklar? “
Anlatırsın. Dinletirsin. Öğretirsin. Gösterirsin.
Hafızasına kazırsın bayram gününü. Unutturmazsın!..
Tören yerine alıp götürürsün çocuğunu. Görür, duyar, kavrar.
Kahramanlık marşları çalar radyolarında, televizyonlarında, sokaklarında bandolar çalar, davullar zurnalar memleket havası çalar.
Şehitliklerin dolar boşalır. Bugünü verenlere minnet, şükran duyguları dile getirilir ulusça. Gözler yaşlı, yürekler gururludur. Kendine güvenir, geçmişiyle onurlanır çoluğun çocuğun, gencin yaşlın, kız kızanın…
Başı dik, bağımsız, sömürge olmayan her ülke böyle yapar, böyle yaptırır toplumuna.
Tarihi unutturmaz, acıları paylaşır, sevinçleri yeniden yeniden yaşarlar. Geçmişten ders çıkarmasını isterler yeni yetişenlerin. Tarihlerini iyi bilsin, yanlış yapmasınlar, gençler düşmana kanmasın, dostunu düşmanı ayırt etsin isterler.
Törenler olmazsa olmazıdır bayramların. Bayramları ulusça kutlamak ise çok önemlidir.

Başımızdaki bizi yöneten anlayış ise, yaptırmadıkları, özünü bozdukları, halka unutturdukları, televizyonlarında bile anımsatmadıkları bayramlarımızın baştan savma törenlerini bile fazla buluyor.
Afyon vekili bu durumdan çok hoşnut.
Konuşmasında bunu açıkça söylemiş. Memnuniyetini saklamamış. Törenlerin doğru düzgün yapılmaması, bayramın bayram gibi kutlanamaması için çalışan anlayış. Mısır’ın, Suriye’nin iç savaşlarını öne sürerek, ulusal bayramımızın coşkuyla, konserlerle, değişik etkinliklerle kutlanmasını engelleyen bir anlayış bu. Daha önceki yıllar bir hafta önceki depremi bahane etmişlerdi. Terör saldırılarını, terörün kurbanı şehitlerimizi neden olarak göstermişlerdi. Ulus değil, ümmet, mezhep birliği anlayışı anlayışları… Bu öğretim yılında Atatürk’ün ders kitaplarının ilk sayfalarına konulması bir gelenek olan resmini yeni basımda kitaplara koymayan, bunu unuttuk gibi çocukça bir bahaneyle savunan yandaş yayınevine, bu kendini bilmezliği, ihaneti bilerek yaptıran da aynı anlayış…
30 Ağustos Zafer bayramı gecesinde TRT’de, devletin radyosunda TRT sanatçılarına Türk Müziği konseri verdirtmek yerine meyhane, gazino şarkıcılarını ekrana çıkaran, onlara kalça kıvırttıran da aynı anlayış… Bütün hünerleri kalça kıvırmak, etek savurmak olan kadın şarkıcılara aygın baygın göz süzdürdüler. Amerikan filmlerini ekranlarına sürdüler. Çocuklarımıza yabancı çizgi filmleri seyrettirdiler. Gençlere okul adı altında açtıkları ulusu olmayan, bir milliyeti olmayan, ancak sömürgecilere tutsak iş ve beyin gücü yetiştirecek kanallarında sanat tasarımı anlattırdılar yabancı adlı kadınlara. Şehitlerimizi anmamız gereken, vatanımızı bize bağışlayanlara minnet duymamız gereken, kazandığımız zaferle gurur duymamız gereken böyle bir günün yıldönümünde Türk halkına doğru dürüst bir bayram yayını bile yapmayı çok gördüler.
Değişim, gelişim hayatın kendisinde varmış onlara göre. Ne değişmesi, gelişmesi diye kimse sormamış. Siz de sormuyor musunuz yoksa? Törenler konusunda da söylediklerine bakarsak, inşallah önümüzdeki yıllarda müspet (olumlu) gelişmeler olabilirmiş.

“Kısmen düzelmeler var”, diye devam etmiş bu kişi sözlerine. Bayram törenlerine koydukları engeller sonuç veriyormuş ki kısmen düzelmeler varmış bu işte. “Ama inşallah ileride daha da düzelecek törenler konusu.” demiş son olarak bu kişi gazetecilere.
Biri de sormamış ne demek oluyor bu?
Tam Zafer Bayramı ertesinde bu kadarına rastlantı denemez, bu düpedüz bir ihanettir denilecek bir gelişme daha oldu, kimsenin aldırmadığı duyanın sesini çıkarmadığı, ortalığa dökülüp kınamadığı:
Kurtuluş Savaşı öncesi 6 Nisan 1920’de Kurtuluş Savaşımıza destek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı ilk yasaları yayınlamak, duyurmak için kurulan ilk haber organımız Anadolu Ajansı yüzüncü yıldönümünde yayın yaptığı dillere ( Türkçe, İngilizce, Arapça, Boşnakça, Rusça) bir tane daha katmış.
Bilin bakalım bu altıncı dil neymiş?
Söylemişler:
“AA yarın, Kürtçenin Kurmança ve Sorança lehçelerinde haber servis etmeye başlayacak.”
Kürtçe! Kürtçe dil miymiş? Böyle bir dil var mıymış?
Kürtçe bir dil adıysa Kurmança- Sorança ne? Lehçe mi? Neyin lehçesi? Niye bunlar birbirini anlamıyor? Kabile ağızlarına, bir geçmişi, bilimi, tarihi, devleti, kitabesi, alfabesi, milleti olmayan bir yerel ağza dil dediniz ya, sizi kutlamak gerekir.
Önce sanki gerekliymiş gibi, ihtiyaçmış gibi 112 Acil servise bu yerel ağzı eklediniz. Sonra bu. Sonrası? Geliyor işte adım adım… Olmayan bir dile olmayan bir millet de yarattınız mı iş tamamlanacak.
Doğru bu kadar tören çok bayramlar için. Nasılsa hepsi kaldırılacak. Değişim gelişim hayatın kendisinde varmış baksanıza!
Değişim geliyor. Her gün bir başka oyunla geliyor. Son oyunun adı: Boyanı al gel, merdiveni boya. Sizlerin eline boya tutuşturdular. Gençleri gökkuşağı renkleriyle aldatıyorlar. Amaçları için kullanıyorlar yine saflığımızı, temizliğimizi… Bakın kendi merdivenlerini terör örgütünün renkleriyle bezeyip duruyorlar bölücü eli kanlı çetenin sevicileri… Sizi alıştırıyorlar her yana diktikleri, serdikleri bu paçavralarının rengine. Kanlı çaputlarını 1 Eylül Dünya Barış Günü adına gözünüze gözünüze soktular büyük kentlerimizde.
Yüce önderimiz:
“Birbirimize hep hakikati söyleyeceğiz. Felâket ve saadet getirsin, iyi veya kötü olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.” demiş, ulusumuzu uyarmıştır.
Gerçekleri görelim. Birbirimize hep gerçekleri diyelim.
Bu kadar tören, bu kadar tören diye sızlanıyorlar kutlanamayan, eğlenceli etkinlikler yapılması yasaklanan, baştan savma törenlerle geçiştirilen Zafer bayramımıza. Türk Ordusu’na bayram kutlatmamayı, Genelkurmay’da tören yaptırmamayı, Genelkurmay başkanına, generallere sivillerin önünde baş eğdirilmeyi, bel büktürmeyi, Zafer Bayramı’nı Türk Ordusu’nun elinden almayı yenilik diye yutturuyorlar.
Aynı sözü, tören yerine yalan - talan diyerek değiştirelim ve soralım:
Bu kadar yalan! Bu kadar talan! Sonu nereye kadar? Ne zamana kadar?
Feza Tiryaki, 1 Eylül 2013