(Haziran ortasında yazdığım, yayınlanmamış bir sohbet yazısı. Hayvan öykülerimi bilenlere, bu “Pazar’ın yazısı” olsun.)
CAN
Memleketten ne haber der gibi soruyorlar: “Akhoroz nasıl oldu?”
Duymazdan geliyorum. Suskunum. Susuyorum…
Bir küçücük hayvanın bedeninden kafamda kocaman bir öykü çıkarıyorum. İçimden destan yazıyorum, ağıt yakıyorum… Hoyratlığımızı, düşüncesizliğimizi, bencilliğimizi seyrediyorum…
İlçe pazar yerinde bir kamyonet yol kıyısına çekilmiş, parmaklıklı sandıklar içerisinde yere palazlar konmuş. Bir yanda da civcivler var yeni yumurtadan çıkmışlar, belli. Palazları gelen geçen elliyor, çocuklar omuzlarına koyuyorlar, biri yere düşüyor, kimse aldırmıyor. Alt tarafı bir palaz. Yaşasa ne, ölse ne? Nasıl olsa yenmek için yetiştirilmiyor mu? Sebze satar gibi, meyve satar gibi canlı hayvan satılıyor. Alan, onlara istediğini yapabilir. İster zevk için boğar, ister iki ay sonra keser yer, ister yarı aç yarı tok bakar, bir kapalı yere sıkıştırır, yumurtasını alır, isterse onun da can taşıdığı bilinciyle cana saygılı olur, adam gibi bakar hayvancıklara… Çağdaş ülkelerde olmayan bir görüntü. Ortalık yerde hayvan satışı. Ne koruyanı, ne savunanı var haklarını… Hayvanımız da, devletin, yasaların korumasında değil.
Böyle bir yerden alınmış Akhoroz. Böyle bir palazken, daha horoz mu tavuk mu olduğu pek anlaşılmazken.
Şanslıymış ki bize düştü mü desek, şanssız mıydı mı desek, burayı öyküyü dinleyene bırakıyorum.
Etinden yararlanmak için hayvanın genleriyle oynamışlar. Koca bacaklı, yumurta biçimli hantal bir gövde. Arkası akıntılı. Çamura batmış gibi görünüyor. Mikrop kapmış olmalı bir şekilde. Her gün öldü ölecek diye bakıldı. Böyle böyle ayları geçirip yaşına vardı. Arkadaşları atlayıp zıplarken, iki yanı ağaçlı, yer yer ortası çalılı, çiçekli, yeşillikli kuru dere yatağı içinde oraya buraya koşuştururken hep geriye kalırdı. Sık sık karnı üstüne oturur, dinlenir, iri, hantal ama güçsüz ayakları onu uzun süre taşıyamazdı.
Gariplere acırız, onları daha çok severiz, işleri yolunda gidenlerden, sağlıklı olanlardan, bu duygu, vicdanlı insanın yüreğinden gelir. Bir de bu hayvan kendini elletir, okşatır, insana sokulursa, onu sevmemek ne mümkün…
Akhoroz, sakar bir ergen çocuk gibiydi. İçtiği su kabını devirir, yem kabına basar, döker, girdiği yeri dağıtırdı. Diğer tavukların, horozun çıktığı kümes merdivenine çıkamaz, inerken de korkar. İnsan gibi sesler çıkarır. Bir ayağını uzatır çeker, dolanır yine dener, inilder gibi seslerle yardım isterdi. Bin bir dil dökmeyle inmeye razı olur, her adımında koca gövdesi merdivende titrer, sarsılır, düşecek gibi olur, yere bir iki basamak kala da atlar, koşarak zafer kazanmış gibi ayaklarımızın dibine gelirdi. O inmeden diğerlerine yem vermezdik. Hepsine yere dökerek yem yedirir, bir ona ayrıcalık tanırdık, kaptan elimizle beslerdik onu. Başını ibiğini severek, sırtını okşayarak… Bir akşam, karanlık basmak üzereydi, geç kalmıştım onu kümesine koymaya. Diğerleri çıkmış, o kendini kucaklayıp içeri koyacak bizlerden birini bekliyordu. O zamanlar gövdesi çok ağırdı, iştahlı, sağlıklıydı, yerinden kaldırmak için, onu razı edip iki elle gövdesinden tutmak, durup beklemesi için dil dökmek gerekti. Birden mi tuttum o gece, yanlış bir yerden mi elimi uzattım, elimin üstünü aniden ısırıverdi. Etim kopacak gibi oldu, kızardı, yaralandı. Canım yandı.
Ertesi günü darıldım ya ona, indirmedim yukardan. Bıraktım kendi haline ne yaparsa yapsın. Farkında gibi çıkış kapısına gelmedi. O da dargın. Dönüp bakmıyor. Ne zaman alttan aldım, barıştım, konuştum, geldi indi.
Yazın hastalandığında, bir köşeye ölmek için çekildiğinde, komşum kursağını ovarak, gövdesini başını soğuk sularla yıkayarak, ağzını açtırıp eritilmiş aspirin yutturarak kurtarmıştı onu. Ölmeye çekildiğinde bile tanıdığı sesimle canlanır gibi oluyor, kapalı gözlerini bir an açıyordu.
Hayvanlar can taşıyorlar. Hepsinin canı var. Bunu bilmek için onlardan birine özel bir ilgi göstermeniz, bir süreliğine bakımını üstlenmeniz yeterli. Dilleri bile var, anlamak isterseniz. Hayvanların dilini anlamak masallara konu olmuştur. Dinsel öykülerde bir peygamberin (Süleyman) adı bu konuda ünlenmiştir.
Hayvan bakanlara sorun, hepsi hayvanıyla konuşur, onunla anlaştığını söyler. Kuzulu koyunun, yavrulu keçinin doğurduğu yavrusunu ayırması, bulması, yavruların da analarını tanıması gibi, herkes baktığı, sevdiği hayvanı tanır, onlarcasının, yüzlercesinin arasından seçer.
Akhoroz, iki aylıkken kesilmesi için yetiştirilen, uzun yaşama şansı olmayan bir horozdu. Sıcaklarda çatlar onlar, dayanamaz dedi duyan duymayan, gören görmeyen. Sıcaklara, geceleri buz gibi esintili deredeki duvara asılı kümesleri sayesinde dayandı. Dere yatağındaki çadır görevi gören dalları yerde palmiye gölgesine, çalı diplerine, ağaç gölgelerine sığınmasıyla gündüzlerini geçirdi, Akdeniz’in bunaltıcı sıcaklarını atlattı. Güze erdi. Yağmurlarda yere oturmaktan dökülen zayıf tüyleri ıslandı, gövdesine yapıştı, üşütmesin diye güneşe çağırırdık, tüylerini kuruturduk. Kışı geçirmeleri için kümesi değiştiğinde hepsi tüneklerine çıktı, bir bu onların altında kaldı. Akhoroz yarım metrelik tüneğine çıkamadı, tünektekilerin pisliği sırtına yapışır, ak tüyleri kirlenir… Çakıl taşlı zemine gövdesiyle yattığı için üşüttü, göğsü hırıldadı bahar başında. Her gece talaşını değiştirdiğimiz küçük bir sandığa yatırdık o zaman, ısınsın diye. Yere gazete kâğıdı serdik geceleri, gündüz toplayıp attık. Sonra ayak sorunu başladı. Bir gün topallıyor, bir gün yürüyemiyor, bir gün yerinden kımıldamadan dere girişindeki koyu gölgeli, tabanı kızıl topraklı defne dibinde saklanmış, duruyor…
Ayak tabanı bir şişiyor, bir düzeliyor. Tırnağı koptu, bir parmağı kıvrıldı.
Hayvanlarda doğa yasası güçlü. Güçsüze, çaptan düşene yaşam hakkı verilmiyor. Yaşamının tehlikeye girdiğini görünce, diğer horozun saldırısından korumak için onu, geceleri de ayrı bir yerde tutmaya başladık bir süre sonra. Bazı günler de dışarıya salmadık, kendini koruyamaz diye, bahçede gezinmesine, istediği yerde oturmasına, ortalığı pislemesine izin verdik. Bazı günler canlanır, oturduğu yerden doğrulmaya çalışarak öterdi. Arka arkaya, keyifle. O durumunda bile tavukları tepelemeye kalkışırdı. Yaşam sevinci sürüyordu, direniyordu, yaşıyordu Akhoroz. Bir kez, gittiğimiz veterineri yerinde bulamadık, telefonla sorarak ayağına ilaç aldık. Son kez de haftalardır iyileşmeyince alıp kendisini getirdik başka bir veterinere. Çocuk gibi baktık, tedavisini bir gün aksatmadık, olmadı, iyileşmedi ayağı.
Götürdüğümüz veteriner, ona canlı muamelesi yapmadığı, bizi baştan savdığı, bu işte bir kazanç görmediği için düzelmedi ayağı.
Akhorozun aynı türünden yavrular aldı yol başında oturan genç kaptan. Karısı onlara bir ayı aşkındır bakıyor. Lime lime dökülen etleriyle, beyaz tüyleri yer yer açılmış, perişan görünüşlü tavuklar, horozlar. Daracık yerde onlarcası bakılıyor, kımıldayamıyorlar bile. Dışarı salınmıyorlar. Bokların içinde debelenirken büyüyorlar. Yemlikleri her an dolu. Yiyip içip şişiyorlar. Filmlerdeki korkunç yaratıklar gibiler. Ayakları hepsinin sorunlu. Ördek gibi yalpalıyorlar. Üstüne çökü çöküveriyorlar kocaman ayaklarının iki üç adım atıp. Birkaç hafta sonra kesimlik olacaklarmış… Ötede biri, yumurtası için bakıyor yumurta tavuklarına. Toprak rengi, sarı kahverengi renkli makine tavukları. Akşam ezanından az önce salıyor sahibi onları, bütün gün sıcakta kapalı, küçük kümeslerindeler. Başka yere yumurtlamasın, uğraştırmasın insanı diye salınmıyormuş hayvanlar, sorduğumda öğrendim.
Her insan, kendini bilebilse, çevresine kendiliğinden zarar vermese, insan gibi olsa yasalara gerek olur muydu? Devletin koruması, devlet yasaları olmasa toplumların bu düzeni kurulabilir miydi? İnsanlar gibi, hayvanlar da devletin güvencesinde, korumasında yaşarlar.
Deveye sormuşlar: “Boynun neden eğri? “Nerem doğru ki?” demiş. Ortaçağ teknolojisi ile kömür çıkarılan ülkemizde, birilerinin kazanç hırsı yüzünden, insanımız ateşte yanar kavrulurken, topluca kaç yüz işçimiz can verirken yerin yüzlerce metre altında, bunun hesabını kimse vermezken, yapılan ihmallerin hesabı, yolsuzlukların bedeli ödenmezken, inşaatlarda düşüp ölen işçiler, mühendisler normal karşılanırken, trafik kazaları, Azrail gibi can alırken, buna devleti yönetenler hiç mi hiç aldırmazken, doğru yolunda giden, yasalara uyan vatandaşın canı korunamazken, hayvan haklarını kim düşünecek?
Hayvanlar da bizim gibi hastalanıyor, ölmeden önce yemekten içmekten kesiliyorlar. Nasıl bir yaralının bilincini açık tutarız, konuşuruz uyumasın, dalmasın bir daha uyanamaz yoksa diye, hayvanlar da öyleler…
Son gün, sabah, her günkü gibiydi Akhoroz. Önceki hafta olduğu gibi, iyice kötürümlemiş, bir iki kımıldamakla günü bitiriyor… Bir iki adım ancak atabiliyor. Durduğu yerden kalkmadan akşamı ediyor. O gün sabah, yem yemesi, arada getirdiklerimi yemesi iyiydi. Nazlı da olsa ne versem yemişti. Yol kenarındaki karaduttan yere dökülenlerden bile getirmiştim belki şifa olur diye. Öğleden sonra bir şey yemedi. Görmüyor gibiydi. Gözleri arada kapanı kapanıveriyor . Koca gövdesi yan yıkılmıştı. Sağlam ayağı cansız hareketsiz yukarda, hasta şiş ayağı altta. Bu durumda son bir umut belki kurtarırız diye de çağırdığım komşumla ayağının irinini patlattık, tedavisini bir yaraya bakar gibi titizlikle kendi kafamıza göre yaptık.
Ayağından sarı sular aktıktan sonra bir iki saat iyi oldu sanki. Ölmeye direndi, direndi… Gece, evin ocağının oyuğuna koyarken sandığını, önüne tahta parmaklıklı örtüyü çekerken son kez baktım, başı düşüyordu durup dururken. Sabaha çıkmayacağı belli gibiydi. Ya bir mucize olacak, hızla iyileşecek ya da çilesi bitecek, yaşamı bitecek.
Sabah kalktım, yattığı yere gidip bakamıyorum bir türlü. Saat onu geçti, diğerleri çoktan salındı, geziniyorlar, uzaklarda. Ona bakmaya korkuyorum. Tamam, bir hayvan bu, hem de insanların açlıktan, kıtlıktan değil, zevk için yedikleri, yemezlerse de sağlıklı yaşayabilecekleri, yalnızca tavukların üretiminde kullanılması gereken bir hayvan… Ama gel bunu, bir canlının bir yıla yakın bakımını yapan, onu bir çocuk gibi kollayan, tedavi eden, koruyan, kaç kez canını kurtaran, onu izlerken günlük sıkıntılarını unutan, aralarında gönül bağı kurulan birine anlat…
Sonra bir hamlede tahta perdeyi çektim, baktım. Başı sandığının yanına koyduğum su kabına düşmüş, gagası suda, başı yan, kalakalmış. Ayakları havada, birbirine bitişik, uzanmış. Kaskatı, hareketsiz…
Yüzünü aklımdan çıkaramıyorum. Kırmızı ibikleri solmuştu, solgun, sarıya yakın bir turuncu renkte mumyalanmış gibiydi yüzü, uzamış, kurumuş ibikleri.
Öldü Akhoroz. On aydır direndi. İki aylıkkenden beri, bu yaşamaz diyenlere, yaşatmayın, bu türler böyledir, yağlanır çatlayıverirler, ayakları onları taşımaz diyenlere inat tutundu yaşama… Kendini bize sevdirdi. Yılmadı, yendi doğuşuyla üstüne yüklenen yükü, biz insanların ayıbını, geleneksel yapısıyla oynanmasını alt etti, yaşamak için savaştı.
Bir canlıyla oynanarak para kazanmanın çirkinliğini, hırslı, cahil, okumuş insanların acımasızlığını gösterdi bize, bu çirkinliği anlatma fırsatı verdi.
Hayvan sevgisinin, kedi, köpek, kuş sevgisiyle sınırlı kalmadığını gösterdi.
İnsanların bencilliğini, aç gözlülüğünü, herkesin yalnızca kendi evcil hayvanıyla ilgilendiğini, bu çağda et yemek gerekli mi, hayvanlar eti için mi beslenmeli sorusunu çoğu kimsenin kendine sormadığını gösterdi.
Gelişmişliğin bir belgesinin de hayvanları koruma yasaları olduğunu, bu yasalara uymanın, hayvanları korumanın, yaşamlarına saygının bir çağdaşlık belirtisi sayılacağını öğretti.
Sevmenin, insana verilen en yüksek duygu olduğunu, hayvanların da bağlılık duyabileceklerini, kendilerine bakanlara bağlanabileceklerini bir kez daha anlattı…
Atalarımız hayvanlar için ne sözler söylemiş. Sonra ne çok özlü söz vardır hayvanlar üzerine:
“Hayvan yularından, insan sözünden tutulur.” sözü ne güzel…
Sözünde duranlar, sözünü tutanlar bizi yönetmiyorlar çok uzun zamandır.
Bir ulusun büyüklüğü, gelişimi de hayvanlara davranışı ile ölçülürmüş… Bu söz, bir bilge kişinin sözü.
“Aç bir köpeği ayağa kaldırıp rahata kavuşturursan seni ısırmaz. Bir köpekle bir insan arasındaki temel ayrılık budur. ” sözü yüz yıl önce Batı’da söylenmiş.
“Hayvanlar benim arkadaşım. Ben arkadaşımı yemem.” demiş yine ünlü bir yabancı yazar.
“Hayvan sevmeyen insanları sevemez.” derler, yine derler ki, “Balık ağa girdikten sonra aklı başına gelir.” “Atlar nallanırken kurbağa ayağını uzatmaz, aç kurt bile komşusunu dalamazmış…”
Unutulmasın, “Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur.”
Kazanç hırsına yenilenleri görmeli, böylelerine bir güzel derslerini vermeli…
On iki yıl geçti bu iktidarla, küçükler büyüdü, büyükler yaşlandı, bir kısmı göçtü, huyumuz suyumuz değişti… Yalnızca hayvanlarımız değil bizler de dönüştürülüyoruz… Genlerimizle, algımızla, toplumsal yapımızla, kültürümüzle, tüm değerlerimizle oynuyorlar. Bayrağımızı bile kötü emellerine kullandılar.
“Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan!” boşuna denmemiş. Onlara uymadan, benliğimizi yitirmeden sevdiklerimizi, canlarımızı koruyalım.
Huyumuzu bozanlara dur demenin zamanı geçti geçiyor.
“Can, canın yoldaşıdır.” Önce can, sonra canan diyeceğimize, önce vatan diyelim.
Can damarımız budur…
Feza Tiryaki, 13 Haziran 2014