Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!

Tartışma Alanı

Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!

İletigönderen Türk-Kan » Cmt Eki 25, 2008 23:49

Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!
16 Mart Beyazıt Katliamında siz vardınız, o zaman ülkücü faşisttiniz şimdi de AKP'li!


İki gün önce 16 Mart Beyazıt katliamı ile ilgili açılan dava zamanaşımı nedeniyle düşürülmüştü. Tarihin ironisi işte, pek şatafatlı ve de medyatik “Ergenekon” davası Silivri’de görülmeye başlandığında, Kontrgerilla (devlet) katliamları dendiğinde ilk akla gelen 16 Mart Beyazıt katliamı davası da Sultanahmet’teydi ve dava düştü! İslamcı medyanın objektifleri Ergenekon’daydı, basının diğer kısmı ise ister istemez 16 Mart duruşmasına da değinmek zorunda kalmıştı


Gittikçe bir muammaya dönen ve sürüncemelerle ilerleyen Ergenekon davası halkın gözünde ilk etkisini yitirmeye başladıkça AKP’ci medya konuyu çeşitli biçimlerde ara ara ısıtmak zorunda kalıyor. İşte tam da böylesi bir ortamda iki vakayı bir araya getiren Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne bugün bir yazı yazdı. Türköne gibilerin 16 Mart Beyazıt Katliamına dönük gerçekleri gizleme çabalarını ve çarpıtmalarını düzeltmek ve bu propagandalarıyla AKP açısından bugüne dair esas amaçlarını tekrar tekrar teşhir etmek zorunluluğu ve sorumluluğu da bize düşüyor.

Mümtaz’er Türköne: “Ergenekon’un 16 Mart katliamı”

Beyazıt’ta 7 devrimci öğrencinin katledildiği ve 50’ye yakın öğrencinin de yaralandığı 16 Mart 1978 yılında Ankara Siyasal’daki öğrenciliğinin son yılında olan Mümtaz’er Türköne, Zaman gazetesinde yer alan köşesinde bugün bir iddiada bulunmuş. Meğer 16 Mart katliamı davası zamanaşımından düşürüldüğü gün Silivri’deki davada yargılanan “çetenin tarihteki uzantıları” yapmış olayı da haberimiz yok!

Mümtaz’er Türköne demiş ki:

“Toplam 18 kişiydik. Mülkiye'ye normal bir öğrenci olarak giremiyor ve dersleri takip edemiyorduk. Polis nezaretinde, diğer öğrencilerden yalıtılmış şekilde bize tahsis edilen Taş Oda'da sadece sınavlara girebiliyorduk. İçimiz öfke doluydu. Bizi okula sokmayanlarla, 16 Mart'ta İstanbul Üniversitesi'nde katliama uğrayanlar aynı siyasî görüşü paylaşıyordu. Ama bizler, hepimiz bu olayı duyunca önce şok olduk, sonra üzüldük. Çünkü bu eylem bizim öfkemizin uzantısı olamayacak kadar acımasız ve caniceydi.

O dönemi yaşayanlar bilirler. Hiçbir grubun bu kadar rafine bir eylem kapasitesi yoktu. Bu olay tıpkı 1 Mayıs 1977 gibi bir kontrgerilla eylemiydi. 12 Eylül'e yaklaşan günlerde temposu artan cinayetlerin arasında çok sayıda benzer eylem yer aldı. Hiçbir ideoloji, ama hiçbir ideoloji 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nin bahçesindeki katliamı gerçekleştiremezdi. Çünkü böyle bir eylemden hiçbir ideolojik grup çıkar sağlayamazdı. Tıpkı Ankara'da Ziraat Mühendisleri Birliği'nin önünde üç kişinin ölümüyle sonuçlanan katliam gibi. Ölenler ülkücüydü, ama öldürenler iddia edildiği gibi Dev-Yolcu değildi. Bu katliamın failleri de 16 Mart'ınkiler gibi karanlıkta kaldı.”

“Bugün, aradan geçen 30 yılın sonunda 16 Mart Katliamı dosyasının zamanaşımından kapatılmasının tek mantıklı açıklaması var. Bu katliamın, devletin derinlerine yuvalanmış bir terör organizasyonu tarafından gerçekleştirildiği. Öldürülen yüzlerce, hatta binlerce insan gibi, 16 Mart 1978'de can veren 7 gencin katillerine ancak Silivri'de görülen davanın izini sürerek ulaşabileceğiz. Bu davayı sulandırmaya, cımbızla ayrıntıları çekerek çürütmeye çalışanların 16 Mart katliamının ve benzer katliamların üstünü örtmeye çalıştıklarını, katliam suçuna ortak olduklarını bilmeleri lâzım.”


Mümtaz’er Türköne diyor ki “bu eylem bizim öfkemizin uzantısı olamayacak kadar acımasız ve caniceydi… Hiç bir grubun bu kadar rafine bir eylem kapasitesi yoktu… Böyle bir eylemden hiçbir ideolojik grup çıkar sağlayamazdı…” Fakat, 16 Mart katliamından epey sonra ele geçirilen 7 Mart 1978 tarihli ve o zaman ki İstanbul Emniyet Müdür muavini Şükrü Balcı’nın imzasını taşıyan bir belgede aynen şunlar yazılıydı: “Sol gruba mensup öğrencilerin fakülteye gelmeye devam etmeleri halinde 8–10 gün içerisinde bu grup üzerine dinamit atılacaktır”. Bahsi geçen ve gerçekten de 9 gün sonra patlayacak olan dinamit, ABD’den Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hibe edilen TNT tahrip kalıbıydı. Ve bu kalıp bir yüzbaşı tarafından Ülkücü Gençlik Derneği Ankara Şubesi Başkanı Abdullah Çatlı’ya teslim edilmişti! Ardından gelişen olaylar ise ayrıntısıyla biliniyor. (Can Dündar’ın hazırlamış olduğu “16 Mart” belgeselinde de Beyazıt katliamına giden süreç ve sonrası bütün isimlerle -Çatlı’dan Mehmet Gül ve Reşat Altay’a- ve kurumlarla gün gün, dakika dakika anlatılıyor. Merak edenler izleyebilir.)

O yıl Mülkiye’de öğrenci olan ve kendisi de Ülkücü Gençlik Derneği üyesi olan Mümtaz’er Türköne’nin bunu “bilmemesi” ilginç tabi. Tıpkı Türköne’nin “lanetlediği” kontrgerillanın en önemli bileşeninin MHP ve onun gençlik teşkilatlanması olduğunu bilmemesi gibi! Ülkücü faşistlerin başta polis teşkilatı olmak üzere, askerle ve bir dizi resmi ve yarı resmi kurumla işbirliği halinde çalıştığı, komando eğitimlerinden geçtiği, ellerine bizzat resmi makamların silahlarının verildiği ve bu faşistlerin o zaman oldukça gelişkin olan toplumsal muhalefet güçlerine, ilerici aydın bilim insanlarına ve özellikle devrimcilere dönük saldırılarda “komünizme karşı mücadele” adı altında önemli roller aldıklarını herkes biliyor. Aynı mekanizmanın kimi farklılıklarla birlikte bugün de işlemediğini kimse iddia edemez!

Gerek 70’lerdeki gerekse de o günden bugüne yapılan suikastları, katliamları çarpıtmak faşistlerin ve devlet makamlarının öteden beri başvurdukları bir yoldur. “Dış mihrakların” yönlendirdiği sulandırılmış ve muğlaklaştırılmış bir “kontrgerilla, derin devlet tanımı” yapar ve onu suçlu göstererek kendilerini halkın gözünde aklamaya çalışırlar.

Ancak söz konusu kişi Mümtaz’er cinsinden olunca durum daha bir renkleniyor. Zira kendisinin siyasi hayatı de pek renkli. 70’lerde “ülkücü” bir faşist, 80’de Özal’ın dizinin dibinde bir “sağcı entelektüel”, 90’larda Tansu Çiller’in danışmanı, bugün ise Fethullahçı bir “aydın” ve AKP’yle hısım akraba olmuş bir akademisyen… Anlaşılan hangi dönem kim “güç” olduysa Mümtaz’er kişi oraya kapağı atmış! İş kapağı atmakla bitmiyor, kendisinin gençlik yıllarında da özellikle vurgulamış olduğu gibi “sağın kendi aydınlarına ihtiyacı var”… Mümtaz’er Türköne bugün bu işlevi layıkıyla yerine getiriyor mu? Getiriyor! Örneğin, 96’da Susurluk kazasının ardından kontrgerillanın ipliğinin “halk tarafından” yakalandığı bir ortamda dönemin başbakanı Tansu Çiller’e “milliyetçi-maneviyatçı” birikimiyle danışmanlık yapıp şu veciz sözleri söyletenin de kendisi olduğu rivayet edilir: “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir”… Şimdi aynı Mümtaz’er “darbe karşıtı”, “liberalizm ve demokrasi sevdalısı” bir Fethullahçı ve AKP’li. İkinci eşinin AKP’den milletvekili olduğunu da belirtmeli.

Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne 16 Mart’ta dair bilinen pek çok gerçeği atlayarak Ergenekon’a bağlanıveriyor. Ergenekon duruşmasıyla aynı gün yapılan 16 Mart katliamı davasının duruşmasında zamanaşımından “yırtan” 3 sanık hakkında tek laf etmeden, bu katliamda adı geçen Zülküf İsot, Mehmet Gül, Abdullah Çatlı ve Reşat Altay gibi sivil ve resmi görevli faşistlerin adlarından tek laf etmeden, üstelik bu isimleri dolaylı olarak “bu eylem bizim öfkemizin uzantısı olamayacak kadar acımasız ve caniceydi” gibi cümlelerle “aklayarak”, nereye varmamızı istiyor? Diyor ki 16 Mart gibi katliamların açığa kavuşturulması için bugün yapılabilecek tek şey var o da Ergenekon’a yoğunlaşmak. Hatta diyor ki Ergenekon’u ciddiye almayanlar 16 Mart’taki gibi katliamlara “ortak olurlar!”

Bu bakış açısı Mümtaz’er Türköne ile aynı bakışa sahip diğer pek çok islamcı-liberal-muhafazakar kalem erbabı tarafından birkaç aydır özel olarak propaganda ediliyor. Üstelik sadece 16 Mart Katliamı için değil; 1 Mayıs 77, Maraş ve Çorum gibi katliamlardan Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu suikastları için de aynı yöntem kullanılıyor: “Ergenekon’a yoğunlaş!”, “Ergenekon’un uzantılarına yoğunlaş!”, “Ergenekon’la aynı zihniyeti paylaşanlarla hesaplaş!”, “Ergenekon’la benzer zihniyeti paylaşanları uyar!”, “Ergenekon davasını açma cesareti gösteren AKP’yi yüreklendir!”, “AKP’yi sevmesen de darbe karşıtlığı ve demokrasi aşkına bu tür konularda AKP’ye karşı olma, destek ver!”…

Halka dönük yaygınlaştırılan bu propagandanın esas muhataplarından birisi de haliyle yıllardan beri devletin bu katliamlarına maruz kalan ve bu katliamları unutturmayan soldan başkası değil. “Hani bu katliamların açığa çıkarılmasını istiyordunuz? O halde bize (AKP’ye) destek verin” çağrısı bu yönüyle katliamların “Ergenekon ucubesi” vesilesiyle “üstünün örtülmesini” sağladığı gibi AKP’nin geçmişten devraldığı kirli ilişkilere ve bugün devam ettiği halk düşmanı politikalarına karşı halkın egemenlere karşı muhalefetini dumur eden bir işlev de görüyor.

Türköne diyor ki: “Tekrarlamaktan bıkmayalım: Türkiye, Soğuk Savaş döneminde bütün NATO ülkelerinde oluşturulan karşı gerilla örgütünün bizdeki uzantısını yargılıyor. Yargılanan örgüt, 16 Mart katliamını yapan örgütün 2008 modeli. Elbette 30 yılda çok şey değişti. Bu örgütün amaçları, yöntemleri ve araçları değişti. 30 yıl önce üniversite öğrencilerini öldüren örgüt 30 yıl sonra Danıştay hakimini öldürdü. Ama bu örgütün genel yapısı hiç değişmedi.”

Kontrgerilla denilen yapılanmanın soğuk savaş döneminde kuruldu ve NATO ile de ABD ile de ilişkisi var. Bunu zaten herkes biliyor. Ama Türkiye’de bu ilişkinin sermayenin, devletin ve askerin en üst makamları eliyle örgütlendiğini de herkes biliyor. Bu tarz yapılanmaları devletin yönetme mantığından, halka karşı konumlanışından ayırmak mümkün değildir. Nasıl ki 70’lerde “komünizme karşı mücadele” adı altında gerici, milliyetçi, tarikatçı ilişkiler devlet güçleri eliyle palazlandırıldı ve halkın muhalefet örgütlerine, aydınlarına, sendikalarına, devrimci öğrencilerine karşı kullanıldıysa aynı şey bugün de yapılıyor.

Türköne gibilere kalsa bu yapılanmalar pek çok ülkede devletten arındırıldı, cezalandırıldı, bir Türkiye’de bu becerilemedi! Bu bakış açısından var olan iktidar “ak” gösterilip tüm suç marjinal bir çeteye havale ediliyor. Ergenekon’da yargılanan isimlerin çoğunun hiç de “temiz olmadığını” biz de biliyoruz. Ancak, bu isimlerin egemenler tarafından “artık işlevsiz” olduğunu ve kurulan yeni siyaset düzlemine ayak uyduramayan “kirli isimler” olduklarını da biliyoruz. Tüm dikkatlerin artık işe yaramayan bu kirli birkaç isme yoğunlaştırılması bugün de belli makamları tutan pek çok ismin “aklanmasını” sağlamayı amaçlarken diğer taraftan bugün TSK ve özellikle de AKP eliyle yeniden kurulmakta olan ve halka karşı daha tehlikeli boyutlara varmış olan örgütlenmenin gözden kaçırılmasını amaçlamaktadır.

6 senedir iktidarda olan AKP, elindeki bütün gücüyle 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta gerçekleştirilen devlet katliamındaki zihniyetten farklı bir zihniyetle çalışmamaktadır. Beyazıt katliamının sorumlularının hesap vermesi ancak bugünkü saldırıların sahiplerinin de hesap vermesiyle mümkün olacak. Beyazıt katliamının sorumluları eninde sonunda hesap verecekler, bunu bu ülkenin onurlu halkı ve öğrencileri sağlayacak ama asla AKP değil! Nedenini anlamak için üniversitelerin ve ülkenin bugün içinde bulunduğu duruma bakmak bunun için yeterli.

Fethullahçı Özcan’a yumurta attığı gerekçesiyle yargılanan Kocaeli Üniversitesi’deki arkadaşlarımızı “Ergenekon” değil, AKP yargılıyor! Ankara AKP il binası önünde eylem yapan üniversiteli arkadaşlarımız kıyasıya saldırıya uğruyor. Bunu AKP yapıyor! İTÜ’nün açılışında Tayyip’i protesto eden arkadaşlarımız gözaltına alınıyor. Bunu Tayyip bizzat yapıyor. Çukurova’da, Samsun’da üniversitelilerin konuşma hakları bile ellerinden alınıyor. Bunu AKP yapıyor.

İşkence’de insanlarımız katlediliyor, yasal olarak hakkı olan muhalefet etme hakkı bile halkın elinden alınıyor ve polis eliyle halka, öğrencilere zorbalık yapılıyor, Kürt halkına İsrail kesiliniyor!… Çünkü neo-liberalizmin piyasacılığını ve gericiliğini bu ülkede başka türlü örgütlemeleri, halkın yoksulluktan gelen tepkisini, demokrasi, özgürlük ve kendini ifade etme özlemlerini başka türlü bastırmaları mümkün değil. Demokrasi, eşitlik ve özgürlükleri koruma üzerine kurulu bir AKP değil, bastırma ve zor kullanma üzerine kurulu bir hükümetten 16 Mart’ın katillerini cezalandırmasını elbette bekleyemeyiz, ancak Mümtaz’er Türköne gibilerin çarpıtmalarına da gelmeyiz!

Evet, Ergenekon’da adı geçen bir dizi kirli isim halka karşı işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılmalı ama “Ergenekon sayesinde” kapsam dışı bırakılan bütün kirli isimler de yargılanmalı. Daha önemlisi tam da bugün halka karşı suç şebekesi gibi çalışan AKP yargılanmalı!


Kaynak
Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.

Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.
Kullanıcı küçük betizi
Türk-Kan
Kuvva-i Milliye
 
İletiler: 6735
Kayıt: Pzt Şub 19, 2007 20:56

Re: Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!

İletigönderen Deli Haydar » Prş Mar 04, 2010 1:03

Mümtaz Apostrof Er'den "Tarihi" Açıklamalar
Haberiniz.com / 3 Mart 2010

ART’de yayınlanan “Aklın Yolu” programının konuğu Prof. Dr. Mümtazer Türköne idi. Prof.Dr. Ümit Özdağ; Türköne’ye, Türk milliyetçilerinin içinden geliyor olmasına rağmen Türk milliyetçiliği ve sembollerini sert eleştirmesinin nedenlerini sorarak programı açtı.

Türköne eleştirilerinin sert olmadığını; Ergenekon Destanı, Bozkurt gibi sembollerin tarihte var olmadığını, 2. Meşrutiyet’ten sonra bu tür destan ve sembollerin ortaya çıktığını iddia etti. Daha da ileri giderek “Türk” adının aslında var olmadığını, Oğuzlara Çinliler tarafından verilen bir isim olduğunu, Prof. Dr. Faruk Sümer’in kitabını örnek göstererek savunmaya çalıştı.

Prof. Dr. Özcan Yeniçeri; mit, efsane, sembol gibi kavramların bilimle açıklanamayacağını, sembollerin tartışılmasının yeni olduğunu söyleyerek Türköne’ye itiraz etti. Yeniçeri, kimine göre önemsiz olan şeylerin bir başkasına göre çok önemli olabileceğini, burada esas alınması gereken şeyin halkın yüklediği değeler olduğunu savundu.

Mümtazer Türköne ise Ergenekon’un, 2. Meşrutiyet’ten sonra icat edildiği aslında Tacü’t- Tevarih’te söz edilen bir Moğol efsanesi olduğu düşüncesinde ısrar etti.

Özcan Yeniçeri, içselleştirilmiş, kabul görmüş milli değerlerin, milletin değerlerinin yok edilemeyeceğini, öyle olsa idi başkasına ait olan demokrasinin de kabul görmemesi gerektiğini söyleyerek Türköne ve onun gibilerin milleti değerlerini zayıflattıklarını, buna gayret ettiklerini ifade etti.

Özcan Yeniçeri; bu gibilerin milliyetçilik duygusunu küçülttüklerini, milliyetçiliği ötekileştirdiklerini de örnekler vererek açıkladı. Türk milliyetçiliğinin bir kültür biçimi olduğunu ve kucaklayıcı, bütünleştirici, yapıcı bir kavram olduğunu söyledi.

Mümtazer, “bozkurt” sembolü ve “Ergenekon” gibi kavramların toplumda ayrışmaya sebebiyet verdiğini, yetmiş milyon insana bir milletmiş hissi verecek ortak semboller bulunması gerektiğini ileri sürdü. Bunun üzerine Özcan Yeniçeri, “Bozkurt egemenliğin, hürriyetin, esarete katlanamamanın simgesidir ve bu milletin ortak değeridir” açıklamasını yaptı.

Ümit Özdağ; efsanelerin doğduktan sonra unutulup yeniden canlandıklarını, bazısının canlanamadığı için öldüğünü, yok olduğunu ifade ederek Ergenekon Destanı’nın unutulup sonra yeniden canlanmış olduğunu, Türk toplumunda eskiden beri var olduğunu belirtti. Kazakların yaptığı bir filmi de örnek vererek Bozkurt’un sadece yetmiş milyonun değil üç yüz milyonun ortak değeri olduğunu söyledi. Ergenekon Destanı’nın ise özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında yok edilmeye çalışılan bir milletin yeniden canlanmasının sembolü haline geldiğini, bir kısım aydının Türk Milleti için önemli olan sembol ve kavramların suç ikliminde gösterilmeye çalışıldığını anlattı. Türk milliyetçiliğinin ilkel, dışlayıcı, kabileci olmadığını bunun aksi olduğunu, böyle olduğunu iddia etmenin Türkiye’yi bölünmeye götüreceğini savundu. Özdağ, 1984’ten bu yana altı binden fazla şehit veren bu milletin Öcalan’ın kardeşlerini sinesinde barındırmasının bile ne kadar dışlayıcı olmadığının göstergesi olacağını, teoride karşı olunan bazı şeylere pratikte hiç karşı olunmadığını belirten Özdağ, aslında ırkçı Kürt milliyetçiliği’ne hoşgörülü olan bir kesimin kucaklayıcı, birleştirici Türk milliyetçiliğine karşı olduğunu ifade etti.

Mümtazer Türköne, doğuştan kazanılan özelliklere siyasi anlam yükleyip kültüre değer atfedilirse bunun “ırkçılık” olacağını söyleyerek, “siz Şaman dinin mitleri olan Bozkurt’u, Ergenekon’u kullanırsanız onların da Kava'yı kullanmaları doğaldır” iddiasında bulundu. Özcan Yeniçeri, Bozkurt’un da, Kava’nın da bizim olduğunu aralarında ayrım olmadığını ileri sürerek Türklüğe bu kadar karşı olan Mümtazer neden Türköne soyadını kullanıyor diye sordu. Türköne, aslında bundan memnun olmadığını, dedesine tesmiye olunan “Türkimam” sözünün soyadı kanunudan dolayı böyle verildiğini açıklamaya çalıştı. Mümtazer Türköne ortak tarihin zenginliğimiz olduğunu, Yavuz’un Çaldıran’dan sonra bölge ahalisine boş fermanlar bile gönderdiğini, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe’den başka dilleri yasaklayarak yanlış yaptığını, bu konuda Osmanlı’nın daha esnek davranarak doğru yaptığını iddia ederek, Türk milliyetçiliğinin dışlayıcı olduğunu ileri sürdü. 2005 yılında nevruz kutlamaları esnasında Mersin’de bayrak yakılarak Türkiye’de büyük bir infiale sebebiyet veridiğini, hatta Devlet Bahçeli’nin tabanına “sokağa çıkmayın” uyarısında bulunduğunu söyleyen Türköne, Kürt düşmanlığının körüklendiğini iddia etti.

Özcan Yeniçeri Ziya Gökalp’te ve Alparslan Türkeş'te ifade bulan “Onlar ne kadar Kürtse ben de o kadar Kürdüm, ben ne kadar Türksem onlar da o kadar Türk’tür” tabirinin Türk milliyetçilerinin şiarı (Allah, Allah!) olduğunu savundu. Yeniçeri, Anadolu’nun ayrımcılığa müsait olmadığını, bunu yapanların yok olduğunu ama bütünleştirici Türklüğün daim kaldığını ifade etti. Kız alıp verdiğiniz, ibadethanenizin bir olduğu, pazarınızın bir olduğu Kürt’ü Türk’ten ayıramazsınız diyen Yeniçeri, Kürtlerle Türklerin tarih birlikteliği olduğunu ileri sürdü.

Ümit Özdağ, esas olan sevginin Allah sevgisi olduğunu, Allah’ı sevmeyenin milletini sevemeyeceğini söyleyerek söze başladı ve “Milletler Atlası” adlı eserde MÖ. 2000 ile MS. 2000 yılları arasında sürekli var olan iki milletin olduğunu bunların Türklerle Çinliler olduğunu ifade etti. Türk Milleti’nin İslam’ın hem kalkanı hem kılıcı olduğunu ve Türk tarihinde insanlığa karşı kara bir leke olmadığını belirtti. Mümtazer Türköne’ye folklorik kimliğin mi yoksa siyasi kimliğin mi tanınmasını istediklerini sordu. Türk Milliyetçilerinin ayrımcılık sorunu olmadığını, dışlayıcı niteliği bulunmadığını marjinallerin temsil edemeyeceğini ifade etti.


MT: Sana siz demek bana çok zor geliyor Ümit...







Feragat-ı nefs.
İstihkar-ı hayat.
Kullanıcı küçük betizi
Deli Haydar
Meydan Delisi
Meydan Delisi
 
İletiler: 714
Kayıt: Çrş Eki 14, 2009 11:21

Re: Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!

İletigönderen yigitler » Prş Mar 04, 2010 21:09

Yahu, ART'de Mumtaz Apostrof Er'in isi ne? Programi izleyince inanamadim.
Kullanıcı küçük betizi
yigitler
Üye
Üye
 
İletiler: 600
Kayıt: Pzr Ara 07, 2008 21:41

Re: Çarpıtma Mümtaz'er, tarih çarpar!

İletigönderen maydonos » Cum Mar 05, 2010 5:48

Uc kanka bir arada cok yakismislar. Mumtaz ha bire Oguzum diyip duruyor :kikirik:
Ahmet Turk'te kurtum diyor :kikirik: . Basbas bagirmamak icin sesini dusurdukce dusuruyor, "kimsenin benim ana dilimde konusmami engelleme hakki yok" diyor.

Kisisel dusuncem Oguzum diye kivranan Mumtaz sanirim Kurt oldugunu kesfetmis.. :kikirik:
Resim


Ne MuTLu TüRkÜm DiYeNe
Kullanıcı küçük betizi
maydonos
Üye
Üye
 
İletiler: 1651
Kayıt: Çrş Haz 04, 2008 1:53


Şu dizine dön: Devlet ve Siyaset

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 0 konuk

x