CEZA ADALETİ ÜZERİNE - SUÇ, CEZALANDIRMA VE SİYASET
Cezayı bir adalet pratiği yapan nedir? Pek çoğumuza yanıtı kendiliğinden açık bir soru gibi görünüyor: Birilerinin yapılmış bir kötülüğe hak ettiği karşılığı vermesi gerekir, hiç değilse başkalarına iyi bir ders olsun diye. Ceza adaletinin rekabet hâlindeki iki temel yaklaşımını ―ödetmeci ve faydacı― sanki aralarında hiçbir gerilim yokmuş gibi bir çırpıda söyleyivermiş olmamız fazlaca basite kaçtığımız izlenimini uyandırabilir, lâkin kabul edersiniz ki cezaya dair böylesi görüşler hemen herkesin aklından ilk ve muhtemelen bir arada geçen şeylerdendir. Sağduyu bu iki yaklaşım arasında salınıp durur, fakat cezanın öyle veya böyle adaletin hizmetinde olduğundan emin bir şekilde. Nitekim bu çizgiyi izleyen bazılarımız yukarıdaki soruda bir hinlik bulmakta ve bunu ifşa etmekte gecikmez: Adalet sorunu cezanın bir eklentisi, ona sonradan dâhil edilebilecek fazladan bir nitelik midir ki cezayı bir adalet uygulaması hâline getiren şeyi sorgulamaya gerek olsun? Cezadan beklenilen şey adaletin yerine getirilmesi değil midir zaten?
Doğrusu, cezalandırma fikrinin adalet beklentimize dâhil öylesine esaslı bir müdahale olmuştur ki adalete dair yargımız her ne şekilde biçimlenmiş olursa olsun, hangi adalet kavramının yanında saf tutuyor olursak olalım, cezayı herhangi bir adalet misyonunun meşru taşıyıcısı gibi görmekte pek duraksamayız: Bazen, maruz kalınmış bir kötülüğün biçimsel bir eşitleyeni olarak; bazen, ölçülebilir, hesaplanabilir, kıyaslanabilir bir zarara denk bir eşdeğer olarak; bazense bir ihlâlle yerinden edilmiş hakların adil bir yeniden paylaşımı olarak. Ceza, bütün bu vasıfları sorgusuzca kabullenen veya kendine mülk edinen içeriksiz bir biçim gibidir. Tam da bu yüzden, niceliği veya niteliği itibariyle eleştirilmeye, müzakere edilmeye, yeniden düzenlenmeye daima açık olmasına rağmen, bir biçim olarak neredeyse dokunulmazdır. Öyle ki ceza fikrine en mesafeli adalet kuramları bile onu bir 'ultima ratio' olarak muhafaza etmekten veya acil durumlar için ona uygun bir yer tahsis etmekten vazgeçmezler. Ceza, geri gelir.
Fakat sağduyunun vaaz ettiklerinden de pekâlâ kuşku duymak mümkün ―ceza ile adalet arasındaki ilişkinin açıklama gerektirmeyen bir sarihlikte olduğu kanaatine muhalefet edeceğiz. Bu yazıda göstermek istediğimiz üzere, ceza, ne esası ne de kökeni bakımından bir adalet pratiğidir. Ceza, hepsinden önce bir tahakküm pratiğidir ve kendini bir adalet saikiyle sunmak zorunda olmadığı gibi, bir adalet draması şeklinde sergilemesi de gerekmez ―hatta bu tür imalardan kendini muaf tutan ve salt bir tahakküm işareti taşımakla yetinen cezaların beşeri deneyimlerimizde çok daha yaygın bir yer kapladığını söyleyebiliriz. Öyleyse ceza ne herhangi bir adalet görevini gelişigüzel yüklenebilecek boş bir biçim, ne de doğası gereği adalet işleriyle ilgili bir pratiktir. Onun yalnızca (fakat her türden) tahakkümle dolaysız bir bağı vardır ―adaletle olan bağı ise dolaylıdır ve bir açıklamayı hak eder. Burada savunacak olduğumuz şey, cezanın yalnızca siyasal tahakkümün belirli bir biçiminin içerisinden geçerek ve yalnızca belirli bir şekilde uygulanarak bir adalet pratiği hâlini alabileceğidir. Sanılanın aksine bunun pek de kolay başarılabilir bir şey olmadığını söyleyeceğiz. Üstelik ceza adaletini, sonuna geldiğimiz şeyler listesinde görmemiz muhtemeldir. Nitekim ceza adaleti ile siyasal form arasındaki ilişki üzerine bugün bizi yeniden düşünmek zorunda bıraktıran şey, ceza adaletinin günümüzdeki çıkmazlarıyla, muammalarıyla, geri çekilmeleri ve ani taarruzlarıyla yüzleşmenin kaçınılmazlığından başka bir şey değildir.
Akla hemen bilhassa geride bıraktığımız yüzyılın felsefi söylemlerine hâkim olan vahiysel ton geliyor, yani Jacques Derrida'nın vurguladığı gibi, sürekli bahis artıran bütün o eskatolojik belagat bolluğu: Tarihin sonu, sınıf mücadelesinin sonu, öznenin sonu, felsefenin sonu, Tanrı'nın ölümü ve elbette insan'ın kaderi hakkında uzayıp giden geniş bir kıyamet çeşitlemesi. Neden bir yenisini eklemeyelim ―üstelik bu çok daha mütevazı bir son olacakken? Yine de temkinli davranmakta fayda var. Sona dair söylemler hakkında ―ister aklın karamsarlığı isterse iradenin iyimserliğiyle ele alınsın― bilmemiz gereken ilk şey, vahyin dayanıklılığıdır. Derrida'nın ironiyle söylediği gibi, "son yaklaşıyor, fakat kıyamet vahyi uzun ömürlüdür".
Kuşku duymamamız gereken bir şey varsa, hepsinden önce bu, kesin ayrımların yapılabilirliğidir. Eleştiri, bugün için bize, bunun neden olduğu muğlaklıkla nasıl baş etmemiz gerektiğini bulma görevini veriyor. Peki, ayrımların kırılganlaştığı, sınırların sabitlenemez olduğu bir çağda, 'son' yine de bir anlam taşıyor olabilir mi? Son, hiç değilse bu çalışmada yüklendiği görev itibariyle, bir bağlamdan diğerine, öte tarafa mutlak bir geçiş imkânından çok, hepsi şimdinin zamanında ('Jettzeit' diyordu Walter Benjamin) cereyan etmekte olan bulaşmaları, geçişlilikleri, karşılıklı tacizleri, sirayet etmeleri, istikrarsız kılmaları, askıya almaları ima ediyor. Evet, bu bir 'son' ―zira ardında biçimden yoksun içerikler ve içerikten yoksun biçimler dışında, yani bütün bu zombi imgeler dışında hiçbir şey bırakmamakla hepimizi tehdit ediyor. Sonlarımız bir bakıma artık daha bir tıbbi, tam da biyopolitik çağımız neyi hak ediyorsa öyle. Ani, bir kerelik ve yok edici olmaktan çok, daimi bir metastaz, müzmin fakat öldürücü olabileceğini asla unutturmayan bir erteleniş gibi. Sonlarımız, bir bakıma uzun ömürlü kıyamet vahiyleri gibi. İşte, onlardan biri daha.
Batı siyasal düzeninin temel yapılarıyla, adalet uygulamalarının genel biçimi arasındaki güçlü eklemlenmeye uzun zamandır belirgin bir şüphe eşlik ediyor. Bilhassa ceza adaleti söz konusu olduğunda, griliği giderek koyulaşan bir gölgeye benziyor bu. Artık kimse ceza adaletine iliştirilmiş kavramların sarihliğinden, usullerin açıklığından, ilkelerin ke-sinliğinden dem vururken, peşinden sürüklediği gölgenin alaycılığına kayıtsız kalamaz. Bütün bu kavramlar, usuller, ilkeler etrafında her gün daha fazla koparılan fırtınayı, onların güçlenen otoritesine mi bağlamalıyız, yoksa kronikleşen krizine mi? Yapılan çağrılar, övgüler, güzellemeler, bize mutlak bir geçerliliğin yeniden onaylanmasındansa, tüm beklentilere rağmen bunun gitgide daha çok zorlanıyor, belirsizleşiyor, istikrarsızlaşıyor olmasına verilen tepkiler gibi görünüyor. Eğer bugün ceza adaletinde olması gerekenleri daha yüksek sesle dile getirme gereği duyuyorsak, bu dipten dibe ceza adaletini şekillendiren ayrımların geçerliliği hakkında endişeye kapılıyor olmamızdandır. Siyasal kaderimiz belirgin bir askıda olma hâli tarafından tehdit ediliyorken, bildiğimiz hiçbir ayrıma güven duymamız mümkün değil zira. Askıda olma hâli, temelde siyaset imkânının askıya alınmasıyla sonuçlanan gelişmelerin toplamından başka bir şey değildir. Bunun bir yüzünde, devletin siyasal tahayyülümüzün sınırlarını tayin eden ayrıcalıklı statüsünü yitirmesi bulunuyor ―üzerine yaslandığı ayrımların tümünü tehlikeye atma pahasına. Devletin yok olmaya yüz tuttuğunu söylemek istemiyoruz elbette; hatta belli açılardan hiç olmadığı kadar güçlendiği bile söylenebilir. Fakat yine de devletin yazgısına dair ikircikli hissiyat bizleri yanıltmasın: Devlet, şüphesiz içerisine yerleştiği büyük iktidar şebekesinin nimetlerinden kendini esirgemiyor ve kontrol ağının ayrıcalıklı uğraklarından biri olmaya devam ediyor ―dolayısıyla evet, devletlerin göreli olarak güçlenmediği iddia edilemez. Fakat o, bunu yalnızca siyasalın imtiyazlı merkezi olmayı, her biri kendi icadı olan ayrımların hamisi olmayı, yönetimsel aklın düzenleyici referansı olmayı terk etme pahasına yapabiliyor. Elbette söz konusu olan şey basitçe bir geri çekilmeden ibaret olsaydı, bundan rahatsızlık duymak için bir nedenimiz de olmazdı.
Lâkin devletin kendi krizine verdiği yanıt, kendi koyduğu sınırların ihlâline dayalı müphem bir yayılma eğilimi ve siyasallaşma imkânlarının olabildiğince tecrit edilmesi oldu. Devletin nerede bitip toplumun nerede başladığını ayırt etmenin olanaksızlığı ta-rafından belirlenen bu durum, siyaseti yalnızca müzakere oyunlarına, iletişim prosedürlerine, pay pazarlıklarına hapsederken, diğer bütün siyasallaşma girişimlerini ölçüsüz şiddet patlamaları ve cezai biçimler olarak işaretlemeye gerçek bir zemin sağladı. Biz-den beklenilen de buna ayak uydurmamızdır ―siyasalı, siyasalı meneden bir siyaset tasarımıyla takas etmemiz isteniyor. Zira devlet ile toplum arasındaki eşiğin bulanıklaştığı bu gri alanı mekân bellemiş olan siyaset tarzı, varlığın bakımından başka bir meşru konu tanımıyor. Yine de bunun bir Pyrrhus zaferi olma ihtimâli yüksektir. Çünkü belirgin ayrımlar yapma imkânını iptal eden bütün bu siyaset tarzı, kendi meşruiyetini değilse bile, yenilir yutulur kılınmasını daima üzerinde tepindiği ayrımlarda bulmuştur ―şimdiyse geriye tahripkâr bir güvenlik söyleminden başka kayda değer bir şey kalmışa benzemiyor.
Devlet ile toplum arasındaki eşiğin aşınmasıyla ortaya çıkan bu geniş 'polis' alanında, ceza adaleti ne anlam taşıyor? Klasik devletin tıpkı bir sınır kavramı gibi iş görerek yarattığı ve içerisine yerleştiği ayrımların, yani bir siyasal formu hem bir başkasından (içerisi-dışarısı), hem de kendi içerisinden (devlet-toplum) ayıran sınır çizgilerinin belirsizleştiği bir çağda, cezanın kendini bir adalet pratiği olarak sunma imkânı bulunuyor mu? Yuvarlandığı derin bunalımın içerisinde ceza modernizminin büründüğü aktüel görünümlerle, örneğin patolojik suçlu bireyin, potansiyel risk grubu üyesine; normdan sapma addedilen suçun, ölçülebilir bir rutin aktiviteye; ıslah etmenin, izole etmeye; entegre etmenin, kapasitesizleştirmeye; disipliner kurumların, yaygın kontrol şebekelerine vb. dönüşmesiyle, bütün bu sürecin bir ilgisi bulunuyor mu? Ayrıca, savaş kavramları ile ceza kavramları arasındaki, siyasal kavramlar ile cezai kavramlar arasındaki mütecaviz geçişler, devlete has ayrımların geçersizleşmesiyle alâkalı değil midir? Şurası kesin ki, ceza adaletinin dönüşümü üzerine kafa yoran hiç kimse, bu ve benzeri sorularla yüzleşmekten kaçınamaz. Üstelik bütün bu güncel sorgulamanın, bizleri siyasal form ile ceza adaleti arasındaki ilişki hakkında daha derin bir görüye sahip olmaya zorladığını da kaydetmek gerekir.
Adalet problemiyle başlarsak; Üzerine düşünmekten ve yeniden düşünmekten belki de hiç vazgeçmeyeceğimiz bir konu hakkında her şeye rağmen net bir fikre varmak, üstelik bunu yazmak ürkütücü görünüyor. Tabii ki izlemeye değer pek çok güçlü öneri ve muhtelif yol varken, yalnızca bazılarını seçmenin de kolay olduğu söylenemez. Öncelikle, burada yürütecek olduğumuz tartışmanın adalet sorununun siyasal tahakküm, siya-sal güç sorununa dahliyle ilgili bir sınırının bulunduğunu belirtelim ―eğer bu bir sınırsa. Biraz karikatür bir tasnif, adalet sorununun siyasal tahakkümle ilişkilendirilmesinin iki temel biçiminin bulunduğunu gösteriyor: Ya adalet siyasal tahakkümün suiistimallerini sınırlayan, ona şekil veren, yönünü belirleyen, gücünü adil amaçların hizmetine sokan, nihayetinde ilkeleri siyasetin çelişkili, fazlasıyla pragmatik doğasından türetilemeyecek olan, ona dışsal, yüksek bir ilkedir ―siyaset adaletin buyruğu altına girmelidir. Ya da adalet siyasal tahakkümün bir etkisidir ki tam da onun sayesinde hayat bulur, varlık kazanır, insanların mutluluğu için vardır, dolayısıyla siyasal varlığın bekasını korumak uğruna yapılanların adalet ilkesine aykırı düşmesi beklenemez, onun ne üzerinde ne de aşağısındadır, onu kat etmektedir ―siyaset yaşayan adalettir. Şüphesiz bu bir karikatür, ama yine de bir şeyler söylüyor. Doğrusu burada her ikisinden de yolumuzu ayırmamız gerektiğini savunacağız: Adalet kavramını, siyasal pratiklerin yasa ile yasasızlık arasındaki salınımlarının düzenleyici ilkesi gibi okumaya niyetimiz yok. Ne herhangi bir adalet ilkesinin siyaseti dize getirebileceğini düşünüyoruz, ne de herhangi bir siyasal gücün adalet talebini kapatabileceğini. Derrida'ya referansla siyaset ile adalet arasındaki ilişkinin farklı bir şekilde okunmasını önereceğiz. Böylesi bir argümantasyon, hukukun adaletini sonsuz adaletten belirli bir şekilde ayırmamıza imkân tanıyacak. Ve biz bu ayrımı, hukukun adaletini, üçüncü tarafın adaletiyle ilişkilendirmek için bir fırsat olarak kulla-nacağız. Böylelikle, hukuksal tarzda bir tahakkümün yapısını açıklığa kavuşturarak, si-yasal güç ile adalet pratikleri arasındaki bağlanmanın niteliğini de göstermeyi umuyoruz. Elbette buraya yönelmemizin nedeni, cezayı bir adalet pratiğine dönüştüren şeyin ne olduğunu anlayabilmektir.
Ceza adaletinden ne anlamamız gerekir? Kabul etmek gerekir ki ceza adaletinin kendini tarihin en arkaik formlarından biri olarak göstermek gibi bir mahareti vardır. Ceza adaletine dair bu genel geçer algı, tabii ki ceza kavramının üzerindeki anlam yükünden besleniyor: Arkaik olan şey kuşkusuz yasaktır, ihlâldir ve nihayet cezadır. Ceza, tahakküm kadar eskidir ―hatta tahakküm uygulamasının henüz topluluktan ayrışmamış olduğu zamanlar kadar. Fakat bu, cezanın bir adalet pratiği olduğunu kanıtlamaz. Muhtemelen eskiler, adaleti yerine getirmek istediklerinde başka yolları kullanmak zorundalardı, yani savaş metotlarını veya onun ritüel temsillerini. Ceza, adalet mefhumundan bağımsız olarak tahakküm biçimlerine içkin olmuştur ―ne bir adalet saikine sahip olmak zorundadır ne de kendini bir adalet gösterisi formunda sunmak. Öyleyse adalet problemini, cezanın içkin niteliklerinden biri olarak değil, onun bir eklentisi olarak ele almamız gerekir; ceza bakımından adalet sentetik bir öğedir. Nitekim ceza adaletinin köklerini ilk tahakküm uygulamalarında (aykırılığın iptal edilmesi) veya ilk adalet uygulamalarında arayan görüşlerin mutlak, giderilemez bir tutarsızlıktan mustarip olmalarının nedeni, tam da ceza adaletinin sentetik doğasının üzerinden atlıyor olmalarıdır. Asıl olarak şu-nu sormamız gerekmez mi? Bir tahakküm etkisi olarak cezayı, bir adalet uygulamasına dönüştüren şey nedir? Nasıl olmuştur da ceza (ki eşitsizlikten hareket eder), kendini bir adalet (ki eşitlikten hareket eder) pratiği olarak sunabilmiştir? Bizce ceza adaletinin muamması, tahakküm gücü ile adalet istenci arasındaki, eşitsizlik ile eşitlik arasındaki hassas bir eklemlenmeye dayanıyor olmasında yatıyor. Ve bu akıl yürütme, bizi ceza adale-tinin kalbine götürüyor. İkinci bölümde uzun uzadıya sürdürmek zorunda kalacağımız bütün bu sorgulamanın varacağı noktayı özetlemek güç değil: Cezalandırmanın bir adalet pratiği olarak kullanılması, gerçekte hukuksal tahakkümün özellikli bir kullanımıdır. İlk elde bunun anlamı, ceza adaletinin yapısının, hukukun adaletinin yapısıyla aynı karakterde olduğudur ―yani bu, kendini üçüncü taraf olarak dayatan bir siyasal gücün adaleti olacaktır. Fakat buradan çıkarmamız gereken şeylerden bir diğeri de, bunun özellikli bir kullanım olduğudur ―yani üçüncü, herhangi iki özel kişi arasındaki etkileşime müdahale eder gibi değil (aksi hâlde bu özel hukukun konusu oldurdu ve cezaya gerek kalmazdı), üzerinde yükseldiği kolektivite ile onun belirli bir üyesi arasındaki etkileşime müdahale eder gibi davranır. Yeniden söyleyelim: Ceza adaleti, kolektivitenin belirli bir üyesinin, kolektivitenin herhangi bir üyesine, üçüncü tarafından eşitlenmesidir. Bunun neden cezayla olabildiğini, kolektivitenin herhangi bir üyesine eşitlenmeyi cezanın nasıl sağlayabildiğini yeri geldiğinde tartışmalıyız. Ancak bütün bu teferruatın gerisinde neyi ima etmeye çalıştığımızı söylemeden geçmeyelim. Ceza adaletinin fenomenolojisine dair söylenenler doğruysa, belki de onun köklerini uzak tarihlerde aramamamız gerekir: Bizce ceza adaletinin anahtarını verecek olan şey, çok daha yakınımızda, devletin bir üçüncü taraf olarak toplum ile birey arasındaki ilişkiye müdahalesinde gizlidir. Ve tam da bu yüzden ceza adaleti, devletle toplumun ayırt edilebilir kendilikler olduğu varsayımına dayanır. O hâlde, devletle ve toplumla devam etmemiz gerekecek.
Gerek hukukun adaleti hakkında yürüttüğümüz tartışma, gerekse ceza adaletinin yapısına dair sorgulamalarımız bizi ilk olarak devlet problemine sürüklüyor. Devlet formu ile adalet uygulamaları arasında kuvvetli bir eklemlenmenin gerçekleştiği tarihsel uğrak bize tam olarak ne gösteriyor? Bilhassa şunun altını çizmek istiyoruz ki devletin adalet pratiklerinin merkezine yerleşmesi, klasik Avrupa devletinin bir yandan içeride türdeş ve mutlak bir hâkimiyet sahası, diğer yandan dışarıda devletlerin eşit siyasal aktörler olarak karşı karşıya gelebilecekleri bir rekabet ve denge sahası yaratma projesinin orta yerinde vücut buldu. Gerçek anlamda, bu, bir yoğunlaşma ve sınır çekme çağıydı. Bu döneme damgasını vuracak olan ayrım içerisi-dışarısı ayrımıdır ―kendi zamanı için yeni ve olağanüstü büyüklükteki bir dizi siyasal teknolojinin tam da bu ayrışmanın etrafında şekillendiğini hatırdan çıkarmamamız gerekir. Kendi konumuz açısından bu dönemin ayrıcalığı, aslında Ortaçağ monarşileriyle birlikte başlamış bir sürecin tamamlanmasına bağlı olarak, savaş ve adalet pratiklerindeki köklü dönüşümdür diyebiliriz. Şunu biliyoruz ki savaş kavramı uzun yüzyıllar boyunca adalet ve cezalandırma imalarıyla bir arada bulunmuştur. Benzer bir şekilde adalet pratiklerine hâkim olan usulleri de savaş biçimlerinden veya onların ritüelleştirilmiş temsillerinden ayırt etmek uzunca bir süre mümkün olmamıştır. Lâkin devlet, şiddetin yeni bir dağılımıyla birlikte gelmiştir ki bu kendini şiddet tekelinin iki yüzü olarak gösterir: Savaş ihtimâli, içeriden şiddetin çekilip alınmasına bağlı olarak, siyasal birliğin dışarısına atılmıştır ―savaş rasyonelleştirilerek adalet imalarından arındırılmış, devletlerarası ilişkilerin ve diplomatik-askeri bir aygıtın rutin konusu hâline getirilmiştir. Adalet uygulamaları ise, özel savaş biçimlerinden veya savaşın ritüel bir devamı olma anlamıyla çeşitli sınama usullerinden arındırılarak, merkezdeki figürün müdahale-sine açılmıştır. Artık savaş dışarının, ceza içerinin konusudur. Eğer 16. yüzyıl başlarında devletin spesifik bir form olarak ortaya çıktığını söyleyebiliyorsak, bunun gerisinde, içerisi-dışarısı ayrımını bir tür siyasal güçlenme dinamiğine çevirmeyi başarabilmiş özgün bir yönetimsel aklın bulunduğunu kabul etmemiz gerekir: 'Raison d'État'. Bu kavramın üzerinde uzun uzadıya duracağız ―zira 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bu defa içeride yeni bir ayrımın patlak vermesine neden olacak şey, 'raison d'État'nın içkin krizine verilecek olan yanıttı. Yeni ayrım, devlet-toplum ayrımıdır ve başlangıçta yalnızca savaşın içerideki simetriği hâline getirilerek egemenin tasarrufuna terk edilen cezalandırma hakkı üzerinde, cezalandırmanın mantığı üzerinde benzersiz bir dönüşümün yaşanmasına neden olacaktır.
Devlet içerisinden sıyrıldığı, daha doğrusu koparak ayrıldığı siyasal geleneklerden farklı olarak, kendini mutlak bir yapaylık olarak koymuştu: Bir yapay beden. Kendi ilkesini, kendinden başka hiçbir yerde bulamayacak kadar ayrıksı ve nevin bir formdu çağdaşlarının gözünde. Dolayısıyla hak ettiği gibi yönetilmeliydi ―başka biçimleri taklit ederek değil (bunun sonucu gerçek bir fiyasko olurdu), kendine has rasyonellik biçimini kavrayarak. 'Raison d'État' işte bunun adıydı. Yukarıda belirttiğimiz gibi, içerisi-dışarısı ayrımını devletin güçlerini artıracak şekilde yönetme sanatıydı aslında. Nasıl? 'Raison d'État' dışarıda hedeflerin sınırlı tutulmasına dayanıyordu; bir bakıma devlet, imparatorluk biçimine geçilmeden önceki aşamayı, bir tür geçiş aşamasını değil, nihai biçimi oluşturuyordu. Devletin hedefi kendi benzerlerinin yok edilmesine dayanmıyordu, ter-sine çoğul siyasal uzamın varlığını korumaya, rekabetçi bir denge sağlamaya dayanıyordu. Fakat içeride durum tam tersiydi. 'Raison d'État'nın içeriye bakan yüzü, hedefleri bakımından sınırsız bir idari aygıtla ortaya çıkıyordu: 'Polizei'. Devletin güçlerini ar-tırmanın bir anlamı dışarıda dengeli bir rekabeti sağlamaksa, bunu mümkün kılacak şey, içeride hemen her şeyi yönetimin konusu hâline getirmekti. Devlet daha fazla ve daha fazla yönetmeliydi. İşte, Foucaultcu bir devlet soykütüğü, 18. yüzyılın sonuna kadar bize manzaranın bundan ibaret olduğunu söylüyor. Fakat bu uğrakta durum değişir: 'Raison d'État'nın içerisinden, onun hedeflerini sahiplenerek büyüyen yeni bir yönetimsel rasyonalite, daha fazla yönetmenin iyi bir fikir olmayabileceğini, çözdüğünden fazla soruna sebep olabileceğini, hepsinden önemlisi devletin güçlerini artırmak bakımından elverişli sonuçlar vermeyebileceğini vazetmeye başlar. Bu ekonomi politiktir. Ve devletin içerideki kuşatıcılığına bir sınırlama getirmeyi, üstelik bunun devletin hayrına sonuçlar vereceğini ileri sürmektedir. Devleti, kendininkinden farklı yasalara, kurallara, düzenliliklere sahip bir başka gerçekliği tanımaya davet etmektedir: Toplum (ilk söylendiği hâliyle ifade edecek olursak, sivil toplum veya burjuva toplumu). Bırakın, kendini yönetsin ―onun kendine has süreçleri var ve bunların ne olduğunu bilemezsin. İşte, toplumun bir doğum belgesi varsa, bunun ekonomi politik tarafından hazırlanmış olduğu anlaşılıyor. Gerçek şu ki, ceza adaleti hakkında bugün ne biliyorsak, aklımıza hangi ilkeler, düsturlar geliyorsa, hemen hepsini bu döneme borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Toplumun tanınması cezaya dair her şeyi değiştirmiştir. Bunun anlamını kayda geçirmek ise klasik okula düşmüştür. Klasik okulun, yani reformun dili, hukuktan çok ekonomi politiğin dilidir. Önerdikleri ise yeni bir ceza ekonomisi olmuştur ki bu sayede adaleti kralın elinden alabilmeyi başarabilmişlerdir. Fakat ceza adaleti daha devlet, toplum, birey arasında özgün bir dolayım olarak kavranılmaya başlandığı sırada, hem geriden gelen başka birtakım iktidar tazyiklerine maruz kalmaktan, hem de kendi sınırlarının, açmazlarının devrimci sınıflar tarafından yüzüne çarpılmasından kurtulamaz:
Öte yandan sivil toplumun türdeş olmadığını, en azından tek olmadığını hatırlatan devrimci sınıflar karşısında verilen muhafazakâr refleksler, tehlikelilik kavramının etrafında ceza adaletini güvenlik, risk, kontrol vb. temalar tarafından işgal edilmeye açık hâle getirecektir. Gerçek bir temsilini 'homo economicus'un rasyonel hesaplarında bulan sivil toplumdan geriye, artık, risk seviyelerine göre sınıflandırılmış ve buna göre kontrol matrisine yerleştirilmiş alt-grupların toplamından daha fazla bir şey olmayan, devletin içerisinde mi dışarısında mı olduğuna karar vermenin imkânsız olduğu, adına toplum denilen şu müphem varlık dışında pek bir şey kalmışa benzemiyor.
Batı siyasal düzeninde klasik olan şeyin, yani kategoriler arasında belirgin ayrımlar yapabilme imkânının giderek ortadan kalkıyor olmasından uzunca bir süredir yakınılıyor. Günümüzde bu eğilimin kronik bir hâl aldığını söyleyebiliriz. Artık, siyaset ile etik, etik ile hukuk, hukuk düzeni ile olağanüstü hâl arasındaki eşiği aydınlatabilecek ayrımların ―ve doğal olarak, siyasal rakibi meşru düşmandan, barış hâlini savaş hâlinden, sivil olanı askeri olandan ayıran sınırların aşındığından söz edildiğini çok daha sık duyuyoruz. Benzeri türden bir tehditkâr meydan okuma, suç ve siyaseti birbirinden ayıran eşik üzerinde cereyan etmektedir.
Aslına bakılırsa, gerek suça dair kurumsal stratejilerin gerekse onunla iş birliği hâlinde şekillenmiş olan geleneksel-muhafazakâr suçbiliminin dikkate değer bir "başarısı" olarak kaydedilmesi gereken şey, yani suça ilişkin konuların politik imalarından arındırılarak siyasal eleştiri ve müdahaleye kapatılması, 1960'ların ortalarından bu yana, yalnızca yaygın bir sosyal-siyasal protestonun değil, aynı zamanda güçlü bir entelektüel taarruzun da baskısı altında kalmıştır. Üstelik bunun etkileri bakımından sınırlı ve sonuç getirmeyen bir müdahaleden ibaret olduğunu kimse söyleyemez, bilakis bütün bu entelektüel tazyikler (adlarıyla sayarsak ―aşağıdan tarih okulu, kültürel çalışmalar, feminist eleştiri, post-yapısalcılık ve bunlarla etkileşim hâlinde tartışmaya derin bir katkıda bulunmuş olan politik suçbilimi) suç mefhumunun etrafını kuşatmış olan bilgi-iktidar kompleksinin sözde siyasetten arınık yansız ve teknik dilini eleştiriye açmakta büyük başarı göstermiştir. Ne var ki bugün paradoksal bir durumla karşı karşıyayız: Sözünü ettiğimiz radikal müdahalelerin hedefinde, suçun ve onu önlemek için yapılan her şeyin gerisindeki siyasal öğenin açığa vurulması bulunuyordu. Oysaki bugün bizatihi siyasal pratik ve söylem, cezai öğenin akıl almaz baskısı altındadır: Siyasal bir çekişmenin, bir itirazın veya meydan okumanın, giderek cezai bir biçime ve adlandırmaya tercüme edildiği, üstelik böylesinin çoğu zaman tercih edildiği bir çağda yaşıyoruz. Belki de şöyle sormamız gerekir: Hakiki bir siyasallaşma imkânını meneden, meşru bir çelişkinin meşru bir tarafı olmayı olanaksız hâle getiren, Rancièreci bir dile başvuracak olursak 'politika'yı 'polis'le ikame eden bu politika-sonrası çağda, başka türlü olması mümkün müydü? Rancière ve Žižek'ten ödünç alınmış terimlerle konuşacak olursak: Politika-sonrası, hiçbir paya sahip olmayanların payını talep eden otantik siyasal öğenin, teknokratlar, profesyoneller ve çok-kültürcü liberallerin sonu gelmeyen müzakere ve taviz stratejileri içerisinde as-kıya alınmasına göndermede bulunur. Bir bakıma politika-sonrası çağ, devletin yönetimselleşmesinin mutlak ve ileri aşamalarına karşılık gelen siyasal tahayyülü imler. Politika-sonrası çağda, hakiki siyasal unsurun kendini gösterebildiği tek yerin, artık yalnızca, gerçek siyasal terimlerle ifade edilme olanağını yitirmiş olan antagonizmanın işlevsiz ve aşırı şiddet patlamaları olduğu söylenebilir ―tahmin etmek güç değil ki, bu gündelik siyasal dile tercüme edilirken, cezai terimlerden sonuna dek faydalanılacaktır. Öyleyse siyasette cezai unsurun ve suç dilinin olağanüstü yükselişinin, sadece suç ve siyaset arasındaki eşiği belirsizleştirmekle kalmadığını, aynı zamanda siyasalın askıya alınmasının biçimlerinden birine de işaret ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Öte yandan politika-sonrası çağın paradoksal yapısından da söz etmek gerekir: içerisinde bulunduğumuz çağın tedirgin edici bir yanı, bir taraftan giderek yoğunlaşan bir biçimde tecrit ve dışlama yöntemlerini devreye sokmaktan çekinmiyorken, öte taraftan toplumun derinliklerine kadar nüfuz eden kontrol ağları vasıtasıyla güçlü yakalama ve içerme kanallarını sonuna dek açık tutuyor olmasıdır
Ceza siyasetine biçim veren yeni eğilimler söz konusu olduğunda, günümüz suçbilimcilerini ve sosyologlarını meşgul eden meselelerin başında, birbirleriyle çelişiyor izlenimi uyandıran şu çifte hareket bulunuyor ―bir yanda ceza adaleti mekanizmalarının pek çok uğrağında sivil toplum ve cemaat katılımına açılması, ayrıca buna mütekabil, kontrol şebekesinin çoğul, aynı zamanda gönüllü aktörlerin elinde yaygınlaşıyor olması yönündeki eğilim; diğer yanda ise gerek yargılama-hüküm, gerek önleme-kontrol, gerekse ceza-infaz aşamalarının kimi düzeylerinde, müdahalelerin niteliğinin açık bir şekilde sertleşmesi yönündeki eğilim. Bu çifte hareketin eş zamanlılığını anlamadan, ceza siyasetinin mevcut doğasını kavramak mümkün görünmüyor.
Son sözü, bu çalışmanın gerisinde yatan kaygının altını çizmek için söyleyelim. Ceza adaleti uzun yıllar boyunca eleştirel düşüncenin dikkatini, kendine yüklediği gayri siyasal nitelikleriyle çekmişti: Suçun, cezalandırmanın ve genel olarak adalet uygulamalarının üzerinde konuşmaya yetkili tek merci olduklarını iddia eden bir bürokratlar ve profesyoneller ordusu tarafından, teknik bir dilin, siyasal terimlere mesafe koymuş yansız bir söylemin, tarafsızlığını kanıtlamaya hizmet ettiği düşünülen abartılı bir usûller sis-teminin gerisine gizlenilmiş olan siyasallık, bütün çıplaklığıyla açığa çıkarılmalıydı. Bunun hakikaten sert bir muharebe olduğunu kabul etmemiz gerekir. Üstelik çok sayıda mevzi de kazanıldı. Fakat şimdi içerisinde bulunduğumuz paradoksal durum, eleştirel düşünceye yeni bir görev yüklüyor: Siyasetin üzerindeki suç ve ceza kavramlarının gölgesini, olağanüstü tazyikini ve nihayet yükselen hâkimiyetini eleştiriye açmak. Şüphesiz ki bunu becerebilmenin yolu ceza adaletinin mahiyetine dair, siyasal formla olan ilişkisine dair, devlet yapılarının ve iktidar biçimlerinin dönüşümü içerisinde kendisinin de geçirmiş olduğu dönüşüme dair ve nihayet, çağımızın henüz belirmekte olan tahakküm yapılarıyla girmiş olduğu etkileşime dair sarih bir fikre varmaktan geçiyor.
Evren Delimürekkep
Cezayı bir adalet pratiği yapan nedir? Pek çoğumuza yanıtı kendiliğinden açık bir soru gibi görünüyor: Birilerinin yapılmış bir kötülüğe hak ettiği karşılığı vermesi gerekir, hiç değilse başkalarına iyi bir ders olsun diye. Ceza adaletinin rekabet hâlindeki iki temel yaklaşımını ―ödetmeci ve faydacı― sanki aralarında hiçbir gerilim yokmuş gibi bir çırpıda söyleyivermiş olmamız fazlaca basite kaçtığımız izlenimini uyandırabilir, lâkin kabul edersiniz ki cezaya dair böylesi görüşler hemen herkesin aklından ilk ve muhtemelen bir arada geçen şeylerdendir. Sağduyu bu iki yaklaşım arasında salınıp durur, fakat cezanın öyle veya böyle adaletin hizmetinde olduğundan emin bir şekilde. Nitekim bu çizgiyi izleyen bazılarımız yukarıdaki soruda bir hinlik bulmakta ve bunu ifşa etmekte gecikmez: Adalet sorunu cezanın bir eklentisi, ona sonradan dâhil edilebilecek fazladan bir nitelik midir ki cezayı bir adalet uygulaması hâline getiren şeyi sorgulamaya gerek olsun? Cezadan beklenilen şey adaletin yerine getirilmesi değil midir zaten?
Doğrusu, cezalandırma fikrinin adalet beklentimize dâhil öylesine esaslı bir müdahale olmuştur ki adalete dair yargımız her ne şekilde biçimlenmiş olursa olsun, hangi adalet kavramının yanında saf tutuyor olursak olalım, cezayı herhangi bir adalet misyonunun meşru taşıyıcısı gibi görmekte pek duraksamayız: Bazen, maruz kalınmış bir kötülüğün biçimsel bir eşitleyeni olarak; bazen, ölçülebilir, hesaplanabilir, kıyaslanabilir bir zarara denk bir eşdeğer olarak; bazense bir ihlâlle yerinden edilmiş hakların adil bir yeniden paylaşımı olarak. Ceza, bütün bu vasıfları sorgusuzca kabullenen veya kendine mülk edinen içeriksiz bir biçim gibidir. Tam da bu yüzden, niceliği veya niteliği itibariyle eleştirilmeye, müzakere edilmeye, yeniden düzenlenmeye daima açık olmasına rağmen, bir biçim olarak neredeyse dokunulmazdır. Öyle ki ceza fikrine en mesafeli adalet kuramları bile onu bir 'ultima ratio' olarak muhafaza etmekten veya acil durumlar için ona uygun bir yer tahsis etmekten vazgeçmezler. Ceza, geri gelir.
Fakat sağduyunun vaaz ettiklerinden de pekâlâ kuşku duymak mümkün ―ceza ile adalet arasındaki ilişkinin açıklama gerektirmeyen bir sarihlikte olduğu kanaatine muhalefet edeceğiz. Bu yazıda göstermek istediğimiz üzere, ceza, ne esası ne de kökeni bakımından bir adalet pratiğidir. Ceza, hepsinden önce bir tahakküm pratiğidir ve kendini bir adalet saikiyle sunmak zorunda olmadığı gibi, bir adalet draması şeklinde sergilemesi de gerekmez ―hatta bu tür imalardan kendini muaf tutan ve salt bir tahakküm işareti taşımakla yetinen cezaların beşeri deneyimlerimizde çok daha yaygın bir yer kapladığını söyleyebiliriz. Öyleyse ceza ne herhangi bir adalet görevini gelişigüzel yüklenebilecek boş bir biçim, ne de doğası gereği adalet işleriyle ilgili bir pratiktir. Onun yalnızca (fakat her türden) tahakkümle dolaysız bir bağı vardır ―adaletle olan bağı ise dolaylıdır ve bir açıklamayı hak eder. Burada savunacak olduğumuz şey, cezanın yalnızca siyasal tahakkümün belirli bir biçiminin içerisinden geçerek ve yalnızca belirli bir şekilde uygulanarak bir adalet pratiği hâlini alabileceğidir. Sanılanın aksine bunun pek de kolay başarılabilir bir şey olmadığını söyleyeceğiz. Üstelik ceza adaletini, sonuna geldiğimiz şeyler listesinde görmemiz muhtemeldir. Nitekim ceza adaleti ile siyasal form arasındaki ilişki üzerine bugün bizi yeniden düşünmek zorunda bıraktıran şey, ceza adaletinin günümüzdeki çıkmazlarıyla, muammalarıyla, geri çekilmeleri ve ani taarruzlarıyla yüzleşmenin kaçınılmazlığından başka bir şey değildir.
Akla hemen bilhassa geride bıraktığımız yüzyılın felsefi söylemlerine hâkim olan vahiysel ton geliyor, yani Jacques Derrida'nın vurguladığı gibi, sürekli bahis artıran bütün o eskatolojik belagat bolluğu: Tarihin sonu, sınıf mücadelesinin sonu, öznenin sonu, felsefenin sonu, Tanrı'nın ölümü ve elbette insan'ın kaderi hakkında uzayıp giden geniş bir kıyamet çeşitlemesi. Neden bir yenisini eklemeyelim ―üstelik bu çok daha mütevazı bir son olacakken? Yine de temkinli davranmakta fayda var. Sona dair söylemler hakkında ―ister aklın karamsarlığı isterse iradenin iyimserliğiyle ele alınsın― bilmemiz gereken ilk şey, vahyin dayanıklılığıdır. Derrida'nın ironiyle söylediği gibi, "son yaklaşıyor, fakat kıyamet vahyi uzun ömürlüdür".
Kuşku duymamamız gereken bir şey varsa, hepsinden önce bu, kesin ayrımların yapılabilirliğidir. Eleştiri, bugün için bize, bunun neden olduğu muğlaklıkla nasıl baş etmemiz gerektiğini bulma görevini veriyor. Peki, ayrımların kırılganlaştığı, sınırların sabitlenemez olduğu bir çağda, 'son' yine de bir anlam taşıyor olabilir mi? Son, hiç değilse bu çalışmada yüklendiği görev itibariyle, bir bağlamdan diğerine, öte tarafa mutlak bir geçiş imkânından çok, hepsi şimdinin zamanında ('Jettzeit' diyordu Walter Benjamin) cereyan etmekte olan bulaşmaları, geçişlilikleri, karşılıklı tacizleri, sirayet etmeleri, istikrarsız kılmaları, askıya almaları ima ediyor. Evet, bu bir 'son' ―zira ardında biçimden yoksun içerikler ve içerikten yoksun biçimler dışında, yani bütün bu zombi imgeler dışında hiçbir şey bırakmamakla hepimizi tehdit ediyor. Sonlarımız bir bakıma artık daha bir tıbbi, tam da biyopolitik çağımız neyi hak ediyorsa öyle. Ani, bir kerelik ve yok edici olmaktan çok, daimi bir metastaz, müzmin fakat öldürücü olabileceğini asla unutturmayan bir erteleniş gibi. Sonlarımız, bir bakıma uzun ömürlü kıyamet vahiyleri gibi. İşte, onlardan biri daha.
Batı siyasal düzeninin temel yapılarıyla, adalet uygulamalarının genel biçimi arasındaki güçlü eklemlenmeye uzun zamandır belirgin bir şüphe eşlik ediyor. Bilhassa ceza adaleti söz konusu olduğunda, griliği giderek koyulaşan bir gölgeye benziyor bu. Artık kimse ceza adaletine iliştirilmiş kavramların sarihliğinden, usullerin açıklığından, ilkelerin ke-sinliğinden dem vururken, peşinden sürüklediği gölgenin alaycılığına kayıtsız kalamaz. Bütün bu kavramlar, usuller, ilkeler etrafında her gün daha fazla koparılan fırtınayı, onların güçlenen otoritesine mi bağlamalıyız, yoksa kronikleşen krizine mi? Yapılan çağrılar, övgüler, güzellemeler, bize mutlak bir geçerliliğin yeniden onaylanmasındansa, tüm beklentilere rağmen bunun gitgide daha çok zorlanıyor, belirsizleşiyor, istikrarsızlaşıyor olmasına verilen tepkiler gibi görünüyor. Eğer bugün ceza adaletinde olması gerekenleri daha yüksek sesle dile getirme gereği duyuyorsak, bu dipten dibe ceza adaletini şekillendiren ayrımların geçerliliği hakkında endişeye kapılıyor olmamızdandır. Siyasal kaderimiz belirgin bir askıda olma hâli tarafından tehdit ediliyorken, bildiğimiz hiçbir ayrıma güven duymamız mümkün değil zira. Askıda olma hâli, temelde siyaset imkânının askıya alınmasıyla sonuçlanan gelişmelerin toplamından başka bir şey değildir. Bunun bir yüzünde, devletin siyasal tahayyülümüzün sınırlarını tayin eden ayrıcalıklı statüsünü yitirmesi bulunuyor ―üzerine yaslandığı ayrımların tümünü tehlikeye atma pahasına. Devletin yok olmaya yüz tuttuğunu söylemek istemiyoruz elbette; hatta belli açılardan hiç olmadığı kadar güçlendiği bile söylenebilir. Fakat yine de devletin yazgısına dair ikircikli hissiyat bizleri yanıltmasın: Devlet, şüphesiz içerisine yerleştiği büyük iktidar şebekesinin nimetlerinden kendini esirgemiyor ve kontrol ağının ayrıcalıklı uğraklarından biri olmaya devam ediyor ―dolayısıyla evet, devletlerin göreli olarak güçlenmediği iddia edilemez. Fakat o, bunu yalnızca siyasalın imtiyazlı merkezi olmayı, her biri kendi icadı olan ayrımların hamisi olmayı, yönetimsel aklın düzenleyici referansı olmayı terk etme pahasına yapabiliyor. Elbette söz konusu olan şey basitçe bir geri çekilmeden ibaret olsaydı, bundan rahatsızlık duymak için bir nedenimiz de olmazdı.
Lâkin devletin kendi krizine verdiği yanıt, kendi koyduğu sınırların ihlâline dayalı müphem bir yayılma eğilimi ve siyasallaşma imkânlarının olabildiğince tecrit edilmesi oldu. Devletin nerede bitip toplumun nerede başladığını ayırt etmenin olanaksızlığı ta-rafından belirlenen bu durum, siyaseti yalnızca müzakere oyunlarına, iletişim prosedürlerine, pay pazarlıklarına hapsederken, diğer bütün siyasallaşma girişimlerini ölçüsüz şiddet patlamaları ve cezai biçimler olarak işaretlemeye gerçek bir zemin sağladı. Biz-den beklenilen de buna ayak uydurmamızdır ―siyasalı, siyasalı meneden bir siyaset tasarımıyla takas etmemiz isteniyor. Zira devlet ile toplum arasındaki eşiğin bulanıklaştığı bu gri alanı mekân bellemiş olan siyaset tarzı, varlığın bakımından başka bir meşru konu tanımıyor. Yine de bunun bir Pyrrhus zaferi olma ihtimâli yüksektir. Çünkü belirgin ayrımlar yapma imkânını iptal eden bütün bu siyaset tarzı, kendi meşruiyetini değilse bile, yenilir yutulur kılınmasını daima üzerinde tepindiği ayrımlarda bulmuştur ―şimdiyse geriye tahripkâr bir güvenlik söyleminden başka kayda değer bir şey kalmışa benzemiyor.
Devlet ile toplum arasındaki eşiğin aşınmasıyla ortaya çıkan bu geniş 'polis' alanında, ceza adaleti ne anlam taşıyor? Klasik devletin tıpkı bir sınır kavramı gibi iş görerek yarattığı ve içerisine yerleştiği ayrımların, yani bir siyasal formu hem bir başkasından (içerisi-dışarısı), hem de kendi içerisinden (devlet-toplum) ayıran sınır çizgilerinin belirsizleştiği bir çağda, cezanın kendini bir adalet pratiği olarak sunma imkânı bulunuyor mu? Yuvarlandığı derin bunalımın içerisinde ceza modernizminin büründüğü aktüel görünümlerle, örneğin patolojik suçlu bireyin, potansiyel risk grubu üyesine; normdan sapma addedilen suçun, ölçülebilir bir rutin aktiviteye; ıslah etmenin, izole etmeye; entegre etmenin, kapasitesizleştirmeye; disipliner kurumların, yaygın kontrol şebekelerine vb. dönüşmesiyle, bütün bu sürecin bir ilgisi bulunuyor mu? Ayrıca, savaş kavramları ile ceza kavramları arasındaki, siyasal kavramlar ile cezai kavramlar arasındaki mütecaviz geçişler, devlete has ayrımların geçersizleşmesiyle alâkalı değil midir? Şurası kesin ki, ceza adaletinin dönüşümü üzerine kafa yoran hiç kimse, bu ve benzeri sorularla yüzleşmekten kaçınamaz. Üstelik bütün bu güncel sorgulamanın, bizleri siyasal form ile ceza adaleti arasındaki ilişki hakkında daha derin bir görüye sahip olmaya zorladığını da kaydetmek gerekir.
Adalet problemiyle başlarsak; Üzerine düşünmekten ve yeniden düşünmekten belki de hiç vazgeçmeyeceğimiz bir konu hakkında her şeye rağmen net bir fikre varmak, üstelik bunu yazmak ürkütücü görünüyor. Tabii ki izlemeye değer pek çok güçlü öneri ve muhtelif yol varken, yalnızca bazılarını seçmenin de kolay olduğu söylenemez. Öncelikle, burada yürütecek olduğumuz tartışmanın adalet sorununun siyasal tahakküm, siya-sal güç sorununa dahliyle ilgili bir sınırının bulunduğunu belirtelim ―eğer bu bir sınırsa. Biraz karikatür bir tasnif, adalet sorununun siyasal tahakkümle ilişkilendirilmesinin iki temel biçiminin bulunduğunu gösteriyor: Ya adalet siyasal tahakkümün suiistimallerini sınırlayan, ona şekil veren, yönünü belirleyen, gücünü adil amaçların hizmetine sokan, nihayetinde ilkeleri siyasetin çelişkili, fazlasıyla pragmatik doğasından türetilemeyecek olan, ona dışsal, yüksek bir ilkedir ―siyaset adaletin buyruğu altına girmelidir. Ya da adalet siyasal tahakkümün bir etkisidir ki tam da onun sayesinde hayat bulur, varlık kazanır, insanların mutluluğu için vardır, dolayısıyla siyasal varlığın bekasını korumak uğruna yapılanların adalet ilkesine aykırı düşmesi beklenemez, onun ne üzerinde ne de aşağısındadır, onu kat etmektedir ―siyaset yaşayan adalettir. Şüphesiz bu bir karikatür, ama yine de bir şeyler söylüyor. Doğrusu burada her ikisinden de yolumuzu ayırmamız gerektiğini savunacağız: Adalet kavramını, siyasal pratiklerin yasa ile yasasızlık arasındaki salınımlarının düzenleyici ilkesi gibi okumaya niyetimiz yok. Ne herhangi bir adalet ilkesinin siyaseti dize getirebileceğini düşünüyoruz, ne de herhangi bir siyasal gücün adalet talebini kapatabileceğini. Derrida'ya referansla siyaset ile adalet arasındaki ilişkinin farklı bir şekilde okunmasını önereceğiz. Böylesi bir argümantasyon, hukukun adaletini sonsuz adaletten belirli bir şekilde ayırmamıza imkân tanıyacak. Ve biz bu ayrımı, hukukun adaletini, üçüncü tarafın adaletiyle ilişkilendirmek için bir fırsat olarak kulla-nacağız. Böylelikle, hukuksal tarzda bir tahakkümün yapısını açıklığa kavuşturarak, si-yasal güç ile adalet pratikleri arasındaki bağlanmanın niteliğini de göstermeyi umuyoruz. Elbette buraya yönelmemizin nedeni, cezayı bir adalet pratiğine dönüştüren şeyin ne olduğunu anlayabilmektir.
Ceza adaletinden ne anlamamız gerekir? Kabul etmek gerekir ki ceza adaletinin kendini tarihin en arkaik formlarından biri olarak göstermek gibi bir mahareti vardır. Ceza adaletine dair bu genel geçer algı, tabii ki ceza kavramının üzerindeki anlam yükünden besleniyor: Arkaik olan şey kuşkusuz yasaktır, ihlâldir ve nihayet cezadır. Ceza, tahakküm kadar eskidir ―hatta tahakküm uygulamasının henüz topluluktan ayrışmamış olduğu zamanlar kadar. Fakat bu, cezanın bir adalet pratiği olduğunu kanıtlamaz. Muhtemelen eskiler, adaleti yerine getirmek istediklerinde başka yolları kullanmak zorundalardı, yani savaş metotlarını veya onun ritüel temsillerini. Ceza, adalet mefhumundan bağımsız olarak tahakküm biçimlerine içkin olmuştur ―ne bir adalet saikine sahip olmak zorundadır ne de kendini bir adalet gösterisi formunda sunmak. Öyleyse adalet problemini, cezanın içkin niteliklerinden biri olarak değil, onun bir eklentisi olarak ele almamız gerekir; ceza bakımından adalet sentetik bir öğedir. Nitekim ceza adaletinin köklerini ilk tahakküm uygulamalarında (aykırılığın iptal edilmesi) veya ilk adalet uygulamalarında arayan görüşlerin mutlak, giderilemez bir tutarsızlıktan mustarip olmalarının nedeni, tam da ceza adaletinin sentetik doğasının üzerinden atlıyor olmalarıdır. Asıl olarak şu-nu sormamız gerekmez mi? Bir tahakküm etkisi olarak cezayı, bir adalet uygulamasına dönüştüren şey nedir? Nasıl olmuştur da ceza (ki eşitsizlikten hareket eder), kendini bir adalet (ki eşitlikten hareket eder) pratiği olarak sunabilmiştir? Bizce ceza adaletinin muamması, tahakküm gücü ile adalet istenci arasındaki, eşitsizlik ile eşitlik arasındaki hassas bir eklemlenmeye dayanıyor olmasında yatıyor. Ve bu akıl yürütme, bizi ceza adale-tinin kalbine götürüyor. İkinci bölümde uzun uzadıya sürdürmek zorunda kalacağımız bütün bu sorgulamanın varacağı noktayı özetlemek güç değil: Cezalandırmanın bir adalet pratiği olarak kullanılması, gerçekte hukuksal tahakkümün özellikli bir kullanımıdır. İlk elde bunun anlamı, ceza adaletinin yapısının, hukukun adaletinin yapısıyla aynı karakterde olduğudur ―yani bu, kendini üçüncü taraf olarak dayatan bir siyasal gücün adaleti olacaktır. Fakat buradan çıkarmamız gereken şeylerden bir diğeri de, bunun özellikli bir kullanım olduğudur ―yani üçüncü, herhangi iki özel kişi arasındaki etkileşime müdahale eder gibi değil (aksi hâlde bu özel hukukun konusu oldurdu ve cezaya gerek kalmazdı), üzerinde yükseldiği kolektivite ile onun belirli bir üyesi arasındaki etkileşime müdahale eder gibi davranır. Yeniden söyleyelim: Ceza adaleti, kolektivitenin belirli bir üyesinin, kolektivitenin herhangi bir üyesine, üçüncü tarafından eşitlenmesidir. Bunun neden cezayla olabildiğini, kolektivitenin herhangi bir üyesine eşitlenmeyi cezanın nasıl sağlayabildiğini yeri geldiğinde tartışmalıyız. Ancak bütün bu teferruatın gerisinde neyi ima etmeye çalıştığımızı söylemeden geçmeyelim. Ceza adaletinin fenomenolojisine dair söylenenler doğruysa, belki de onun köklerini uzak tarihlerde aramamamız gerekir: Bizce ceza adaletinin anahtarını verecek olan şey, çok daha yakınımızda, devletin bir üçüncü taraf olarak toplum ile birey arasındaki ilişkiye müdahalesinde gizlidir. Ve tam da bu yüzden ceza adaleti, devletle toplumun ayırt edilebilir kendilikler olduğu varsayımına dayanır. O hâlde, devletle ve toplumla devam etmemiz gerekecek.
Gerek hukukun adaleti hakkında yürüttüğümüz tartışma, gerekse ceza adaletinin yapısına dair sorgulamalarımız bizi ilk olarak devlet problemine sürüklüyor. Devlet formu ile adalet uygulamaları arasında kuvvetli bir eklemlenmenin gerçekleştiği tarihsel uğrak bize tam olarak ne gösteriyor? Bilhassa şunun altını çizmek istiyoruz ki devletin adalet pratiklerinin merkezine yerleşmesi, klasik Avrupa devletinin bir yandan içeride türdeş ve mutlak bir hâkimiyet sahası, diğer yandan dışarıda devletlerin eşit siyasal aktörler olarak karşı karşıya gelebilecekleri bir rekabet ve denge sahası yaratma projesinin orta yerinde vücut buldu. Gerçek anlamda, bu, bir yoğunlaşma ve sınır çekme çağıydı. Bu döneme damgasını vuracak olan ayrım içerisi-dışarısı ayrımıdır ―kendi zamanı için yeni ve olağanüstü büyüklükteki bir dizi siyasal teknolojinin tam da bu ayrışmanın etrafında şekillendiğini hatırdan çıkarmamamız gerekir. Kendi konumuz açısından bu dönemin ayrıcalığı, aslında Ortaçağ monarşileriyle birlikte başlamış bir sürecin tamamlanmasına bağlı olarak, savaş ve adalet pratiklerindeki köklü dönüşümdür diyebiliriz. Şunu biliyoruz ki savaş kavramı uzun yüzyıllar boyunca adalet ve cezalandırma imalarıyla bir arada bulunmuştur. Benzer bir şekilde adalet pratiklerine hâkim olan usulleri de savaş biçimlerinden veya onların ritüelleştirilmiş temsillerinden ayırt etmek uzunca bir süre mümkün olmamıştır. Lâkin devlet, şiddetin yeni bir dağılımıyla birlikte gelmiştir ki bu kendini şiddet tekelinin iki yüzü olarak gösterir: Savaş ihtimâli, içeriden şiddetin çekilip alınmasına bağlı olarak, siyasal birliğin dışarısına atılmıştır ―savaş rasyonelleştirilerek adalet imalarından arındırılmış, devletlerarası ilişkilerin ve diplomatik-askeri bir aygıtın rutin konusu hâline getirilmiştir. Adalet uygulamaları ise, özel savaş biçimlerinden veya savaşın ritüel bir devamı olma anlamıyla çeşitli sınama usullerinden arındırılarak, merkezdeki figürün müdahale-sine açılmıştır. Artık savaş dışarının, ceza içerinin konusudur. Eğer 16. yüzyıl başlarında devletin spesifik bir form olarak ortaya çıktığını söyleyebiliyorsak, bunun gerisinde, içerisi-dışarısı ayrımını bir tür siyasal güçlenme dinamiğine çevirmeyi başarabilmiş özgün bir yönetimsel aklın bulunduğunu kabul etmemiz gerekir: 'Raison d'État'. Bu kavramın üzerinde uzun uzadıya duracağız ―zira 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bu defa içeride yeni bir ayrımın patlak vermesine neden olacak şey, 'raison d'État'nın içkin krizine verilecek olan yanıttı. Yeni ayrım, devlet-toplum ayrımıdır ve başlangıçta yalnızca savaşın içerideki simetriği hâline getirilerek egemenin tasarrufuna terk edilen cezalandırma hakkı üzerinde, cezalandırmanın mantığı üzerinde benzersiz bir dönüşümün yaşanmasına neden olacaktır.
Devlet içerisinden sıyrıldığı, daha doğrusu koparak ayrıldığı siyasal geleneklerden farklı olarak, kendini mutlak bir yapaylık olarak koymuştu: Bir yapay beden. Kendi ilkesini, kendinden başka hiçbir yerde bulamayacak kadar ayrıksı ve nevin bir formdu çağdaşlarının gözünde. Dolayısıyla hak ettiği gibi yönetilmeliydi ―başka biçimleri taklit ederek değil (bunun sonucu gerçek bir fiyasko olurdu), kendine has rasyonellik biçimini kavrayarak. 'Raison d'État' işte bunun adıydı. Yukarıda belirttiğimiz gibi, içerisi-dışarısı ayrımını devletin güçlerini artıracak şekilde yönetme sanatıydı aslında. Nasıl? 'Raison d'État' dışarıda hedeflerin sınırlı tutulmasına dayanıyordu; bir bakıma devlet, imparatorluk biçimine geçilmeden önceki aşamayı, bir tür geçiş aşamasını değil, nihai biçimi oluşturuyordu. Devletin hedefi kendi benzerlerinin yok edilmesine dayanmıyordu, ter-sine çoğul siyasal uzamın varlığını korumaya, rekabetçi bir denge sağlamaya dayanıyordu. Fakat içeride durum tam tersiydi. 'Raison d'État'nın içeriye bakan yüzü, hedefleri bakımından sınırsız bir idari aygıtla ortaya çıkıyordu: 'Polizei'. Devletin güçlerini ar-tırmanın bir anlamı dışarıda dengeli bir rekabeti sağlamaksa, bunu mümkün kılacak şey, içeride hemen her şeyi yönetimin konusu hâline getirmekti. Devlet daha fazla ve daha fazla yönetmeliydi. İşte, Foucaultcu bir devlet soykütüğü, 18. yüzyılın sonuna kadar bize manzaranın bundan ibaret olduğunu söylüyor. Fakat bu uğrakta durum değişir: 'Raison d'État'nın içerisinden, onun hedeflerini sahiplenerek büyüyen yeni bir yönetimsel rasyonalite, daha fazla yönetmenin iyi bir fikir olmayabileceğini, çözdüğünden fazla soruna sebep olabileceğini, hepsinden önemlisi devletin güçlerini artırmak bakımından elverişli sonuçlar vermeyebileceğini vazetmeye başlar. Bu ekonomi politiktir. Ve devletin içerideki kuşatıcılığına bir sınırlama getirmeyi, üstelik bunun devletin hayrına sonuçlar vereceğini ileri sürmektedir. Devleti, kendininkinden farklı yasalara, kurallara, düzenliliklere sahip bir başka gerçekliği tanımaya davet etmektedir: Toplum (ilk söylendiği hâliyle ifade edecek olursak, sivil toplum veya burjuva toplumu). Bırakın, kendini yönetsin ―onun kendine has süreçleri var ve bunların ne olduğunu bilemezsin. İşte, toplumun bir doğum belgesi varsa, bunun ekonomi politik tarafından hazırlanmış olduğu anlaşılıyor. Gerçek şu ki, ceza adaleti hakkında bugün ne biliyorsak, aklımıza hangi ilkeler, düsturlar geliyorsa, hemen hepsini bu döneme borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Toplumun tanınması cezaya dair her şeyi değiştirmiştir. Bunun anlamını kayda geçirmek ise klasik okula düşmüştür. Klasik okulun, yani reformun dili, hukuktan çok ekonomi politiğin dilidir. Önerdikleri ise yeni bir ceza ekonomisi olmuştur ki bu sayede adaleti kralın elinden alabilmeyi başarabilmişlerdir. Fakat ceza adaleti daha devlet, toplum, birey arasında özgün bir dolayım olarak kavranılmaya başlandığı sırada, hem geriden gelen başka birtakım iktidar tazyiklerine maruz kalmaktan, hem de kendi sınırlarının, açmazlarının devrimci sınıflar tarafından yüzüne çarpılmasından kurtulamaz:
Öte yandan sivil toplumun türdeş olmadığını, en azından tek olmadığını hatırlatan devrimci sınıflar karşısında verilen muhafazakâr refleksler, tehlikelilik kavramının etrafında ceza adaletini güvenlik, risk, kontrol vb. temalar tarafından işgal edilmeye açık hâle getirecektir. Gerçek bir temsilini 'homo economicus'un rasyonel hesaplarında bulan sivil toplumdan geriye, artık, risk seviyelerine göre sınıflandırılmış ve buna göre kontrol matrisine yerleştirilmiş alt-grupların toplamından daha fazla bir şey olmayan, devletin içerisinde mi dışarısında mı olduğuna karar vermenin imkânsız olduğu, adına toplum denilen şu müphem varlık dışında pek bir şey kalmışa benzemiyor.
Batı siyasal düzeninde klasik olan şeyin, yani kategoriler arasında belirgin ayrımlar yapabilme imkânının giderek ortadan kalkıyor olmasından uzunca bir süredir yakınılıyor. Günümüzde bu eğilimin kronik bir hâl aldığını söyleyebiliriz. Artık, siyaset ile etik, etik ile hukuk, hukuk düzeni ile olağanüstü hâl arasındaki eşiği aydınlatabilecek ayrımların ―ve doğal olarak, siyasal rakibi meşru düşmandan, barış hâlini savaş hâlinden, sivil olanı askeri olandan ayıran sınırların aşındığından söz edildiğini çok daha sık duyuyoruz. Benzeri türden bir tehditkâr meydan okuma, suç ve siyaseti birbirinden ayıran eşik üzerinde cereyan etmektedir.
Aslına bakılırsa, gerek suça dair kurumsal stratejilerin gerekse onunla iş birliği hâlinde şekillenmiş olan geleneksel-muhafazakâr suçbiliminin dikkate değer bir "başarısı" olarak kaydedilmesi gereken şey, yani suça ilişkin konuların politik imalarından arındırılarak siyasal eleştiri ve müdahaleye kapatılması, 1960'ların ortalarından bu yana, yalnızca yaygın bir sosyal-siyasal protestonun değil, aynı zamanda güçlü bir entelektüel taarruzun da baskısı altında kalmıştır. Üstelik bunun etkileri bakımından sınırlı ve sonuç getirmeyen bir müdahaleden ibaret olduğunu kimse söyleyemez, bilakis bütün bu entelektüel tazyikler (adlarıyla sayarsak ―aşağıdan tarih okulu, kültürel çalışmalar, feminist eleştiri, post-yapısalcılık ve bunlarla etkileşim hâlinde tartışmaya derin bir katkıda bulunmuş olan politik suçbilimi) suç mefhumunun etrafını kuşatmış olan bilgi-iktidar kompleksinin sözde siyasetten arınık yansız ve teknik dilini eleştiriye açmakta büyük başarı göstermiştir. Ne var ki bugün paradoksal bir durumla karşı karşıyayız: Sözünü ettiğimiz radikal müdahalelerin hedefinde, suçun ve onu önlemek için yapılan her şeyin gerisindeki siyasal öğenin açığa vurulması bulunuyordu. Oysaki bugün bizatihi siyasal pratik ve söylem, cezai öğenin akıl almaz baskısı altındadır: Siyasal bir çekişmenin, bir itirazın veya meydan okumanın, giderek cezai bir biçime ve adlandırmaya tercüme edildiği, üstelik böylesinin çoğu zaman tercih edildiği bir çağda yaşıyoruz. Belki de şöyle sormamız gerekir: Hakiki bir siyasallaşma imkânını meneden, meşru bir çelişkinin meşru bir tarafı olmayı olanaksız hâle getiren, Rancièreci bir dile başvuracak olursak 'politika'yı 'polis'le ikame eden bu politika-sonrası çağda, başka türlü olması mümkün müydü? Rancière ve Žižek'ten ödünç alınmış terimlerle konuşacak olursak: Politika-sonrası, hiçbir paya sahip olmayanların payını talep eden otantik siyasal öğenin, teknokratlar, profesyoneller ve çok-kültürcü liberallerin sonu gelmeyen müzakere ve taviz stratejileri içerisinde as-kıya alınmasına göndermede bulunur. Bir bakıma politika-sonrası çağ, devletin yönetimselleşmesinin mutlak ve ileri aşamalarına karşılık gelen siyasal tahayyülü imler. Politika-sonrası çağda, hakiki siyasal unsurun kendini gösterebildiği tek yerin, artık yalnızca, gerçek siyasal terimlerle ifade edilme olanağını yitirmiş olan antagonizmanın işlevsiz ve aşırı şiddet patlamaları olduğu söylenebilir ―tahmin etmek güç değil ki, bu gündelik siyasal dile tercüme edilirken, cezai terimlerden sonuna dek faydalanılacaktır. Öyleyse siyasette cezai unsurun ve suç dilinin olağanüstü yükselişinin, sadece suç ve siyaset arasındaki eşiği belirsizleştirmekle kalmadığını, aynı zamanda siyasalın askıya alınmasının biçimlerinden birine de işaret ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Öte yandan politika-sonrası çağın paradoksal yapısından da söz etmek gerekir: içerisinde bulunduğumuz çağın tedirgin edici bir yanı, bir taraftan giderek yoğunlaşan bir biçimde tecrit ve dışlama yöntemlerini devreye sokmaktan çekinmiyorken, öte taraftan toplumun derinliklerine kadar nüfuz eden kontrol ağları vasıtasıyla güçlü yakalama ve içerme kanallarını sonuna dek açık tutuyor olmasıdır
Ceza siyasetine biçim veren yeni eğilimler söz konusu olduğunda, günümüz suçbilimcilerini ve sosyologlarını meşgul eden meselelerin başında, birbirleriyle çelişiyor izlenimi uyandıran şu çifte hareket bulunuyor ―bir yanda ceza adaleti mekanizmalarının pek çok uğrağında sivil toplum ve cemaat katılımına açılması, ayrıca buna mütekabil, kontrol şebekesinin çoğul, aynı zamanda gönüllü aktörlerin elinde yaygınlaşıyor olması yönündeki eğilim; diğer yanda ise gerek yargılama-hüküm, gerek önleme-kontrol, gerekse ceza-infaz aşamalarının kimi düzeylerinde, müdahalelerin niteliğinin açık bir şekilde sertleşmesi yönündeki eğilim. Bu çifte hareketin eş zamanlılığını anlamadan, ceza siyasetinin mevcut doğasını kavramak mümkün görünmüyor.
Son sözü, bu çalışmanın gerisinde yatan kaygının altını çizmek için söyleyelim. Ceza adaleti uzun yıllar boyunca eleştirel düşüncenin dikkatini, kendine yüklediği gayri siyasal nitelikleriyle çekmişti: Suçun, cezalandırmanın ve genel olarak adalet uygulamalarının üzerinde konuşmaya yetkili tek merci olduklarını iddia eden bir bürokratlar ve profesyoneller ordusu tarafından, teknik bir dilin, siyasal terimlere mesafe koymuş yansız bir söylemin, tarafsızlığını kanıtlamaya hizmet ettiği düşünülen abartılı bir usûller sis-teminin gerisine gizlenilmiş olan siyasallık, bütün çıplaklığıyla açığa çıkarılmalıydı. Bunun hakikaten sert bir muharebe olduğunu kabul etmemiz gerekir. Üstelik çok sayıda mevzi de kazanıldı. Fakat şimdi içerisinde bulunduğumuz paradoksal durum, eleştirel düşünceye yeni bir görev yüklüyor: Siyasetin üzerindeki suç ve ceza kavramlarının gölgesini, olağanüstü tazyikini ve nihayet yükselen hâkimiyetini eleştiriye açmak. Şüphesiz ki bunu becerebilmenin yolu ceza adaletinin mahiyetine dair, siyasal formla olan ilişkisine dair, devlet yapılarının ve iktidar biçimlerinin dönüşümü içerisinde kendisinin de geçirmiş olduğu dönüşüme dair ve nihayet, çağımızın henüz belirmekte olan tahakküm yapılarıyla girmiş olduğu etkileşime dair sarih bir fikre varmaktan geçiyor.
Evren Delimürekkep